Ana Sayfa Blog Sayfa 2951

Avusturya’da gaz patlaması: 1 ölü, 60 yaralı

Avusturya’nın kuzeydoğusunda bulunan Weinviertel bölgesindeki, Avrupa’nın en büyük gaz istasyonlarından birinde patlama meydana geldi.

Avusturya gazetesi Heute’nin haberine göre, bu sabah 8.45’te, istasyonda yaşanan olay hakkında bilgi veren itfaiye ekibi şefi Franz Resperger ‘sadece bir patlamanın söz konusu olduğu’ bilgisini verdi. Polis ekibi sözcüsü Heinz Holub ise “En az 60 kişinin yaralı olarak tedavi altına alındığını ve bir kişinin hayatını kaybettiğini biliyoruz” dedi.

 

(Gazete Duvar)

İklim mücadelesinin yeni lideri Macron mu? – Pelin Cengiz

Bu yazı artigercek.com/ dan alınmıştır

Gençliği, hırsı ve seçim yarışı sırasında aldığı halk desteğiyle dikkat çeken Emmanuel Macron, geçtiğimiz aylarda Fransa’daki tüm ana akım siyasi partilerin adaylarını geride bırakarak, ülkenin en genç cumhurbaşkanı seçildi.

İnsanlar onun sıra dışı aşk hikayesini konuşmaktan çok zevk alıyor farkındayım ama maalesef bu yazı kendisinin başka bir yönüne odaklanacak.

Macron, seçilir seçilmez -belki farkında bile olmadan- küresel iklim değişikliği mücadelesini yakından takip edenler açısından önemli bir sınav verdi.

Malum, ABD Başkanı Donald Trump, başkan seçilmesinin hemen ardından açıkladığı ilk 100 günlük eylem planında Paris İklim Anlaşması’nı feshedeceğini, BM iklim değişikliği anlaşmalarına aktarılan milyarlarca dolarlık ödemeyi keseceğini, Environmental Protection Agency’nin (Çevre Koruma Ajansı) düzenlemelerine kısıtlama getireceğini, kömüre dayalı enerji üretiminin azaltılması hedeflerini içeren Climate Action Plan (İklim Eylem Planı) ve Clean Power Plan’i (Temiz Enerji Planı) tanımayacağını duyurmuştu.

Nitekim, adım adım gerçekleştirdiği uygulamalarda bir önceki Başkan Barack Obama dönemindeki kazanımların/başlangıçların pek çoğu ortadan kaldırıldı. Başkanlık yemin töreninin gerçekleştiği dakikalarda Obama döneminde kabul edilmiş planlarla ilgili sayfalar uçtu, yerine Trump’ın hedeflerinin anlatıldığı An America First Energy Plan (Önce Amerika Enerji Planı) sayfası geldi, Climate Action Plan’ında devre dışı bırakıldığı yazıldı. İklim değişikliğiyle ilgili verilen referansların hepsi siteden silindi.

Paris Anlaşması’nın New York’taki imza törenine çok sayıda devlet liderleri bizzat katılmış ya da temsilci göndererek töreni önemsediğini göstermişti. İlginçtir, dönemin Fransa Devlet Başkanı François Hollande, anlaşmaya ilk imzayı atan devlet başkanı olmuştu.

Macron da seçim kampanyası sırasında küresel ısınmayla mücadele konusundaki kararlılığını vurgulamak amacıyla bir video yayınlayarak, -üstelik pek rastlanmaya şekilde İngilizce olarak- ABD’li bilim insanlarına kapılarının açık olduğunu, çalışmalarını Fransa’da rahatlıkla sürdürebileceklerini belirtti. Macron’un bu daveti, gerçek anlamda bir inovatif siyaset olarak değerlendirilebilir.

Trump’ın Paris İklim Anlaşması’ndan çekildiğinin tüm dünyaya anons edilmesinin ardından dünya liderlerinden Trump’a ilk tepki gösterenlerden biri yine Emmanuel Macron oldu. Macron, hem Fransızca hem İngilizce olarak yaptığı açıklamada, “ABD, bu akşam dünyaya sırtını dönmüştür. Fakat Fransa ABD’ye sırtını dönmeyecektir. Fransa, Paris İklim Anlaşması’nı imzalayan tüm ülkelere sorumluluklarının gereğini yerine getirmeleri ve baskılara boyun eğmemeleri çağrısı yapıyor” mesajı vermişti.

Macron, Trump ile anlaşmadan çekilme kararını açıklamasından sonra bir telefon görüşmesi yaptığını da aktarmıştı. İklim değişikliğinin yaşadığımız çağın en büyük mücadelesi olduğunu vurgulayan Macron, ABD’li bilim adamlarına kapılarının açık olduğunu ve onların çalışmalarını Fransa’da sürdürebileceğini yinelerken, Paris İklim Anlaşması’nın yeniden müzakere edilemeyeceğini de dile getirmişti.

O tarihlerde Macron, iklim mücadelesinde aldığı bir diğer inisiyatifi de G20 zirvesinden açıkladı. Temmuz ayında Almanya’da düzenlenen G20 Lider Zirvesi sırasında Macron, “12 Aralık’ta, Paris İklim Anlaşması’nın yürürlüğe girmesinin ikinci yıldönümünde, küresel ısınma konusunda özellikle bu konunun mali boyutunun da ele alınacağı yeni önlemleri görüşmek üzere bir zirve düzenleyeceğim” açıklaması yaptı.

Hatırlatmak gerekirse, eski bir yatırım bankacısı olan Macron, önce Cumhurbaşkanı François Hollande’ın ekonomi danışmanlığını yürüttü, ardından 2014’te ekonomi bakanı oldu.

Macron, her ne kadar Trump’ın anlaşmadan çekilme kararını sert bir dille eleştirse de, Trump’ı Fransa’nın 14 Temmuz Ulusal Bayramı kutlamalarına onur konuğu olarak davet etti. Trump’ın anlaşmadan çekilme kararını saygıyla karşıladığını belirten Macron, kendisinin anlaşmaya sadık olduğunu, anlaşmayı “adım adım” uygulamaya geçirmek istediğini ifade etti.

Şimdi vakit geldi çattı, zirve Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un ev sahipliğinde 12 Aralık’ta Paris’te “Tek Gezegen” başlığıyla gerçekleştirilecek. Zirvede temel olarak, iklim değişikliği mücadelesini hızlandırmak için gerekli olan kamu ve özel sektör finansmanının nasıl harekete geçirileceği ve hangi yenilikçi yöntemlerin kullanılabileceği ele alınacak.

Merak edenler programı şuradan inceleyebilir:

İklim mücadelesinde öne çıkan kurum ve kuruluşların temsilcileriyle pek çok ülkenin liderlerinin zirveye katılması bekleniyor. Türkiye hangi seviyede kim tarafından temsil edilecek salı günü göreceğiz. Medyaya daha önce yansıyan haberlerde Trump’ın zirveye davet edilmediği belirtilmişti. ABD muhtemelen daha düşük bir seviyede katılım sağlayacak.

Zirvede dört ayrı panel gerçekleştirilecek. Panellerin ana başlıkları iklim eylemi için finansmanın arttırılması, sürdürülebilir iş dünyası için yeşil finansman, yerel ve ulusal iklim eylemlerinin yükseltilmesi ve iklim değişikliğinin olumsuz etkilerine daha güçlü politikaların oluşturulması şeklinde sıralanabilir. Dört ana oturumun yanı sıra özel sektör ve sivil toplum kuruluşları tarafından düzenlenen paralel etkinlikler de mevcut.

ABD’nin küresel iklim değişikliğiyle mücadeleye Obama döneminde önemli bir katkısının olduğunu söylemek mümkün. Ancak, Trump’la birlikle hem kazanımlarda geriye gidildi, hem de ABD’yi anlaşmadan çekmesi hayal kırıklığı yarattı. Liderlik alanı boş bırakmaya gelen bir alan değil, şimdi iklim mücadelesinde ABD’nin yerini Macron liderliğindeki Fransa’nın almak üzere olduğunu söylesek çok yanlış olmayacak.

Bu yazı artigercek.com/ dan alınmıştır

 

Pelin Cengiz

Macron’dan Paris İklim Anlaşması’nın 2’nci yıl dönümünde harekete geçme çağrısı

Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, refah düzeyi yüksek ülkeler ve küresel şirketlere, küresel ısınmayla mücadele için daha fazla kaynak sağlama ve yoksul ülkelerin iklim değişikliğiyle başa çıkmasına yardım etme çağrısı yapacak.

Macron Paris iklim anlaşmasının ikinci yıl dönümünde bugün düzenlenen “Tek Gezegen” zirvesine ev sahipliği yapıyor. Paris İklim Anlaşmasıyla yaklaşık 200 hükümet fosil yakıtlara olan bağımlılıklarını sona erdirme ve küresel ısınmayı sınırlama konusunda anlaşmıştı.

Macron, ABD Başkanı Donald Trump‘ın Haziran ayında aldığı iklim anlaşmasından çıkma kararına rağmen, büyük uğraşılarla varılan hedeflerde ilerleme sağlandığını göstermek isteyecek.

Macron, Trump’ın bu kararının özel sektörün harekete geçmesi için “ciddi bir uyarı” olduğunu söyledi.

Amerikan televizyon kanalı CBS News’e açıklama yapan Macron, “Harekete geçmezsek ve yönümüzü üretmeye, yatırım yapmaya ve doğru davranışlara çevirmezsek, milyarlarca mağdurun sorumlusu olacağız” dedi.

Gelişmekte olan ülkeler, zengin ülkelerin, fosil yakıtlardan daha yeşil enerji kaynaklarına geçmelerine ve iklim değişikliği etkilerine uyum sağlamlarına yardımcı olmak için, Paris anlaşmasında, 2020 yılına kadar kamusal ve özel kaynaklardan yılda 100 milyar dolarlık kaynak sağlama yolundaki taahhüde uymadıklarını söylüyorlar.

Macron’un, gerçek finansmanlı somut projelerin gerçekleşmediğini söylemesine rağmen, açıklanmaya hazır hiçbir uluslararası ve bağlayıcı taahhüt yok.

Meksika Cumhurbaşkanı Enrique Pena Nieto ile Çad, Madagaskar ve Peru gibi iklim değişikliğinden en çok etkilenecek ülkelerin liderleri de dahil olmak üzere 50 dünya lideri Paris’te yapılacak toplantıya katılacak.

ABD ise yalnızca Paris büyükelçiliğinden bir resmi heyet gönderecek.

Toplantıda kamu ve özel finans kuruluşlarının daha fazla parayı nasıl sağlayabilecekleri ve yatırımcıların dev şirketlere çevre dostu stratejilere yönelmeleri için nasıl baskı yapabileceklerine odaklanılacak.

 

(Investing.com)

ABD Başkanı Trump için taciz suçlaması ile soruşturma talebi

ABD Başkanı Donald Trump’ı cinsel tacizde bulunmakla suçlayan üç kadın Kongre’de soruşturma başlatılmasını istedi.

Amerika Birleşik Devletleri’nde Başkan Donald Trump’ın kendilerine geçmiş yıllarda cinsel tacizde bulunduğunu iddia eden üç kadın bugün Kongre’nin konuyu soruşturması çağrısında bulundu.

Jessica Leeds, Rachel Crooks ve Samantha Holvey isimli kadınlar pazartesi günü düzenledikleri basın toplantısında, cinsel tacizle ilgili olarak ABD toplumunda değişen şartlarla birlikte önceki suçlamalarının bir kez daha gündeme getirilmesi gerektiğini belirtti.

Basın toplantısı sırasında ayrıca bugüne kadar Trump hakkında cinsel taciz suçlamasında bulunmuş 16 kadının hikayelerini içeren bir video gösterimi yapıldı.

Videoda yer alan kadınlar ABD Başkanı’nı, işadamı olduğu dönemde kendilerini izinsiz bir şekilde öpmek, mahrem bölgelerine dokunmak, eteklerinin altına elini sokmak ve buna benzer istenmeyen hareketlerde bulunmakla suçluyor.

Basın toplantısında konuşan eski bir emlak şirketi çalışanı Crooks, ABD Kongresi “parti politikalarını bir kenara bırakmalı ve Bay Trump’ın cinsel istismar tarihçesini soruşturmalı” ifadesini kullandı.

Teker teker söz alan kadınlar Başkan’ın bu suçlamalardan dolayı istifa etmesini beklemediklerini, ancak yine  de hesap vermesi gerektiğini söyledi.

Beyaz Saray sözcüsü: Başkan seçildi ve konu kapandı

Beyaz Saray Sözcüsü Sarah Huckabee Sanders

En son iddialarla ilgili olarak bir açıklama yapan Beyaz Saray Sözcüsü Sarah Huckabee Sanders, bu konunun ABD kamuoyunda geçen yılki seçim öncesinde enine boyuna tartışıldığını ve seçmenin Trump’ın Başkan olması yönünde görüş bildirmesi ile konunun kapandığı söyledi.

Sanders, “Karşılaşılan birçok durumda tanıkların ifadeleri bu asılsız iddiaların çelişkili olduğunu ortaya koymuştur” ifadesini kullandı. Sözcü aynı zamanda basın toplantısı düzenleyen kadınların zamanlamasının ve siyasi gerekçelerinin sorgulanması gerektiğini ekledi.

 

(DW Türkçe)

Almanya’da rüzgar enerjisi, fosil yakıtların toplamını tek başına geride bıraktı

Almanya’da rüzgar enerjisi santralleri 2017’nin 49. haftasında ülkedeki tüm termik santrallerin toplamından fazla elektrik üretti.

Alman Fraunhofer Enstitüsü tarafından derlenen verilere göre ülkedeki rüzgar enerjisi santralleri geçtiğimiz hafta elektrik üretiminde tüm fosil yakıtlı santrallerinin toplamını geride bıraktı. Verilere göre Almanya’daki RES’ler geçtiğimiz hafta 4,51 Teravat-saat (TWh) düzeyinde elektrik üretimi gerçekleştirdi.

Kullandıkları kaynaklara göre linyit kullanan termik santraller 2,48 Twh, taş kömürü kullanan santraller 1,24 TWh ve doğal gaz kullanan termik santraller ise 0,75 TWh düzeyinde üretim gerçekleştirebildi.

Almanya’daki nükleer enerji santralleri ise geçtiğimiz hafta 1,66 TWh’lik üretim gerçekleştirdi.

 

(Yeşil Ekonomi)

Aydın’da trafikte aşırı hıza önlem: Üç boyutlu yaya geçidi

Aydın’da sürücülerin hızlarını düşürmesini sağlamak için üç boyutlu yaya geçidi uygulaması başlatıldı.

Efeler ilçesindeki Hürriyet Bulvarı’nda kentteki ilk üç boyutlu yaya geçidi oluşturuldu. Böylece sürücülerin yaya geçidinde bir engel olduğunu düşünüp önce yavaşlamaları, sonra da yayaların geçmesi için durarak yol vermeleri amaçlanıyor. Yaya geçidini üç boyutlu yapan ise farklı bir boyama tekniği.

Aydın Büyükşehir Belediye Başkanı Özlem Çerçioğlu, birçok sürücünün geçitlerde yavaşlamayarak yayaların canını tehlikeye attığını söyledi.

Uygulamayla yayaların güvenli bir şekilde yolun karşısına geçmelerini sağlamayı amaçladıklarını belirten Çerçioğlu, kent genelinde uygulamaya geçildiğinde okulların yakınlarındaki yaya geçitlerinin öncelikli olarak ele alınacağını kaydetti.

 

(Diken)

Belediye işçileri çöpten topladıkları kitaplarla 4 bin kitaptan oluşan bir kütüphane kurdu

Ankara’da Çankaya Belediyesi’nin temizlik işçileri, gece vardiyalarında toplarken buldukları kitaplardan bir kütüphane kurdu.

Belediye, 2000 yılından bu yana Ankara’nın İmrahor Mahallesi’nde atıl halde olan tuğla fabrikasını bir buçuk yıl önce restore ederek çöp toplama şantiyesi haline getirdi. 1970’lerde inşa edilen fabrikanın dış dokusu aynen korunarak; içi belediye işçileri için berber, kuaför ve dinlenme odası gibi bölümler içeren bir tesise dönüştürüldü.

Son yedi aydır ise tesiste bir de kütüphane bulunuyor. Temizlik işçilerinin çöpe atılan kitaplardan oluşturduğu kütüphane, yaklaşık 4 bin kitaptan oluşuyor.

BBC Türkçe’den Fundanur Öztürk’ün haberine göre kütüphane şehir merkezine epey uzak sayılsa da, belediye işçisi Murat Serkök gibi kitap okumayı seven belediye işçileri mesai arasındaki boş zamanlarını bu kütüphanede geçiriyor.

Serkök, kütüphaneyi sık sık kullandığını ifade ederek, “Bir aydır belediyede şoförlük yapıyorum ve vakit buldukça sürekli buraya geliyorum. Burası benim için bulunmaz bir nimet oldu. Bir an önce işim bitsin de geleyim diye can atıyorum, işin yoğunluğu üzerimden gitmiş oluyor.” şeklinde konuşuyor.

Temizlik işçileri de bu işin bir parçası olmaktan oldukça memnun. Efe Akpınar, çöplerden kitapların toplanpğ şantiyeye getiriliş sürecini şöyle anlatıyor:

“Bilinçli insanlar kitapları poşet ya da çuval içerisine konteynerlerin yanına koyuyorlar. Biz de bu kitapları gördüğümüz zaman alıp aracın ön kısmına koyuyoruz. Daha sonra da burada çalışan arkadaşımıza teslim ediyoruz.”

Akpınar, proje başladığından bu yana çöp konteynerleri yanına bırakılmış kitaplar görmenin kendisini mutlu ettiğini söylüyor.

Kütüphane sorumlusu 20 yaşındaki Eray Yılmaz, kütüphane kurulduğundan bu yana 97 belediye işçisinin 2 haftalık periyodlarla kitap ödünç aldığını, bunun yanı sıra her gün en az 6 işçinin kütüphaneyi ziyaret ettiğini anlatıyor:

“İşçiler gün içerisinde çay ve yemek molalarında buraya vakit ayırıyorlar, kitaplarını okuyorlar. Kütüphanemizden kitap ödünç alanların sayısı da giderek artıyor, bu gerçekten bizim için mutluluk verici. Açıkçası beklentimin üzerinde bir ilgi var.”

Çöp toplama şantiyesi işletme müdürü Emirali Urtekin de, projeyi duyan Çankaya halkının kitap bağışında bulunmaya başladığını söylüyor.

Belediye çöpten toplanan kitapları, temizliğini ve bakımı yapıldıktan sonra, civardaki ihtiyaç sahibi okullara göndermeyi de planlıyorlar.

 

(BBC Türkçe)

Tarımda yerli üretimin tasfiyesi – Ümit Akçay

Bu yazı gazeteduvar.com.tr sitesinden alındı

2000’li yıllarda tarımın neoliberal dönüşümü neredeyse tamamlandı. 1980 sonrasında, tarıma verilen sübvansiyonların ve diğer desteklerin aşamalı olarak kaldırılması ile başlayan bu süreç, 2000’lere gelindiğinde Dünya Bankası gözetiminde gerçekleştirilen yapısal uyum programları ile yapılan liberalleştirmeler ile devam etti. Bir yandan tarım sektöründe bulunan (TEKEL gibi) kamu işletmelerinin özelleştirilmesi, diğer yandan da kooperatifçiliğin tasfiyesi ile tarım sektörünün piyasalaştırılması tamamlanmış oldu. 2000’ler boyunca tarımın hem istihdam içindeki hem de milli gelir içindeki payı azalma eğiliminde.

Halen tarım sektöründe bulunanlar için ise “doğrudan gelir desteği” başlığı altında transferler yapılıyor. Bu transferler, 2000’lerde uygulanan neoliberal popülizm modelinin bir bileşeni olarak da işlev görüyor. Yani bu destekler, tarımdaki tasfiyeye karşı verilen bir “sus payı” gibi. Desteklerin içeriği de değişmiş durumda. Ticarete konu olan ürünlere verilen destekler artıyor. Ancak tarımsal üreticiler, tohum ya da üretimde kullanılan kimyasallar konusunda uluslararası gıda tekellerin insafına bırakılmış durumda.

ENFLASYONU İTHALATLA DÜŞÜRMEK!

Ekonomi yönetimi son yıllarda, enflasyon artışını önlemek için tarımsal ürünlerin yurt içinde üretilmesi yerine ithal edilmesi teşvik ediliyor. Aslında bu uygulama, 2000’ler boyunca takip edilen ekonomi politikasının bir devamı. 15 yıldır uygulanan model özetle şöyle işledi: Enflasyonun düşürülmesi kurun baskılanmasıyla, kurun baskılanması ise faizin görece yüksek tutulmasıyla gerçekleştirilebildi. Modelin işleyişi sermaye girişlerinin sürekliliği ile mümkün oldu.

Doğal olarak bu uygulamanın ithalatı teşvik edici, ihracatı ise caydırıcı sonuçları oldu. Nitekim son 15 yılda yüksek cari açığın kronikleşmesi, uygulanan bu ekonomi politikasının bir sonucu. Sanayide olduğu gibi tarım sektöründe de yerli üretim yapısı erozyona uğradı. Bu politikanın tarıma özel sonuçlarının daha da yıkıcı olduğu, son yıllarda gıda fiyatlarının dünya genelinde düşmesine rağmen Türkiye’de artmayı sürdürmesinden de görülebiliyor. Altını çizelim: AKP hükümetlerinin uyguladığı bu politika ekonominin dış sermaye akımlarına bağımlılığını daha da artıracak ve yerli üretimi aşındıracak nitelikte idi.

BİRİKİM MODELİNİN TIKANMASI

Ancak bu politika yakın dönemde tıkandı. Bu tıkanıklıkta bir yandan küresel konjonktürdeki değişim, diğer yandan içeride izlenen politikanın doğal sonuçlarının ortaya çıkmaya başlaması etkili oldu. Tıkanıklık, kuru baskılamak için gereken faiz oranının giderek yükselmesi neticesinde gerçekleşti. 2014 ve 2016’da gördüğümüz iki faiz artış dalgası durumu daha da kötüleştirdi. Zira kurun baskılanmasına dayanan bu mekanizmanın sürdürülmesi giderek daha maliyetli hale gelmeye başladı. Kuru baskılamanın bedeli olarak daha yüksek faiz verilmesi durumunda, ekonomik büyümenin yavaşlaması riski belirdi.

Geldiğimiz noktada ekonomi yönetimi ekonomik büyümeyi olumsuz etkileyeceği gerekçesiyle faiz artışına sıcak bakmıyor. Hele 2019 seçimleri öncesi büyümenin yavaşlaması gibi bir soruna tahammülü yok. Faiz artışı seçeneğinin kullanılması bu şekilde sınırlandığında, ekonomi yönetiminin geliştirdiği yöntem, fiyat artışlarında etkili olan gıda fiyatlarını kontrol altına almaya çalışmak oldu. Ancak 15 yıldır uygulanan politikalar sonucunda tarımın neoliberal dönüşümü tamamlandığı için kısmi müdahalelerle gıda fiyatlarının düşürülmesi artık mümkün değil.

YERLİ TARIMIN TASFİYESİ

Gıda enflasyonunu ithalatla kontrol etme fikri, küresel krizin etkilerinin hissedildiği 2010 yılında uygulamaya geçti. Geçtiğimiz 7 yıl boyunca ne fiyatlar düştü ne de ithalata olan ihtiyaç azaldı. Aksine yerli üretim tasfiye olurken ithalata olan bağımlılık daha da arttı. Ancak, iktidarda kalmak için büyümenin zorunlu olduğuna inanan ekonomi yönetimi, faiz artışı yolunu kısıtladığında, yıkıcı etkileri olduğu bilinmesine rağmen enflasyonu düşürmek için geriye ithalat yoluyla fiyatları düşürme çabasından başka bir yol kalmadı.

Zira yakın dönemde kırmızı etten büyükbaş hayvana, nohuttan buğdaya, samandan yeme ve baklagillere kadar pek çok üründe ithalat vergisi sıfırlandı. Bu yolla fiyatların düşürülmesi ve insanların 2019’daki kritik seçimler öncesinde ekonomiyi bir sorun alanı olarak görmemesi sağlanmaya çalışıldı. Ancak bu politikanın sonucu enflasyon kontrol edilemediği gibi, tarımda yerli üretimin tasfiyesi süreci de hızlandı.

ENKAZ BÜYÜYOR

Meselenin ironik yanı, yerli tarımı çökertme pahasına uygulanan ithalat yoluyla enflasyonu düşürme politikasının sonuç vermesi, kurun artmamasına bağlı. Kur artmayı sürdürdüğüne göre, ortaya çıkan sonuç hem yerli tarımsal üretimin tasfiyesi hem de fiyat artışının sürmesi olacak. İnsan sormadan edemiyor: Bu denli ağır sonuçları olduğunu bile bile ekonomi yönetimi neden bu yola gidiyor? Sorunun yanıtı basit:

Şu anda Türkiye’deki her şey gibi, ekonomi de 2019’a kilitlenmiş durumda. Ekonomi yönetimi o zamana kadar bir çöküş yaşanmaması için, (i) fiilen çökmüş alanlara yapılan pansumanlara (KGF desteği), (ii) esas olumsuz etkisi zamanla görülecek geçiştirmelere (ithalat yoluyla gıda enflasyonu kontrol etmek) bel bağlamış durumda. Bu politikanın 2019 seçimlerinde işe yarayıp yaramadığını göreceğiz, ancak her durumda 15 yılın sonunda yaratılan enkaz daha da büyümüş olacak.

Ümit Akçay – Gazete Duvar

Sağlıklı gıdaya ulaşmanın yeni adresi: Beşiktaş Kooperatifi Girişimi’nden halka açık davet

Endüstriyel üretim dışında kalan üreticilerin çabalarını destekleyecek ve onları tüketiciyle buluşturacak yerel inisiyatiflere bir yenisi daha eklendi.

Market raflarındaki pahalı “organik” gıdalar ile ucuz ama sağlıksız gıdalar arasında seçim yapmak zorunda kaldığımız bir dönemde, Türkiye’nin çeşitli bölgelerinde, atalık tohumdan ekolojik üretimle elde edilen ürünleri Beşiktaş’ta yaşayan tüketicilere ulaştırmak amacıyla yola çıkan Beşiktaş Kooperatifi Girişimi’nin hikâyesini hafta sonu gerçekleşen 2. Gıda Toplulukları Çalıştayı’nda buluştuğumuz Kübra Baş ve Özge Erdoğan’dan dinledik.

Merve Damcı, Özge Aydoğan, Kübra Baş ve Alper Tolga Akkuş (Soldan sağa)

Ordu’dan İstanbul’a taşınan mimar Kübra ve 15 yıl önce üniversite için Aydın’dan İstanbul’a yerleşen, halkla ilişkiler ajansı çalışanı Özge  arkadaşlarıyla birlikte oluşturdukları kooperatife destek ve katılım çağrısında bulundu.   

*Beşiktaş Kooperatifi Girişimi’nin tohumları ne zaman, nasıl atıldı?

Özge Erdoğan: Bu yaz Temmuz ayında ilk toplantılarımıza başladık. Uzun süredir Beşiktaş’ta oturan, birbirini çeşitli vesilelerle tanıyan bir grup insanız.  İstanbul’daki mevcut diğer kooperatif ya da gıda topluluklarından az çok haberdar olan, oralardan alışveriş yapmaya çalışan bir grup olarak bu ihtiyacımızı neden semtimizde, bir araya geldiğimizde oluşacak enerji ile çözmeyelim ki diye düşündük ve  toplantılara başladık. Toplantılarımızda neden bir kooperatife ihtiyacımız var?, ihtiyacımız olan şey bir kooperatif mi? , Bu ihtiyacımızı çözmek için nasıl bir birliktelik olmalı?, Hangi modelle ilerlemeliyiz?, Nasıl bir araya gelmeliyiz?, Başka insanlara nasıl ulaşabiliriz? gibi başlangıç sorularıyla başladık. Bunları uzun uzun konuştuk, tartıştık. Bu arada gıda meselesine ilişkin biraz okumalar yapmaya çalıştık. Tüketici olarak çok yabancılaştığımız bir süreç var. Bunun içine girdikçe aslında bilmediğimiz çok şey olduğunu fark ettik. Sağlıklı gıda nedir? Ekolojik tarım nedir? Bir gıdanın besleyici olması için nasıl üretilmesi gerekir?  ya da üretim süreçleri nasıl dönüşümlerden geçiyor? gibi konularda tartışarak, okuyarak toplantılarımızı sürdürdük.

* Bu kooperatife katılmak isteyen yurttaşlar neler bulabilecek?

Kübra Baş: Biz de aslında bu soruyla başladık. Birbirimizi tanıyan insanlardık ama neden burada buluştuk? Gıda ve kooperatif meselesi hepimiz için farklı şeyler ifade ediyordu. 15 kişiyle başladık, eksilmeden devam ediyoruz. Temel bir meselemiz vardı. Biri tüketiciler olarak kendi ihtiyaçlarımızı örgütleyebilmek. İkincisi de sağlıklı, besleyici, sömürüsüz, adil gıda ihtiyacımızı karşılayabilmek. Önümüzde BÜKOOP ve Kadıköy Kooperatifi vardı. Oradaki arkadaşlarımız yardımcı oldular. Kendi deneyimlerini aktardılar. Çok yerleşik topluluklar olmasına rağmen biz de Beşiktaş olarak kendi deneyimimizi kendimiz oluşturmamız gerektiğine inandık. Birçok şeyden istifade etmemize rağmen kendi deneyimimizi kendimiz oluşturmaya çalıştık. 3-4 aydır her hafta toplantı yapıyoruz ve kooperatif modeliyle örgütlenme noktasında hemfikiriz. 11 Aralık’ta 19.30’da Beşiktaş’taki Puffin Hostel’de ilk kez herkesin katılımına açık düzenleyeceğimiz bir toplantımız olacak. Yeni insanlarla yola devam etmek istiyoruz.

*Gıda kooperatiflerine katılışınız ne zaman oldu?

Özge Erdoğan:  Kadıköy Kooperatifi’nde çalışan arkadaşlarım var. Bir de BÜKOOP’tan (Boğaziçi Mensupları Tüketim Kooperatifi) haberdardım. Buralardan alışveriş yapmaya çalışıyordum. Bu iş üzerine düşünmek ve tartışmak benim için 4-5 ay önce Beşiktaş’ta kooperatif kurma girişimimizle başladı diyebilirim.

*Kooperatif sadece gıda ile mi sınırlı kalacak?

Kübra Baş: Tüketici kısmı da ilk günden bu yana tartıştığımız konulardan biri olmuştu. Kadın emeğiyle üretilen ürünlere de yer verilebilir. Böylece bu dayanışmaya da vesile olur. Ama gıdadan başlıyor. Bu noktada örgütlenebilirsek birçok noktada da daha kolay bir araya geliriz.

Özge Erdoğan:  Aslında bu süreçle ilgili bir de sipariş paketi organizasyonu yaptık. Amacımız üreticiye doğrudan ulaşıp aracısız bir şekilde ekolojik doğal yöntemlerle üretilmiş yiyecekleri Beşiktaş’taki tüketicilere ulaştırmak. Bundan sonraki süreçte aramızda sipariş paketleri hazırlamak ve küçük üreticinin ürettiği sağlıklı ürünü daha aracısız bir şekilde daha ulaşılabilir fiyatlara Beşiktaş’ta tüketicilerle buluşturmak hedefimiz var.. Bu inisiyatifin Beşiktaş’a yaptığı bu çağrı aynı zamanda bu organizasyonda görev almaları, emeklerini bu sürecin işleyebilmesi için katmaları için bir davet. Halka açık yapacağımız toplantıdaki konularımızdan biri bu olacak.

 

*Kooperatife destek vermek isteyen ya da tanışmak isteyen insanlar nasıl ulaşabilir? 

Facebook, Instagram ve Twitter üzerinden besiktaskoop yazarak ya da [email protected] adresine mail göndererek ulaşabilirler.

 

Haber: Merve Damcı, Alper Tolga Akkuş – Yeşil Gazete 

“Ekrana bakmak ve hayal kurmak arasında ters bir ilişki var”

Masallar, masal anlatıcılığı son zamanlarda, özellikle de üzerinde yaşadığımız Anadolu topraklarında yoğun bir ilgi görüyor. Daha geçtiğimiz ay 2. Mardin Masalcılar Buluşması coşkusunu yaşadık, geçtiğimiz hafta SEİBA Uluslararası Hikaye Anlatıcılığı Merkezi kurucularından Nazlı Çevik Azazi, masal yolculuğuna başladığı Almanya’dan bir ödülle, Thüringen kentinde verilen Masal ve Efsane ödülünü alarak döndü ve bu ödülü almaya hak kazanan ilk Türkiyeli Hikaye Anlatıcısı oldu.

Sosyolog Sezai Ozan Zeybek ise masal çözümlemeleri ile başlayan yolculuğunun bugünlerdeki durağında karşımıza bir masal kitabı, “Kırmızının Mirası” ile çıktı. Kitabın ilk eskizleri anlamına gelecek yazısının da Yeşil Gazete’de yayınlanmasının mutluluğu ile kendisi ile kitabına dair keyifli bir söyleşi yaptık

***

Ekranlı dünyanın sorunları

Kırmızı’nın Mirası isimli masal kitabınız yakın zamanlarda NİTO yayıncılıktan çıktı. [NİTO’nun açılımı nineden toruna]. Kitap hakkında konuşmaya geçmeden evvel şunu sormak istiyorum: Bugün masal anlatıcılığı yeniden çok gündemde. Masal atölyeleri düzenleniyor, dersleri var, meşhur isimler-uzmanlar ortaya çıkıyor… Sizce bunun sebebi ne?

Sezai Ozan Zeybek: Çok kapsamlı bir soru bu. Şöyle başlayayım: Aslında masal anlatıcılığı eskiden de yaygındı. Masalların köklü bir geçmişi var.

Televizyonun, dizilerin olmadığı bir dünyada insanları buluşturan, hayalleri kışkırtan, alternatif bir dünyadan bahseden önemli araçlardan biriydi masallar. Ancak sanırım iki sebepten ötürü yakın zamanlarda daha az görünür hâle geldi. İlki, çocuk ve yetişkin edebiyatının ayrılması. Bu ayrımın sonucunda masallar çocuk kategorisine alındı, rütbe kaybetti. Oysa geçmişte dinleyici kitlesi çocuklarla sınırlı değildi. Örneğin Bin Bir Gece masallarında dram, ihanet, cinsellik ve hattâ ensest anlatılır. Bugün çok bilinen Avrupa masallarının ilk versiyonları fakirlik, çocuk ölümleri ve yoğun şiddet içerir. Yetişkinlere yöneliktir.

Bunun devamı sayılabilecek ikinci sebep ise, çocuk edebiyatı adı altında ıslah etmeye yönelik, ders veren, hijyenik bir üslûbun benimsenmesi oldu (İstisnalar elbette var). “Demek ki paylaşmak önemliymiş” diye biten, macera ve hayal yoksunu nasihat kitapları bunlar. Türkiye’de kitap satışının zaten az olması, çocuklara 7-8 liradan daha pahalı kitap alınmaması (nasılsa yırtacak), içeriğe kafa yormak için gerekli imkânların bulunmaması ve benzeri sebepler meydanı hikâyesiz/kuru kitaplara bıraktı. Bunların yarattığı boşluğu önce televizyon, sonra internet doldurdu diye düşünüyorum. Animasyon filmlerindeki macera dolu, fantastik dünyalar dururken çocuklar neden bu kitapları okusun?

Ama ekranlı dünyanın da başka sorunları var. Ekrana bakarak yaşamanın insanı âtıllaştıran bir bağımlılığa dönüştüğünü fark ediyor olmalıyız. Büyükler de bundan muaf değil. Otobüste, vapurda lüzumlu-lüzumsuz telefonumu karıştırıp duruyorum, Whatsapp’ten gelen (arkadaşlarım kızmasın) bir sürü mesaja maruz kalıyorum. Dikkatimi vererek kitap okuyamaz hâle geldim. Cep telefonuna, Facebook’a, gazetelere dönüp dönüp bakmaktan önümdeki işe odaklanamıyorum. Bilgisayar oyunlarını, hayattan gitmiş 30-40 saatlik dizileri geçtim; telefondan haber-yorum okusam dahi aklımda kalmadığını fark ettim. Zira olaylarla gerçek anlamda hemhâl olmuyorum, düşünmeye mesai harcamıyorum, çoğu durumda anlık bir tepki vermekten öteye geçemiyorum. Bilmiyorum, böyle hisseden başka insanlar da var mı? Su gibi üstümden akıp geçen, birikmeyen, birbirine bağlamak için çaba sarf etmediğim bölük pörçük bir dünyada o haberden bu skandala atlayıp duruyorum.

Soruya geri döneyim: Sanıyorum yakın zamanlardaki masala dönüşün sebebi (eğer böyle bir dönüş varsa hakikaten), çocuklarla başka türlü irtibat kurma isteğimiz olabilir. Yüz yüze bakarak, sarılarak, arada konuşarak, beraber hayal kurarak ve en önemlisi ekrana bakmadan… Ekrana bakmak ve hayal kurmak arasında sanıyorum ters bir ilişki var. Ekranda bitmiş bir mamûl var. Mekânlar, karakterler, mimikler hepsi önümüzde zaten. Işıklı, sesli, çok fonksiyonlu oyuncaklar gibi… Oysa bazen daha ilkel gözüken daha kışkırtıcı olabilir. Bir ağaç dalı, uzay gemisine dönüşebilir. Bir masal her çocuğun kafasında başka bir coğrafya yaratır, çağrışımlıdır, hayali teslim almaz.

Yeni teknolojiler tümden kötüdür demiyorum, yanlış anlaşılmasın. (Hayranı olduğum animasyon filmleri var.) Ama çoğu durumda biz bu teknolojileri oldukça pasif ve tüketim amaçlı kullanıyoruz. Kafa dağıtıyoruz, çocuk sakinleştiriyoruz, vakit öldürüyoruz. Sonunda da beğendim ve beğenmedim deyip geçiyoruz, malzemeyi hakkıyla işlemiyoruz. Oysa bu filmleri (illâ şartsa) en azından beraber izlemek, üstüne konuşmak, alternatif sonlar canlandırmak, yan karakterlerle empati kurmaya yönelik sohbet etmek hem bizi hem çocuğu birbirine yakınlaştıracak, sözlü iletişime imkân tanıyacaktır. Sözlü iletişim hâlâ çok kuvvetli bir araç. Çocukla yan yana geçirdiğimiz bu vakit boyunca sadece içeriği değil bedenlerimizin kokusunu, değişimini, ritimleri ve çizgileri de hissediyoruz. Temas ediyoruz. Benim için bunu masallarla yapmak daha kolay: Süre esnek, teknoloji gerekmiyor ve eğer mesele interaktif olmak ise ekrana-tıkla-tepki-al türü icatlardan çok daha interaktif.

Yani masala dönüşü olumlu buluyorsun…

Sezai Ozan Zeybek: Masal kitabım yeni çıktı. Belli ki cevabım evet. Fakat masala daha mesafeli bakmak da mümkün elbette. Bir kere bu son yükselişin sınıfsal bir yanı olabileceğini teslim etmek gerekir. Bir tür kültürel sermaye, yani kitap okuma alışkanlığı yahut masal anlatabilecek belagat istiyor. Çocukla televizyon dışında bir faaliyet yapma isteğinin kendisi bile, çocuğa verilen ihtimamı, zamanı, onu “geliştirme” arzusunu gösteriyor. Bunların sınıfsal bir boyutu olması muhtemel. Fakat yine de bu alanı terk etmek için yeter sebep değil hiçbiri. Bir kere masallar “zengin işi” olmak zorunda değil. Hattâ pek çok durumda daha masrafsız. Farklı toplumsal kesimler yüzyıllarca masal anlatmış, efsaneler üretmiş, türküler yakmış. Bugün benim baktığım yerden asıl mesele masala dönüş değil, hepimizi susturan ve uyuşturan kitle iletişim araçları (ve bizim bunları izleme usûlümüz).

Ama yine de bence akılda tutulması gereken, eleştiriye namzet bazı hususlar var: Mesele sadece çocuklara hitap edecek kitaplar yazmak olmamalı. Çocuklara yoğunlaşma hâlinin kendisinde bir arıza var. Masallar çok katmanlı olabilir. Büyüklerin de keyif alabileceği; içinde felsefe, edebiyat, tarih barındıran; ilham veren özgün işlere ihtiyacımız var. Bunu da dar bir çevrenin imtiyaz alanına çevirmeden yaygınlaştıracak yollar icat etmeliyiz. Parklarda masal köşeleri olamaz mı mesela?

Kırımızının Mirazı

Kırmızı’nın Mirası hem büyüklere hem küçüklere diyorsun yazının arka kapağında. Bu masal küçüklere ne anlatıyor? (Sonra büyüklere ne anlatıyor diye soracağım.)  

Sezai Ozan Zeybek: Masalları kurgularken bir mesajla değil, temel bir duygu ile başlıyorum. Kırmızı’nın Mirası’nın temel duygusu kavuşmak. Hayvanlarla insanların birbirini hâlâ anlayabildiği bir ada var. İlginç bir ada burası; timsahlar ot yiyor, tavuklar uçabiliyor. İnsanlar da çeşit çeşit, kimisi boylu, kimisi toplu. Bir felaket sonrasında adadan apar topar kaçmak zorunda kalan Kırmızı isimli bir kız, diyar diyar geziyor ve dostlarını aramaya başlıyor. Yolda karşısına kıyafet görmemiş çıplak insanlar, bir ayıyla başı belada olan arılar, birbirinin dilini unutmuş kavimler çıkıyor. Kırmızı yol boyunca hayvanlar ve insanlar arasında bağlar kuruyor, bugün bildiğimiz dünyayı şekillendiriyor. Ama hikâye burada bitmiyor… (Sonunu söylemiyorum.) Masalın yan temaları ise işbirliği, dayanışma, başka canlılarla kurduğumuz ortak hayatlar…

Peki büyükler?

Sezai Ozan Zeybek: Onlar için oturdum mu masaldan yola çıkan bir teorik okuma rehberi yazdım: “Hayvanlar konuşabilir mi” isminde. “Evet konuşabilir, aralarında anlaşıyorlar zaten, biz anlamıyoruz” deyip geçmiyorum. Hem farklar hem de benzerlikler üstüne düşünüyorum, dilbilimin sınırları içinde insan-hayvana dair tasnifleri sorgulamaya çalışıyorum. Hattâ bu esnada bir vejetaryen olarak vejetaryenliğin bazı varsayımlarını eleştiriyorum. Burada uzun uzun anlatmayayım şimdi o yazıyı. İsteyenler şu linkten okuyabilir:

Merak etsinler, sorsunlar, dilin inceliklerini öğrensinler

Masalı okurken aklıma takılan bir husus var. Bazı kelimeler ve tabirler eski Türkçe: mahdut, yârenlik etmek, hafıza-i beşer nisyan ile malûldür, takat, bîhaber… Bunlar bir çocuk kitabı için ağır değil mi? 

Sezai Ozan Zeybek: Bence çocukların bir kitabı ilk okuduklarında yüzde yüzünü anlamaları gerekmiyor. Merak edecekler, soracaklar, dilin inceliklerini böyle öğrenecekler. Okuyan yetişkin böyle yerlerde (en azından ilk okuyuşta) durup sorular sorabilir: “Yüreğin taş kadar ağır olması ne demek sizce? Sevinçli mi Kırmızı, yoksa üzgün mü?” Çocuklar masalın gidişinden çıkarım yapabiliyorlar, bağlamı ayırt edebiliyorlar, tahmin yürütmeyi seviyorlar. Maksat, en az kelimeyle konuşmak olmamalı zaten.

Şu âna kadar gelen tepkiler nasıl? 

Sezai Ozan Zeybek: Değer verdiğim bir hocam, “keşke ülkede başka bir iklim olsaydı da şu tarz işleri lâyıkıyla konuşabilseydik” dedi. Üzücü hakikaten, bütün bu yaşadıklarımızın hayatın pek çok alanını soluksuz bırakan bir tarafı var. Yine de genel olarak (satış rekorları kırmasa da) kitabı okuyanlar beğeniyor; çok güzel tepkiler alıyoruz. Kendimi bir anda anaokullarına gidip 3-4 yaşında çocuklara masal anlatırken buldum, benim için de bambaşka bir deneyim oldu.

Süre/kelime sınırına geliyoruz. Son olarak ne eklemek istersin?

Sezai Ozan Zeybek: İçinde çok emek var hakikaten bu kitabın. Esra Uygun çizimleriyle o kadar harika bir dünya yaratmış ki… Editörümüz Nurten Ceceli Alkan ise bizi buluşturan, başından itibaren teşvik eden kişiydi; o olmasa böyle bir kitap olmayacaktı. Onlara yeniden teşekkür etmek istiyorum buradan. Bir de kitabın iç kapağında anlattığım sebeplerden ötürü minik ev ahalisine, Azade ve Aziz’e…

Nasıl ulaşılabilir bu kitaba? Kitapçılarda var mı?

Sezai Ozan Zeybek: Büyük kitapçılarda yok; fakat şuradan alabilirsiniz:

Ücretsiz olarak Yeşil Gazete üzerinden, hatta şu linkten okumak da mümkün:

Ama o zaman Esra Uygun’un çizimlerini; yani masala verilen emeğin en az yarısını görememiş olursunuz.

 

Röportaj: Alper Tolga Akkuş

(Yeşil Gazete)