Ana Sayfa Blog Sayfa 2932

Omega projesinin Türkiye ayağını yürüten akademisyenden açıklama

Boğaziçi Lectures serisi kapsamında Türkiye’ye gelen ve NASA bünyesindeki çalışmalarıyla tanınan Dr. Jonathan Trent‘in 19 Aralık Salı günü Boğaziçi Üniversitesi’nde gerçekleşen sunumu sırasında bilgisini verdiği OMEGA projesi hakkında Boğaziçi Üniversitesi İklim Değişikliği Araştırma Merkezi Müdürü Prof. Dr. Levent Kurnaz‘ın görüşlerini 27 Aralık tarihli, “Levent Kurnaz, yosunlardan bioyakıt üretimini hedefleyen Omega Projesi’ni değerlendirdi” haberimiz ile paylaşmıştık.

Boğaziçi Üniversitesi Çevre Bilimleri Enstitüsü‘nden ve Omega projesinin Türkiye ayağını yürüttüğünü belirten Yard. Doç. Dr. Berat Haznedaroğlu’nun ilgili haberimize dair Levent Kurnaz’a yanıt mahiyetindeki açıklamasını da paylaşıyoruz:

Sevgili Levent Hoca,

27 Aralık 2017 tarihinde Yeşil Gazete’de yayınlanan OMEGA projesi hakkındaki görüşlerinizi şaşkınlıkla okudum. Öncelikle Boğaziçi Lectures kapsamında üniversitemize davetli olarak gelen, 20 yıldır NASA’da çalışan ve halen Kaliforniya Üniversitesi Santa Cruz kampüsünde yarı zamanlı ders veren, onun öncesinde Max Planck Enstitüsü, Kopenhag Üniversitesi, Yale Üniversitesi gibi kurumlarda araştırmalar yürütmüş, kendi rüştünü ispatlamış bir bilim
insanını “iş adamı-pazarlamacı” olarak tanımlamanız üzücü ve kırıcı olmuş.

Saygı çerçevesinde OMEGA projesi değerlendirmenizde yanıltıcı bulduğum noktalara açıklık getirmek, tekzip etmek isterim:

1-) OMEGA projesi öncelikle bir Ar-Ge projesi. Eğer Türkiye’de veya proje kapsamında değerlendirilecek diğer ülkelerde fizibilitesi olumlu çıkmaz ise, uygulaması zaten yapılmayacak. Tek başına Türkiye’nin tüm karbon dioksit salınımını giderebileceği gibi bir iddia konuşmasında hiçbir zaman geçmedi. O yüzden verdiğiniz alan ihtiyacı rakamları doğru bir örnek değil. Tam tersine iklim değişikliği ile mücadelede OMEGA projesini çözümün sadece bir parçası olabileceği çerçevesinde değerlendirmek gerekli.

2-) Alglerin (yosunların) fotosentez yapabilen canlılar aleminde en iyi karbondioksit yakalayan organizmalar olduğu göz önünde bulundurulduğunda sizin de yakından bildiğiniz karbon yakalama ve depolama (CCS) teknolojilerine alternatif karbon yakalama ve kullanma (CCU) imkanı sağlayabilecek; bu vesile ile iklim değişikliğine karşı mücadeleye doğrudan katkı yapabilecek bir proje. Kendi enerjisini kendisi üretebilen bir sistem olduğundan, sadece
biyoyakıt potansiyeli değil, su ürünleri yetiştiriciliğine yem sağlama gibi ek katkıları ile 21. yüzyılda en büyük problemlerimiz olan sürdürülebilir gıda, su ve enerji güvenliğine çözüm sunabilecek örnek bir proje.

3-) OMEGA projesinin konuşmada belirtildiği üzere en önemli noktası konumsallığı. Sistemin atık su ihtiyacı yakınlardaki bir arıtma tesisinden karşılanıyor iken, karbon dioksit ihtiyacı için baca gazı salınımı olan bir endüstriye yakınlık ideal olarak değerlendiriliyor. Eğer baca gazından karbon dioksit salınımı olan bir endüstri yoksa havadan karbon dioksit özümleniyor. Yani belirttiğiniz üzere bir karbon dioksit satın alınması durumu yok. O yüzden kilosu 50-100 USD’lik karbon dioksit maliyeti OMEGA için geçerli değil. Tam tersine yakın zamanda yürürlüğe girmesi beklenen karbon vergilerine karşı ek getiri sağlayabilecek bir sistem.

4-) OMEGA projesi şu an not-for-profit organizasyon (NGO) – kar amacı gütmeyen küresel bir girişim altında idame ettiriliyor. Açık kaynaklı bir girişim olduğu için OMEGA’dan esinlenen ve Güney Kore ile Karayipler’deki Bonaire adasında inşa edilmeye başlanan benzer platformlar bulunuyor. O yüzden “hayal projesi” ve “pazarlanan bir fikir” görüşünüzü saygı çerçevesinde, ancak talihsizlik olarak değerlendiriyorum.

İyi seneler dilerim.

Yard. Doç. Dr. Berat Haznedaroğlu
Boğaziçi Üniversitesi Çevre Bilimleri Enstitüsü

 

Levent Kurnaz, yosunlardan bioyakıt üretimini hedefleyen Omega Projesi’ni değerlendirdi

 

(Yeşil Gazete)

Baskıcı devletlerin internet korkuları tükenmiyor! – Funda Başaran

Bu yazı gazeteduvar.com.tr sitesinden alındı

2017 yılı, internetin sağladığı özgür iletişim ortamından rahatsız olan ve onu öyle ya da böyle denetim altına almak isteyen baskıcı devletler açısından epey yoğun geçti. Tüm dünyada internet sansürü giderek derinleşti ve genişledi. ABD’de ağ tarafsızlığı ilkesi kaldırıldı. Rusya’nın küresel alan adı sunucularına bağımlılığına son verme ve kendi kök alan adı sunucularını oluşturma kararını açıklaması ise küresel internetin ulusal ve bölgesel temelde parçalanmaya başlamasının ilk işareti oldu. İnterneti “eşitlik ve özgürlüğün alanı” olarak tanımlayan ve buradan küresel bir demokrasi doğacağını ilan eden iyimserliğin sönümlenmesi için neredeyse bütün alametler belirdi.

“SOSYAL AĞLAR ŞİDDETE VE KORKUYA NEDEN OLUYOR”

28 Aralık’ta başlayan kitlesel protestolar da herkesin gözlerini İran’a çevirmesine neden oldu. Başlangıçta gıda fiyatlarını ve ekonomik durgunluğu temel alan talepler, protestoların ülkeye yayılmasıyla birlikte genişledi ve çeşitlendi. Bu protestoların rejim değişikliği talep eden bir halk isyanı olarak adlandırılıp adlandırılamayacağı, arkasında “uluslararası güçlerin” olup olmadığı, halk isyanı olarak başarılı olma şansının olup olmadığı tartışmaları sürerken, 30 Aralık günü ise protestoların olduğu şehirlerde internete erişimin engelleniyor olduğu haberleri gelmeye başladı. 31 Aralık günü CNN, İran’ın Instagram ve Telegram’a erişimi kısıtladığı haberini duyurdu. Ayrıca, İran’ın çeşitli şehirlerde mobil internet erişimini engellediğine dair pek çok iddia var.

Suudi Arabistan destekli haber ajansı Al Arabiya, İran telekomünikasyon hizmet sağlayıcılarının birçok şehirde internet erişimini engellediğini bildirdi. Ajansın haberine göre İran’ın önemli internet servis sağlayıcılarının tamamı doğrudan ya da dolaylı olarak İran Devrim Muhafızları’na bağlı. İran İçişleri Bakanı yaptığı açıklamada, sosyal ağların “şiddete ve korkuya” neden olduğunu, engellemenin “barışı sağlamayı” amaçladığını söyledi. Engellemenin geçici bir tedbir olduğu iddia edilse de, açıktır ki İran devleti protesto gösterilerini bir tehdit olarak gördüğü sürece internet ve sosyal medyaya dair engellemeler sürecek.

İran’da devam eden ve nereye evrileceği konusunda yoğun bir tartışmaya neden olan protestolar diğer yandan 2009’da yaşanan ve “Yeşil Devrim” olarak da adlandırılan Yeşil Hareket’i de akıllara getirdi.

“YEŞİL HAREKET”

Hatırlatacak olursak, İran’da 13 Haziran 2009’da cumhurbaşkanlığı seçimlerinin resmi sonucu açıklandıktan sonra “benim oyum nerede” sloganı ile başlayan protesto gösterileri, 1979 devriminden sonra İran’daki en önemli siyasi olay olarak tanımlanmıştı. 13 Haziran’dan itibaren yüz binlerce kişi Tahran’da sokaklara ve meydanlara çıktı. Yeşil Hareket’in gösterileri, İran’da hayatı durdurdu. Fakat sonrasında rejim, protestocuları paramiliter güçler de dahil olmak üzere güvenlik güçlerinin hedefi haline getirdi. Binlerce protestocu dövüldü, yüzlerce insan tutuklandı ve onlarca kişi keskin nişancılar tarafından öldürüldü. Sonraki altı ay boyunca, Yeşil Hareket şemsiyesi altındaki bir dizi grup, çeşitli şehirlerin sokaklarında yürüyüş yapmak için bayram ve ulusal anma günlerini değerlendirdi. Ancak her yeni gösteri, güvenlik güçleri tarafından daha sert biçimde bastırıldı. Rejim Yeşil Hareket’e tahammülü olmadığını hem baskıcı tutumu, hem de resmi açıklamaları ile açıkça ortaya koydu. 2010 yılı başlarında ise protesto eylemleri sönümlendi.

“TWITTER DEVRİMİ” Mİ?

Yeşil Hareket ve altı ay boyunca süren protestolar, pek çok araştırmacı tarafından rejim değişiklikleri ve iç savaşlarla sonuçlanan Arap Baharı’nın başlangıcı olarak tanımlandı. Başladıktan hemen sonra protesto gösterilerinin fotoğraf ve videolarının internetten paylaşılması, sosyal medyanın hem protestoların örgütlenmesi, hem de haber paylaşımı için kullanılması, bu protesto eylemleri sürecinin Batı medyası tarafından “Twitter devrimi” olarak etiketlenmesine neden oldu.

İran devletinin interneti engelleme çabalarına ve filtrelemelere rağmen, İran’daki kitlesel protestolar dünyanın geri kalanı tarafından 140 karakterlik tweet’ler ve Youtube videoları ile izlendi. 2009’daki bu eylemlerin başlangıcında, yani 13 Haziran günü Twitter’ın planlamış olduğu ve sitenin bir süre kapanmasını gerektiren bakım çalışmasının ABD Dışişleri Bakanlığı’nın isteği üzerine ertelenmesi ise, bugün olduğu gibi Yeşil Hareket’in eylemlerinde de ABD’nin rolünün olup olmadığının tartışılmasını beraberinde getirdi.

Bu durum daha sonra Mısır ve Tunus’ta rejim değişikliği ile sonuçlanan isyanlarda, Suriye’de ve Türkiye’deki Gezi Parkı eylemleri sürecinde bazı farklılıklarla tekrarlandı. İnternet ve sosyal ağlar, otoriter ve baskıcı yönetimlere karşı direnişin bilgisinin, doğrudan olay yerinden, anlık, geleneksel medyanın bazı durumlarda da resmi makamların süzgecinden geçmemiş, dolayımlanmamış bilgisinin dolaşıma girmesini sağladı.

BASKICI DEVLETLERİN İNTERNET KORKUSU

İran’da 2017’nin son günlerinde başlayan kitlesel protestolar henüz kimse tarafından “internet devrimi” olarak adlandırılmadı. Bu İran’ın 2009 sonrasında kapalı bir internet sistemi oluşturmasından kaynaklanıyor olabilir. İran 2009 sonrasında aralarında Facebook, Twitter, BBC’nin haber sitesinin de olduğu yüzlerce siteyi yasakladı. İran halkı VPN kullanarak bu sitelere eriştiğinden, bazı VPN hizmetlerinin de yasaklanması yoluna gitti. 2016 yılında İran kendi “Ulusal İnternet Ağı”nı oluşturacağını açıkladı. Yani şu anda İran’da erişime engellenen internet ağı, büyük ihtimalle küresel internetten izole edilmiş olan bu ulusal ağ.

Ancak diğer yandan İran devleti, protestolar başlar başlamaz yine internet erişimini engellemeye girişti. Tıpkı Mısır’daki Mübarek rejimi tarafından 27 Ocak 2011 tarihinde internet erişiminin engellenmesi, Tahrir Meydanı’ndaki mobil iletişimin kapatılması, Suriye’de Kasım 2013’te üç gün boyunca internet erişiminin engellenmesi gibi… Yani otoriter devletlerin internetten korkuları tükenmiyor. Bu korkular nefrete dönüşerek sık sık kendini açığa vuruyor.

“ZEHİR EVİN İÇİNE GİRMİŞ VAZİYETTE”

İran’da ayaklanmaların başladığı 28 Aralık günü, Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’ndeki TÜBİTAK Ödül Töreni’nde konuşan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın internete ilişkin söyledikleri de aynı tutumun bir yansıması. Erdoğan, “İnternet kafeler vardı şimdi iş evlerde kurulur hale geldi. Artık internetler eve yerleşti. Zehir evin içine girmiş vaziyette. Hocalarımız, bu tehlikeden kurtulmamız lazım. Bu çok ciddi bir uyuşturucu müptelası. Bu noktada çok ciddi adımlar atmamız gerekiyor. Eğer iki yaşında, hatta hatta daha geri, çocuk elindeki telefonla nasıl oynuyor, nasıl onun esiri oluyor. Duygular elimizdeki telefonun esiri haline gelmişse, bu bizim için çok ciddi bir tehdittir. Buna karşı tavrımızı almamız, buna karşı yeni nesilleri yetiştirmemiz lazım” dedi. Bu konuşmanın nasıl sonuçlarının olacağı da önümüzdeki günlerde açığa çıkar.

EFSUNLANMADAN

Bugün hâlâ İran’ın kitlesel protestolar karşısında internet erişimini engellemesi, Erdoğan’ın konuşmasında yankılandığı gibi devlet başkanlarının interneti bir bela olarak görmesi ve uğraşması, internetin ve sosyal ağların toplumsal hareketler açısından önemli olduğu kadar devletler tarafından da önemsendiğinin altını çiziyor. Ancak bu önem internetin ve sosyal medyanın doğası itibarıyla “devrimci” olmasından, küresel bir demokrasiyi mümkün kılmasından kaynaklanmıyor. Hatta, Batı medyasının“internet devrimi”, “twitter devrimi” etiketlendirmelerine yansıdığı gibi toplumsal hareketler ile internet ve sosyal ağların ilişkisini bulanıklaştıran biçimler, bu önemi anlamayı engelliyor.

Teknolojilerin geliştirilip kullanılması ve yaygınlaşması arasındaki zamanın kısalmasının toplumsal düşüncenin teknolojik değişimin etkilerini incelemek ve değerlendirmek için kullanabileceği zamanı daralttığına dikkat çeken sevgili Raşit Kaya hocam, yeni iletişim teknolojilerinin içinde bulunduğumuz dönemdeki hızlı geliştirilme ve yayılma süreci ile bu teknolojilerin ticarileştirme ve pazarlama etkinliklerinin konusu haline gelmesinin eşzamanlı ilerlediğini vurgular. Bunun teknolojiye ve teknolojik gelişime ilişkin eleştirel bir yaklaşımın geliştirilmesini zorlaştırdığını söyler. Eleştirel bir yaklaşımın yokluğunda teknolojiye ve teknolojik değişime ilişkin bir “efsunlanma”nın ortaya çıktığını belirtir. İşte internet ve internet üzerinde ortaya çıkan daha eşitlikçi ve özgürlükçü bir iletişimi mümkün kılacağı düşünülen teknolojik gelişmeler, “teknolojik değişimin ve gelişmenin yarattığı efsunlanmanın” açıkça görülebileceği alanlardandır.

Hele de internete ilişkin pek çok şey değişirken ve internet üzerindeki özgürlük alanları giderek daralırken, gerçek dünyadaki ve internetteki eşitlik ve özgürlük taleplerimizin birbirinden bağımsız olmadığını bilerek, toplumsal hareketler ile internet arasındaki ilişkiyi efsunlanmaya düşmeden tekrar ve tekrar düşünmek önemli görünüyor.

Funda Başaran – Gazete Duvar

 

Dünyanın en eski tersanesine balık çiftliği kurmak istiyorlar

Mersin’in Silifke ilçesindeki Dana Adası açıklarında balık çiftliği kurmak isteyen 2 firma, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’ndan ÇED gerekli değildir raporu aldı. Abidin Yağmur’un Cumhuriyet’te çıkan haberine göre, şirketlerin proje tanıtım dosyasında, Dana Adası’nın arkeolojik sit alanı olmadığı, ada çevresinde arkeolojik kalıntıya rastlanmadığı iddia ediliyor oysa sualtı arkeoloji uzmanları, dünyanın en eski tersanesinin kalıntılarının Dana Adası’nda olduğunu vurguluyor.

Çevre ve Şehircilik Müdürlüğü’nce askıya çıkarılan proje tanıtım dosyasına göre Kılıç Deniz Ürünleri A.Ş adlı firma, Dana Adası açıklarında 60 bin metrekarelik alan üzerinde çiftlik kuracak ve burada yılda 950 ton balık üretecek. Aynı bölgede Vural Su Ürünleri adlı firma da 45 bin metrekare alanda yılda 950 ton üretim yapacak. Şirketin proje tanıtım dosyasında “Deniz tabanı üzerinde doğal olmayan obje, gemi batığı, tonoz, anroşman, döküntü, kaya gibi farklı bir yapı ve arkeolojik kalıntı tespit edilmemiştir. Proje alanı turizm alanı değildir” iddiasına yer verildi.

Dana Adası’nın arkeolojik değeri konusunda uzmanlar daha farklı bilgiler veriyor. Selçuk Üniversitesi (SÜ) Sualtı Araştırmaları Uygulama ve Araştırma Merkezi’nden Yrd. Doç. Dr Hakan Öniz, geçen yıl Mersin Deniz Ticaret Odası’na bir sunum yapmış ve şunları söylemişti: “Dana Adası’nda tunç çağı malzemeleri bulduk. Sonra bir batık tespit ettik. Burada demir çağı malzemeleri tespit ettik. Adanın kıyısında, bugüne kadar bilinmeyen 130 çekek yeri bulduk. ‘Dünyanın en eskisi, en büyüğü’ gibi tanımlamalar yapmayı sevmem. Buna rağmen Dana Adası’nda tespit ettiğimiz tersanenin, çok büyük ihtimalle dünyanın en eski, ayaktaki en büyük tersanesi olduğunu söyleyebilirim. Buraya şans eseri dokunulmamış. Bilimsel olarak burası, bir istiridye kabuğu içinde bir inci gibi. Sadece neye sahip olduğumuzu bilip, dünyaya sunmamız gerekiyor.”

 

(Cumhuriyet)

İklim değişiminden söz etmeden Los Angeles yangınlarından bahsetmek akıl dışı

Mother Jones’da 6 Aralık 2017’de yayınlanan Amy Thomson imzalı haberi Yeşil Gazete gönüllü çevirmenlerinden Hilal Işık’ın çevirisiyle yayınlıyoruz.

***

Batı’da orman yangınları, daha sık ve yoğun olarak görülmeye başlandı.

Amy Thomson

Yangın, pazartesi akşamından bu yana 83 bin dönümlük toprakları kavurarak Los Angeles’ı ve komşu kasabaları tahrip etmeye devam ediyor. Alevler on binlerce ev sahibinin evlerini terk ederek güvenli yerlere ulaşmaları için kullanmaları gereken güzergâhlardan olan, 405 ve 101 numaralı otoyollarını kat etti.

İki gözlemci 101 nolu otoyolda yangını izliyor. Salı, Ara. 5, 2017, Kaliforniya .Jae C. Hong/AP

New York Times’a verdiği demeçte, Kaliforniya Ormancılık ve Yangın Önleme Departmanı (The California Department of Forestry and Fire Protection) yardımcı asistanı Daniel Berlant, Kaliforniya’nın yangın mevsimi genellikle sonbaharın sonlarına doğru uzanır ancak bu yılın yangınları olağandışı görülüyor diyor. “Son on yılda, geleneksel olmayan yangın mevsimi aylarında giderek daha fazla yangın yaşadık ve bu durum burada, Kaliforniya’da yaşadığımız değişen iklim sürecini ortaya koyuyor.”

Gerçekten de, iklim değişikliği Batı’da daha yaygın ve şiddetli olarak görülmeye başlanan yangınların sorumlusu olarak görülebilir. Kaliforniya Ormancılık ve Yangın Önleme Departmanı’na göre Kaliforniya’nın geçtiğimiz yüzyıldaki en büyük orman yangınlarının üçte ikisi, 2002’den bu yana meydana geldi.

Kuzey Kaliforniya’nın Napa ve Sonoma bölgelerini alevlerin sardığı Ekim ayında meslektaşım Matt Tinoco, her geçen yıl sayıları artan orman yangınları ve ısınan iklimimiz arasındaki bağlantıyı araştırdı: İklim değişikliği, ateş fırtınası artışına önemli bir etken faktör. Uzmanlar, gezegenimiz Isınmaya devam ettikçe ve hava koşulları daha istikrarsız hale geldikçe – ve insanlar daha fazla araziyi imara açmaya devam ettikçe – şu anda Kaliforniya’nın bağ arazilerindeki yıkıcı yangınların istisna olmaktan çıkıp, birer norm haline geleceklerini düşünüyorlar.

Columbia Üniversitesi’nden biyoklimatolog Park Williams, yakın tarihli bir çalışmada görüşlerine “Yanan şeyler söz konusu olduğunda iklim başrolde” şeklinde yer verdi ve ekledi “Önceki nesillerin aşina olduğundan daha büyük çapta yangınlara hazırlanmalıyız.”

Nitekim birçok yerde yangınlar artık daha sık ve yoğun seviyeye gelmiş durumda. Doğal Kaynaklar Savunma Konseyi’ne (Natural Resources Defense Council) göre, 1970 yılından bu yana Amerikan Batı ve Alaska bölgelerinde ortalama yangın sezonu yaklaşık 78 gün uzadı. İlkbaharda kar erimelerinin daha erken başlaması, 1980’lerin ortalarından beri batıdaki yangın aktivitelerindeki dramatik yükselişle bağlantılı. Ve geçtiğimiz yıl yayınlanan biyoklimatolog Park Williams’ın çalışması, insan kaynaklı iklim değişikliğinin, 1984’ten beri Amerikan bati bölgesinde yanan arazi miktarının iki katına çıkarılmasından sorumlu olduğunu ortaya koydu.

Bilim insanları, 21. yüzyılın sonuna gelindiğinde Dünya’daki, çoğunlukla Amerikan Batısı gibi orta-yüksek enlemlerde bulunan arazilerin yüzde 60’indan fazlasının orman yangınlarına karşı bugünkünden daha savunmasız olacağı tahmininde bulunuyor.

Peki, iklim değişikliği neden yangınlarda artışa sebep oluyor? Bunun bir nedeni havanın eskiden olduğundan daha sıcak olması. Soğuk kış dönemlerinin daha kısa ve ilkbahar ve yaz aylarında sıcaklıkların daha yüksek olması, bitki örtüsünün ve toprağın geçmişte olduğundan daha fazla kuruyacak zamanının olması anlamına geliyor. Bu durum orman yangınları sezonunu uzatıyor.

Yangın vakaları üzerine yoğun olarak haber yapan bir gazeteci olan Eric Sagara, değişen kış yağış şekillerinin yangına sebep olabilecek kuru malzemenin artışına neden olabileceğini de belirtiyor.

“Gelgitler hep yaşarız (EN – yazar burada sarkaç benzetmesi kullanıyor)” diyor Sagara. “Fakat kurak dönemler daha da kurak ve yağışlı dönemler daha da yağışlı hale geliyor. Yağışlı dönem boyunca bitkiler canlanıyor. Ardından kurak dönemler gelip her şeyi kurutuyor.”

Sagara’nın sarkaç benzetmesi, geçen yıl Kaliforniya’da yaşananları tam olarak açıklıyor. Yaklaşık 90 inçlik yağmurla geçen kış, resmi olarak Kuzey Kaliforniya’daki birkaç noktada kaydedilen en yağışlı mevsimiydi. Kış yağmurları, Kaliforniya’nın beş yıllık uzun kuraklığına son verdi ve eyaletin hemen hemen tamamı, hafızalarındaki en yeşil baharı yaşadı.

Fakat NOAA’ya (National Centers For Environmental Information) göre, takip eden yaz oldukça sıcaktı, hatta şu anda Kuzey Kaliforniya’da yanmakta olan bölgelerde en sıcak yaz olarak kaydedildi.

Kış yağmurlarının sona ermesinden bu yana, Kaliforniya’nın büyük bir kısmı yoğun kuraklığa yakalanmış durumda. Yaz ve sonbahar mevsimleri geleneksel olarak Kaliforniya’da kurak mevsimler, ancak bu yıl her zamankinden daha da kurak:

 

Kış yağmurları, daha fazla bitki örtüsü artışı sağladı ancak birçoğunun rekor sıcaklıklarda kuruyup mevcut yangınlar için tutuşturucu görevi gördüğü ortaya çıktı.

 

Haberin İngilizce Orijinali

Yazar: Amy Thomson

Yeşil Gazete için çeviren: Hilal Işık

 

(Yeşil Gazete, Mother Jones)

Bitcoin doğayı mahvediyor

Mother Jonesta Emily Atkin imzası ile yayınlan haberi Yeşil Gazete gönüllü çevirmenlerinden Deniz Menteşeoğlu çevirisi ile paylaşmaktayız.

***

Tek bir Bitcoin işlemi, bir ailenin bir haftada harcadığı kadar enerji gerektiriyor.

Emily ATKIN

(Bu metnin orijinali “New Republic”te yayımlanış olup, burada “Climate Desk (İklim Masası)” ortak çalıması olarak yer almaktadır.)

***

Geçen haftalarda, Wall Street Journal’ de “Bitcoin şu an dünyadaki en sıcak para birimi ancak kimse onu kullanmıyor” yorumu yapıldı. Bir gün öncesinde, bu dijital para biriminin değeri hızla 10.000 Dolar’a yükselmiş, hatta 11.000 Dolar’ı da geçmişti (EN-Şu an daha da yüksek). Ne var ki Bitcoin’in değerine rağmen, çevrimiçi faaliyet göstermeyen, geleneksel yapıdaki iş yerleri, bunu bir ödeme metodu olarak kabul etmekte acele etmiyor. Öyle ki kimi gözlemciler, herkesin duyduğu ama çoğunluğun tam olarak anlayamadığı bu yenilikçi teknoloji ürünü kripto-para biriminin geleneksel para biriminin yerini alacağı konusunda şüpheli. Bitcoin yatırımcısı Alex Compton, “Journal”e yaptığı açıklamada, “Bitcoin’in bir para birimi olacağını düşünmüyorum” diyor. “Eğer insanlar onu para birimi olarak kullanmaya başlarsa, yatırım değerini kaybedecektir.”

Öte yandan, kimse Bitcoin kullanmasa dahi, hepimiz onun için bedel ödüyoruz. “Dijikonomist” olarak da bilinen Bitcoin analisti Alex de Vries, Bitcoin’in yükselişinin, onun için harcanan tahmini yıllık enerji miktarında da artışa neden olduğuna dikkati çekiyor. Kasım ayında Bitcoin’in harcaması öngörülen yıllık enerji miktarı 25 Terawatt – saat iken bu, geçen hafta (EN-Aralık 2017 başı) 30 Terawatt-saate yükseldi. Vox’tan Umair Irfan, bunun Fas’ta, tüm ülkenin enerji tüketimine, 19 Avrupa ülkesinin enerji tüketimlerinden daha fazla bir enerjiye ve ABD’deki toplam enerji talebinin Yüzde 0,7’sine, yani 2,8 milyon ABD’li ailenin enerji ihtiyacına denk düştüğüne işaret ediyor. (Üstelik geçtiğimiz Pazartesi itibariyle Bitcoin için harcanan enerji miktarı 32 Terawatt- saate yükseldi.) Sadece tek bir işlem bile, bir ailenin bir haftalık ihtiyacı kadar enerji gerektirirken, günde yaklaşık 300.000 işlem yapılıyor. Bu enerji ihtiyacı sıklıkla fosil yakıt gerektiren enerji kaynaklarından sağlandığından, hava ve su kirleniyor, sera gazı salınımı ile iklim değişikliğine de sebebiyet veriliyor.

Diğer bir deyişle, Bitcoin, atmosferin ısınmasına katkıda bulunurken karşılığında gerçek anlamda hiçbir sosyal fayda sağlamıyor. Bazı Bitcoin destekçileri, bunun sonuçta ana akım bir para birimine dönüşeceğini ve sistemin temelindeki kripto- yönetim biçiminin de sonuçta doğaya faydalı olacağını savunuyorlar. Ancak Bitcoin pazarı dengesiz ve geleceği belirsiz. Diğer yandan, gezegenimizin yaşanabilir halde kalmasını istiyorsak, karbon salınımının tavan yapması ve daha sonra hızlı bir şekilde düşmesi için yalnızca 32 yılımız kaldı. Bitcoin için harcanacak zamanımız ve kaynağımız yok.

Nakit paranın aksine, Bitcoin bastırılamıyor ya da insan eliyle üretilemiyor; yalnızca dijital formda var olabiliyor. Bir tane Bitcoin üretmek için bir bilgisayarın Bitcoin Ağı’na bağlanması ve karmaşık bir matematik problemini çözmesi, yani “Bitcoin madenciliği” olarak bilinen işlemi gerçekleştirmesi gerekiyor. Ancak “madenden çıkartılabilecek” Bitcoin sayısı sınırlı; kesin bir rakam vermek gerekirse 21 Milyon. Çıkartılan Bitcoin sayısı arttıkça arta kalanlar için gereken matematik problemi de zorlaşıyor. Yani, her bir yeni Bitcoin için bilgisayarların daha çok çalışması, daha çok bilgi işlemesi gerekiyor. (Madenden çıkartılan bir Bitcoin, daha sonra online olarak alınıp satılabiliyor.)

Başlarda standart bir kişisel bilgisayar Bitcoin çıkartmak için yeterli olurken, şimdi, matematik problemleri fazlaca kompleks olduğundan, “Application Spesific Integrated Circuit (ASIC)” adı verilen özel bir donanım gerekiyor. Bu “maden” makinaları büyük, hızlıca ısınıyor ve bunları kullanan insanlar ister Bitcoin çıkartma şirketleri ister birlikte çalışan Bitcoin heveslileri olsun, oldukça çok enerji harcıyorlar. Kimi zaman Bitcoin madenciliği yapan şirketler ya da organizasyonlar bu makinalardan binlercesiyle doldurdukları pahalı depolarda çalışıyorlar. 2015’te Vice, bu ASIC makinaları için ayda 80.000 dolar elektrik harcaması yapan ve aynı sürede 4.050 Bitcoin üreten bir Çinli Bitcoin üretim merkezinin profilini çıkartmıştı.

 Bitcoin madenciliği için elektrik önemli bir gider olduğundan şirketler genelde elektriğin ucuz ve kirli olduğu bölgelere yöneliyorlar. Vox’tan Irfan’ın bildirdiği üzere;

Bu yılın başlarında, Cambridge Üniversitesi’nce yapılan bir çalışmaya göre Bitcoin madenciliğinin Yüzde 58’i Çin’de yapılıyor. Araştırmacılar bunu “en düşük ücretli enerji kaynaklarını ve en etkili ekipmanı kullanarak işlemi daha kârlı hale getirmek madenciler arasında bir silahlanma yarışı” olarak nitelendiriyorlar. Ucuz enerji genellikle kirli enerji anlamına da geliyor ve Çin’de, Bitcoin madencileri, genelde düşük ücretli kömüre ve hidroelektrik jeneratörlerine yöneliyorlar. De Vries, Çin’de faaliyet gösteren bir Bitcoin madenciliği şirketinin karbon ayak izini incelediğinde, “şok edici” şekilde, bu şirketin bir Boeing 747 ile aynı miktarda karbon salınımı yaptığını görmüş.

Bitcoin, kullandığı enerji konusunda yıllardır eleştiriliyor. 2013’te Bloomberg, maden işlemi günde 150.000 Dolar değerinde elektrik gerektirdiği için, Bitcoin’i “Gerçek bir çevre felaketi” olarak nitelendirmişti. Bitcoin madenciliği devam edip, çıkartılmış Bitcoin’lerin sayısı 2013’te 11 Milyon iken bugün yaklaşık 17 Milyona yükseldikçe, eleştirilerin sesi de yükseldi. Christoper Malmo, yakın zamanda Motherboard’a yaptığı açıklamada, “2015 yılından bu yana Bitcoin’in harcadığı enerji miktarı, alışılmış çevirimiçi ödeme metotlarına kıyasla çok yüksek” diyor. “Bunun nedeni Bitcoin’in Dolar olarak karşılığının, kârlı bir şekilde Bitcoin elde etmek için gereken enerji miktarıyla doğru orantılı olması”.

“2015 yılından bu yana Bitcoin’in harcadığı enerji miktarı, alışılmış çevirimiçi ödeme metotlarına kıyasla çok yüksek. Bunun nedeni Bitcoin’in Dolar olarak karşılığının, kârlı bir şekilde Bitcoin elde etmek için gereken enerji miktarıyla doğru orantılı olması”.

Ancak De Vries’in Bitcoin’in enerji kullanımına dair analizleri de eleştiriliyor. Bitcoin yatırımcısı Marc Bevand, Irfan’a verdiği röportajda, bu para biriminin “15 terawatt-saate yakın” küresel ölçekte enerji kullandığından şüphe duyduğunu, “aslında harcanan enerjinin hâlâ çok olduğunu fakat değerin dijikonomistin tahmininin yarısı kadar olduğunu” söylüyor. Bevand ayrıca, madencilik yapılan bilgisayarların zamanla enerjiyi daha idareli kullanır hale geleceğini, şirketlerin de enerjiye bu kadar harcama yapmaktan hoşlanmadıklarını belirtiyor.

Kimileriyse Bitcoin’le ilgili çevresel tartışmaları tamamen geçersiz bulmakta. 2013’te Forbes’a yazdığı bir yazıda Tim Worstall, çevreyle ilgili argümanları “çaresizce” diye niteleyerek, o dönemdeki Bitcoin ve enerji kullanımı tartışmalarını “abes” olarak nitelendirmiş; “Bir noktada Bitcoin madenciliği bitecek, çıkartılabilecek Bitcoin sayısı sınırlı… Yani bu enerji kullanımı sonsuza kadar artacak değil” diye eklemişti.

Ne var ki, aradan dört yıl geçmesine rağmen enerji kullanımı artıyor ve De Vries’a göre, yakın zamanda bunun sonlanacağına dair bir işaret de yok.

Aslında başta, Bitcoin sosyal fayda sağlaması için tasarlanmıştı; Büyük finansal kurumlar, günlük işlemlerde artık rol oynamayacak, bunu yerine Bitcoin topluluğu, “blockchain” (blok zinciri), ödemelerin karşılığını garanti altına alçaktı. Böylece finans sisteminin halkın güvenini tekrar kazanacağı bir ütopya hedefleniyordu.

Sahiden de kimilerine göre, eğer Bitcoin başta olması planlanan şeye, günlük finansal işlemlerin bankaların müdahalesi olmadan gerçekleştiği bir sisteme dönüşebilirse, büyük faydalar sağlayabilecek. Blok zincirleri hakkında bilgi veren bir web sitesini yöneten Portia Burton’a göre, Bitcoin, örneğin deniz ürünleri endüstrisindeki köle emeği kullanımı gibi zalimliklerin önüne geçmede kullanılabilir. Burton, Ocak ayında yazdığı bir yazıda sistemi şöyle açıklıyor: “Blok zinciri ile tüm mali işlemler tanımlanıyor ve devletlerin, şirketlerin ve tüketicilerin aldıkları deniz ürünlerini kaynağına kadar takip edebilecekleri kayıt defterlerine aktarılıyor. Balıklarını tanımlayamayan tedarikçilerden böylelikle kaçınılabilir.”

Nature gazetesine yazdığı metinde araştırmacı Guillaume Chapron, çevre açısından neden kripto- yönetime ihtiyaç olduğu konusunda daha karmaşık argümanlar sunuyor. “Bitcoin, bankaların ve devletlerin finansal sistemin güvenilirliği, güvenliği ve denetlenebilirliği açısından aslında gereksiz olduklarını gösteriyor” diyor. “Sürdürülebilirlik açısından, blok zinciri teknolojisi ezber bozabilir. Hiç güven duyulmayan bir alanda güven yaratabilir, vatandaşları güçlendirebilir ve merkezi otoriteleri by-pass edebilir. Aynı zamanda, devletler de dahil olmak üzere var olan otoriteleri gereksiz kılarak güçlü bir muhalefet yaratabilir. Yasaların yerini, bilgisayar kodlarıyla yazılmış “akıllı kontratlar” alabilir.”

Ancak Bitcoin’in hedefleri gerçekleşmeyince bu argümanlar da geçersiz kılınmış oluyor. Bitcoin’in değeri gün geçtikçe artıyor ancak bu, sadece onu akıllıca veya keyif verici derecede riskli bir yatırım olarak gören kişiler için bir değer yaratıyor. Çoğu insan Bitcoin’i para birimi olarak değil, para kazanmanın bir yolu olarak kullanıyor. Bir anlamda Bitcoin satın almak, NASDAQ’da değeri öngörülemeyen hisse senetleri satın almaktan farksızken, diğer yandan gezegenimiz için ölçülemez derecede büyük bir maliyet yaratıyor. Yani Bitcoin, bir sosyal problemi çözmekte başarısız olurken bir diğerini önemli ölçüde körüklüyor.

 

Haberin İngilizce Orijinali

Muhabir: Emily Atkin

Yeşil Gazete için çeviren: Deniz Menteşeoğlu

 

(Yeşil Gazete, Mother Jones)

Hava kirliliğine çare üretemeyen İngiltere Hükümeti mahkemeye hesap verecek

Client Earth’te yayınlanan ClientEarthEnvironmental avukatları imzalı makaleyi Yeşil Gazete gönüllü çevirmenlerinden Nilüfer Sezgin Ağaç’ın çevirisiyle paylaşıyoruz.

***

İngiltere’de görev yapan bir yargıç, ülke çapındaki zararlı ve yasal sınırlar üzerindeki hava kirliliği için Birleşik Krallığa karşı ClientEarth’ün açtığı son davada, davanın Yüksek Mahkemede görülmesi talimatını verdi.

Durumun aciliyetine istinaden, Yargıç Justice Nicklin davanın 23 Şubat’tan önce Yüksek Mahkemede görülmesi için süreci de hızlandırdı.

İlgili dava hükümet aleyhine açılan bu tarz üçüncü dava olacak. Önceki ikisinde Client Earth’ün zaferleri sonrası, mahkeme başkanlara hava kirliğini en kısa sürede yasal sınırlara çekmek için yeni planlar üretmeleri için talimat vermişti.

Bu üçüncü dava Client Earth ün 2016’daki ikinci davası sonrası, mahkemenin emri üzerine bakanlarca üretilen planın bileşenlerine karşı açıldı.

ClientEarth CEO’su James Thornton “Hükümetin burada yanıt vermesi gereken bir davası olduğuna hâkimin hükmetmesine şaşırmıyoruz. Mevcut planlar çok zayıf, çok belirsiz ve bu da demek ki yasal sınırlar üstünde olan hava kirliğini biz daha yıllarca teneffüs edeceğiz.” diye konuştu.

”Hükümetin bu ülkede hava kirliliği ile mücadele etmekteki başarısızlığı bir skandaldan aşağı kalmıyor.”

ClientEarth davasının dayanakları ise şu şekilde:

  1. Son plan ile 5 şehrin 2020’ye kadar temiz hava sahası ilan edilmesi taahhütlerinden vazgeçilmektedir.
  2. Plan yasal sınırlar üstünde hava kirliliğine sahip olsalar dahi 45 yerel otoriteden hiç bir aksiyon içermemektedir.
  3. Plan mümkün olan en hızlı şekilde hava kirliğini düşürmek adına Galler’den hiçbir aksiyon içermemektedir.

ClientEarth, hükümeti fikir alış verişi yapmak ve uygulamaya geçirmek için daha net bir zaman çizelgesiyle birlikte mevcut hava kalitesi planındaki hataları düzeltmek adına ek önlemler almaya zorlayacak bir mahkeme kararı arayışında olduğunu belirtiken mevcut planın uygulamada ve gecikmelerin önlenmesinde zorlayıcı olmadığını da vurguluyor.

Hükümet yasal sınırlar üzerinde ve zararlı seviyede hava kirliliğine sahip en az 80 yerel otorite belirledi ancak bunların yarısından fazlasında herhangi bir tedbir alınması gerekmiyor diyen  Thornton sözlerini şu şekilde tamamlıyor:

”Yasal davamıza başlamadan önce hükümet ile gerçekleştirdiğimiz süreçte hiçbir şey yapılmadığı gördük fakat hava kirliğinin insanların sağlığı, çevre ve ekonomi üzerinde ciddi bir etkisi var ve daha fazlası yapılmalı.”

Bu problemin çözümleri çok açık. İnsanları temiz taşımaya sevk etmekle birlikte kirli taşıtları havası en çok kirli kasaba ve şehirlerden uzak tutmak için ulusal temiz hava sahası ağı kurmaya ihtiyacımız var. Son olarak hükümet aksiyon almak yönündeki taahhütlerini yerine getirerek liderliğini de göstermek zorundadır.”

 

Haberin İngilizce Orijinali

Yazar: ClientEarthEnvironmental avukatları

Yeşil Gazete için çeviren: Nilüfer Sezgin Ağaç

 

(Yeşil Gazete, ClientEarth)

İklim değişti Akdeniz oldu: Tropikal suların balığı Mandagöz artık Mersin’de

İklim değişikliğinin neden olduğu göçler yüzünden tropik sularda yaşayan balıklar Akdeniz’e yayılıyor. ‘Mandagöz’ isimli balık türü de ilk kez Türkiye kıyılarında görüldü.

Kızıldeniz orijinli mandagöz balığı, Mısır ve İsrail’de görünmesinin ardından Türk sularında ilk kez Mersin’deki Dana Adası açıklarında yakalandı. Yakalayan balıkçılar, kırmızı ve büyük gözleri nedeniyle balığı ilk gördüklerinde şaşırarak farklı bir tür olduğu düşüncesiyle Akdeniz Üniversitesi Su Ürünleri Fakültesi’ne ulaştırdı.

Akdeniz Üniversitesi Su Ürünleri Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Mehmet Gökoğlu

Su Ürünleri Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Mehmet Gökoğlu, “Yaptığımız araştırmada balığın ‘Priacanthus Sagittarius’ türünden olduğunu tespit ettik. Balık, belirgin gözleri nedeniyle uzun yüzgeçli mandagöz balığı olarak biliniyor. Dünyaya balığın Türk sularına ulaştığını bilimsel makaleyle bildirdik” dedi.

Balığın yaklaşık 600 deniz mili katederek Türk sularına geldiğini belirten Gökoğlu, kırmızı renkte, uzun yüzgeçleri bulunan, 25 santimetre uzunluğunda, 300 gram ağırlığında olan balığın ekonomik değeri de bulunduğuna dikkat çekti.

Balığın zehirsiz olduğunu da belirten Gökoğlu, yakalayan balıkçıların korkmadan satabileceğini ve gönül rahatlığıyla tüketilebileceğini vurguladı.

 

(Sputnik News)

Hollanda’dan Diyanet’in ‘9 yaşındaki kız çocukları evlenebilir’ açıklamasına tepki

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın resmi internet sitesinde yer alan ‘buluğ çağı’ tanımlaması Hollanda’da da yankı buldu.

Ana muhalefetteki aşırı sağcı Özgürlük Partisi (PVV) lideri Geert Wilders, ‘9 yaşındaki kız çocuklarının evlenebileceği’ yönündeki tartışmalı ifadeyi ‘barbarlık’ olarak nitelendirerek, bütün Batı ülkelerini Türk büyükelçileri sınır dışı etmeye çağırdı. PVV Milletvekili Machiel de Graaf da, ülkedeki camilerin kapatılarak Türkiye ile ilişkilerin kesilmesini savundu.

Aşırı sağcı Özgürlük Partisi (PVV) lideri Geert Wilders

Diyanet’in internet sitesindeki Dini Kavramlar Sözlüğü’nde yer alan “İslâm hukukçularınca bulûğ çağının alt sınırı, erkekler için 12, kızlar için 9 yaş olarak belirlenmiştir” ifadelerine bazı kadın ve çocuk dernekleri, tepki göstermiş, Diyanet’i “çocuk istismarı” ve erken evlilikleri meşrulaştırmakla suçlamıştı.

Diyanet ise “Erken yaşta evliliklere onay vermedik, vermeyeceğiz” sözleriyle eleştirilere yanıt vermişti.

PVV lideri Wilders, Türkiye ve Hollanda medyasındaki ilgili haberleri Twitter hesabından da paylaştı.

Hollanda Başbakanı Mark Rutte’nin “Türkiye ile iyi ilişkiler istediği” yönündeki açıklamasını anımsatan aşırı sağcı lider Wildres sözlerine şöyle devam etti:

“Rutte, Türkiye ve İslamofaşist Erdoğan ile bağları sıkılaştırmak istiyor. Onları kırmak istiyorum. Nedenini aşağıdaki haberde okuyun. Türk Diyanet İşleri Başkanlığı, 9 yaşındaki kız çocukların evlenebileceği ve hamile kalabileceğini söylüyor. Tamamen barbarlık.”

PVV Milletvekili Machiel de Graaf da, bu konuda bir yazılı soru önergesi verdi. De Graaf, Dışişleri Bakanlığı yetkililerince yanıtlaması istediği önergede, Türkiye ile ilişkilerin derhal kesilmesini istedi.

 

(BBC Türkçe)

Güneş ve rüzgardan çatıda elektrik üretiminde kapasite kısıtı kaldırıldı

Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu (EPDK), 3 kVA’ya kadar olan güneş paneli ve rüzgâr türbininde trafo kaynaklı kapasite kısıtını kaldırma kararı aldı. Bu kararla konutlarda ve küçük işletmelerde aylık elektrik faturalarına büyük destek olacak önemli bir adım atılmış oldu.

Photovoltaic panels

Enerji Enstitüsü’nden Cem Şimşek’in haberine göre Eski TEDAŞ Genel Müdürvekili Osman Nuri Doğan, 3 kVA’lık bir güneş panelin aylık 150 kilovatsaat elektrik tüketen bir abonenin ihtiyacının önemli bölümünü karşılayabileceğini belirterek, “Güneş paneli 8 saat elektrik üretse, gündüz saatlerinde elektrik ihtiyacını karşılar. Abone, güneşin olmadığı saatlerde, sistemden parasıyla elektrik kullanmak zorundadır” dedi.

Doğan, 10 kVA’lık bir güneş panelinin saatte 9 kilovat elektrik üreteceğini belirterek, “150 metrekarelik bir dairenin; çamaşır ve bulaşık makineleri ile buzdolabı, televizyon, ütü gibi diğer cihazları için gerekli elektrik ihtiyacını karşılar. Hatta bir miktar da elektrik artar” dedi. Doğan, 10 kVA’lık bir panelin küçük esnafın da rahatlıkla elektrik ihtiyacını karşılayabileceğini vurguladı.

EPDK kararı, panellerden kendi elektriğini üretenlerin, ihtiyaçlarının üzerindeki miktarı YEKDEM kapsamında sisteme satabilmesinin de önünü açtı. Doğan, “Vatandaşın, böyle bir olanağı var. Güneş paneli, depolama sistemi olan pille birlikte izleyen yıllarda daha da yaygın olarak kullanılacak. Vatandaş, bu sistem sayesinde gündüz üretecek, ihtiyacını tüketecek, kalanını depolayacak, akşam da pilden kullanmaya devam edecek” diye konuştu.

 

(Enerji Enstitüsü)

Kısa filmcilere müjde, artık bir dernekleri var! 

Kısa Film Yönetmenleri Derneği Antalya’da faaliyetlerine başladı. Sidar Serdar Karakaş’ın başkanlığında kurulan Kısa Film Yönetmenleri Derneği, çok yakın zamanda İstanbul, Ankara ve İzmir’de de şubeler açacak.

Son yıllarda üretilen kısa filmlerin kalitesinin artması ve kısa film festivali ile yarışmalarının çoğalmasıyla kısa filmcilerin bir sivil toplum örgütüyle temsil edilmesi zorunlu hale geldiğini belirten dernek, kısa filmi desteklemeyi, kısa filmin sorunlarına çözümler aramayı, gerçekleştireceği projelerle kısa filmi geliştirmeyi amaçlıyor. Derneğe, bir filmiyle ön eleme jürisi olan herhangi bir festivale seçilmiş bütün yönetmenler üye olabilecek.

Sidar Serdar Karakaş

Kısa Film Yönetmenleri Derneği, üye sayısıyla, gerçekleştireceği projelerle Türkiye’nin önemli sinema STK’larından biri olmayı hedefliyor.

 

(Beyazperde)