Ana Sayfa Blog Sayfa 2922

Cennet ve cehennem – Berkay Erkan

Etrafınıza bakıyor musunuz? Her yerde bir bezginlik, bir mutsuzluk. Ne yapacağını bilmez halde, bir boşluğa dağılmış gibi insanlar. Gittikçe kopuyoruz birbirimizden. Tamam, uzun zamandır boğucu bir baskı hissediliyor memlekette. Bunun hepimizin üzerinde ağırlığı ve büyük etkisi olduğu bir gerçek. Ama halimiz hiç iyi değil. Hızla sağırlaşıyor, körleşiyor ve sessizleşiyoruz.

“Çevremdeki herkes mutsuz. Kendi çevremdeki ben dahil… Bir dostuma, ‘bir cehennemi yaşıyorum’  bugünlerde dedim. ‘Ben de’ diye yanıt verdi.”  diye yazmış günlüğüne Turgut Uyar, kırk küsur yıl önce. Çok yabancısı değiliz demek bu halin. Şimdi de aynı böylesi günler. Herkes, içinde yakıcı bir sıkıntı ile yaşar gibi.

Bir yandan ülkedeki zor koşullar, diğer yandan kişisel yaşamlara yansımaları, çift taraflı bir kıstırılmışlık duygusu ile çepeçevre kuşatıyor bizi. Davranış ve tepkilerimiz akılcılıktan, duygusallığa doğru değişirken, çözüm aramaktan da iyice uzaklaşıyoruz. Hoş, akılcılık yani rasyonalitenin toplumsal gelenek ve kültürümüzde pek yerinin olmadığı zaten bir sır değil. Malum, doğu ve batı toplumları arasındaki görünür en büyük farklılıklardan birisidir bu duygusallık. Aslında yaşadığı zorluklar göz önüne alındığında, batıya göre zayıflık değil bir güç olarak öne çıkar bu özellik. Ancak, daha çok koşullara katlanabilme gücü şeklinde görünür olmuş bu bağlamda.

Davranışlarda duygusal olmak, zorlu koşullar karşısında insanların dayanışma ve daha çok birbirine tutunma tavrının harcı oluyor. Böylece ortaklaşılan acının yükü hafiflerken umutların yarattığı güçle koşullara dayanmak mümkün hale geliyor. Aynı duygusal davranış tarzı küçük mutluluk ve var oluş nedenlerini çoğaltarak, yayarak ve paylaşarak, zorlukları aşma direnci veriyor. Bu, tarihimizde hep böyle olmuş.

Gelecek için herşeyi göze almak, bir bakıma başına gelecekleri bile bile buna razı olmak bile, isyanı haykıran bir tavır olmuş. Köroğlu’nda, Dadaloğlu’nda, Pir Sultan Abdal’da. Köroğlu,

“Yasladım arkamı dağ ile taşa
Soyguncudur diye çattılar bana
Karşımda düşmanlarım Bey ile Paşa
Bağrım hedef oklar atılır bana”
derken, Dadaloğlu,

“Ferman padişahınsa, dağlar bizimdir” diye seslenir.

Ama Pir Sultan ağzından en isyankar olanı dinleriz:

“Sizde şah diyeni öldürürlerse
Ben de bu yayladan şaha giderim”  

Sonuçta, hayatı herkes için anlamlı kılmak, baskı ve şiddete rağmen var olma becerisini bir zafere dönüştürme eylemi olmuş bu tavır. Böylece umutlar gelecek için yaşatılırken, toplumda da zorlukları yenecek bir enerji birikiminin önü açılmış.

Yakın zamanlara kadar pek çok şey de böyle atlatıldı. Oysa şimdi Uyar’ın “cehennemi yaşayan” insanları var etrafımızda. Eskisi gibi değil görünen durum. Geçmişte var olan umut ve dayanma duygusu yerini kör bir karamsarlığa, acılı bir kahıra bıraktı.

Artık Nazım Hikmet gibi,

“Yaşamakta ayak direteceksin
Belki bahtiyarlık değildir artık
Boynunun borcudur fakat, 
düşmana inat bir gün fazla yaşamak “

diyen dizeler yerine, sadece kahretmek, yılgınlıkla dolu beddua benzeri tepkiler var.

Onlar da zaten Arif Dino’nun :

“Döner kebap, dönmez olsun“  diyen beddua şiirine benziyor. Hiçbir duygusal geri beslemesi olmayan.

Yalnız çevremizdeki kişisel davranışlar böyle değil. Toplumsal hareketlere baktığımızda da bu durum görülüyor. Doğanın tahribatına karşı, nefes aldığımız havanın, içtiğimiz suyun, ektiğimiz toprağın, kısaca en vazgeçilmez varlıklarımızın kirletilip yok edilmesine karşı bile, toplumun, hep birlikte verdiği bir reaksiyon yok. Geçmişten bu yana iyice zayıflayan bu birlik artık tamamen izole reaksiyonlar haline geldi. Nerede can yakan bir tahribat varsa orada bir tepki doğuyor, fakat yalnız kalıyor, eskisinden de fazla. Toplumda yankı bulmuyor, büyümüyor. Üstelik bu yaralara her gün yenileri ekleniyor. Yani tam da daha çok beraber davranmak, daha güçlü olmak varken, tersine oluyor daha çok.

Birşeyler eksik bu gidişte.

Evet belli ki, herkes kendi cehennemini yaşıyor. Bunalmış insanlar, yakınında, fazladan başka bir ateşin sıcağını istemiyor. Bu duygular uzaklaştırıyor onları birbirinden. Hatta, koparıyor yavaş yavaş. Gittikçe artan belirsizlik ve korku ise, toplumu ayrıca derin bir anksiyeteye sürüklüyor. Gerim gerim geriliyoruz bir yandan. Bu baskı ve gerginlik ile, var olan rasyonaliteyi iyice kaybediyoruz. Bir çare aramak, bir şey yapmak gelmiyor akla. Geriye, bize göre algıladıklarımız ile beslenen duygularla baş başa, kendi içimize dönüyoruz. Kendimizi teselli etmeye, belki bu durumda daha iyi hissettirecek işler ile oyalanmaya çabalıyoruz. Orada burada bir şeyler yapıp, küçük direnişler gerçekleştiriyoruz. Ama büyümeyi, bunun için gerekenleri umursamıyoruz hala. Güçlü olmak, bunun için de daha çok yan yana durmak, toplaşmak, birbirine tutunmak gerekirken. Oysa ki, kuşlar ve balıklar bile devasa sürüler oluşturup, tek bir vücut gibi hareket edebiliyorken, düne kadar bunu yapabilen toplumlar, şimdi neden yapamaz? Birbirinden güç alacakken, tersine, neden uzak durur? Bu olmayınca süreci değiştirmek daha da zorlaşıyor.

Bir de bu ortam, felaket tellallığı ile avunanları çoğaltıyor. Kendi cehenneminden boğulanlar, daha kötü olanı arıyorlar, böylece kendi hallerine şükrederek avunacaklar. Hep böyle olmaz mı? Nerede bir boşluk varsa orayı böyle zararlılar doldurur.

Velhasıl, kişisel olarak koşullara uyum sağlamaya çalışmak, sonrasında daha vahim bir yere doğru büyüyüp evrilmeye devam ediyor.

Bu, eskiden yoktu. Hiç böylesi bir yılgınlık, dağınıklık görülmedi. Her zorlu dönemde, baskı ve şiddet, toplumu tümden esir almaya çalışsa da her zaman bir umut vardı. Bilinirdi ki bunlar geçecek. Devran döner her şey değişir, yeniden kurulurdu dünya. Her zaman böyle olmuştu ve yine böyle olacak diye inanılırdı. Fakat, evet, galiba işte tam bu inancı kaybettik. Artık böyle olacak diyemiyoruz. Şimdi geçmişten farklı olan bu.

Bu yüzden gelecek tahayyülümüzü, arzumuzu yitirdik. Bu yüzden, Yahya Kemal’in “Bu son fasıldır ey ömrüm” mısralarını mırıldanarak dolaşanlar çoğaldı. Onlar, artık “geri dönülmeyen” ufka doğru gidişimizden başka bir şey görmüyorlar, anlatmıyorlar. Boşlukta sesleri daha çok duyuluyor. Böyle nasıl bir gelecek tahayyülü mümkün olabilir? Gelecek hayalimiz olmaz ise bugün nasıl tutunabiliriz? Garip bir şekilde, bile bile, teslim olmak, kaderci bir bekleyişin içinde teselli aramak, mütevekkil; cehenneme giden yolda yürüyoruz.

Evet, ilk kez, gelecek bu denli korkutucu görünüyor. Artık ne yapsak, iklim değişimini durdurmak, bu gidişi değiştirmekte başarısız olacağımıza ciddi ciddi inanmaya başladık. Sadece bu değil, toplumsal umutlarımız da büyük darbe yemişti zaten. Sovyetler Birliği’nin sonu ile insanlığın, ulaşılabilir olan bir başka dünya umudu da yıkıldı. Öyleydi, böyleydi ama bu umudun simgesiydi o ve diğerleri. Sonrasında sermayenin dünyada hakimiyeti, daha azgınca ve korkusuz yayılıp güçlenirken önüne çıkacak güç de kalmadı artık. Ne dünün yığınları harekete geçiren örgütleri var, ne sloganları, ne bayrakları. Yıkılan hayallerin altında kaldı hepsi. Kimse böyle bir gelecekten bahsetmiyor artık. O zaman, dayanacak ne kaldı, koruyacak ne? Ulaşabileceğimiz daha güzel bir dünya hayal edemiyorsak, kötü gidişi değiştirebileceğimize inanmıyor, yeni bir dünya düşünemiyorsak anlamlı olan ne kaldı geriye? Neden yaklaşalım yan yana, neden birleşelim bir şey için? İşte cehennem bu. Kendi ellerimiz ile yaratıyoruz onu.

İyi de  “Kimdir cehennem, üstelik neden cennetsiz? “ diye soran Turgut Uyar haklı değil mi? Cennetsiz cehennem mi olurmuş?

İşte eksik olan şey bu, cenneti hayal edebilmek, cehennemde bile…

“Dönülmez akşamın ufkundayız demiş” şair, ama  “İnsan hayal ettiği müddetçe yaşar ” da demiş.( Y.K.Beyatlı)

Biz neden vazgeçelim hayal etmekten, hayallerimizden?

Yaşayacaksak daha, cenneti mi, cehennemi mi? Bize kalmış.

Ya da, cennet için mi, cehennem için mi?

 

Berkay Erkan

CHP İstanbul İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu’na soruşturma

CHP İstanbul İl Başkanı seçilen Canan Kaftancıoğlu’nun sosyal medya hesabı üzerinden yaptığı paylaşımlarda terör propagandası yaptığı iddia edilerek ihbarda bulunuldu. Söz konusu paylaşımları incelemeye alan başsavcılık, paylaşılan tweetleri tutanak altına alarak Kaftancıoğlu hakkında soruşturma başlattı. CHP il Başkanı Kaftancıoğlu hakkında, “PKK ve DHKP-C propagandası”, “Türkiye Cumhuriyeti Devletini ve kurumlarını aşağılamak”, “Cumhurbaşkanı’na hakaret” suçlarından soruşturma başlatıldığı belirtildi.

Hakkında soruşturma açılan Canan Kaftancıoğlu Twitter’dan açıklama yaptı. Kaftancıoğlu’nun açıklaması şöyle:

Bir doktor ve bir anneyim. Bütün yaşamımı insan hakları mücadelesine adamış biri olarak daima terörü ve terör örgütlerini lanetledim! Tüm amacım ve çalışmalarım Türkiye Cumhuriyeti devletini yüceltmek olup saraya dair eleştirilerim de bu sorumluluklardır. Gerek şahsım, gerek partimle ilgili karalama kampanyası yürüten herkesle yargı önünde hesaplaşacağım.

Canan Kaftancıoğlu kimdir?

Canan Kaftanoğlu’nun CHP resmi internet sitesinde yer alan biyografisi;

1972 Ordu doğumlu. İlk, orta ve lise eğitimini Ordu’da tamamladı. 1995 yılında İstanbul Tıp Fakültesi’nden mezun oldu. Sivas Suşehri Devlet Hastahanesi acil biriminde hekim olarak çalıştı. 1997 yılında İstanbul Tıp Fakültesi Adli Tıp Anabilim Dalı’nda Adli Tıp ihtisasına başladı. TiHV(Türkiye İnsan Hakları Vakfı) ‘de vaka taraması yaparak “İşkence Olgularının Adli Tıbbi Değerlendirilmesi” isimli teziyle ihtisasını tamamladı. Öğrencilik yıllarından itibaren çeşitli dernek ve demokratik kitle örgütlerinde görev aldı. Toplumsal Bellek Platformu’nun kurulmasında önayak oldu. Yakın tarihimizde yaşanan faili meçhul bırakılmış cinayetlere dikkat çeken Yalın Ses yayınlarından “Benim Babam Bir Kahramandı” isimli derleme kitabı bulunmaktadır. İletişim yayınlarından Müge Tuzcuoğlu derlemesi “Roboski İstenmeyen Çocuklar” ve Um:Ag yayınlarından Eren Aysan derlemesi “Bir Eflatun Ölüm” isimli kitaplara yazı katkısı sunmuştur. Bilimsel ve sosyal alanlarda yayınlanmış yüzü aşkın makalesi vardır. Birleşik Haziran Hareketi geçici yürütmesinde görev almıştır. Ümit Kaftancıoğlu Öykü Ödülleri düzenleme komitesindedir. 2011-2012 yılları arasında CHP İstanbul Basın, Kültür ve İletişimden sorumlu il başkan yardımcılığı, 2012-2014 yılları arasında İl başkan vekilliği, basından sorumlu il başkan yardımcılığı görevini sürdürmüştür. Motorsiklet kullanmak ve seyahat etmekten hoşlanır. Halen kurucu ortağı olduğu özel bir sağlık kuruluşunda genel koordinatör olarak çalışmaktadır. Dr. Ali Naki Kaftancıoğlu ile evli olup Çağım Işık isminde bir kızı, Rocky isminde sahiplenilmiş dört ayaklı bir oğlu bulunmaktadır.

 

(Hürriyet)

Şu bitcoin meselesi – Emin Güven

Merhaba,

Bir süredir yazı yazmak istiyordum ve Yeşil Gazete’de ekonomiyle ilgili yazılar yazabileceğim söylendi. Yazdığım şeylerde serbesttim ama konunun parayla alakalı olması gerekiyordu. Okuyucuların, “bu yazıyı neden zengin birine yazdırmadınız?” diyesi geliyordur muhakkak. Zannediyorum ki Yeşil Gazete, okuyucularının para kazanmakla ile ilgili değil fakat parayla alakalı yazılara ilgi duyabileceğini düşünüyor, ne denir ki…

***

Bitcoin artık hepimizin bildiği gibi, bir sanal para birimi. Zahiri, yani piyasada görmüş olduğu değeri bizde kabul ettiğimiz için bir değeri var ve bu değeri çoğunlukla Amerikan Doları (USD) ile ölçüyoruz. USD çoğumuzun fiziksel olarak tecrübe ettiği bir kıymet. Fakat bu tecrübeler USD’nin de özünde bir elektronik para birimi olduğu gerçeğini değiştirmemeli. Dolaşımdaki toplam fiziksel (kağıt +metal) USD’nin, bütün USD’ye oranının yaklaşık %3 olduğu söylenir. Geri kalan esas kıymet ise Merkez Bankaları, Bankalar ve Clearing House (Netleştirme merkezi diye çevrilebilir, bizdeki kurumun adı ise Takas Bank) üçgeninde, EFT diye bildiğimiz akışlar aracılığı ile sibernetik bir hapishanede muhasebeleştirilmektedir. Buradaki farklı para birimlerinin değerleri de Bankalararası Tezgahüsütü FX Piyasaları ile belirlenmekte ki bu mekanın anlaşılması, BITCOIN’in ve alternatiflerinin değerindeki sıçramanın aşağıdaki gibi açıklanmaya çalışılmasından çok daha zor oluyor.

En son baktığımda 1 USD: 0.8196 Euro ve 3. 75 TL idi. Muhtelif borsalarda ise 1 BITCOIN’ın değeri yaklaşık 13.500 USD olarak gerçekleşmişti. 2017 yılı sonlarına doğru sadece finansal piyasaların değil, dünya ‘halklarının’ BITCOIN fenomenini heyecanla izlemeye başladığı gerçek üstü sahneler yaşandı. Bu heyecandan kendim de dahil yakın çevremde bir tane bile zenginin peydah olduğunu görememek çok çok acı, neyse… Aslında Türkiye’de dış aleme kıyasla çok geç uğrayan heyecan dalgası gereçketen de BITCOIN fiyatını yukarılara taşıyan şey oldu dersek yanılmayız. İnsanlar, yatırım yapacakları bir değeri heyecanla keşfediyorlardı.

BITCOIN alım satımı yapılmasına müsade eden muhtelif borsalardaki düşük likidite (likidite: kabaca, bir kıymette alım ve satım emirlerinin sayısı) ve toplamda 21 milyon tane oluşacak bu coine ilginin artması fiyatları da hızla yukarıya taşıdı. Yurt dışındaki medyanın, özellikle de alternatif medyanın şu veya bu coinin ardındaki liberal ve/veya komünist değere işaret etmesi, altındaki muazzam fakat son derece şeffaf teknolojiyi keşfetmesi ‘piyasa oyuncularının’ iştahını kabarttı. Talep arttıkça fiyatlar da olağanüstü bir hızla artmaya devam etti. Bu esnada bir balya pamuğun dolar karşısındaki değeri %33, bir ons altının %27, bir kilo kahvenin %10 artarken, bir  BTC’nin fiyatı %1000’den daha fazla arttı.

2018’e küresel bir BITCOIN çılgınlığı ile girildiğini ve konunun hemen hemen herkesin ilgisini çektiğini görmek gerçekten ilginç. Bence ilginç olmasının öncelikli nedeni yukarıda kısaca yatırımcılar ve medya tarafından kripto para sistemlerine atfedilen ve sahiplenilen kavramsal değerlerin son derece kaypak ve korkak bir zeminde yeniden oluşabilmeleri. İngilizce bilenler için linkteki haber bir fikir sağlayabilir. Bunun yanında BITCOIN yatırımcılarında yaygın bir korkunun baş göstermesinin fiyatları kesin olarak düşüreceğini de söylemek mümkün.

Kripto paraların ödeme sistemlerinde ve kıymetin yeniden üretiminde sağladığı olanaklar küresel kapitalizmin çatlaklarına dolan hem haşarı hem seçkin yeni bir sınıfı ortaya çıkarmış olabilir. Bunları kısaca piyasanın büyük spekülatörleri, arbitraj yapmaya aklı eren kimseler ve madenci denilen, sistemin devamını sağlayan bilgisayar kurtları olarak varsaymak mümkün.

Bitcoin’in altında yatan merkezsiz, özgürlükçü ve dayanışmacı değerlerin ise 2018’de ciddi bir sınamaya tabii tutulacağını düşünüyorum. Dolar bazlı küresel borç sistemdeki aksamalar, gelişmiş ekonomilerdeki düşük faiz ve düşük enflasyon ortamı ise fiyatı destekleyen bir numaralı unsur olmaya devam edecek ancak bu durumun devletlerin vergi bahanesiyle Kripto Para’ların üzerine daha agresif gitmesi gibi bir sonuç doğurması da mümkün.

Hülasa fiyatlardaki çılgın oynaklığın devam edeceğini öngörmek için müneccim olmaya gerek yok, ancak BITCOIN hikayesinde Empire Strikes Back bölümüne geçilmiş olabileceği konusunda emareler de arttı.

Gelecek bölümde ise yine başka bir oynaklık hikayesi olan bir madeni, lityum’u ele alacağız. Fiziksel bir şey olması nedeniyle bir hayli sıkıcı fakat gelin görün ki önemli de olabilir.

Kaynaklar

 

 

Emin Güven

twitter.com/Sepezon

[Turkey – Green Gazette weekly digest:] Nukes, Courts, and Centenarian Activists

0

A verdict to retrial stay of execution demand for the Akkuyu Nuclear Power Plant was handed by the Ankara Regional Administrative Court this week. The environmental impact assessment process regarding the plant had been rushed through, and the lower administrative court had previously refused to see a case by many activists and organisations, asking for a stay of execution on the preliminary licence for the plant. The court had doe this without even reviewing the file. The Ankara 7th Court of Appeals will now have to reevaluate the case and its basis as put forward in the petition for litigation, including the dangers of nuclear power plants. Procedurally, this is a win for the environmental movement that constitutes a precedent for cases that include coal and hydroelectric power plants as well.

Activists in front of the Gates of the proposed NPP site – Banner: “No Nuclear in the Mediterranean”.

 

Turkey’s political atmosphere reflected through courtrooms again this week. For a case where he is charged with insulting the President of the republic, Selahaddin Demirtaş, the co-chairperson of the Peoples’ Democratic Party (HDP), was in court in front of a judge for the first time since his incarceration 14 months ago. In his defence, he stated that despite 97 court hearings being held in his various cases, he was not allowed to be present in court and was either trialled in absentia or forced to appear through teleconference systems. He said that in order for a member of Parliament to be trialled, parliamentary immunity has to have be lifted in a way in accordance with procedure, and since this was clearly not the case, the only way that was open to him was to ask for the local court to take the situation gravely and appeal to the Constitutional Court. He said his parliamentary immunity stood, and that he and his friends were subject to a trumped-up haphazard process, outrageous in terms of political and legal history.

Altan (left) and Alpay (right)

In another case, journalist Şahin Alpay whose health is deteriorating,and academic Mehmet Altan were denied release from prison despite a Constitutional Court decision that deemed their incarceration as violation of their right to individual freedom and security and their freedom of the press. The reason given by the lower court was that the High Court’s decision had not yet been published in the Official Gazette; the Constitutional Court then tweeted that their decision can be found on their webpage. Government Spokesperson and former Justice Minister Bekir Bozdağ, however, came out saying the Constitutional Court’s decision was stepping over the edge, that the decision was a repeat of its verdict on Can Dündar‘s freedom of expression, and that individual right of appeal to the Constitutional Court did not mean that it can act in place of a first court of appeals.

Meanwhile, the government extended the state of emergency in the country for three months, for the sixth time. The Parliament is expected to approve the motion.

The Ecology Struggles Communication and Cooperation Network was founded. The decleration underlined that the forerunner group The Ant Has Siblings was a community of individuals, not organisations, and that this lead to a vitality “not seen often among environmental groups”. The group explained that they came together after the murder of the Ali and Aysin Büyüknohutçu couple who struggled against stone quarries in Antalya, and that this was a point of rupture in the 30 years of Turkey’s environmental/green struggle. Including a diverse array of ideological and political positions, group members see this diversity as an asset and underline that their intention is never to suggest that organised or political stances are wrong. They itterate that their individual network organisation is aimed at overcoming the slugishness institutions bring about in taking action.

Centenarian Hacı Ali Keklik joined activists collecting signatures against the Cerrattepe Gold Mine standing over the scenic city of Artvin. Keklik was first noticed by the public when he picked up a plaslic bullet shot on him and his fellow protestors against the projected mine by the gendarmerie when he was 98 years old. He says he owes his long life to the pristine nature of Artvin.

The site of the proposed gold mine standing over the town shown on the left centre.

 

The Streets Belong to Us Association rebooted its Where is the Pavement campaign, through which it crowdsources to expose, map and raise awareness on violations of citizens’ rights, principally their to the city, basing the campaign around pavements. Pedestrians are encouraged to document and share violations they see with the hashtag #kaldırımnerede (where is the pavement) and their website tags, classifies and maps these.

 

 

Titles of Some of the Week’s Articles and Interviews:

 

[Municipalities vs. Climate Change II]

Magic Words: Municipality-People Cooperation – Alper Öktem

 

 

 

Interview:
Members of Istanbul Bar Association Animal Rights Centre
talk on Proposed Omnibus Animal Rights Law.

 

 

Interview: Feminist Theatre Troupe Theatre Painted Bird Stages Troyan Women’s Choir or The Lost Tablet: War through Women’s Eyes.

 

 

Yeşil Gazete
Translated and summarised by Alidost Numan.

Bakterili bebek maması skandalının 83 ülkeye sıçradığı ortaya çıktı

Süt ürünleri, süt tozu ve bebek maması üreticisi Fransız Lactalis firmasının İcra Kurulu Başkanı Emmanuel Besnier Journal du Dimanche gazetesine verdiği demeçte, içerisinde salmonella bakterisi bulunduğu için toplatılma kararı verilen 12 milyondan fazla kutu bebek mamasının 83 ülkeye satıldığını kaydetti.

Fransa Ekonomi Bakanı Bruno Le Maire geçen cuma günü yaptığı açıklamada firmanın söz konusu ürünlerin toplatılması işlemlerine başladığını ve üretim tarihine bakılmaksızın Craon’daki tesislerde üretilen tüm ürünleri geri alacağını duyurmuştu.

Lactalis firması daha önce sadece 15 Şubat 2017 tarihinden sonra üretilen bebek maması ve kahvaltılık gevrekleri geri çağırmıştı. Le Maire altıkları bu “radikal karara” gerekçe olarak, ürünlerin ayrıştırılması sırasında yaşanacak gecikme ve zorluğun önlenmesi gösterdi.

Fransız basınında çıkan haberlere göre geçen günlerde toplatılacağı belirlenen birçok ürünün Fransa’daki birçok büyük süpermarkette yanlışlıkla satıldığı ortaya çıkmıştı.

Fransa’da en az 30 bebek hastalandı

Fransa’da salmonelloz hastalığı teşhisi konulan yaklaşık 30 bebekte, firmanın üretim tesislerindekiyle aynı tip salmonella bakterisi tespit edilmişti. Bunun üzerine Lactalis firması geçen aralık ayında, Şubat 2017’den beri ürettiği tüm ürünleri üç parti halinde geri çağırmıştı.

İspanya’da da bir bebeğin aynı bakteri nedeniyle rahatsızlandığı bildirildi. Yunanistan’daki bir vakanın kaynağının ise henüz araştırıldığı kaydedildi.

Firma Almanya’da bebek maması satışının olmadığını; sadece Président, Galbani veya Salakis markalarıyla peynir satışı yaptığını duyurdu.

Gram-negatif bir bakteri cinsi olan salmonella; tifo, paratifo ve salmonelloz hastalıklarına yol açabiliyor. Salmonella bakterisi her yaş grubunda hastalığa neden olabiliyor.

Bebekler, yaşlılar ve bağışıklığı zayıf kişiler ise söz konusu bakteriden çok daha ağır etkileniyor.

Ülker ile BİM’in ortak kuruluşu Ak Gıda 2015’te Lactalis’e satılmıştı

Fransız firma, Türkiye’nin 5 farklı bölgesinde bulunan üretim tesisleriyle süt, ayran, tereyağı, yoğurt, peynir, krema, kaymak, kefir ve tatlı gibi geniş bir ürün yelpazesi olan Ak Gıda’yı 2015 yılında satın almıştı.

Sütçülük endüstrisinin devleri arasında yer alan Fransız Lactalis şirketi ürünlerini çoğunlukla Çin, Pakistan ve Britanya’da pazarlıyor.

 

(Deutsche Welle, Yeşil Gazete)

Avrupa Komisyonu Başkanı: Gazeteciler hapiste olduğu sürece ilişkilerimiz gelişemez

Avrupa Komisyonu Başkanı Jean-Claude Juncker, gazeteciler hapiste olduğu müddetçe Türkiye-Avrupa Birliği (AB) ilişkilerinin gelişemeyeceğini söyledi.

Avrupa Komisyonu Başkanı Jean-Claude Juncker

Juncker, “Gazeteciler Türk hapishanelerinde olduğu müddetçe bir gelişme olacağını düşünmüyorum” dedi.

Juncker bu açıklamayı Bulgaristan Başbakanı Boyko Borisov ile birlikte düzenlediği ortak basın toplantısında yaptı. Borisov ise Türkiye ile yapılan göçmen anlaşmasının önemli olduğunu vurguladı.

‘Türkiye önemli bir partner’

Bulgaristan Dışişleri Bakanı Ekaterina Zaharieva ise AB dönem başkanlığını Türkiye ile birliğin ilişkilerinin geliştirilmesi için kullanmak istediklerini söyledi.

Zaharieva, “Türkiye’nin Avrupa ile mülteciler, terörizm, ekonomi ve enerji gibi birçok alanda önemli bir partner olduğuna inanıyoruz. Onlarla ilişkimizi sorunları saklamadan geliştirmeye çalışmalıyız” dedi ve ekledi:

“Türkiye’nin AB’ye üye olması gerçekçi olsun olmasın, onlarla nasıl bir ilişkimiz olması gerektiğini dürüst bir şekilde konuşmalıyız.”

Bulgar bakan bununla birlikte Avrupa’nın Türkiye’den hukukun üstünlüğüne ve medya bağımsızlığına uymasını beklediğini vurgulayarak, “Türk hükümetinin gazetecilere karşı tavrını gözden geçireceğini gerçekten umuyorum. Bu gelecekteki ilişkilerimizi daha çok kolaylaştıracaktır” diye konuştu.

 

(BBC Türkçe)

Ruhi Su Dostlar Korosu, türkülerini Nazım Hikmet için seslendirdi

Nazım Hikmet’in 116. yaşı, Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nin, bir süre sonra tren yolu ulaşımına yeniden açılması beklenen Haydarpaşa Tren Garı’nda düzenlediği bir dizi etkinlikle kutlandı.

13 Ocak Cumartesi günü Haydarpaşa Tren Garı’nda düzenlenen etkinlikte Emin İgüs, Levent Üzümcü, Enver Aysever, Orhan Aydın, Nejat Yavaşoğulları, Dengin Ceyhan, Yiğit Özatalay’ın da içinde bulunduğu çok sayıda sanatçı yer aldı.

Panellerin ve sergilerin gerçekleştirildiği etkinliğe Mutlu Ödemiş yönetiminde Ruhi Su Dostlar Korosu da türküleriyle katıldı.

Çok soğuk ve yağmurlu bir günde gerçekleşen ve koronun repertuvarında yer alan türkülerle devam eden konser, yağmurun sahnenin saç tavanında çıkardığı seslerin eşliğinde yorumlanan “Nazım Hikmet” şarkısıyla sona erdi.


(Yeşil Gazete)

GDO hakkında 4 yeni karar – Ali Ekber Yıldırım

Bu yazı tarimdunyasi.net/ den alınmıştır

Biyogüvenlik Kurulu, Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar (GDO) hakkında yeni kararlar aldı. Kurul, 2 mısır ve 1 soya geninin yem amaçlı ithalatına ilişkin ithalat başvurusunu kabul ederken, 10 pamuk ve 4 kolza(kanola) geninin ithalatına ilişkin başvurunun geri çekilmesini onayladı.

Biyogüvenlik Kurulu’nun 30 Ekim 2017’de ve 4 Ocak 2018’de yaptığı iki toplantının kararları 11 Ocak tarihi itibariyle kamuoyuna açıklandı. Türkiye Biyogüvenlik Bilgi Değişim Mekanizması internet sayfasında yayınlanan kararlar özellikle yem ve bitkisel yağ sektörünü yakından ilgilendiriyor.

GDO’lu 3 ürün başvurusu kabul edildi

Beyaz Et Sanayicileri ve Damızlıkçıları Birliği Derneği İktisadi İşletmesi (BESD-BİR), genetiği değiştirilmiş 2 mısır ve 1 soya geninin yem amaçlı ithalatı için Biyogüvenlik Kurulu’na başvurdu. Biyogüvenlik Kurulu, başvuruyu kabul ederek basitleştirilmiş işlem kapsamında değerlendirilmesine karar verdi. Biyogüvenlik Kurulu’nun 4 Ocak 2018 tarihli kararında konuyla ilgili şu bilgilere yer verildi: “Beyaz Et Sanayicileri ve Damızlıkçıları Birliği Derneği İktisadi İşletmesi (BESD-BİR)’nin 08 Kasım 2017 tarihli FG 72 soya çeşidi ve 28 Aralık 2017 tarihli MON87427 ve DAS-40278-9 mısır çeşitlerinin yem amaçlı kullanma başvurularının kabulüne, değerlendirme sürecinin basitleştirilmiş işlem kapsamında yürütülmesine, Oluşturulan risk değerlendirme ve sosyo-ekonomik komitelerinin görevlendirilmesine,Komite üyeliğinden zaruri nedenlerle ayrılan üyenin yerine uzman havuzundan yeni bir üyenin Kurul Başkanı tarafından atanmasına karar verilmiştir.”

Gen sayısı 39’a çıkacak

Biyogüvenlik Kurulu’nun başvurusunu kabul ettiği ve basitleştirilmiş işlem uyguladığı 3 yeni gene ithalat izni verilirse Türkiye’ye ithalatına izin verilen genetiği değiştirilmiş gen sayısı 39’a çıkmış olacak. Daha önce 26 mısır ve 10 soya genine ithal izni verilmiş ve bu genler yem amaçlı olarak ithal ediliyor.

GDO’lu pamuk ve kozla ithal edilmeyecek

Biyogüvenlik Kurulu’nun 30 Ekim 2017 tarihli kararı ile yem amaçlı da olsa genetiği değiştirilmiş pamuk ve kolza(kanola) ithalatı yapılmayacak. Beyaz Et Sanayicileri ve Damızlıkçıları Birliği Derneği İktisadi İşletmesi, 11 Mayıs 2015 tarihli başvurusu ile genetiği değiştirilmiş 10 pamuk ve 4 kolza çeşidinin ithalatına izin verilmesini talep etmişti. Ancak bu güne kadar ithalat izni verilmeyen bu 14 gen için BESD-BİR başvuru talebini geri çekmek üzere Biyogüvenlik Kurulu’na başvurdu. Biyogüvenlik Kurulu, 30 Ekim 2017 tarihli toplantısında genetiği değiştirilmiş 14 çeşidin (genetiği değiştirilmiş 10 adet pamuk ve 4 adet kolza) yem amaçlı kullanımına izin verilmesi talebini geri çekilmesini kabul etti. Buna göre, yem amaçlı da olsa genetiği değiştirilmiş pamuk ve kolza ithalatı başvurusu kalmadı.

Yem sanayicilerinin talebi kabul edilmedi

Biyogüvenlik Kurulu, Türkiye Yem Sanayicileri Birliği’nin karma yemlerde GDO tespitinde şirketler hakkında suç duyurusu yapılmadan önce Biyogüvenlik Kurulu Kararı beklenmesine” ilişkin talebini “yetkimiz yok” diyerek kabul etmedi. Konuyla ilgili olarak Biyogübvenlik Kurulu Kararı’nda şu bilgiye yer verildi:” Türkiye Yem Sanayicileri Birliği’nin Biyogüvenlik Kurulu’ndan başvurusu yapılmış ancak henüz onaylanmayan GDO ürünlerinin karma yemlerde tespiti halinde savcılığa suç duyurusunda bulunmadan önce Biyogüvenlik Kurulu’nun Kararının beklenmesini öngören bir düzenlemenin yapılması talebi değerlendirilmiş ve Biyogüvenlik Kurulu’nun konu ile karar verme yetkisinin bulunmadığına karar verilmiştir.”

GDO’da bulaşan düzenlemesi talebine red

Kamuoyunda en çok tartışılan konulardan biri olan GDO bulaşanı ile ilgili yasal düzenleme talebi de Biyogüvenlik Kurulu’nda “yetkimiz yok” denilerek kabul edilmedi. Bir firamnın başvurusunu değerlendiren Kurul konuyla ilgili aldığı kararı şöyle duyurdu: “LESAFFRE firması tarafından Biyogüvenlik Kurulu’ndan GDO’suz ürün üreten ve söz konusu firmanın kontrolü dışında karşılarına çıkan ve özel sektörü, kamuyu ve adli mercileri meşgul eden GDO bulaşanı konusunun tüketici açısından risk oluşturmayan bir şekilde acil olarak çözüme kavuşturulması için mevzuatta çözüme yönelik bir düzenlemenin yapılması talebi değerlendirilmiş ve Biyogüvenlik Kurulu’nun bu konuda yasal düzenleme yapma yetkisinin bulunmadığına karar verilmiştir.”

Bitkisel yağ satışı

Biyogüvenlik Kurulu, Ayhan Sezer Yağ Gıda End. San. Tic. Ltd. Şirketi’nin kanola yağının gıda endüstrisi dışındaki diğer tüm sektörlerde ve alanlarda (PVC, döküm, boya, kalıp, pirinç döküm ve diğerleri) kullanılabilmesi talebi uygun görmedi.

Ak-Kim Kimya Sanayi ve Tic. A.Ş. nin epoksido soya yağı (ESBO) üretiminde genetiği değiştirilmiş soyanın işlenmesinden elde edilen soya yağının kullanılması talebi ile CHS Endüstriyel Ürünler Sanayi ve Tic. A.Ş. nin genetiği değiştirilmiş soya yağının PVC ve plastik sektöründe kullanılması talebini 30 Ekim 2017 tarihli toplantıda gündeme aldı. Toplantıdan sonra yayınlanan karar metninde bu konuyla ilgili kararın 4 Ocak 2018 tarihli Biyogüvenlik Kurulu Kararı’nda yer alacağını duyurdu. 4 Ocak tarihli karar metninde bu konu internet sitesinde tam olarak yayınlanmadığı için verilen karar anlaşılamadı. Kurul, Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı tarafından, üretiminde kullanılmak üzere GD soyadan elde edilen yağı satın alan firmaları ve aldıkları yağ miktarlarını içeren listenin hazırlanarak Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı’na iletilmesi kararı aldı.

Bu yazı tarimdunyasi.net/ den alınmıştır

 

 

Ali Ekber Yıldırım

Meral Akçay, Zazaca bir ağıtla, bir Dersim çığlığıyla İKSV Salon İstanbul’da

Meral Akçay, 15 Ocak Pazartesi, saat 20.30’da çok dilli, çok kültürlü bir repertuvarla İKSV Salon İstanbul’da sahne alacak. Meral Akçay şarkılarıyla bu topraklardaki çok kültürlülüğün hepimiz için büyük bir zenginlik olduğunu vurgulamaya çalışıyor ve anaların yüreklerinin artık yanmaması için şarkılarıyla bir barış çağrısı yapıyor.

Meral Akçay konserine davet çağrısında Şarkılardır anlamasak da ortak bir dilde yüksek sesle haykırdığımız; şarkılardır hiç bir cümlesini anlamadan, bir dilden, hep bir ağızdan şakıdığımız; şarkılardır yan yana gelmemizi, farklı düşünüp ortak ağlamamızı sağlayan; şarkılardır derinlerdeki lal duyguları dillendiren, barışı çoğaltan, aşk ateşini tutuşturan; kavgayı azaltan da yine şarkılardır…” diyor ve sözlerine “Ne acının rengi ne de şarkıların ulusu var. Öylesine sınır tanımaz ki şarkılar, öylesine dokunur ki yüreklere, gün olur bir İngiliz, Azeri ananın sulh için yakarışını dinlerken tutamaz gözyaşlarını; gün olur hiç anlamadığı Kürtçe bir şarkı ile aşka düşer bir Hintli, Anadolu’da bulur kendini… İşte bu yüzden ki insani ortaklıklarımızı dünyaya haykırmanın en etkin elçisidir şarkılar…” diye devam ediyor.

Meral Akçay, Kiğı’da dünyaya gelmiş. Çocuk ruhu, Peri Suyu’nun muhteşem doğasında dinlediği kuşlar korosunun sesleri ile beslenmiş. Radyo tutkusu da yaşadığı dağ köyünde başlamış. Radyodan dinlediği ve sevdiği şarkıları ezberleyerek, kurda-kuşa-dağlara söyleyerek başlamış müziğe. Flüt çalmayı öğrenmiş. Sonra Kırşehir’de ortaokula devam etiği yıllarda öğretmeni İsmail Sövüş’ün teşvikiyle müzik bir tutku haline gelmiş. Önce okulun flüt korosuna ve sonra okulda kurulan çok sesli koroya katılmış. Sadece şarkı söylemek değil, aslında bir çalgıyı da çalmak istemiş ama Anadolu’da çok çeşitli olanaksızlıklar içerisinde yaşayan birçok genç gibi, ailesinin ekonomik durumu hep özlemlerini ötelemesini gerektirmiş.

Konservatuvara devam etmeyi de düşünmüş ama bir “meslek edinme” kaygısıyla müziğin dışında bir kulvarda yola devam etmiş; buna rağmen küçük yaşlardan başlayarak her an ruhunu güzelleştiren müzik tutkusunu hiç yitirmemiş. Ankara Üniversitesi’nde okuduğu yıllarda Ankara Radyosu THM Gençlik Korosu sınavlarına girmiş ve 1986-1991 yılları arasında dört yıl boyunca bu koroya devam etmiş. TRT1’de her hafta yayımlanan Bizim Eller programında solist ve korist olarak yer almış. Üniversiteyi bitirince 1991 yılında ABD’ye gitmek zorunda kalması radyo serüveninin de sonu olmuş. ABD’de de boş durmamış. Türkiye’den lisanüstü eğitim için gelen arkadaşlarıyla gruplar kurmuşlar ve Georgia Tech ve Emory üniversitelerinin kültür festivallerinde halk ezgileri söylemeye devam etmişler.

Meral Akçay, ilk albümü SETERO ile yaşadığı ve tutkuyla bağlı olduğu Anadolu coğrafyasının olağanüstü zenginlikteki kültürünü, bu toprakların kadim halklarının seslerini-sözlerini bir kez daha hatırlatmak istemiş. Tek tip dayatmasıyla kurgulanmak istenen “kültürel fakirliğe” giden yola bir set oluşturmaya çalışmış. Akçay, bu coğrafyada asırlar boyunca birlikte yaşayan kültürlerin bu albümle birlikte, birbirleri için ne kadar vazgeçilmez olduklarını bir kez daha anımsamalarını istiyor.

Albümün yapım hikayesi Akçay’ın ABD’de geçen 14 yıldan sonra İstanbul’a döndüğü günlerde başlıyor. Önce bir projede yollarının kesiştiği Vedat Yıldırım’la yola çıkıyorlar ve sonra Cansun Küçüktürk de albüm projesine katılıyor. Vedat Yıldırım ve Cansun Küçüktürk’ün dokunuşuyla tanıdık ama yepyeni birer ezgiye dönüşmüş olan Türkçe, Azerice, Kürtçe, Zazaca, Ermenice ve Farsça gibi Anadolu’nun kadim dillerinin şarkıları, Meral Akçay’ın sesinde ruh buluyor.

https://www.facebook.com/meral.ciblak/videos/10155883762815242/

Albüm için Meral Akçay’ın aksanına uygun dillerde şarkılar seçilmeye çalışılıyor. Çerkezce ve Lazca şarkı söylemeyi arzu etse de dilin hakkını veremeyeceğini hissettiği için bu dillerde şarkı alamıyorlar albüme. Albümün “BARIŞ” temalı olmasını istediği için Navrus Genceli’nin şiirinden Ali Ekber Tagiyev’in bestelediği, olağanüstü güzel duygularla yazılmış “barışa yakarış” şiiri olan Sulh Mahnısı albümde yer alıyor. Mümkün olduğunca halkların hem acılarını hem de sevinçlerini anlatan şarkıları seçmeye çabalıyorlar. Albümde yer alan Ermenice bir düğün karşılaması olan Mokats’ın Gelinleri bu sevinçli şarkılardan bir tanesi. Usta Kerim adlı Farsça şarkı ise hiç hesapta yokken albüme alınan bir şarkı oluyor. Meral Akçay, Şivan Perver’in okuduğu Ez Keçikek Gundi Me adlı şarkıyı okumayı çok istiyor ancak şarkıyı telif hakları gibi bir takım sorunlar nedeniyle okuyamadığı için üzülürken ses hocası Cavit Mürtezaoğlu bu şarkının ezgisinin çok eski bir İran aşk filminin müziği olduğunu ve şarkının adının da “Usta Kerim” olduğunu söylüyor. Cavit Mürtezaoğlu’nun yardımıyla şarkıyı Farsça olarak öğreniyor ve albümde bu şarkı da yer buluyor. Havada Kar Sesi Var türküsünü öğretmen olan babasıyla evlendikten sonra anadilinde (Kürtçe) hiç şarkı söyleyememiş olan annesinin sesinden duyduğu tek şarkı olduğu için okumak istiyor.  Neşet Ertaş şarkısı okumanın kendisi için ateşle oynamak gibi bir şey olduğunu düşünse de Vedat Yıldırım’ın yüreklendirmesi ile okumayı deniyor. Rındo adlı eser Adıyaman yöresine ait, Ali Sizer’den alınan Alevi/Kürt kültürünü temsileden bir semah.

Bugün mesleği olan doktorluğa devam eden Meral Akçay müziğe de amatör bir ruhla devam ediyor ve bundan sonra da etmeye niyetli. İlk albümüne adını veren Setero Zazaca bir ağıt. Tam da Dersim bölgesinin çığlığı, Meral Akçay’ın çığlığı demek daha doğru belki de. Meral Akçay albümünde bu topraklardaki çok kültürlülüğün hepimiz için büyük bir zenginlik olduğunu vurguluyor ve anaların yüreklerinin artık yanmaması için şarkılarıyla bir barış çağrısı yapıyor. Akçay’ın çağrısına destek olmak ve çığlığına kulak vermek istiyorsanız 15 Ocak Pazartesi, saat 20.30’da, Şişhane,  İKSV Salon İstanbul’da gerçekleştireceği konserine gidebilirsiniz. Akçay’ın geçen yıl yayımlanan ilk albümü SETENO’yu da müzik marketlerde bulmanız mümkün.

 

Haber: Ercüment Gürçay

(Yeşil Gazete)

Nefesinizi ne kadar tutabilirsiniz? – Hakan Kara

Bu yazı cumhuriyet.com.tr sitesinden alındı

Susan Macgregor’ın öyküsü insana ilk anda inanılmaz gibi geliyor. O zamanlar 8 yaşlarında Susan. Babası işçi tulumuyla işten geldiğinde onu kapıda karşılarmış. Sonra sarılırmış babasına. Gözümde o sahneyi canlandırmaya çalışıyorum.
Ailesine bakmak için gün boyu çalışmış, üzerindeki iş kıyafetleriyle yorgun argın eve gelen onurlu bir işçi ve kızına sarılışı…
Farkında olmadan Nâzım Hikmet’in dizelerini mırıldanıyorum: “Dolaşacaktır en şanlı elbisesiyle, işçi tulumuyla, bu güzelim memlekette hürriyet…” Susan Macgregor öldü. Kansere yakalandı. Meğer babası asbest kullanılan bir işte çalışıyormuş. Babasının işçi tulumunda asbest partikülleri varmış.
Asbest yüzünden 10 yıl hatta 20 yıl sonra ölen insanlara ilişkin bugüne kadar pek çok haber okumuştuk. Fakat 50 yıl sonra ölene ilk kez rastlıyordum. İnsan ilk anda inanamıyor.
Sonrasında “Derby Telegraph” gazetesinin web sayfasında kocası Dave ile yapılan söyleşiyi okuyunca… “Öfkeliyim” diyor Dave, “Neden yetkililer o dönemde kanser yapıcı bir madde olan asbestin binalarda kullanımına izin verdiler?” Ama yapacak bir şey yok. “Kimseyi dava edemezsin” demiş avukatlar, “Çünkü aradan çok zaman geçti.”

***

Peki, konunun bizimle ilgisi ne diyeceksiniz.
Kentsel dönüşümle birlikte Türkiye’de her yıl yüz binlerce konut yıkılıyor. Türkiye genelinde yılda 500 bin konutun yıkıldığından söz ediliyor. Yıkılacak toplam konut sayısı 7 milyona ulaşabilirmiş. Bunlar 20-30 yıllık konutlar. Peki, bu konutların inşaatında yalıtım için asbest kullanılmış mı?
Sahi, oturduğunuz semtte bir yıkım var mı? Yıkılan bu konutta asbest kullanılmış mı? Bunu araştıran var mı?
Asbestli bir bina yıkıldığında, eğer önlem alınmazsa, inşaatta kullanılan asbest havaya karışıyor. Küçücük partiküller halinde. Yüzlerce metre uzağa yayılabiliyorlar. Gözle bile görülemiyorlar. Peki, kim soluyor bu havayı ve partikülleri? Çocuklarımız?
Türkiye’de artık asbest kullanımı neyse ki yasak. 2010 yılında yasaklandı. Gelin görün ki o tarihe kadar yüz binlerce ton asbest kullanıldı. Sadece 2000 ile 2010 yılları arasında 130 bin ton asbest ithal edilmiş.
Türkiye’ye giren asbest, kaç okul, devlet dairesi ve hastanede kullanıldı? Bilmiyoruz. Hangi inşaatlarda kullanıldı? Onu da bilmiyoruz.

***

Türkiye’de çevreciler yıllarca asbestle mücadele ettiler. 90’lı yılları anımsıyorum. Ben de o dönemde asbest haberleri yapardım. Türkiye’ye söküm için gönderilen asbestli gemiler ülkemizde sökülmesin diye çevreciler, bilim insanları, sendikalar, işçiler, TMMOB mücadele verdi. Zehirli atıklara karşı Aliağa’da, İstanbul’da art arda eylemler yapıldı… Asbestli “United States” gemisini anımsar mısınız? Çevreciler yıllarca asbestin ne denli tehlikeli olduğunu anlatmaya çalışırken yetkililer uyarılara kulak tıkadı. Tam bir umursamazlık hali. İnanmazsınız ama asbestin zararlı olmadığını söyleyen siyasetçiler bile çıktı. Eline yüzüne asbest süren çevre bakanını anımsayan var mı? Tıpkı Çernobil sonrası milletin gözüne baka baka televizyonda radyasyonlu çay içen sanayi bakanı gibi.
Aradan yıllar geçti. Ne değişti?
Cumhuriyet’te yayımlanan Hazal Ocak’ın asbest haberini okuyunca işte bunlar geldi aklıma.
TMMOB İstanbul İl Koordinasyon Kurulu tarafından hazırlanan “İstanbul Asbest Raporu”na göre 39 ilçeden sadece Şişli, Beşiktaş, Ataşehir, Bağcılar, Kadıköy, Maltepe, Tuzla olmak üzere toplamda 7 belediye asbest denetimi yapıyormuş. Peki gerisi?
Ankara’daki “Havagazı Fabrikası” olayını daha yeni yaşadık.
Oysa Türkiye’de “Asbestle Çalışmalarda Sağlık ve Güvenlik Önlemleri Hakkında Yönetmelik” var. Niye buna uyulmaz?
Asbest sağlığımızı tehdit ediyor.
Peki, biz ne yapacağız? Bir bina yıkılıyorsa, onun yanından geçerken nefesimizi mi tutacağız?
Nefesinizi ne kadar süre tutabilirsiniz?
Bu sefer Orhan Veli’nin dizesi geliyor aklıma: “Bedava yaşıyoruz, bedava.”

Hakan Kara – Cumhuriyet