Ana Sayfa Blog Sayfa 2942

İklim mücadelesinde demokratikleşme süreci: İklim değişikliği davaları – Nilsun Gürsoy

Dünya genelinde sivil toplum kuruluşları (STK) ve vatandaşlar daha sürdürelebilir bir çevre politikası ve iklim değişikliğiyle mücadele için kolları sıvamış durumda. Devletlerin iklim değişikliğiyle mücadeledeki yetersiz politikaları, STKları ve vatandaşları da daha farklı çözüm arayışlarına yönlendiriyor.

Uluslararası alanda devletlerin attığı en etkili adım olarak nitelendirilebilecek Paris Anlaşması’nın koyduğu hedefler dahi iklim değişikliğiyle mücadelede ulaşılması gereken noktadan oldukça uzak. Kasım 2017’de Birleşmiş Milletler Çevre Programı tarafından yayınlanan Rapor’a göre (Emissions Gap Report 2017) Paris Anlaşması’na taraf devletler sera gazı emisyonu azaltım taahhütlerini (NDC) tamamen yerine getirseler bile emisyonlardaki bu azalma, küresel sıcaklık artışını, tehlikeli sınır olarak görülen 2⁰C’nin altında tutmayı sağlayacak azaltımın ancak üçte birini karşılamaya yetiyor. Bu da demek oluyor ki devletlerin küresel sıcaklık artışını 2⁰C sınırının altında tutmak için koyduğu hedefler yeterli değil ve iklim değişikliğiyle mücadele etmek istiyorsak sürdürülebilir bir ekonomi yönünde çok daha köklü adımlar atmamız gerekiyor.

Dünya genelinde birçok STK ve vatandaş da devletlerin politikalarını yetersiz bulmuş olacak ki, iklim değişikliğiyle mücadeleyi deyim yerindeyse halka indirmek ve demokratikleştirmek yönünde atılan adımlar giderek yaygınlaşıyor. Bugün dünyanın pekçok yerinde STKların ve aktivistlerin de yardımıyla halk, hukuki mekanizmaları kullanarak hem iklim değişikliğinde en yüksek tarihsel paya sahip enerji şirketlerinden hem de yetersiz önlemler alan devletlerden hesap sormaya hazırlanıyor.

Mahkemeler uzun zamandır iklim değişikliğiyle mücadelede çevrecilerin uğrak noktası olsa da devletlerin vatandaşlarının temel insan haklarını koruma yükümlülüğü çerçevesinde açılan davalar oldukça yeni[i]. Bu davalardan dünya çapında en çok ses getireni ise Urgenda[ii] Derneği ile 886 vatandaşın Hollanda hükümetine karşı açtığı dava. Bu davada 2015 yılında Lahey Yerel Mahkemesi, Hollanda hükümetinin iklim değişikliğiyle mücadelede gereken önlemleri almayarak özen yükümlülüğünü ihlal ettiğine ve hükümetin 2030’a kadar sera gazı emisyonlarını en az %25 oranında azaltması gerektiğine karar verdi. Mahkeme kararı şu anda yürülükte olsa da dava sonucu hükümetin kararı temyiz etmiş olması sebebiyle henüz kesinleşmiş değil. Temyiz duruşması 28 Mayıs 2018 tarihinde Lahey İstinaf Mahkemesi’nde görülecek; ancak aksi yönde yeni bir karar çıkmadıkça Hollanda hükümeti Yerel Mahkeme’nin kararına uymakla yükümlü.

Lahey Yerel Mahkemesi’nin kararının ardından davayı kazanan davacıların sevinci (Chantal Bekker/Urgenda)

Bu dava, ilk defa bir mahkemenin sera gazı emisyonlarının azaltımı konusunda hükümetin attığı adımları yeterli bulmayarak daha yüksek bir azaltım hedefi belirlemiş olması sebebiyle oldukça önemli. Lahey Yerel Mahkemesi, daha önce birçok davanın olumsuz sonuçlanmasına sebep olan, iklim değişikliğinin yalnızca bir devletin emisyonlarının sonucunda oluşmadığı ve tek bir devletin emisyonlarını azaltmasının onu uluslararası alanda dezavantajlı konuma sokmak dışında herhangi bir etkiye sahip olmayacağı, enerji ve çevre politikasının mahkemeler değil yürütme organı tarafından belirlenmesi gerektiği gibi argümanların hepsini bir kenara iterek Hollanda hükümetini daha etkili ve hızlı iklim değişikliği politikaları edinmeye zorladı. Mahkeme kararının doğrudan etkisi midir bilinmez ama geçtiğimiz aylarda Hollanda’nın yeni koalisyon hükümeti de, yapımı 2015 yılında tamamlanan üç kömür santrali de dahil olmak üzere, 2030 yılı itibariyle tüm kömür santrallerini kapatmayı planladığını açıkladı. Elbette bu davanın önemi Hollanda hükümetinin daha kararlı bir iklim politikası belirlemek zorunda kalmasından ziyade, davanın uluslararası alanda başka STKlara ve aktivistlere örnek oluşturarak birçok ülkede yeni davalara zemin hazırlamış olmasından kaynaklanıyor. Hollanda’daki davanın başarıyla sonuçlanmasının ardından Belçika, İsviçre, Amerika Birleşik Devletleri gibi birçok ülkede, devletlerin iklim değişikliğiyle mücadelede yeterli önlemleri almayarak vatandaşlarının temel haklarını ihlal ettiği gerekçesiyle davalar açıldı.

Maalesef bu davalardan bazıları hukuk sistemiyle ilgili genel sorunlara takılmış ve vatandaşların temel haklarından çok daha farklı tartışma alanlarına kaymış durumda. Örneğin, Belçika’da 1 Aralık 2014’te açılan davada, bugüne kadar davanın esasıyla ilgili tek bir konu tartışılmış değil; mahkemeler hala davanın Fransızca mı yoksa Felemenkçe mi görülmesi gerektiğini ve hangi bölgenin mahkemelerinin yetkili olduğunu tartışmakla meşgul. Öte yandan hükümetlerin iklim değişikliğiyle ilgili daha köklü çözümler talep eden davaları geciktirmek için çeşitli yollara başvurdukları başka davalar da mevcut. Bu davalardan belki de en önemlisi, Amerika Birleşik Devletleri’nde 12 Ağustos 2015 tarihinde, Amerikan vatandaşı gençler tarafından esas olarak Obama hükümetine karşı açılmış olan ve şu anda da Trump hükümetine karşı süren dava. Bugün itibariyle yaşları 10 ila 20 arasındaki değişen farklı eyaletlerden 21 genç, davacı sıfatıyla, Amerikan hükümetinin iklim değişikliğine katkıda bulunan çeşitli eylemleri sonucu, kendilerinin anayasa tarafından korunan yaşama, kişi hürriyeti ve güvenliği ile mülkiyet haklarını ihlal ettiğini iddia ediyor[i]. Hükümetin, davanın daha detaylı bir incelemeye yer olmaksızın reddedilmesi için çeşitli itirazlarına karşın Federal Mahkeme Hakimi Ann Aiken son olarak 10 Kasım 2016’da, bu itirazların reddedilmesi ve davanın esastan incelenmesi yönünde bir karar verdi. Bu kararın yeniden değerlendirilmesi için çeşitli yöntemleri deneyip başarıya ulaşamayan hükümet, 9 Haziran 2017’de üst derece mahkemesine başvurarak olağanüstü bir incelemeyle bu kararın bozulmasını (writ of mandamus) ve bu talep sonuçlanana kadar görülmekte olan davanın durdurulmasını talep etti. Trump hükümetinin başvurduğu bu yöntem, ancak yerel mahkemenin yetkilerini kötüye kullandığı veya açık bir şekilde aştığı durumlarda başvurulan bir olanak olması sebebiyle bazı çevreler tarafından Federal Mahkeme Hakimi ve federal yargıya saygısızlık olarak değerlendiriliyor ve tabii Trump hükümetinin neden esasa ilişkin inceleme sırasında kendi taleplerini savunmak yerine böyle bir yola başvurduğu da akıllara bazı soru işaretlerini getiriyor. Hükümet bu talebini, iklim değişikliğiyle mücadele politikalarının, özellikle de çevre ve enerji politikalarını yakından ilgilendiren konuların, yargının yetkisi dışında kaldığı ve ancak yürütme tarafından belirlenebileceği yönündeki iddiasına dayandırıyor. 11 Aralık Pazartesi günü tüm bu taleplerin üst mahkeme tarafından değerlendirilmesi için San Fransisco’da uluslararası çevreci grupların da yakından takip ettiği bir duruşma gerçekleşti[ii]. Davayı izleyen bazı gazeteciler ve aktivistlerce yapılan değerlendirmelere göre üç kişiden oluşan mahkeme heyetinden en az iki hakim hükümetin talebine pek de sıcak bakmadı. Bu duruşmanın sonucunda çıkacak karar bize davanın devam edip edemeyeceğini gösterecek; dolayısıyla şimdilik bu davanın gidişatı ile ilgili daha detaylı bir yorum yapmak mümkün değil.

11 Aralık tarihli duruşmadan sonra mahkemenin önünde bekleyen davacılar (Eric Risberg/AP)

İklim değişikliğine ilişkin davaların en sonuncusu da 23 Ekim 2017 tarihinde Friends of the Irish Environment tarafından İrlanda hükümetine karşı iklim değişikliğiyle mücadelede yeterli önlemlerin alınmadığı iddiasıyla açıldı. İrlanda, Avrupa Birliği içinde kişi başına düşen en yüksek karbon emisyonuna sahip üçüncü ülke ve İrlanda’nın 2015 tarihli iklim değişikliğine dair yasal düzenlemeleri sera gazı emisyonlarının ciddi anlamda azaltılması için yeterli önlemleri almaktan uzak. Bu davanın da yukarıda bahsedilen Urgenda Derneği’nin açtığı davadan esinlendiğini söylemek mümkün; hatta grup internet sitesinde de bu konuyu açıkça ifade ediyor. Friend of the Irish Environment, aynı zamanda, Urgenda Derneği’nin avukatlarından Dennis van Berkel ile de yakın bir ilişki içinde ve dava ile kampanya sürecinin yürütülmesi konusunda kendisinden stratejik destek de alıyor. Dava henüz çok erken bir aşamada ve hâlâ hükümetin yazılı cevaplarını sunması bekleniyor. 12 Aralık tarihinde tarafların ilk defa yüzyüze gelmesi beklenen duruşma ise hükümet avukatının katılamayacağını bildirmesi üzerine ertelendi. 30 Ocak 2018 tarihinde görülecek olan bir sonraki duruşmada ve hatta takip eden aylarda görülecek duruşmalarda da hükümetin cevaplarını sunmak için yeniden süre uzatımı talep etmesi bekleniyor. Dolayısyla bu yeni davada da daha önemli gelişmeler için bir süre daha takipte kalmak gerekiyor[i].

Yukarıda sayılan davalara çok daha fazlasını eklemek mümkün: 65 yaşlarında 450 kadının İsviçre hükümetine karşı açtığı dava[ii], Yeni Zellanda’da bir hukuk öğrencisi tarafından açılan dava, Greenpeace tarafından Norveç hükümetinin kutuplarda petrol arama kararına karşı açılan dava ve daha birçoğu. Üstelik bunlara iklim değişikliğinin yanı sıra, çevre kirliliği, zorla yerinden etme, tarım alanlarının ve ormanların tahrip edilmesi gibi enerji sektörünün sebep olduğu daha yerel sorunlara odaklanan çok sayıda davayı da eklemek mümkün. Hukuki süreçlerin tahmin edilenden çok daha fazla zaman alması sebebiyle bu davalardan ne gibi sonuçlar çıkacağını görmek için biraz daha beklemek gerekiyor. Ancak Urgenda derneğinin açtığı davanın olumlu sonuçlanması birçok ülkede vatandaşlara ve çevre aktivistlerine ilham vermiş ve uluslararası dayanışmayı büyük ölçüde arttırmış görünüyor. Tüm bu davalar bize sivil toplumun devletlerin etkili önlemler almasını beklemekten yorulduğunu ve sürece dahil olarak devletleri eylemsizlerinden sorumlu tutmayı istediğini gösteriyor. Türkiye’de henüz hükümetin iklim politikasını doğrudan hedef alan bir dava açılmış değil; fakat özellikle kömür santralleri ile kömür madenlerine karşı açılmış ve kısmen ya da tamamen başarıya ulaşmış birçok dava mevcut. 2017 yılının Temmuz ayı sonu itibariyle elektrik üretiminin %31’ini kömürden, %34’ünü ise doğal gazdan sağlamış ve mevcut kömür santrallerine daha onlarcasını eklemeyi planlayan bir ülke olarak Türkiye’nin iklim değişikliğiyle mücadele sicili pek de parlak değil. Türkiye’nin kirli enerji politikası belki doğrudan iklim değişikliği sebebiyle değil ama artan hava kirliliği sebebiyle sivil toplumun dikkatini çekmiş görünüyor. Dolayısyla, yakın zamanda iklim mücadelesinin demokratikleşmesini içeren bu süreçten Türkiye’nin de payını aldığını ve daha sürdürülebilir enerji politikaları için yeni davalar açıldığını görebiliriz.

[i] İklim değişikliğiyle mücadele alanında başarıya ulaşan ilk dava Avusturalya’da açılmıştır. Bu davada mahkeme, bir kömür madeninin çevre lisanslarının verilmesi aşamasında ilgili kamu kurumunun gelecekte kömürün kullanımı sırasında ortaya çıkacak sera gazı emisyonlarının da dikkate alınması gerektiği sonucuna ulaşmıştır. Bkz. Australian Conservation Foundation v. Latrobe City Council (2004) 140 LGERA 100.

[ii] Urgenda, Urgent Agenda yani Acil Gündem anlamına geliyor.

[iii] Davacı gençlerle ilgili daha detaylı bilgiye bu linkten ulaşabilirsiniz.

[iv] Duruşma kaydını bu linkten izleyebilirsiniz.

[v] Davayla ilgili en güncel gelişmeleri Climate Case Ireland adlı facebook sayfasından takip edebilirsiniz.

[vi] Dava “grannies against climate change” olarak da biliniyor.

 

 

Nilsun Gürsoy

İstanbul Barosu Avukatı

Harvard Law School Yüksek Lisans Mezunu

İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde Yüksek Lisans öğrencisi

Kayalıklar üzerindeki Walden

Ariel Dorfman‘ın NY Book’da yayınlanan yazısını Yeşil Gazete ekibinden Özde Çakmak‘ın çevirisi ile paylaşıyoruz

***

Cesetler sahil boyunca her yere dağılmış. Definler karmaşık zira hiçkimse ölülerin– çoğu açlık ve yoksulluktan kaçan kadınlar ve çocuklar kendilerine vaadedilen bolluk ülkesine ulaşmaya çalışırken bunun yerine girdaplı sularda erken bir son ile karşılaşıyorlar–  isimlerini bilmiyor.  Seyirciler son deniz kazasının geride bıraktığı “kayalıklar üzerinde yumurta kabuğu gibi çatlayan” enkaza hayretle bakarken diğerleri hiçbirşey olmamış gibi işlerine devam ediyorlar.

Yale British Sanat Merkezi, Paul Mellon KoleksiyonuBridgeman Görseli (J.M.W. Turner: Enkazcılar—Northumberland, Körfezi, 1834)

“Bu enkazın etrafındaki kalabalığın tam ortasında,” diye yazıyor facianın ardından bir görgü tanığı, “el arabalarıyla fırtınanın karaya taşıdığı yosunları var gücüyle toplayan ve onları genellikle giysi parçalarından ayırmak zorunda kalmalarına rağmen akıntının uzağına taşıyıp götüren adamlar vardı.”

Bu yıkım ve kayıtsızlık sahnesi, en son manşetlerden ya da dünyanın dört bir yanındaki fotoğraflardan çekip çıkarılmış gibi görünüyor, sadece ekranlarımızda ve düşüncemizde şöyle bir beliriveren bir mülteci grubu daha. Aslına bakılırsa, bu olağandışı enkazın kurbanları “Columbus ve Pilgrimlerin yaptıkları gibi Yeni Dünya’ya” yelken açtıkları St John adındaki gemi 1849 Ekimindeki büyük bir fırtına sırasında Cohasset, Massachusetts kıyılarına çarptığında can veren 140 İrlandalı göçmendi. Yukarıda bahsi geçen görgü tanığı ise – ki o olmadan bu olayı hatırlayamayabilirdik – Henry David Thoreau’nun ta kendisiydi.

Henry David Thoreau

Bugün Thoreau’yu düşündüğümüzde ilk akla gelen kıyıdaki bu yas hikayesi değil. Bu yılın makaleleri, sergileri, anma pulları ve benzeri haklı olarak iki yüzüncü doğumgünü kutlamak için çeşitli  ve parlak biçimlerdeki doğaya adanmış bir hayata ve kendisinin çığır açan sivil itaatsizlik çağrısına odaklanıyor. Fakat onun Massachusetts kıyısında başından geçen bu az bilinen olay, çok uzun zaman önce tanıklık etse de üzücü biçimde güncel hissi veren felaket de dikkatimizi çekmeye değer. Thoreau zaman boşluğundan bize meydan okuyor ve onu dinlersek iyi etmiş oluruz.

Bugün beni fazlasıyla etkileyen şey, Thoreau’nun St. John’un batması gibi bir felaketle karşılaşan herkesin ortaya atacağı ahlaki ikilemi anlamış ve sınırlarını çizmiş olmasıdır. “Meseleye hiçbir insani ilgisi olmadan” gündelik yaşamlarına devam eden işçileri düşünür: “Kim boğulursa olsun, bu otun değerli bir gübre olduğunu unutmadılar. Bu gemi kazası toplumun yapısında görülür bir sarsılma yaratmamıştı.” Ve oğluyla birlikte “kıyıya vuran yosunu” el arabasıyla çiftlikteki avlusuna götüren yaşlı bir adam için, “o cesetler… akıntının getirdiği, ama ona faydası olmayan başka otlardı.”

Thoreau bu tavrı yargılamaz, belki tuhaf biçimde kendi hissiz tarafsızlığını yansıttığı için. Throeau kendi zihinsel dolambaçlarını ve çelişkilerini ele alırkenki tipik anlatım gücüyle duygusal mesafesinin sebebini açıklar: “Kuytu bir yerde sahile vurmuş bir tane ceset bulmuş olsaydım, beni bütün mezarlardan daha fazla etkilerdi,” ve ekler, “duygudaşlığımızı talep eden bireysel ve özel olandır.”

İnkar edilemez olduğu için daha da rahatsızlık veren bir gözlemdir bu. Yalnızca bu yıl içerisinde, Thoreau’nun ikiyüzüncü doğumgününde, çok sayıda mülteci can vermeye devam ederken Batı’da çoğumuzun o yaşamların biçimleri, kimlikleri, hayalleri ve yüzlerine dair en ufak bir fikri bile yok. Bu yıl Meksika’yı Birleşik Devletler’den ayıran kuru, tehlikeli bir okyanus gibi olan çölü geçmeye çalışırken yaşamlarını yitiren isimsiz ve beklenmedik yüzlerce Meksikalı ve Orta Amerikalı göçmen hakkında kim bir şey biliyor? Ya da Myanmar’daki katliamlardan kaçmaya teşebbüs ederken yakın zamanda Bengal Körfezi tarafından yutulan Rohingya hakkında? Ayrıcalıklı Batı’daki bizler yalnızca son birkaç günde çoğu reşit olmamış yirmialtı Nijeryalı kadın dahil olmak üzere içlerinden yüz tanesi boğulmadan önce tecavüze uğramış olan  Afrika ve Orta Doğu’daki Avrupa’ya sığınma peşinde denizde helak olan neredeyse üç bin göçmenin yaşamına ve ölümüne aynı derecede kayıtsız değil miyiz?

Thoreau’nun uzun uzun düşündüğü İrlandalı cesetler hakkında yazdığı gibi, onlar için de “Cesetleri neden umursayalım ki? Gerçekten de solucanlardan ya da balıklardan başka hiç dostları yok” denilemez mi?

Bugün, ne yazık ki yarın da karşı karşıya kalacağımız gibi, Thoreau’nun ince biçimde formüle ettiği ancak çözmeyi başaramadığı aynı etik ikilemle karşı karşıyayız: Onca ceset birbirine karışıp bulanıklaştığı için öldükleri gerçeğini anlamlı bir biçimde idrak edemezken ne zaman haber ve kıyıdaki, çöldeki ya da bir şehrin kalıntıları altındaki ceset görüntüleri bombardımanına tutulsak tekrar yüzeye çıkan empatideki boşluğa nasıl karşı koyabiliriz?

Psikologların “merhamet çöküşü” adını verdiği durumu önlemenin bir yolu, Thoreau’nun gitmediği yoldan gitmek. Thoreau, o cesetlerin kaderini Doğa’nın işleyişine yorarak o ailelerin vatanlarından kaçmalarına yol açan “toplumun yapısındaki görülür sarsılma”dan sözetmekten kaçındı. O, İrlanda’nın aç bilaç yerleşik halkını göç etmeye iten insan yapımı ve hiç de “Doğa kanunu” sebebiyle olmayan kıtlığa (ne burada ne de eserinin başka bir yerinde) değinmez. O İrlandalı aileleri tehlikeli gemilere binmeye mecbur bırakan patates kıtlığı toplumsal ve ekonomik sıkıntılarla kötüleşmişti: mülk sahiplerinin istismarı; mahsulden ziyade otlaktan yana olan ve çiftçileri dayanıksız bir tür patatese bağlı kılan kiralama süresi; İrlanda’nın kolonyal hükümeti tarafından tam da o adanın halkı açlıktan öldüğü sırada gerçekleştirilen muazzam miktarda yiyecek ihracatı.

Bugün, haberlerde gördüğümüz bütün o uzaklardaki felaketleri her birimiz tamamen yüreğinde hissedemiyorsa eğer, hiç olmazsa bu tür felaketlerin sebeplerini teslim etmeye ve anlamaya çalışabiliriz. Bu daha fazla kıyımın önüne geçmek için gerekli bir adımdır. İç savaşlar, yoksulluk, siyasi baskı, kuraklık ve kirlilik doğa tarafından değil, insan tarafından yapılmaktadır. Hatta, milyonlarca insanı yabancı ülkelerde kurtuluş arayışına iten çatışmaların ve kıtlıkların kaynağı genellikle bizim doğayı tahrip edişimizdir, Thoreau’nun en çok korktuğu talan : “Tanrı’ya şükür insanlar uçamıyor ve yeryüzünü olduğu gibi gökyüzünü de yerle bir edemiyor.” Daha da kötüleşmeye mahkum çaresiz bir arayıştır bu: Uluslararası Göç Örgütü, 2050 yılına kadar insan kaynaklı iklim değişikliğinin yarattığı tahminen 25 milyon ile 1 milyar arasında fazladan mülteci olacağını bildirmektedir.

Thoreau tanıklık ettiği trajik deniz kazasının arkasındaki toplumsal marazlar fırtınasını ağaç, çiçek ve ırmak tasvirlerine  verdiği anlayış ve sabırla analiz edemediyse bile, üzerimize gün be gün saldıran korkuların büyüklüğü ile çaresiz ve bunalmış hissettiğimizde neler yapılması gerektiğine dair bir model sağlamaktadır. Kutsal saydığı yeryüzü bu şekilde saldırıya uğradığı ve yağmalandığı, topluluklar yok edildiği ve sakinlerinin kaçmaya zorlandığı bu zamanlarda, onun “Sivil İtaatsizlik”teki (1849) ya da baskıya karşı barışçıl direnişteki çağrısına uymamızı öğütleyecektir.  Şimdi bize, o zamanlar diğer vatandaşlara söylediği gibi, “dürüst insanların başkaldırması için çok erken değil” diyebilir.

Thoreau söylediğini uyguladı. Çağının iki şeytanı saydığı köleliğe ve Meksika-Amerika savaşına karşı çıkarak (savaşın kölelik bölgesini genişletmek için emperyal bir proje olarak çıktığına inanıyordu), hapse girmeyi tercih ederek vergilerini ödemeyi reddetti. Onu Tolstoy, Gandhi ve Martin Luther King Jr.’a ilham verecek olan “Sivil İtaatsizlik” makalesini yazmaya iten işte bu bakış açısıydı. Martin Luther King Jr. 1963 yılında kaleme aldığı “Birmingham Hapishanesi’nden Mektup”ta Thoreau’yu anımsatacaktı: “Vicdanının ona haksız olduğunu söylediği bir yasayı çiğneyen ve onun adaletsizliği üzerinden toplumun vicdanını harekete geçirmek için hapiste yatmak suretiyle cezasını bile isteye kabul eden bir birey gerçekte yasaya duyduğu en yüksek saygıyı ifade ediyordur.”

Çoğumuzun bu türden zorlayıcı cezalara maruz kalacak ne cesaretinin ne de dayanma gücünün olmadığı doğrudur. Fakat, bu “sessiz bir çaresizlikle dolu yaşamlar” süreceğimiz ve “hala içlerinde duran şarkıyla birlikte mezara gideceğimiz”  anlamına gelmez. Thoreau herkesten şehitlik tecrübesi göstermesini talep etmez. Aksine, doğumundan iki yüzyıl sonra, her birimizin nasıl yaratıcı bir protesto mirası inşa edebileceğimizi önererek okurlarına nazik bir tavsiyede bulunur: “Başlangıcın ne denli küçük göründüğü önemli değildir: bir kere iyi yapılan şey sonsuza dek iyi yapılmıştır.”

Thoreau kendimizi, doğa’nın yaptığı gibi, “her gün tamamıyla” yenileyebileceğimize inanıyordu. Onun sesini yoğun biçimde ve düşünüp taşınarak dinleyecek olursak eğer, belki farklı türden bir topluma katkıda bulunmak için, her birimiz kendi durumuna göre, o küçük yolu keşfetmeye cesaretlendirilebiliriz. Çünkü kumsala yayılan o cesetler ve Thoreau’nun gördüğü deniz – çağımızda edebe aykırı biçimde tekrarlanan bir görünüm – hayalgücümüzün tuvaline derinden bakma cesareti gösterebilirsek eğer, insanlık gemisi kayalıklara yönelirken onu bekleyen müşterek kaderin habercisidir.  Bunlar şimdi harekete geçmemiz, halen içimizde olan şarkıyı söylememiz, iş işten geçmeden bu hasarlı gezegende hepimizi bekleyen enkazın önüne geçmemiz için bir uyarıdır. Üstelik hikayemizi anlatacak Thoreau da kalmadı sahilde.

 

Yazının İngilizce Orjinali

Yazar: Ariel Dorfman

Yeşil Gazete için çeviren: Özde Çakmak

 

(Yeşil Gazete, NY Books)

 

Bavul Dergi’ye yazan Aslı Tohumcu’dan taciz konulu yazısına açıklama

Aylık yayınlanan sokak edebiyat yayını Bavul Dergi, Twitter üzerinden kadınların maruz bırakıldıkları taciz ve cinsel saldırıları sosyal medya hesabı Twitter üzerinden paylaştıkları #MeToo (BenDe) kampanyasına destek vermek için taciz içerikli bir yazı yayımladı. Yazar Aslı Tohumcu’nun, derginin Aralık sayısında yayımlanan ‘Sen de yaptın, sen de!’ başlıklı yazısı sosyal medyada gündem oldu.

Tohumcu, konuyla ilgili olarak, “Kendi başımdan geçen tacizleri dergiye yazarken, niyetim elbette taciz mağdurlarını incitmek, tacizi övmek ya da tacizciyi cesaretlendirmek değildi. Yazım yüzünden eli, gözü ya da kalbi yanan kadınlar olması beni de üzüyor” dedi. Tohumcu açıklamasına şu sözlerle devam etti:

“Bavul dergi aralık yazım hakkında birkaç söz söylemem şart oldu. Kendi başımdan geçen tacizleri dergiye yazarken, niyetim elbette taciz mağdurlarını incitmek, tacizi övmek ya da tacizciyi cesaretlendirmek değildi. Yazım yüzünden eli, gözü ya da kalbi yanan kadınlar olması beni de üzüyor. Bu alanda benim gibi mücadele eden ve yazımı kendi yanlışı/doğrusu içinde değerlendiren, eleştiren insanlara da selam ederim” diyen Tohumcu, “Yirmi yıldır öykü ve romanlarımda kadınların ağzından erkek şiddetini yazıyorum. Bu yazıdaysa tam tersini, yani tacizcinin dilinden yazmayı denedim ve görünen o ki, hâlâ acısını hissettiğim travmamı aktarmakta kullandığım üslup sorunlu bulundu. Bunu tartışmak gerekir elbette. Ben dilimi böyle kurdum, bu derdi böyle vahşi bir dille anlatmak istedim. Söyleyin nasıl yapmalı? Tacizin ifşası konusunda literatür, atölye önerilerinizi bekliyorum. Tacizcilere yönelik öfkelerini bana kusanları da affediyorum.” açıklamasında bulundu.

Tohumcu açıklamasını, “Diyeceğim, bugüne kadar yazdığım her kitapta niyetimin, özellikle bu konuda berrak ve açık olduğunu düşünüyorum” diyerek bitirdi.

Sosyal medyadan tepki: Duyarlılık değil taciz

Bir erkeğin ‘günah çıkardığı’ izlenimi verdiği öne sürülen yazıya Twitter üzerinden tepki geldi.

Sosyal medya kullanıcıları yazının ‘duyarlılık değil tacize özendirici noktalar içerdiğini’ ifade etti.

Karakaş: Kız çocuğu üzerinden pornografik laflar etmek farkındalık değildir

Yazıya tepki gösteren isimlerden gazeteci Burcu Karakaş ise, “Kız çocuğu üzerinden pornografik laflar etmek farkındalık yaratmak falan değildir. Derginin bir editörü, yazarı da belli ki dememiş ki ‘Kardeşim siz ne yaptınız’” sözleriyle hem yazıyı yazan kişiye hem de dergi yönetimine tepki gösterdi.

Bavul Dergi yönetimi ise ‘tek suçlunun yazar olduğunu’ savunan sözlerle Karakaş’a yanıt verdi:

“Elbette yazın. Fakat eserin sahibine eleştirilerinizi yöneltmeyi de bir ara düşünebilirsiniz. Eser ilk önce yazanı bağlar. Siz imzayı bilerek kapatınca imzasız bir yazı gibi olmuş. İyi çalışmalar.””

Derginin, Karakaş’a, “İmzayı bilerek kapatınca…” sözlerini de bir kadına ait olarak göstermesi dikkat çekti. Karakaş derginin “İmzayı bilerek kapatınca…” şeklindeki cevabına ise şöyle yanıt verdi: “Önüme düşen bu. imzayı henüz görmedim. önemli de değil, yazı ortada. ayşe olsa ne olur, mehmet olsa ne olur? hayır, eser editör masasını da bağlar. hem nasıl bağlar!”

 

(Gazete Duvar, Gazete Karınca)

Büyüklük Körü – Tanıl Bora

Bu yazı birikimdergisi.com/ dan alınmıştır

1972 yılı, Heinrich Böll’ün hayatının en olaylı yılıdır. Ocak’ta, -o zamanların tabiriyle- boyalı basının, Kızıl Ordu Fraksiyonu üyeleri Ulrike Meinhof ve Andreas Baader ve arkadaşlarını “katil” ilan eden manşetleri üzerine, Der Spiegel’e yazdığı makalede, bu dilin “linç hukukuna” alan açtığını savundu. “Kamuoyunun en azından ‘kontrolsüz’ diyebileceğimiz güdülerinin yürütme erkine müdahil olmasına izin verilen yerde, hukuk devleti sıfatı şüpheli hale gelir,” diyordu.

Bunun üzerine kendisi bir linç kampanyasının hedefi oldu. “Terörist sempatizanı”, hatta teröristlerin “cephane tedarikçisi” olmakla suçlandı. Polis evinde arama yaptı.

O yılın Ekim’inde, 1972 Nobel Edebiyat Ödülü’nün Böll’e verildiği açıklandı. Almanya’da “millîci” kamuoyu, birdenbire, bu ödülü ve Nobel komitesinin kıymetini ve objektifliğini tartışmaya koyuldu. Bunu bir yerden hatırlayacaksınız.

1974’te, bütün dünyada en bilinen eserini yayımladı: Katharina Blum’un Kaybolan Onuru veya: Şiddetin Nasıl Ortaya Çıktığına ve Nerelere Varabileceğine Dair. [1] İktidarın dümen suyundaki medyanın, nasıl insanların onuruna ve temel insan haklarına tehdit oluşturabildiğini anlatan, klasik halk hikâyesi formundan yararlanarak yazılmış kısa, tok bir kitap.

“Nazizmin ebedîliği” idi onun kaygısı. Böll, savaşın, Nazizmin ve yoksulluğun hep geri dönebileceğinden korkarak tetik duran bir huzursuz ruhtu. Fotoğraflarına bakınca zaten, iyi kalpli ve endişeli bir adam görürsünüz.

***

Kızıl Ordu Fraksiyonu’na sempati duyuyor değildi. Anti-komünist Rus yazar Soljenitzin’e de asla yakınlık duymuyordu, ama Uluslararası PEN Başkanı olarak onun düşünce ve ifade özgürlüğünü kararlılıkla savundu, hatta Batı’ya iltica ettiğinde adamı bir süre evinde ağırladı.

Etiketlenmeye ve araçsallaştırılmaya karşı hep tetik duran bir yazardı Böll. Hep müstakildi. Genellemelere kuşkuyla yaklaştı, hep kendi gözüyle bakmak istedi. Anlatarak öğrenen biriydi. Şiârı: “Ekmeğini kendin pişir, sözünü kendin kur”. Hayatın sunduğu malzemeye tutkun, gerçekçi edebiyat anlayışı da buna uygundur. Tabii “gerçekçilik” etiketini de istemez. Tıpkı “naiflik” etiketini istemediği gibi. “Naif olduğunuzu bilirseniz, artık elinizden gider naiflik,” der İrlanda Güncesi’nde. [2]

***

Dindar ve yoksul insanların basit hayatındaki arifliğe duyduğu aşkla yazılmış İrlanda Güncesi, [3]  onun yine etiketlenmesi zor bir başka yanına ayna tutar.

Doğduğu, yetiştiği ve yaşadığı Köln’ün Katolik havası içinde, din-ilâhiyat onun için hep çok önem taşımıştır. Fakat onunkisi, kilise karşıtı bir ilâhiyattır. Resmî Katolikliğin kapitalizme ve iktidarlara râm olduğunu düşünür, neticede ayrılır hatta kiliseden.[4]  Onun Hıristiyanlıkta, Katoliklikte, dinde aradığı temel ruh, yoksullarla gönüldeş olmaktır. Dostoyevski’nin yanısıra en önemli ilham kaynağı olan Fransız yazar Léon Bloy, “yoksulların mistiği” diye bilinir. Böl’ün teslisi budur: Sevgi-iman-yoksulluk. “Paranın terörü”ne kahreden anti-kapitalizmi de, tutkusunu buradan alır.

Yoklukta ekmeği paylaşmakta, insanları küçük mutluluk anlarında birleştiren yoksulluk deneyimlerinde, sahici insaniyetin temellerini görür: Türkçeyi biraz zorlayarak “insandaşlık” diye çevirebileceğimiz Mitmenschlichkeit; yani insan insana ilişki içinde geliştireceğimiz insaniyet.

***

Böll, temel izleklerinden olan savaş öykülerinde kahramanlık edebiyatına hiç yüz vermez. Soylu ve masum kurbanlar olmadığı gibi, mutlak kötüler, zalimler, günah keçileri de yoktur onda. Herkes, zaafları ve ‘iyi’ yanlarıyla sıradan insanlardır. Savaşı hastalık gibi görür o, insanı hastalandıran bir âfet. Savaş insanı hayvanlaştırır, fakat hayvanlaşmış haliyle de o yine insandır.

Savaşı yaşamış birisinden söz ediyoruz. 2. Dünya Savaşı sırasında dört defa yaralanmış, esaret görmüş. Rütbeli olma fırsatını kullanmadığını biliyoruz; maruz kaldığı maddî-manevî sefalet koşulları içinde imtiyaz kullanmak istememiş. Çavuş olarak emir vermesi gerektiğinde, kekelermiş.

***

Her nevi iktidarın, insaniyet cevherinden bir şey kaybetmek demek olduğunu düşünür çünkü. İktidar talep etmeyenler, iktidar kurmayanlar olarak kadınları, insaniyetin, insaniyetli hal ve tavrın ütopik timsali gibi resmeder. Romanlarında kadınlar, en şahsiyetli ve vicdanen en ‘temiz’ kişiliklerdir. Kadın duyarlılığındaki insaniyet dehasını, annesinde keşfettiğini anlatır.

***

Yoksullar, ezilenler, baskıya uğrayanlar, kadınlar ve sıradan, “küçük” insanlar. Böll’ün ‘kahramanları’ bunlardır. Galiba kendisine yapıştırılanlar arasında en az rahatsız olduğu etiket: “Küçük insanların avukatı”.

Bir ara, onun edebiyatının nihayet çamaşırhane kokusundan (yoksulların hayatını anlatmaktan yani) kurtulduğunu söyleyen “övgülere” karşı, “Çamaşırhanelerin müdafaası” başlıklı denemesinde sarf ettiği bir sözü, harikulade buluyorum: “Büyüklük körüyüm – tıpkı renk körü gibi”. Büyük olanla, iktidarla, güçlülerle kudretlilerle, ehemmiyet havası basanlarla alâkadar olmuyorum, diyordur. Aynı denemede, nefis bir ironiyle, “dünyanın büyükleri”nin saatler boyu sarf ettikleri o boş lâfların pekâlâ çamaşırhanelerde de teati edilebildiğini söyler. 1949-1963 arasında Federal Almanya’nın kudretli şansölyesi olan Köln’lü hemşerisi Konrad Adenauer’in insanlara tepeden bakmasını değerlendirirken, ciddileşecek; “büyük insanların hiçbir zaman kendilerinden aşağıda duranlara değil her zaman kendilerinden yukarıda duranlara hor baktığını” söyleyecektir. Büyüklükse aradığımız, hiyerarşide aşağıda duranın, güçsüzün içkin büyüklüğünün ve kıymetinin peşindedir o.

Böll, “büyük resim”den yüzünü çevirip, ‘küçük resme’ bakma meylindedir. Büyük resmi, ancak küçük resmi gören gözün anlayacağı fikrindedir. Bir Palyaço’nun Kanaatleri’nde [5] roman kişisi, “Dehşetin sırrının ayrıntılarda yattığını anlamıyorsunuz,” der bir yerde: “Büyük işlerin pişmanlığını duymak çocuk oyuncağıdır: politik yanılgılardan, zinadan, cinayetten, antisemitizmden ötürü pişmanlık duyabilirsiniz – ama kim tam neyi affedecek, ayrıntıları kim bilecek, anlayacak?” Esas mesele, dehşet anlarının hafızada bir çökelti olarak bıraktığı “ufacık şeyler”dir; zulmedenlerin gözündeki ifade, sürükleyip götürdükleri insanı omzundan, yakasından nasıl tuttukları, tıslayarak ettikleri lâflar…

***

Modern Almanca edebiyatın üstad eleştirmeni Marcel Reich-Ranicki, saygıyla, praeceptor Germaniae (Almanya’nın başöğretmeni/hocası) diye anmıştı onu. Hakkındaki biyografiye de adını veren bir başka ünlü sıfatı “Öteki Alman”dır – onun, Nazi mirasının akla getireceği her şeyi hariçte bıraktığını imâ eder bunu söyleyenler. Der Spiegel 1985’te onun için “yumuşak asi” demişti.[6]

Yarın, Heinrich Böll’ün 100. doğum yıldönümü oluyor. Bizi insaniyetimizle yüzleştiren, insaniyet diye bir derdi içimize işleten yazarlardandır.


[1] Türkçesi: Çev. Ahmet Cemal. Can Yayınları, 1999.

[2] Heinrich Böll: Irisches Tagebuch. Dtv, 1973 (ilk basımı 1961), s. 111.

[3] Türkçesi: Çev. İlknur Özdemir, Can Yayınları, 1999.

[4] Yine de cenazesi kiliseden kaldırıldı – ‘ama,’ cenaze havası çalan Roman çalgıcılar refakatinde

[5] Ansichten eines Clowns (1963), Kiepenheuer&Witsch, Köln 1992, s. 227. Türkçesi: Palyaço. Çev. Ahmet Arpad. Can Yayınları, 2016.

[6] İlgilisi için –romanları dışında- onun hakkında üç temel kaynak vereyim. Kendisinin denemeleri: Heinrich Böll: Widerstand ist ein Freiheitsrecht… Kiepenheuer&Witsch, Köln 2011. Kapsamlı bir biyografisi: Heinrich Vormweg: Heinrich Böll – Der andere Deutsche. Kiepenheuer&Witsch, Köln 2000. Edebiyatına dair incelemeler: Werner Bellmann (derleyen): Heinrich Böll – Romane und Erzählungen, Reclam Verlag, Stuttgart 2000.

Bu yazı birikimdergisi.com/ dan alınmıştır

 

 

Tanıl Bora

Silivri’de Kavala için, “Osman’dan “Suçlu” Yaratamazsınız” açıklaması

Tutuklu insan hakları savuncusu Osman Kavala için Silivri’ye giden HDP ile CHP’li vekiller, hak savunucuları, gazeteciler ve sanatçılar “Vakit geçirmeksizin tahliyesini ve uğratıldığı haksız muamele için kendisinden ve toplumdan özür dilenmesini talep ediyoruz” dedi.

Bianet’den Elif Akgül’ün haberine göre Demokrasi için Birlik, Diyalog Grubu, Hak ve Adalet Platformu, Yurttaş Girişimi ve Barış Bloku’ndan aydın, Halkların Demokratik Partisi (HDP) ile Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) milletvekilleri, gazeteciler, hak savunucuları ve sanatçılar tutuklu insan hakları savunucusu Osman Kavala için Silivri’deki Ceza İnfaz Kurumları Kampüsü’ne gitti.

Adalet Bakanlığı’nın izniyle Kavala’yla görüşen vekilleri savuncular cezaevi önünde bekledi. Görüşmenin ardından basın açıklaması yapıldı.

Osman Kavala’nın vakit geçirmeksizin tahliyesinin, uğratıldığı haksız muamele için de kendisinden ve toplumdan özür dilenmesinin talep edildiği basın açıklamasının tam metni şu şekilde.

Osman’dan “suçlu” çıkaramazsınız

Osman Kavala’nın gözaltına alınması, tutuklanması, hakkında iddianame bile hazırlanmaksızın tutuklu kalması ülkede hüküm süren rejimin, iktidarın ve yargının durumunun özeti ve aynasıdır.

Gerek yurtiçinden gerekse yurtdışından Kavala’yı tanıyanlar, çabalarını, faaliyetlerini, topluma katkılarını bilenler, sadece yakınları, arkadaşları değil desteğini almış binlerce insan onun terörle, şiddetle, darbe ile, komplolarla suçlanacak son kişi olduğunun tanıklarıdır.

Osman Kavala’nın suçu; varın yoğunu halkların, kültürlerin, inançların yakınlaşması için, sivil toplumun güçlenmesi, çağdaş evrensel değerlere ulaşılması ve barış için harcanmış olmasıdır. Hedef haline getirilmesi ve tutuklanmasının nedeni de budur zaten.

Osman’dan ne ahlaksız ihbarlar, ne sahte deliller, ne de karanlık merkezlerde kurulan komplolarla suçlu yaratabilirsiniz. Tutuklu kaldığı her gün ülkemiz adın autanç, iktidar adına suç, yargı adına hukuk ihlalidir.

Vakit geçirmeksizin tahliyesini ve uğratıldığı haksız muamele için kendisinden ve toplumdan özür dilenmesini talep ediyoruz.

 

(Bianet)

Katalonya sandığa gidiyor

İspanya’nın Katalonya Özerk Yönetimi’nde, yarın yapılacak ve ayrılıkçılar ile birlik yanlıları arasında geçecek parlamento seçimleri öncesinde, partiler son kampanyalarını gerçekleştirdi. Tek taraflı bağımsızlık ilanı sonrası İspanya Anayasası’nın 155. maddesini işleterek, Katalonya Özerk Yönetimi’ni görevden alan, yerel parlamentoyu fesheden ve 21 Aralık’ta erken seçime gidilmesi kararı alan Başbakan Mariano Rajoy, kampanyanın sona erdiği salı gününü Barselona’da geçirdi.

Mitingde konuşan Rajoy, “Normalliğe, anayasaya ve mantığa dönüp dönmeyeceğimizi bu seçimler belirleyecek” dedi. Rajoy’un lideri olduğu Halk Partisi (PP), bir önceki seçimde 135 sandalyeden 11’ini kazansa da bu seçimde oy kaybederek 4-5 milletvekili ile parlamentoda temsil edilmesi bekleniyor.

Bağımsızlık karşıtı Vatandaşlar’ın (C’s) 34 yaşındaki lideri Ines Arrimadas, Barselona’da 2 bin taraftarına seslendi. Seçimi kazanması durumunda bağımsızlık girişimlerine son vereceğini söyleyen Arrimadas, “Perşembe günü bağımsızlık baskısı kabusuna son vereceğiz” diye konuştu.

Arrimadas, seçimlerin bölünmüş bir Katalonya’nın devamı ya da Katalanlar için yeni bir dönemin başlangıcı olacağını söyledi. Anketlere göre, Vatandaşların (C’s) en çok oyu alacak olsa da seçim sistemi yüzünden 31-32 ile ikinci en yüksek sandalyeye sahip olması bekleniyor.

Katalonya Avrupa Demokrat Partisi (PDeCAT) lideri Carles Puigdemont, seçim yasakları öncesi partisinin Barselona’da yaptığı son mitinge katılanlara video konferans ile Brüksel’den seslendi. Puigdemont, seçilmesi durumunda Katalonya’ya geri döneceğini söyledi.

İspanya’da hakkında tutuklama kararı bulunan Puigdemont, yaşananların tarihe not edildiğini belirterek, “Bu kez mesele seçimin kazanılması değil, mesele ülkenin ya da Rajoy’un mu kazanması” ifadesini kullandı.

 

(Sputnik News)

Simone-de-Beauvoir Kadın Hakları Ödülü’nün sahibi Aslı Erdoğan oldu

Almanya’nın ünlü feminist kadın dergisi “Emma”, 2018 Yılı Simone-de-Beauvoir Kadın Hakları ödülüne yazar Aslı Erdoğan‘ın layık görüldüğünü bildirdi. Derginin Köln kentindeki merkezinden yapılan açıklamada,  Erdoğan “Türkiye’de özgürlüğün ikonu” diye nitelendirilerek yazarın “savaşını sözcükler aracılığıyla verdiği” belirtildi. Emma dergisinin Genel Yayın Yönetmeni Alice Schwarzer, Simone-de-Beauvoir Kadın Hakları ödülünün seçici jüri üyeleri arasında yer alıyor.

2008 yılında hayata geçirilen ve bu yıl 11’incisi verilecek ödül, 5 bin euro değerinde. Ödül, 1908-1986 yılları arasında yaşamış olan Fransız yazar, filizof ve feminist Simone de Beauvoir’ın 110’uncu doğum gününün ertesi günü, 10 Ocak’ta Paris’te Aslı Erdoğan’a takdim edilecek.

Aslı Erdoğan, PKK propagandası yaptığı gerekçesiyle kapatılan Özgür Gündem gazetesinin yayın danışma kurulunda yer almasından dolayı 2016 yılı Ağustos ayında tutuklanmış, yaklaşık 4,5 ay hapis yattıktan sonra Aralık ayında şartlı olarak tahliye edilmişti. Yazarın yurt dışına çıkış yasağı ise 2017 yılının Haziran ayındaki duruşmada kaldırılmış, ancak pasaportu Eylül ayına kadar kendisine teslim edilmemişti.

Dünya çapında pek çok ödüle layık görülen Aslı Erdoğan, pasaportunun kendisine iade edilmesi sonrasında Eylül ayında Alman Kitap Basım ve Yayıncıları Derneği ile Osnabrück Belediyesi’nin Erich-Maria-Remarque Barış Ödülü’nü, Ekim ayında da Leipzig Medya Özgürlüğü Ödülü’nü bizzat almıştı.

Yazara daha önce de “düşünce özgürlüğüne yönelik mücadelesi” nedeniyle Theodor Heuss Madalyası, Amsterdam’daki Avrupa Kültür Vakfı tarafından Prenses Margriet Kültür Ödülü, Stuttgart Barış Ödülü ve Avusturya‘nın 2016 yılındaki Bruno Kreisky İnsan Hakları Ödülü verilmişti.

 

(DW)

Malatya’dan sonra Kahramanmaraş’ta da “pembe otobüs” uygulaması başladı

Pembe otobüs uygulaması Malatya Belediyesi’nden sonra Kahramanmaraş’ta da başlatıldı.

Kahramanmaraş Belediyesi de kadınlara özel otobüs seferleri uygulamasını yürürlüğe koydu. Belediye Başkanı Fatih Mehmet Erkoç’un talimatıyla başlayan uygulama, bu aşamada 13 ve 22 numaralı hatlarda geçerli olacak. Otobüslerin son sefer saati ise 19.00.

Malatya’da ‘pembe trambüs’e tepki: Vagonları ayırarak kadınları koruyamazsınız!

Pembe Metrobüs talebi hak mı, ayrımcılığa davet mi?

 

(Diken)

Gökçeadalılar, maden ruhsatı iptal edilene kadar süreci takip etmekte kararlı

Gökçeada’da altın madeni açmak için başlattığı ÇED sürecini doğa savunucuların tepkisi sonrası geri çektiğini açıklayan Merih Madencilik Şirketinin bu tavrı Gökçeadalıları tatmin etmedi.

Ada Haber 17’de Çetin Sevim imzası ile yer alan habere göre Gökçeadalılar “Adamıza madenciliğin (Altın, gümüş, bakır vb.) girmesi ile organik ürünlerinin, turizmin, doğanın vb. yer üstü zenginliklerinin ne olacağını çok iyi bilen ve bu değerlerinin yok olmaması için elini taşın altına koyacak olanlar süreci dikkatle izliyoruz, izlemeye de devam edeceğiz” diyor.

18 Aralık Pazartesi akşamı bu amaçla bir araya gelen bir grup Gökçeadalı bilgilendirme metni ile süreç hakkında düşüncelerini ada halkı ile paylaştı.

Toplantı sonrasında yayınlanan bildiride, “Gökçeada’da siyasilerin olaylardan siyasi rant elde etme çabalarının yanı sıra bu olayı siyaset üstü görüp Gökçeadanın yer üstü zenginliğini, yeraltı zenginliğine heba etmeyecek kararlı insanlar var. toplantıya katılanların genel kanısı Sondaj talebini geri çekmek bir oyalama taktiği. Ruhsat iptal olmadan bu iş bitmez, bizi kandırmasınlar.” bilgisi paylaşıldı.

 

(Ada Haber 17)

ABD Büyükelçiliği’nden vizeler için, “En erken Ocak 2019” açıklaması

Türkiye’deki ABD Büyükelçiliği, Türk vatandaşlarının vize işlemi randevuları için en erken tarihin 2019 yılının ocak ayı olduğunu açıkladı.

ABD Büyükelçiliğinin Twitter hesabından yapılan açıklamada “Uzun bekleme sürelerine rağmen ABD, Türkiye Misyonu göçmen olmayan vize işlemlerine devam etmektedir. Ocak 2019 için randevu alınabilir ve başvuracaklar her zaman olduğu gibi Türkiye dışından başvurmayı da seçebilirler” ifadelerine yer verildi.

ABD Büyükelçiliği ayrıca tıbbi ve iş seyahati gibi bazı kategorilere giren başvuru sahiplerine öncelik verdiklerini de açıkladı.

ABD, Türkiye’deki konsolosluk çalışanı Metin Topuz’un tutuklanmasının ardından 8 Ekim’de Türkiye’den yapılan vize başvurularını süresiz olarak askıya almıştı. Türkiye de bu karara aynı şekilde karşılık vererek ABD’ye yönelik vize işlemlerinin askıya alındığını duyurmuştu. Arada iki taraftan da yumuşama sinyalleri gelse de sonrasındaki çelişkili açıklamalar kafa karışıklığı yaratmıştı.

 

(DW Türkçe)