Ana Sayfa Blog Sayfa 2933

Hava kirliliği en çok iskemik kalp hastalıkları ve inmeye yol açıyor

Hava kirliliği ve iklim değişikliği konusunda kamuoyunda farkındalığı artırmaya yönelik çalışmalar yürüten Türk Toraks Derneği, 18-19 Kasım’da İstanbul’da gerçekleştirdiği “Nefesimiz Tükenmeden: Hava Kirliliği ve Akciğer Sağlığı” başlıklı sempozyumun sonuç bildirgesini açıkladı.

Sempozyumda gündem başta göğüs hastalıkları uzmanları olmak üzere pek çok tıp disiplininden konuyla ilgilenen uzmanlar, akademisyenler, tıp eğitimcileri, çevre mühendisleri, şehir planlamacıları, enerji uzmanları ve ekoloji savunuculuğu yapan aktivistler tarafından ele alınan hava kirliliğiydi.

Dünya Sağlık Örgütü, Avrupa Solunum Derneği, Sağlık Bakanlığı, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ve yerel yönetim temsilcilerinin katkılarını sundukları sempozyumda insan sağlığını ve yer kürenin geleceğini tehdit eden bu küresel sorun için çözüm yolları arandı.

Türkiye’de hava kirliliği en çok iskemik kalp hastalıklarına yol açıyor

Sempozyum sürecinde yapılan tartışmalar ışığında oy birliğiyle şekillendirilen sonuç bildirgesinde, Dünya Sağlık Örgütü’nün de “görünmez katil” olarak tanımladığı hava kirliliğinin dünyada her yıl 6,5 milyondan fazla kişinin ölümüne yol açtığı; akciğer kanseri, KOAH, astım atakları, çocuklarda akciğer gelişim geriliği, tüberküloz ve akciğer damar hastalıklar başta olmak üzere göğüs hastalıkları alanının önde gelen tüm hastalıklarına neden olabildiği anlatıldı. Hava kirliliğinin, Türkiye’de ve dünyada en çok ölüme yol açan iskemik kalp hastalıkları ve inmeye de yol açtığına işaret edilerek, şunlar kaydedildi:

“Türkiye’nin hava kirliliği sınır limitleri, Dünya Sağlık Örgütü’nün sağlık açısından izin verdiği sınır değerlerinin üzerindedir. Hastalıklara yol açan temel kirleticilerden sadece 10 mikrondan küçük partiküler madde (PM10) ve kükürt dioksit (SO2) ulusal hava izleme istasyonları tarafından yaygın olarak ölçülmektedir. En önemli kirleticilerden birisi olan 2,5 mikrondan küçük partiküler madde (PM2.5) için kabul edilen ulusal bir sınır değer yoktur.

Sempozyum kapsamında Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından yapılmış ölçümler veri alınarak yapılan analizde, 1 Kasım 2016-31 Kasım 2017 döneminde Şırnak’ta yeterli ölçüm yapılmadığı, Rize dışında kalan tüm illerin havasının Dünya Sağlık Örgütü referans değerleri bakımından PM10 yönünden kirli olduğu, 80 ilin 53’ünün (yüzde 66) havasının ulusal mevzuattaki referans değerler bakımından da kirli olduğu, İstanbul’da Göztepe, Esenyurt ve Aksaray’ın; Ankara’da Sıhhiye ve Kayaş’ın; İzmir’de Bornova ve Bayraklı’nın en kirli istasyonlar olduğu, son 1 yıl içerisinde insanların Ankara Sıhhiye’de 255, İstanbul Esenyurt’ta 240 miligram toz soluduğu gözlenmiştir.”

“Kömür, petrol ve diğer fosil yakıtlarının enerji üretiminde, endüstride ve evlerde ısınma amaçlı kullanımı”, “plansız kentleşmenin artırdığı trafik ve sağlıktan ziyade kazanç eksenli yaşanan kentsel dönüşüm”, hava kirliliğinin kentlerdeki temel nedeni olarak sıralanırken, özellikle iç ortam hava kirliliği konusunda belirgin dezavantaj yaşayan grupların yoksullar, kadınlar ve çocuklar olduğu belirtildi.

Çözüm önerileri

Hava kirliliğinin insan sağlığı üzerine olumsuz etkilerini ortaya koyacak çok merkezli ve disiplinler arası ulusal çalışmalar yapılması ve hava kirliliğinin nedenlerinin istasyon ve bölge bazında ortaya konulması için Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın ilgili sivil toplum örgütleri ile birlikte kirlilik kaynak analizi yapması gerektiğine işaret edilen bildiride, bazı çözüm önerileri şöyle sıralandı:

“Türk Toraks Derneği tarafından geliştirilen Nefesiniz Cebinizde aplikasyonu benzeri toplumsal farkındalık girişimleri sağlık örgütleri tarafından yaygın biçimde hayata geçirilmelidir. Türk Tabipleri Birliği Uzmanlık Dernekleri Eşgüdüm Kurulu, başta halk sağlığı, pediatri, onkoloji, nöroloji ve kardiyoloji alanları olmak üzere uzmanlık derneklerini bu konuda motive edip yönlendirmelidir. Enerji, trafik ve kentsel dönüşüm konularında Sağlık Etki Değerlendirmesi mutlaka zorunlu olmalı ve yatırımların yaratacağı sağlık etkileri bilgilenme hakkı çerçevesinde tüm açıklığıyla kamuoyuyla paylaşılmalıdır.

Yenilenebilir enerji politikaları hayata geçirilmeli

Hava kirliliğinin temel nedenlerinden birisi olan enerji konusunda enerji arzı yerine talebi yöneten ve yönlendiren, dağıtımda enerji kaybını önleyen, enerji verimliliği ve tasarrufunu önceleyen, tümüyle yenilenebilir ve karbonsuz bir enerji sistemini planlayan ve toplumsal katılım ile yerel-yerinden yönetimi vurgulayan bir enerji politikası hayata geçirilmelidir.

Günümüzde ağırlıkla ‘doğal afet’ olarak adlandırılan aşırı hava olaylarının önemli bir kısmının iklim değişikliğinin sonucu olduğu ve fosil yakıtların kullanımının devamı halinde bu iklim olaylarının sıklık ve şiddetlerinin artacağı konusunda toplumsal duyarlılıkla harekete geçmek gerekmektedir. Bu nedenle doğal afet olarak tanımlanan aşırı iklim olaylarının bir ‘iklim felaketi’ olabileceği gerçeği göz ardı edilmemelidir.”

Temiz hava solumanın en temel insan hakkı olduğu vurgulanan bildiride, “İnsanlara sağlıklı bir çevrede yaşama olanağı yaratmanın kamusal otoritenin temel görevi ve sorumluluğu olduğu, kamusal otoritenin enerji, ulaşım ve kalkınma politikalarını ele alırken insanı, çevreyi ve doğayı öncelemesi gerektiği, çevre sorunlarının toplumsal cinsiyet, yoksulluk gibi sağlığın sosyal belirleyicileri ile birlikte alınmasının zorunlu olduğu kabul edilmiştir.

Türk Toraks Derneği, çevre politika metninde de ifade ettiği gibi hava kirliliği başta olmak üzere yaşanan tüm ekolojik sorunların çözüm noktasının ‘sürdürülebilir kalkınma’ bakış açısının yerini ‘sürdürülebilir bir gelecek ve yaşam’ın alması gerektiğinden geçtiğini bilmektedir.” denildi.

Türkiye’de Android işletim sistemi kullanıcıları bulundukları şehrin hava kalitesini ölçmek için “Nefesiniz Cebinizde” uygulamasını ücretsiz buraya tıklayarak ücretsiz indirebilir.  

Türkiye’de IOS işletim sistemi kullanıcıları bulundukları şehrin hava kalitesini ölçmek için “Nefesiniz Cebinizde” uygulamasını ücretsiz buraya tıklayarak indirebilir. 

‘Türkiye’de hava kirliliği nedeniyle her yıl 32 bin kişi ölüyor’

Türkiye’de 81 ilden 53’ü hava kirliliğinde sınıfta kaldı!

 

(Yeşil Gazete)

Antibiyotikli etler, GDO’lu yemler ve doğuda bir köy – Bülent Şık

Bu yazı bianet.org/ dan alınmıştır

Bu yazıda vegan beslenme ile ilgili konulara girmeden en önemli toplumsal meselemiz olan barış ile sağlıklı beslenme arasındaki bazı ilişkilere dikkat çekmek istedim.

Hayvanları yaşam hakkı olan bir canlı olarak değil de işlenecek bir mal-nesne olarak gören ve beslenme ihtiyacımız ile bağı kopmuş gıda üretim sistemlerinin insan ile hayvan arasındaki binlerce yıldır süregelen refakat ilişkisini nasıl tarumar ettiğini de bir mesele olarak görmeli elbette.

Bitkiler hayvanlarla bir ortak yaşam ilişkisi kurmuştur. Baharda meraya çıkarılması sadece sağlıkları için değil hayvanların saçacağı gübreler vasıtasıyla meraların sağlığının korunması için de gereklidir. Yaşadığımız coğrafyanın ekolojik şartlarına göre tarım yapmak, insanların sağlıklı gıdalara erişimini de kolaylaştıracaktır. Ancak sağlıklı gıda maddeleri üretmek sadece ekolojik ve teknik bir yöntem meselesi olmanın ötesinde toplumsal barış ile de ilgilidir.

Çocuklarda hormonal sağlığı tehdit eden kimyasallar, yetersiz beslenme, toprak ve su gibi hayatın teminatı olan ortamlardaki toksik madde kirliliği veya yıldan yıla ülkemiz çocuklarında çığ gibi büyüyen obezite sorunu gibi bir toplumun geleceğini ilgilendiren hayati meselelerin görünür kılınması ve tartışılabilmesi toplumsal çatışmalarını en azından asgariye indirebilmiş bir toplumda mümkün ancak.

Ülkemizde bu konularda en küçük bir ses seda çıkmıyor. Bu meseleleri dert edinen az sayıda insanın da başı devletle dertte zaten.

Bu söylediklerim bir genelleme ve doğruluğu tartışılabilir elbette. Ama daha emin olduğum şey şu: Devletin yurttaşlarına şiddet uygulamakta hiç zorlanmadığı, yasaların bu konuda herhangi bir sınırlama oluşturmak şöyle dursun genellikle yapılan şiddetin üzerini örtmekte kullanıldığı, faillerin korunduğu, mağdurların suçlandığı bir ülkede insanların sağlıklı beslenmesini teminat altına alacak gıda güvenliği çalışmalarının iyi yapıldığından söz etmek mümkün değildir.

Hukuk dışına kolayca kaçabilen, sınırlanamayan, hesap sorulamayan bir kamu idaresi, kamu sağlığını da koruyamaz. Aksine, kamu sağlığı için ya da çok daha daraltılmış bir açıdan konuşmak gerekirse gıda güvenliği için birincil tehdit olarak görülmelidir. Bir örnek olay üzerinden söylediklerime açıklık getirmek istiyorum.

Antibiyotik kalıntısı içeren tavuk etlerine ne oldu?

Geçen ay Rusya’ya ihraç edilen tavuk etleri antibiyotik kalıntısı içerdiği için ülkemize iade edilmişti.

Konu TBMM gündemine taşınarak Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’na antibiyotikli etlerin iç pazara sürülüp sürülmediği soruldu.

Geçmişte pestisitler, ağır metaller, poliaromatik bileşikler ve antibiyotikler gibi gıdalarda ve sularda bulunması muhtemel çeşitli toksik etkili kimyasal madde kalıntıları hakkında da çeşitli soru önergeleri verilmişti. Tıpkı onlarda olduğu gibi bu önergeye de ilgili kamu kurumundan tatminkâr bir yanıt gelmeyecek. Çoğu kez olduğu gibi belki bir yanıt bile gelmeyecek. Gıdalardaki toksik madde kalıntıları gibi insan (özellikle de çocuk) sağlığını ilgilendiren böyle kritik bir konuda devletin sorumlu kurumlarından doğruluğundan emin olabileceğimiz bir yanıt alabilmek olanaksız. Bazen tek bir olayı ele alıp bağlantılı olduğu diğer meseleleri görünür kılmak nasıl bir hayatın içinde olduğumuza ışık tutabilir; bu bağlamda etlerdeki antibiyotik kalıntılarına biraz yakından bakalım.

Hayvancılıkta antibiyotik kullanımı

Dünyada üretilen antibiyotiklerin yarısından çoğu hayvan yetiştiriciliğinde kullanılıyor.

Antibiyotikler kitlesel ya da endüstriyel hayvan yetiştiriciliğinde hayvanların kesime kadar hayatta kalmalarını garanti altına almak ve az yem ile çok kilo almalarını sağlamak için kullanılıyor.

Bir sığırın pazarda satılabilir ağırlığa gelmesi için yemesi gereken yem miktarını, yemin içine antibiyotik katarak yüzde 17 oranında azaltmak mümkün.

Kullanılan antibiyotikler hayvanların et, süt ve yumurta gibi ürünlerinde kalıntı bırakıyor. Bu ürünleri yediğimizde antibiyotikleri de bünyemize almış oluyoruz.

Dünya Sağlık Örgütü gereksiz antibiyotik kullanımının hastalık yapıcı bazı bakterileri antibiyotiklere dirençli kıldığını ve insanlarda ölümcül enfeksiyonlara yol açan bu bakterilerle mücadele etmek için elimizde etkili bir ilaç kalmadığını belirtiyor. Tedavi edilemeyen enfeksiyon hastalıkları meselenin sadece bir kısmı, neden-sonuç ilişkilerini dallandırıp budaklandırdığımızda ortaya başka meseleler çıkıyor.

Bitkiler ve hayvanlar

Bir coğrafi bölgenin iklimi ile bitki örtüsü o bölgede yapılabilecek hayvancılık şekli üzerinde en belirleyici öğe. Anadolu coğrafyası bozkırdır.1

Bozkırda yetişen bitkiler büyükbaş hayvancılığa değil koyun yetiştiriciliğine uygundur. Zira bozkırda yetişen otlar kısa boylu ve bu nedenle de koyunun diş yapısına daha uygun.

Koyunlar kış aylarında hayvan barınaklarında kuru ve kaba yemlerle beslendikleri dönemler dışında meralarda güdülebilir. Ülkemizde yüzyıllardır yetiştirilen sığır çeşitleri de az otla idare edebilen, kanaatkâr hayvanlar. Hayvan yetiştiriciliğinde kullanılan ilaçların büyük bir çoğunluğu çok sayıda hayvanın bir arada tutularak, yemle beslendiği toplu besicilikte kullanılmakta.

Açık arazide, serbestçe otlayan hayvanlarda hem bağışıklık daha kuvvetli ve hem de hastalıkların yayılması daha zor olduğu için ilaç kullanımı düşük.

Bütün bunlar yıllardır bilinmesine rağmen özellikle son 25-30 yıl içinde ülkemizi GDO’lu soya ve mısır gibi yemde kullanılan maddelerde dışa bağımlı kılan, ithal “kültür ırkı” büyükbaş hayvanlardan oluşan besicilik yaygınlaştırıldı.

Bu yıkıcı dönüşümün pek çok nedeni var. Ama kanımca en önemli iki nedeni şunlar: Devletin koyun gibi gezdirilip otlatılma ihtiyacı duyulmayan, yerele sabitlenmiş büyükbaş hayvan yetiştiriciliğini –ve onlarla birlikte insanları- kontrol etmesinin daha kolay olması ve bu dönüşümün küçük çiftçilerin tarımda kendine yeterliliğini ortadan kaldıran neoliberal politikalarla uyum içinde olması. Bu dönüşümde çatışma ve şiddetin baskın bir rolü var. Buna çok geriye gitmeden, şu sıralar gözümüzün önünde gerçekleşen bir olayı anarak yakından bakmak gerekli.

Doğuda bir köy

Birkaç yıl önce bir kırsal kalkınma programı çalışmasını yerinde görmek için doğuda bir köy ziyaretine gitmiştim. Hayvancılık, çoğunlukla da koyun yetiştiriciliği ve balcılık yapılan bir köydü. Yaklaşık 500 nüfuslu bu köy Kürt sorununa şimdi olduğu gibi şiddet kullanılarak çözüm arandığı 1990’lı yıllarda güvenlik güçleri tarafından zorla boşaltılan binlerce köyden biriydi.

O yıllarda 3 milyona yakın insan göç ettirildi. Çeşitli kentlere göçmek zorunda kalan insanların çoğu aradan 10-15 yıl geçtikten sonra tekrar köylerine dönmüşlerdi. Tıpkı ziyaret ettiğim köy gibi. Geride oturulabilir durumda bir ev ve güdebilecekleri koyunları kalmamıştı. Bu zorluklara rağmen elde edilen çeşitli desteklerle 10 yıl gibi bir zaman diliminde köyde 1500-2000 civarında koyun içeren bir sürü oluşturabilmiş ve balcılık da yeniden canlandırılmıştı. Ancak bütün bu hayata tutunma, geçinme çabaları son 2 yıl içinde yeniden tarumar edildi. Son serbest seçim olan 7 Haziran 2015 seçimlerini AKP’nin kaybetmesi üzerine yeniden alevlendirilen çatışmalar, tutuklamalar, baskılar ve yaylalara çıkışın yasaklanması gibi uygulamalarla iyiye giden her şey tersine döndü. Hayvanları serbestçe otlatmak olanaksız kılındığı ve yemle beslemeye de ekonomik güçleri yetmediği için köylüler geçtiğimiz 2 yıl içinde koyunlarının tamamı satmak zorunda kaldılar.

Ülkemizde 1980 yılında 48 milyon olan koyun sayısı 2016 yılına geldiğimizde 23 milyona düştü. Bu sayısal azalma Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde çatışma ve şiddet nedeniyle çok daha sert bir şekilde yaşanmış ve koyun varlığı 1991-2010 yılları arasında yarı yarıya azalarak 19 milyondan 11 milyona düşmüştür.2

Giden koyunların yerine ne geldi? Biraz da ona değinelim.

Dışa Bağımlılık, antibiyotikli ve GDO’lu yiyecekler

Ülkemizdeki büyükbaş hayvanların çoğunluğunu oluşturan sığırların sayısı geçtiğimiz 30-40 yıl içinde fazla değişmedi. Ancak büyükbaş hayvanların kompozisyonu değişti.

Anadolu coğrafyasının bitki örtüsüne uyum sağlamış, kanaatkâr “Yerli Kara”, “Doğu Anadolu Kırmızısı” gibi çeşitlere mensup sığırların sayısında muazzam bir düşüş olurken Avrupa’dan ithal edilen sığır çeşitlerinin sayısı olağanüstü arttı.

2016 yılı itibariyle ülkemizde mevcut 14 milyon sığırın yüzde 80’i ithal edilmiş “kültür ırkı” olarak nitelenen hayvanlardan oluşuyor. Oysa Avrupa coğrafyasındaki uzun otlarla beslenmeye elverişli diş yapısına sahip, ülkemiz meralarındaki kısa otları yiyemeyen bu hayvanlardan yüksek miktarda et ve süt alabilmek kapalı ağıllarda mısır ve soya içeren yemlerle besleme ile mümkün.

Hayvan besiciliğinde maliyetin yüzde 60-70’ini yem oluşturuyor. Yem için gerekli hammadde GDO’lu mısır ve soya ithali yoluyla temin ediliyor. 2009-2013 yılları arasında soya ve mısır ithalatına 14,6 milyar dolar ödendi. Tahılla besleme hayvanların beslenme alışkanlıklarına aykırı ve hayvanlarda bazen cerrahi müdahale gerektiren çeşitli sağlık sorunlarına yol açıyor. Bu sorunlarla baş edebilmek için de bolca antibiyotik (ve pek çok başka ilaç) kullanılıyor. Kullanılan ilaçlar gıdalarda kalıntı bırakıyor. Zamanla antibiyotiklere dirençli mikroplar gelişiyor.

Kalıntılı gıda ürünlerini tüketmek en çok çocukların sağlığına zarar veriyor. Antibiyotiklere sürekli maruz kalmak çocukların bağırsaklarındaki besinlerin etkili bir şekilde sindirimi, toksik etkili kimyasal maddelerin elimine edilmesi ve çeşitli vitaminlerin oluşumu gibi sağlıklı bir hayat için son derece önemli pek çok işlevi yerine getiren mikrobiyal ekosistemi altüst ediyor.

Birbirine bağlı bu meseleler konuşulamıyor; devlet ricalinden hesap sorulamıyor. Bütün bu üretim-tüketim sürecinin sağlıklı işlemesinden sorumlu kamu kurumları görevlerini layıkıyla yapmıyor. Gıdalardaki toksik kimyasal kalıntıları ile ilgili örneğin GDO’lu ürünlerin üretiminde çok kullanılan ticari adı Roundup olan glifosat isimli ot öldürücü tarım kimyasalı için verilen soru önergelerinde olduğu gibi.

Gıdalarda ya da sularda glifosat kalıntılarının bulunup bulunmadığını ve bu konuda ne gibi sağlık önlemleri alındığına dair mecliste verilen soru önergelerine gelen yanıtların sorulan sorularla zerre kadar ilgisi bile olmuyor. Zira ülkemizde devlet kamu adına konuşur ama kamuya konuşmaz.

Güneydoğu’da koyun besiciliği yapmaya uygun binlerce köyde koyunların elden çıkarılmasına yol açan şiddet ile büyükbaş hayvanların etindeki antibiyotik kalıntılarının –ve çocuk sağlığının- birbiri ile ilgili olabileceği ise ya akla ya da dile gelmez.

Sağlıklı beslenme toplumsal barıştan neşet eder

Yeterli gıda temini ve gıda güvenliğinin sağlanması bir toplumun teknik imkânlarını artırarak çözebileceği bir sorun değil. Toplumsal barışın ve adaletin sağlanamadığı bir toplumda beslenme veya gıda güvenliği ile ilgili sorunları çözmek olanaksız. Barış ve adalet sağlanamadığı sürece de bir gün Rusya’dan antibiyotik kalıntısı içerdiği için ülkemize iade edilen tavuk etleri, bir başka gün meyve veya sebzelerdeki tarım zehri kalıntıları konuşulur.

Meseleler arasındaki bağlantılar görünmez kılınmıştır. Devlet kurumlarının iyi denetim veya kontrol yapması talep edilir. Sonra her şey unutulur. Kötülüğün dönüp dolaşıp kendine en kolay devlet katında vücut bulduğu bir ülkede; barış içinde yaşayabilen bir toplum hayal etmek, bu hayali mümkün kılmak için çabalamak, yıkıma doğru giden bir toplumda yapılabilecek en anlamlı şeylerden biri. İşte bunu unutmamalı.

Bazı sorular

Toplumsal çatışmalarını çözmüş bir toplum olabilseydik hangi sorunları konuşuyor olurduk? Ya da çözemediğimiz için hayati önem taşıyan hangi sorunlar bir türlü görüş alanımıza girmiyor?

İnsan hakları mücadeleleri neden sadece işkence ve kötü muamele ile sınırlı kalmıştır ülkemizde?

İnsan hakları için verilen mücadelelerin çocuk sağlığı ve sağlıklı beslenme için verilen mücadeleleri kapsamasını sağlamak, toplumun geniş kesimlerini hak mücadelesi süreçlerine dâhil eder mi?

Bu sorular yanıtları üzerinde birlikte düşünmeyi gerektiriyor.  

1 Anadolu coğrafyası bozkır haritası MEB Temel Eğitim Programı, İlköğretim 5. sınıf Sosyal Bilgiler, Folyo no. 10 11 12’den alınmıştır.

2 Küçükbaş hayvan sayılarında 2010 yılından sonra gözlenen artışın doğru olmadığını, TUİK’in bu konuda güvenilir istatistikler sunmadığını ve gerçek rakamın daha az olduğunu düşünüyorum.

Bu yazı ilk kez 30 Aralık 2017 tarihli Cumhuriyet Akademi ekinde yayınlanmıştır.

Bu yazı bianet.org/ dan alınmıştır

 

Bülent Şık

Türkiye’de ‘erkek şiddeti’ 2017’de 409 kadını öldürdü!

Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu, kadın cinayetlerine ilişkin 2017 veri raporunu yayınladı. Yayınlanan rapora göre geçtiğimiz yıllara göre kadın cinayetlerinin arttığına dikkat çekilirken 2017 yılında 409 kadın öldürülürken, 387 çocuk cinsel istismara uğradı, 332 kadına cinsel şiddet uygulandı. Raporla birlikte yapılan yazılı açıklamada 2017 yılında özellikle 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü dolayısıyla kadınların meydanları doldurduğu kasım ayında ise en az kadın cinayetinin yaşandığına dikkat çekildi. Öte yandan Temmuz ayında kadınlar “kıyafetime karışma” dolayısı ile sokağa çıktığı ayda da en az kadın cinayetinin yaşandığı ay oldu.

“Erkek şiddeti” oranı en yüksek iller: İstanbul, İzmir, Antalya, Bursa, Adana, Gaziantep ve Konya

Yayınlanan raporda erkekler tarafından 2017 yılında 409 kadın öldürülürken, 387 çocuk cinsel istismara uğradı, 332 kadına cinsel şiddet uygulandığı belirtildi. En fazla kadın cinayetinin yaşandığı iller ise İstanbul’da 57, İzmir’de 32, Antalya’da 25, Bursa’da 18, Adana’da 17, Gaziantep’te 15, Konya’da 12 şeklinde sıralandı. Kadın cinayetlerinde yaşamlarını yitiren kadınların 88’i kendi hayatına dair karar almak, 30’u boşanmak istediği için öldürülürken; 134 şüpheli ölüm ve 110 tespit edilemeyen kadın cinayeti gerçekleştiği şeklinde belirtildi. Öte yandan geçen yıllara göre şüpheli ölümlerde artış olduğuna dikkat çekildi. Belirlenen 332 cinsel şiddette ise 129 kadının kamuya açık yerlerde ve tanımadığı erkekler tarafından cinsel şiddete maruz kalındığına dikkat çekildi. Aylara göre dağılımda ise Kasım ayında 27 ve Temmuz ayında ise 28 kadının yaşamını yitirdiği açıklanırken ölümlerde en az bu aylarda olmasının nedeni olarak 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü ve Kıyafetime Karışma eylemleri olarak gösterildi.

Şüpheli ölümlerde artış

Kadın cinayetlerinin nedenlerinin yüzde 33’ünün nedenin tespit edilemediği, yüzde 22’sinin “kocaları” tarafından öldürüldüğü yüzde 13’ünün ise “tanıdığı biri/akraba” tarafından öldürüldüğü tespit edildiği dile getirildi. Kadın cinayetlerinin hangi bahaneler ile işlendiği noktasında ise yüzde 29 şüpheli ölüm, yüzde 28 tespit edilemeyen yüzde 21’inin ise kadınların kendi hayatlarına dair karar alması olarak ifade edildi. Kadınların yüzde 34’ü evli iken yüzde 14’ünün bekar yüzde 49’unun ise tespit edilemediği açıklandı. Kadınların yüzde 43’ü ateşli silahlar yüzde 21’inin ise kesici alet ile öldürüldüğü tespit edildiği rapora yansıdı.

Genç kadınlar mücadeleyi büyütüyor

Yayınlanan raporda kadınların her şeye rağmen mücadele ettiği ifade edilirken özellikle de genç kadınların mücadelenin en önlerinde olduğu belirtilirken raporda şu ifadelere yer verildi:

“Geçtiğimiz yıllara göre 2017 yılında kadın cinayeti arttı. Bu yıl 409 kadın kardeşimiz hayatını kaybetti. OHAL ile KHK’lar ile özellikle haklarımıza yönelik saldırıların artmasıyla kadın cinayetleri de paralel olarak artış göstermeye başladı, Aralık ayında tam 45 kadın hayatını kaybetti. Yine OHAL ile beraber sürdürülen savaş politikaları kadın cinayetinde vahşetin artmasına sebep oldu; kadın cinayetlerinde faili belli olmayan cinayetlerle karşılaştık. Koruma altında kadınlar öldürüldü. Yaş aralığı düştü, çocuklar öldürüldü. 2017 yılında kadın cinayetinin en çok artmasının sebepleri devletin kadın cinayeti ve kadına yönelik şiddete karşı önlem alması yerine daha çok artıracak uygulama ve yasaların getirmeye çalışmasından dolayıdır. Çocuk yaşta evliliklerin önünü açacak olan ‘Müftülüklere resmi nikâh yetkisinin’ verilmesi bir gecede apar topar ‘isteseniz de istemeseniz de geçecek’ denilerek yürürlüğe girdi, arabuluculuk gibi hukuk dışı uygulamalar getirilmeye çalışıldı, 6284 zedelenmek istendi. Bu gibi yasa ve uygulamaların geçirilmeye çalışıldığı ekim ayında kadın cinayetinde ciddi oranda bir artış yaşanmış, 40 kadın öldürülmüştü. 2017 buna karşın kadınların örgütlü mücadelesinin de arttığı bir yıl oldu. 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü dolayısıyla kadınların meydanları doldurduğu kasım ayında, “kıyafetime karışma” dediğimiz temmuz aylarında ise en düşük kadın cinayeti yaşandı. Artan kadın cinayeti, çocuk istismarı ve cinsel şiddete rağmen kadın mücadelesinin sürdüğü bir yılı geride bıraktık. Türkiye’nin ilk imzacısı olduğu İstanbul Sözleşmesi’ne göre kadın cinayeti verilerinin derlenmesi ve nedenlerinin açığa çıkartılması devletin görevidir. Ancak bunu yapmayan yetkili merciler yerine Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu olarak basından aldığımız bilgilere göre bu verileri hazırladık; sizler için paylaşıyoruz.”

 

(Birgün)

Çevre hareketi tekerrür mü ediyor?

Türkiye’de gündem çok hızlı değişir.

Bu, herkesin üzerinde ortaklaştığı bir durumdur.

Fakat bir de bu hızlı gündemin kendisini tekrarlama gerçeği vardır. Bu da aradan seneler geçse bile bazı olayların sanki “Türkiye’nin kaderiymiş” gibi kendisini tekrarlamasıdır.

İçinden geçtiğimiz bu günleri yani 15 Temmuz sonrası yaşanan toplumsal ruh halini (Bu ruh halinin başlangıcını 7 Haziran Seçimleri sonrası yaratılan ve 1 Kasım ile sonuçlanan sürece ya da Gezi sonrası ortaya çıkan bıkkınlığa kadar götürmek mümkün) 12 Eylül sonrası yaşanan ruh hali ile benzeştirmek olası.

İnsanların güncel olanla daha az ilgilendiği, politikadan koptuğu, değişim umudunun geride kaldığı bir dönemin içerisindeyiz. Akıl sağlığını korumak isteyenlerin neredeyse “şalteri kapatıp” başka konulara yoğunlaştığı bir güncelliğin içerisinde yaşıyoruz. Daha az haber, daha az gazete, daha az Twitter…

Peki, bu ruh halinin çıkışa da 12 Eylül’e benzeyebilir mi?

Benzerse yine çevre hareketi bu çıkışta 12 Eylül sonrasında olduğu gibi önemli bir rol oynayabilir mi?

Türkiye’de çevre hareketinin kitleselleşmesinin tarihine baktığımızda 12 Eylül sonrasının bu kitleselleşmenin yaşandığı tarihler olduğunu görüyoruz. 12 Eylül öncesinde çeşitli siyasi gruplarda yer alan insanların, siyaset ile ilgilenmenin hem zor hem de “değersiz”görüldüğü bir dönemde; kendilerine çıkış yolu olarak gördükleri bir alan oldu çevre hareketi. İlk Yeşiller Partisi’nin 1988’de kurulması; ondan önce çevreyi temel alan protestoların artması; küçük küçük gruplarla hareketlenmenin şehirlerden daha az nüfuslu alanlara yayılması… Bunlar hem o dönemin baskılarına karşı açılan yeni bir yolun da sonuçlarıydı. Ses çıkartmak isteyen insanlar kendilerine bu çatlağı buldular ve ilerlediler. Dönemin popüler rock şarkılarına kadar girdi “Nesli tükenen kaplumbağalar!)

Günümüze bakınca da durum benzer bir hal izliyor. 15 Temmuz sonrası yaşanan OHAL, 15 Temmuz ile ilgisi olmamasına, hatta toptan 15 Temmuz’un yaratıcılarına ve yaratıcılarını besleyenlerine karşı olmasına rağmen işini kaybetmiş, ülkeden gitmek zorunda kalmış binlerce insan ve yılmış bir toplum. Herkesin köşesine çekilip, sırtını da ringe dönmüş bir şekilde hayıflandığı ve kendi kendisini yediği bir sosyal ortam. Fakat bir taraftan da giderek artan çevre protestoları. Son dönemde biraz kafayı kaldırıp baktığımızda daha önce örneği pek görülmemiş şekilde Türkiye’ye yayılmış bir çevre protesto haritasıyla karşılaşıyoruz. Gökçeada’dan; Tokat’a; Bolu’dan Mersin’e ve Eskişehir’e ve Muğla’ya ve Artvin’e… Kısaca her yere yayılan çevre protestoları ile karşı karşıyayız. Büyük kentlerimizde henüz bu ölçüde bir hareketlilik görülmüyor ama oralarda da kent ve kentlilik temelli karşı çıkışların yaşandığını görüyoruz.

Peki, o zaman sorumuza geri dönelim. 15 Temmuz sonrası toplumun üzerine çöken ölü toprağını atmak, çevre protestolarına, çevre hareketine mi nasip olacak? Çevre hareketi tekerrür mü edecek? Buna “Olabilir” demek ne yazık ki o kadar da kolay değil. Bu hareketlerin birbirinden habersiz olmasa da koordinasyonsuz olması, herkesin kendi yöresini savunmasına ama başka yörelere çok fazla ilgi göstermemesine sebep oluyor. Sosyal medya bu koordinasyonu sağlasa da; onun da etkisi sanaldan gerçeğe inmekte zorlanıyor.

Fakat 12 Eylül ile 15 Temmuz sonrasının en büyük farkı artık çevre protestoları dev bir ekonomiye karşı yapılıyor. Rant ve yağma ekonomisi kentleri ve kırsalı kemiriyor  ve bu kemirme insanların yaşam alanlarına dokunduğunda bir ses çıkmaya başlıyor. Gezi Parkıve Kuzey Ormanları karşılaştırmasını burada akılda tutmakta fayda var. Protestolar yaşam alanlarına geldiğinde yükseliyor. Yaşam alanlarına gelen yıkımın ekonomik değeri ise aynı oranda çok oluyor. Fakat umutsuz olmamak gerekir. Şu anda sokakta olabilen, insanları arkasından sürükleyebilen ve bu koyu OHAL şartlarında ses çıkartabilen insanlar bunu büyük oranda çevre için yapıyor. Eğer bu OHAL’in kara perdesi yırtılacaksa, arkasından bir yeşil bir ton göreceğiz.

Yeşil Gazete yazıları ve diğer yazılar için: http://www.urbarli.net

https://twitter.com/Urbarli

Meral Akşener’den ‘iki ilde silahlı eğitim kampları bulunuyor’ uyarısı

İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener, Konya ve Tokat’ta silahlı eğitim kampları kurulduğuna yönelik duyumlar aldığını gündeme getirerek araştırılmasını istedi.
İyi Parti Genel Başkanı Meral Akşener, KHK ile ‘darbe girişimi ve sonrasındaki terör olaylarına müdahale eden sivillere yargı dokunulmazlığı verilmesi’ tartışması devam ederken Tokat ve Konya’da silahlı eğitim kampları olduğu iddiasını gündeme getirdi.

Sözcü Gazetesi Ankara Temsilcisi Saygı Öztürk’e konuşan Akşener, son dönemlerde uzun namlulu silahlarla bazı kişilerin ortalıkta dolaştığını ve bunlarla ilgili çok önemli iddialar olduğunu söylerken şu ifadeleri kullandı:

“Örneğin Tokat ve Konya’da silahlı eğitim kampları bulunduğunu duyuyoruz, bu iddialar söyleniyor. Araştırılırsın ve bize bilgi verilsin. Bunların seçim döneminde rol alacakları, istenmeyen bir sonuç çıkması halinde karışıklık yaratacakları yolunda yoğun söylentiler var. Bunlardan birisi de Sadat diye bir yapı. İnanın Sadat da diğer yapılar da benim için toz zerresidir. Bu malum yapılar insanları çatışmaların içerisine sürükleyecekler. Şimdiden uyarıyorum ve önlem alınmasını istiyorum.”

“‘Sandık başlarını Sadat’çılart tutacak’ diye korku aşılıyorlar”

İYİ Parti Genel Başkanı Akşener, AKP’nin seçmeni sandıktan uzak tutmak istediğini belirterek şu ifadeleri kullandı: “Cumhurbaşkanlığı seçimiyle ilgili yapılan anketlerde 50 artı 1’i ferah ferah göremiyorlar o yüzden AKP’de asabiyet var. Vatandaş ‘Hile olacak, oy kullansak ne olur’ dememeli. Seçmeni sandıktan uzak tutmak istiyorlar. ‘Sandık başlarını Sadat’çılar tutacak, falanca silahlı örgüt tutacakmış’ diye vatandaşa korku aşılıyorlar. Ben de her fırsatta onlara ‘korkmayın’ diyorum. Korku kelimesi sinsi şekilde insanların ilklerine işleyen bir kelime olmuş. Bizim huzura ihtiyacımız var bunu da sağlayacağız.”

“Seçim 15 Temmuz’da”

Erken seçim tartışmaları hakkında da konuşan Akşener şunları kaydetti: “Benim bildiğim Erdoğan yerel seçimlerden önce cumhurbaşkanlığı seçimini yaptırır ve tarih olarak da 15 Temmuz’u seçer. Erdoğan, asla bu tarihi kaçırmaz. Güneydoğuda bir PKK bir de AKP yumruğu var. İki taraf da kendisindensin ya düşmansın havasındalar seçmenin alternatife ihtiyacı var o da İYİ Parti. Diyarbakır’dan da milletvekili çıkaracağız. Batının da doğunun da ortak sorunu hukuksuzluk. Belediyeye kayyum atanıyor. Hizmet yapıyor ama ayrımcılık da devam ediyor. Bitlis’in bir ilçesindeydim bir genç yanıma geldi ‘huzur istiyorum’ diye ağladı. İnsanlar huzur istiyor.

Yabancılar bana iki soru yöneltiyorlar. Birincisi ‘Seçime girebilecek misiniz?’İkincisi de ‘Korkmuyor musunuz?’ Bunlar ülkemiz adına çok üzüntü verici sorular. Partimizin seçime sokulmayacağını, benim cezaevine atılacağımı düşünüyorlar. Buradan çıkan sonuç seçim kazanmak için AKP’nin her şeyi yapabileceğidir. Çok üzüntü verici bir şey. Ben de yabancılara ‘Seçime girebiliriz, bir şey olmaz. Erdoğan kendine bir kadından korktu dedirtmez. Ülkemiz adına rahat olun’ diyorum.”

 

(Sözcü)

İran’daki hükümet karşıtı gösterilerde ölü sayısı 22’ye yükseldi

İran’da Perşembe günü ekonomik sorunlara karşı başlatılan ve kısa sürede hükümet karşıtı gösterilere dönüşen protesto eylemleri Pazartesi gece saatlerinde şiddetini arttırdı. Dün 9 kişinin hayatını kaybetmesiyle ölü sayısı 22’ye yükseldi. Ülke genelindeki protestolarda biri Devrim Muhafızları’na bağlı bir bekçi olmak üzere 13 kişinin, cumartesi günü ise Dorud kentindeki eylemlerde bir yaşlı adam ve bir çocuğun hayatını kaybettiği açıklanmıştı. Gösterilerin askeri üs ve polis merkezlerinin önünde de devam ettiği bildirildi. Tahran’da da düzenlenen sokak eylemlerinde 200’ü aşkın kişinin gözaltına alındığı belirtiliyor.

Tahran yönetimine diyalog çağrısı

Bugün altıncı gününe giren protesto gösterileri ülkenin farklı kentlerine yayılmış durumda. İran’daki gelişmeleri yakından takip eden Batılı ülkeler, Tahran yönetimine “protesto hakkını koruma ve diyalog” çağrısında bulundu. AB Dış Politika ve Güvenlik Yüksek Temsilcisi Federica Mogherini’nin sözcüsü, Tahran yönetimine “barışçıl protesto ve düşünce özgürlüğü haklarını güvence altına alma” çağrısı yaptı.

İngiltere Dışişleri Bakanı Boris Johnson da dün gece bir açıklama yaparak, İran’daki protestocuların dikkat çekmeye çalıştığı konuların tartışılmaya açılması gerektiğini ifade etti.

Rusya Dışişleri Bakanlığı’ndan yapılan açıklamada ise İran’daki protestolara dışarıdan yapılacak olası müdahelelerin ülkedeki mevcut durumu “istikrarsızlaştıracağı” uyarısında bulunuldu.

Sosyal medya hesaplarına erişim engeli

İran yönetimi, eylemcilerin organize olmasını engellemek için Telegram ve Instagram dahil çeşitli sosyal medya hesaplarını kapattı. Telegram’ın kurucusu ve CEO’su Pavel Durov, geçen cumartesi günü Twitter’dan yaptığı açıklamada “Bir Telegram kanalı (amadnews) takipçilerine polise karşı molotofkokteyli kullanmaları çağrısı yapmaya başladı ve bizim ‘şiddet çağrısına hayır’ kuralımıza bağlı olarak askıya alındı. Dikkatli olun. Geçmemeniz gereken çizgiler vardır” dedi. Ancak Durov, Tahran hükümetinin daha sonra Telegram uygulamasına erişimi tamamen kapatması üzerine, önceki gün “İranlı yetkililer, barışçıl protesto yapan kanalları kapatmayı reddettiğimiz için Telegram’a erişimi bloke ediyor” diye bir başka tweet attı.

Gösteriler nedeniyle Türkiye’nin Tahran Büyükelçiliği ile ülkedeki diğer Türkiye temsilciliklerinin şu ana kadar olumsuz etkilenmediği belirtildi.

2009’dan bu yana ilk protesto gösterileri

Geçen Perşembe günü ülkenin ikinci büyük kenti Meşhed’de hayat pahalılığı, işsizlik ve ekonomik sıkıntılara karşı başlayan protesto eylemleri altıncı güne girdi. Protestolar kısa sürede hükümet karşıtı gösterilere dönüştü.

İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani pazartesi günü  parlamentonun güvenlik komisyonunda yaptığı konuşmada, protestoların sadece “yabancı bir komplo” olarak nitelendirilmesinin hata olduğunu, insanların sorunlarının sadece ekonomik olmadığını ve vatandaşların daha fazla özgürlük istediğini dile getirmişti.

İran, 2009 yılından bu yana en şiddetli sokak gösterilerine sahne oluyor. Ülkede son olarak 2009 yılında Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad’ın yeniden göreve gelmesinin ardından  geniş çaplı protesto gösterileri düzenlenmişti.

 

(Deutsche Welle, Hürriyet)

Mantar ilaçları da arıları öldürüyor!

İngiliz The Guardian gazetesinde yayımlanan bir haber, bitkilerdeki mantar oluşumlarına karşı kullanılan fungusitlerle arı ölümleri arasındaki ilişkiyi ortaya çıkardı. ABD’de Cornell Üniversitesi’nde yapılan bir araştırma, arı nüfusunun azalması konusunda şaşırtıcı bir sonuç ortaya koydu. Pestisitlerin arı ölümlerine neden olduğu biliniyordu, ancak genellikle neonikotinoid gibi doğrudan böcekler için kullanılan pestisitler üzerinde duruluyordu. Ancak bitkilerdeki mantar oluşumlarını engellemek için kullanılan fungusitlerin de arı ölümlerinde rol oynadığı ortaya çıktı.

Fungusitlerin arıları nasıl etkilediği tam olarak bilinmiyor. Ama faydalı bağırsak mikroplarını öldürerek arıları nosema parazitlerine karşı savunmasız bıraktıkları ve diğer pestisitlerin etkisini artırdıkları tahmin ediliyor.

Aynı araştırma, neonikotinoidlerin arı ölümlerindeki etkin rolünün altını bir kez daha çizerek, neonikotinoidlerin arıların hayatta kalma oranını %50 oranında etkilediğini gösteriyor.

Avrupa’da kullanımı sınırlanan neonikotinoidler konusunda tamamen yasak getirilmesi için Avrupa Birliği‘nin yapacağı oylamanın 2018 başlarında gerçekleşmesi bekleniyor. Birçok ülkenin yasak lehine oy kullanması bekleniyor.

Türkiye’de ise neonikotinoid kullanımı tamamen serbest. 2013-2014 yıllarında Akdeniz Üniversitesi Gıda Güvenliği ve Tarımsal Araştırmalar Merkezi’nin yapmış olduğu incelemelerde ülkedeki meyve ve sebzelerin birçoğunda neonikotinoid tespit edilmiş ve bunların büyük oranda yasal limitin üstünde olduğu açıklanmıştı.

Bal arıları 57 farklı pestisit yüzünden ölüyor

İngiltere arılara zarar veren pestisitleri tamamen yasaklıyor

Tohum ve pestisit tekelleri mercek altında – Ayşe Bereket

 

(Buğday Derneği)

10 maddede Türkiye’nin 2017 ekoloji gündemi – Pelin Cengiz

Bu yazı artıgercek.com sitesinden alındı

Türkiye’de çevre ve yaşam alanları mücadelesi açısından 2017 yine zorlu bir yıl olarak kayıtlara geçti. İnşaat, mega projeler ve fosil yakıt enerjilerine dayalı dengesiz kalkınma ve sanal bir büyümenin etkisiyle 15 yıldır kentler, denizler, kıyılar, ormanlar, dereler, yaylalar, dağlar, tarım alanları nasıl rant uğruna talan edildiyse, 2017’de de değişen bir şey olmadı, talan tüm hızıyla devam etti.

Hava, su, toprak velhasılı topyekün doğa, enerji ve inşaat projeleriyle biraz daha kirletildi, kıyıların şekli değiştirildi, ormanlar yakıldı, yeni termik santraller müjdelendi, Türkiye’nin doğal, tarihi ve kültürel varlıkları yine tahrip edildi. HES’lere, mega projelere, termik santrallere, nükleere, madenlere karşı sürdürülen mücadeleler devam ederken, yine havası, suyu, toprağı, yaşam alanları kirletilen kentler, ÇED’sizleştirme, ormansızlaştırma önemli gündem maddelerini oluşturdu.

Türkiye’de zaten zorlukla yürütülen çevre ve yaşam alanları mücadelesi, 15 Temmuz 2016’daki darbe girişiminin ardından ilan edilen OHAL ile birlikte daha da çetin bir sürece girmişti. OHAL öncesi birtakım uygulamalarla zaten sürekli ve sistematik şekilde önü kesilmeye, susturulmaya, itibarsızlaştırılmaya çalışılan mücadelenin sorunları 2017’de daha da derinleşti. OHAL sürecinde alınan bazı kararlar ve gerçekleştirilen uygulamalarla ekoloji mücadelesi neredeyse konuşulamaz, gündemde yer bulamaz hale geldi.

Valilik emirleriyle itiraz hakkının ve her türlü hak mücadelesinin engellenmesi, bilgi edinme hakkının ve halkın katılımının istisnaileştirilmesi, mahkeme kararlarının uygulanmaması hukuksuzlukları arttırdı. ÇED raporlarıyla ilgili yapılması gereken halkın katılımı toplantıları yapılmadan, tartışmalı projelerle ilgili yeni izinler verildi.

Geride bıraktığımız yıla çevre ve yaşam alanları mücadelesi açısından damgasını vuran olayı 10 maddede özetlemeye çalıştım:

  • Varlık Fonu’nun mega projelerle ilişkisi: 2017’de pek çok kamu kuruluşunun KHK’larla Varlık Fonu’na devredilmesi büyük bir tartışmanın da fitilini ateşledi. Temelde mega projelere kamu kesiminin borcu arttırılmadan sermaye yaratılması, yaratılan kaynağın da Varlık Fonu çatısı altında toplanarak yine mega projelere aktarılması planlanıyordu. Ancak, bunu gerçekleştirmek o kadar kolay olmadığı için kamunun elindeki en değerli kurumlar Fon’a aktarıldı. Varlık Fonu’nun kurulmasındaki gerekçelerden biri, “Otoyollar, Kanal İstanbul, Üçüncü Köprü ve Üçüncü Havalimanı, nükleer santral gibi büyük altyapı projelerine kamu kesimi borcu arttırılmadan finansman sağlanması” olarak açıklanmıştı. Kamu kuruluşlarının devriyle birlikte, şirketlerin mega projelerle yarattığı çevre suçlarına finansman sağlanmasının önü açıldı. Örneğin, yabancı yatırımcılara ya da üstlenici firmalara HES, maden ocağı gibi projeler için kredi verilecek, büyük küçük tüm talan projeleri, “stratejik yatırım” sayılarak, Fon’dan faydalanabilecek, daha fazla projeyi Varlık Fonu’ndan yararlandırmak için ÇED süreçleri, imar izinleri, ruhsat, tescil ve tahsis kararı gibi birçok idari karar ve hukuki prosedür tamamen ortadan kaldıracak…
  • Ali Ulvi ve Aysin Büyüknohutçu çiftinin katledilmesi: Asırlık sedir ve çam ağaçlarının bulunduğu Alacadağ, Gökçeyaka, Kızılcık ve Adala gibi bölgelerdeki taş ve mermer ocaklarına karşı bölge halkının da desteğiyle yaklaşık altı yıldır hukuki mücadele sürdüren Ali Ulvi ve Aysin Büyüknohutçu çiftinin katledilmesi Türkiye’de çevre mücadelesi açısından çok kritik bir eşik olarak tarihe geçti. Türkiye’de çevre ve yaşam alanları mücadelesi verenler AKP iktidarları döneminde ötekileştirildi, çeşitli iftira ve karalamalarla itibarsızlaştırılmaya çalışıldı, mücadele platformlarında şiddete maruz kaldı. OHAL de, çevre mücadelesi verenlere yönelik saldırılara cesaret verdi. Büyüknohutçu çiftinin katledilmesini planlayan esas kişiler hala bulunmadı.
  • Türkiye’nin Paris Anlaşması onay sürecini askıya alması: ABD Başkanı Donald Trump’ın Paris İklim Anlaşması’ndan çekilme kararı alması sonrası, Türkiye de peşinden gitti. 2016’da pek çok ülkeyle birlikte anlaşmayı imzalayan ancak anlaşma metninin TBMM’deki onay süreci henüz tamamlanmadığından resmi olarak anlaşmaya taraf olmayan Türkiye, “yol haritasının gözden geçirilmesi için” onay sürecini askıya alma kararı aldı. Türkiye, kısaca hem gelişmekte olan ülkeler sınıfında yer almak hem Yeşil İklim Fonu tarafından desteklenmek hem de kömüre yatırım yapmak istiyor.
  • Zeytinlikleri imara açma inadının tekrar etmesi: TBMM’de daha önce tüm partilerin oylarıyla altı kez reddedilen, zeytinciliğin idam fermanı olarak kabul edilen Zeytincilik Yasası’nın değiştirilmesi yedinci kez gündeme getirildi. Bilim Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı’nın, üretim ve yatırımın önündeki engelleri kaldırmayı hedefleyen, “Üretim Reform Paketi Kanun Tasarısı Taslağı”nda yer alan düzenleme ile 3573 sayılı Zeytincilik Yasası’nın 20. maddesi değiştirilerek “zeytinlik alanlar ve bu alana 3 kilometre mesafede zeytinyağı fabrikası hariç tesis yapılamaz” hükmü kaldırılmak istendi. Konunun günlerce tartışılmasının ardından tasarıdaki, “kamu yararı kararı alınan yatırımlar için zeytinlik sahalarında yatırım yapılmasına izin verilebilmesine yönelik düzenlemeyi içeren maddenin tasarıdan çıkarılmasına” karar verildi.
  • 1453 kamyonla İstanbul’un fethinin kutlanması: Yapımı sırasında çevreye verdiği tahribatlarla birlikte İstanbul’un can damarı Kuzey Ormanları’na bir hançer gibi saplanan üçüncü havalimanı şantiyesinde çalışan kamyon şoförleri yarattıkları hafriyat terörü yetmezmiş gibi, 1453 kamyonla geçit yaparak İstanbul’un fethini andı. Önce doğa düşmanı olan, sonra insan canına kasteden bu kamyonlarla şov yapılmasında parmağı olanların arsızlığına yine onlar adına başkaları utandı.
  • Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanunu’nun gündeme gelmesi: Kanun taslağı, 2013’te Meclis gündemine geldiğinde, hem hazırlık aşamasında toplumsal mutabakattan yoksun olması sebebiyle hem de içerdiği talanı kurumsallaştıran düzenlemeler nedeniyle çok fazla eleştiri almıştı. Tasarının yasalaşmaması için pek çok sivil toplum kuruluşu mücadele verdi, protesto gösteriler, imza kampanyaları düzenlendi. O dönem geri çekilen tasarı, dört yıl sonra tekrar önümüze getirildi. Adında koruma geçse de, tabiatı koruma değil tam bir kullanma yasası. İktidarın her türlü doğal, kültürel ve tarihi varlığı metalaştırma ve rant sağlama yaklaşımının gerçek bir aracı niteliğinde. Tasarı yasalaşırsa, Türkiye’de yürürlükte olan doğa korumayla ilgili yasalar tek bir çatı altında toplanacak, milli parklar kanunu yürürlükten kaldırılacak. Bugüne kadar ilan edilmiş tüm koruma alanlarının statüsü yeniden değerlendirilecek. Doğayı korumaktan çok doğayı sınırsız şekilde kullanıma açmaya, yağma ve talana imkan veren bu yasayla, doğal, kültürel ve tarihi varlıkların üzerindeki her türlü koruma kararı kaldırılabilecek, koruma alanlarının sınırları değiştirilebilecek, kısmen veya tamamen farklı bir statüye geçirilebilecek.
  • İstanbul’un yağışlara, sele, yönetimsizliğe teslim olması: AKP iktidarlarının “çılgın projeler” diyarına çevirdiği İstanbul, yaz ortasında yağan yağmurla birlikte tam bir kaos kentine dönüştü. Üstelik, günler öncesinden geleceği bilinen ama artık devasa çarpıklığı ve altyapısızlığıyla ne yapılsa hazırlıksız yakalanılan bir felaket halini aldı. İstanbul’da su baskınlarıyla oluşan büyük risklerden sonra yine ne yerel ne de merkezdeki yöneticilerden sorumluluk alan, hesap veren açıklamalar geldi. Önlem almayan, riskleri azaltmayan yöneticilerin aldığı tek önlem vatandaşa “sokağa çıkmayın” uyarısı yapmak oldu.
  • Cerattepe’de maden aranmasına Danıştay’ın onay vermesi: Daha önce iki kez iptal ettirilen Cengiz İnşaat’ın Artvin Cerattepe’deki altın madenciliği projesi için açılan son ÇED iptal davasında tam bir yargı skandalı yaşandı. 25 yıldır devam mücadelede, Türkiye’nin en geniş katılımlı davası olan en son açılan davada, Rize İdare Mahkemesi ÇED iptal davasının reddine karar verdi. Kararda, Cerattepe’de madencilik faaliyetlerinin yapılabileceğine aykırı bir durum olmadığına yer verildi. Yeşil Artvin Derneği, Rize İdare Mahkemesi’nin verdiği karara Danıştay’a başvurarak itirazda bulundu. İtirazı değerlendiren Danıştay, yerel mahkemenin verdiği “madencilik yapılabilir” yönündeki kararı onayarak, kararın iptal edileceği bir durumun olmadığına kanaat getirdi.
  • Hasankeyf’in baraj inşaatı için dinamitlenmesi: Avrupa’nın En Çok Tehlikede Olan 7 Kültür Mirası’ndan biri olan Hasankeyf ve Dicle Vadisi’nin varoluş savaşı 2017’de de sürdü. Hem de hafızalardan silinmeyecek görüntülerle… Ilısu Barajı, UNESCO Dünya Kültür Mirası kriterlerinin 10’undan dokuzuna sahip dünyadaki tek yer Hasankeyf ve Dicle Vadisi’ni mezara sokacak diyorduk ki, Hasankeyf antik kenti sınırları içindeki baraj inşaatı için yapılan dinamitle patlatma görüntüleri son derece tepki çekti. Daha önce dinamitle patlatma olmayacak belirtilse de, yapılacak liman için hafriyat oluşturmak amacıyla Hasankeyf’in dinamitlendiği kaydedildi. Ayrıca, Zeynel Bey Türbesi bulunduğu kadim topraklardan sökülerek başka bir yere taşındı.
  • Torba Yasa ile madenciye ormanların peşkeş çekilmek istenmesi: Ağırlıklı olarak vergi artışlarını içeren torba yasaya eklenen bazı maddelerle madencilik sektörünün elini rahatlatacak önemli düzenlemeler yapılmak istendi. Tasarının 54, 55, 56, 57, 58 ve 61. maddelerindeki değişiklikler doğrudan çevre ve yaşam alanlarını ilgiliydi. En kritik madde, ÇED işlemleri Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından, diğer izinlere ilişkin işlemler de ilgili Bakanlıklar ve ilgili kamu kuruluşlarınca, ÇED sürecinde en geç üç ay içinde bitirilecek. Aksi takdirde ÇED ve diğer tüm izin başvurlarıyla ilgili olumlu karar verilmiş sayılarak, buna göre işlem yapılacak” şeklindeydi. Maden izin başvurularında ÇED sürecini kaldıran madde muhalefetten ve sivil toplum kuruluşlarından çok tepki alınca kaldırıldı.

2017’de yüzümüzü güldürecek gelişmeler azdı, bu saydıklarımın yanında daha onlarca, yüzlerce hak ihlali, hukuksuzluk, talan/rant projesi var geride… Yeter ki, alışmayalım, sorgulamaya, söylenmesi gerekeni söylemeye, itiraz etmeye devam edelim.

2018’de daha adil, eşit, sağlıklı, ekolojik, demokratik kentsel ve kırsal mekanlarda yaşamak, çevre ve yaşam alanları mücadelesini bir arada, yan yana, diri tutmak umuduyla…

 

Pelin Cengiz – Artı Gerçek

Böcek ilaçları nehirleri de zehirliyor

The Guardian’da Damian Carrington imzası ile yayınlanan haberi Yeşil Gazete gönüllü çevirmeni Sinem Ercan Güleç’in çevirisi ile paylaşıyoruz.

                                                                              ***

Çiçeklenme aşamasında olan bitkiler üzerinde kullanımı yasaklanan neonikotinoidler, İngiltere’de analizi yapılan neredeyse tüm nehirlerde tespit edildi. İlacın balıklar ve kuşlar üzerindeki etkileri konusunda endişeler arttı.

“Norfolk Broads bölgesini besleyen Waveney nehrinde neonikotinoide bağlı kirlilik düzeyi kronik olarak kaydedildi.” Fotoğraf: Graham Turner / The Guardian

Yapılan yeni araştırmalar sonucunda, İngiltere’de bulunan nehirlerin güçlü böcek öldürücü ilaçlar yüzünden kirlendiği ortaya çıktı ve bu zehirli kimyasalların balıklar ve kuşlar üzerindeki etkileri konusunda endişeler arttı.

Arılar ve hayati öneme sahip tozlaşmayı sağlayan diğer türlerin maruz kaldıkları zarardan dolayı, neonikotinoidlerin çiçeklenme aşamasındaki bitkiler üzerinde kullanımı, 2013 yılında Avrupa Birliği tarafından yasaklanmıştı. Neonikotinoidlerin türler üzerinde tahmin edilenden çok daha fazla zararlı olduğunu gösteren araştırmaları takiben, ilaç yasağını tüm dış mekan kullanımlarına genişletme amaçlı bir AB oylamasının yakında çıkması bekleniyor.

Bununla birlikte, dünyanın en yaygın kullanılan böcek ilacı olan neonikotinoidlerin, ötücü kuşlar gibi başka türlere de zarar verdiği konusundaki kanıtlar artmaktadır. Neonikotinoidler 1990 yılından beri kullanılmaktadır ve dünya üzerinde tüm doğayı kirletmektedir. İngiltere hükümeti danışmanı tarafından ele alındığı gibi, ilacın toprak ya da su üzerindeki yoğunluğu yetersiz araştırılmaktadır.

İngiltere’deki nehirlerde neonikotinoidlerin sistematik olarak ilk kontrolü, Avrupa Birliği su yönetmelikleri tarafından zorunlu kılındı ve 2016 yılında ilk kontrol yapıldı. Doğal çevrenin korunması üzerine faaliyet gösteren Buglife isimli yardım kurumunun elde ettiği sonuçlarda, İngiltere’de test edilen 16 nehrin yarısının kronik ya da akut düzeyde kirli olduğu ortaya çıktı. İngiltere civarında test edilen 23 nehrin altısında neonikotinoid tespit edilmedi.

İngiltere’deki nehirlerde tespit edilen böcek öldürücü neonikotinoid seviyeleri

Guardian graphic | Kaynak: Eionet

Uçan böcekler gibi, suda yaşayan böcekler de neonikotinoidlere karşı savunmasızdır ve bu böcekler birçok balık ve kuş için ana besin kaynağıdır. Hollanda’da yapılan son araştırmalar, suda bulunan kronik neonikotinoid kirliliğinin böcek sayıları üzerinde keskin düşüşlere yol açtığını ve kuş sayısındaki ciddi azalmaların bu durum ile bağlantılı olduğunu gösterdi.

 

Haberin İngilizce orijinali  

Muhabir: Damian Carrington

Yeşil Gazete için çeviren:Sinem Ercan Güleç

 

(Yeşil Gazete, The Guardian)

 

Uluslararası Af Örgütü’nün yeni Genel Sekreteri Kumi Naidoo

Amnesty International’da yayınlanan haberi Yeşil Gazete gönüllü çevirmeni Cansu Yılmaz‘ın çevirisi ile paylaşıyoruz.

***

Uluslararası Af Örgütü, küresel insan hakları hareketinin önümüzdeki Genel Sekreteri olarak Kumi Naidoo’yu atadı. Kumi, Ağustos 2018 tarihinden itibaren 2010’dan beri iki kez Genel Sekreterlik yapan Salil Shetty’nin yerine geçecek.

Uluslararası Af Örgütü Yönetim Kurulu Başkanı Mwikali Muthiani; “Kumi’yi yeni Genel Sekreter olarak ağırlamaktan memnunuz. İnsan haklarından herkesin  eşit ölçüde faydalandığı bir dünya için kararlılığımızı güçlendirirken,  adil ve huzurlu bir dünya için sahip olduğu vizyonu ve tutkusu onu küresel hareketimiz için olağanüstü bir lider kılıyor” dedi.

Genel Sekreter, Uluslararası Af Örgütü’nün başkanı ve ana sözcüsü ve Uluslararası Sekreterliği’nin baş yöneticisidir. Uluslararası Af Örgütü, 70’ten fazla ülkede ofisi, 2.600 personeli ve dünya çapında 7 milyon üye, gönüllü ve destekçiyi içeren küresel varlığıyla dünya ölçeğinde en kapsamlı insan hakları hareketidir.

Kumi Naidoo, bir aktivist ve sivil toplum önderidir. Önceki başkanlık rolleri; Greenpeace Uluslararası İdari Yöneticisi, Global Call for Climate Action (Küresel İklim Değişikliği Çağrısı) Başkanı, Global Call to Action Against Poverty (Yoksullukla Mücadele için Küresel Çağrı) Kurucu Başkanı ve CIVICUS: World Alliance for Citizen Participation (Yurttaş Katılımı için Dünya İttifakı) Genel Sekreter’i ve Yönetim Kurulu Başkanı görevlerini içeriyor. O, halihazırda kendi ülkesi Güney Afrika’da üç yeni kuruluşa başkanlık ediyor: Africans Rising for Justice,Peace and Dignity (Afrikalılar Adalet, Barış ve Haysiyet İçin Ayaklanıyor), Campaign For a Just Energy Future (Adil Bir Enerji Geleceği Kampanyası) ve Global Climate Finance Campaign (Küresel İklim Finansmanı Kampanyası). Naidoo, Hukuk ve Siyaset Bilimi (KwaZulu-Natal Üniversitesi) alanında lisans ve Siyaset Bilimi (Oxford Üniversitesi) alanında doktora derecelerine sahiptir.

“Hayatım boyunca bir aktivist ve eylemci oldum; dünya çapında temel özgürlüklere ve sivil topluma artan saldırılara karşı durmamız gerektiği bir zamanda dünyanın insan hakları konusunda en kapsamlı halk hareketine katılıyor olduğum için heyecanlıyım. Bu, ivedilik, tutku ve cesaretle, akıcı ve hızlı bir biçimde değişen küresel ortama uyum sağlamak anlamına gelmektedir.” diyor Kumi Naidoo.

“Uluslararası Af Örgütü’nün adalet ve eşitlik kampanyaları, bugün her zamankinden daha fazla önem arz eden bir durumda ve bu zorlu zamanlarda, örgüte başkanlık etmekten dolayı gururlu ve minnettarım.”

“Dünya, adaletsizliklere karşı savaşmak, hükümet ve şirket liderlerini insan hakları ihlallerinden sorumlu tutmak için Dünya’nın her yerinden çok sayıda insanın harekete geçmekte olduğu heyecan verici bir zamandadır. Salil Shetty, konuya istinaden “Uluslararası Af Örgütü’nün insan hakları için gerçek bir küresel halk hareketi olma görevini gerçekleştirme yolunda Kumi Naidoo’dan daha iyi birini düşünemiyorum.” dedi.

“Af Örgütü’nün tarihinde ilk defa, Afrika’dan hem Genel Sekreter ve hem Heyet Başkanı’na sahip olduğumuz bu zamanlarda, koltuğu ona devretmekten memnuniyet duyuyorum.”

Genel Sekreter, Uluslararası Af Örgütü Uluslararası Kurulu tarafından ilk dört yıllık dönem için atanır. Atama, kapsamlı bir küresel araştırmayı takip etmiştir.

Salil Shetty, 2018 yılının Temmuz ayına dek görevde kalacak. Naidoo, 2018 yılı Ağustos’unda görevine başlayana kadar medya görüşmelerine katılmayacak.

 

Haberin İngilizce orijinali  

Yeşil Gazete için çeviren: Cansu Yılmaz

 

(Yeşil Gazete, Amnesty International)