Ana Sayfa Blog Sayfa 2921

Gazeteci Mehmet Altan ve Şahin Alpay’ın tahliye talebine ret

Anayasa Mahkemesi, tutuklu akademisyen ve gazeteci Mehmet Altan ve Şahin Alpay hakkında geçen hafta hak ihlali kararı vermişti. Karar üzerine Altan’ın yargılandığı İstanbul 26. Ağır Ceza Mahkemesi’ne başvuran avukatlar, müvekkillerinin tahliyesini talep etmiş, Mahkeme talebi reddederek Altan’ın tutukluluk halinin devamı yönünde karar vermişti. Avukatlar karar üzerine bir üst mahkeme sıfatıyla İstanbul 27. Ağır Ceza Mahkemesi‘ne itiraz başvurusu yaptı. İstanbul 27. Ağır Ceza Mahkemesi avukatların talebini oy çokluğuyla reddetti.

Mahkeme, “dosya kapsamına göre sanık Mehmet Hasan Altan’ın üzerine atılı suçun vasıf ve mahiyeti, kuvvetli suç şüphesini gösterir mevcut delil durumu, delillerin toplanmamış olması sebebiyle verilen tutukluluğun devamına ilişkin ara kararın usul ve yasaya uygun olduğu anlaşılmakla sanık Mehmet Hasan Altan müdafilerinin itirazının reddine, sanık Mehmet Hasan Altan’ın tutukluluk halinin devamına” karar verdi.

Muhalefet şerhi

Üye hâkim Halit İçdemir, çoğunluk kararına muhalefet şerhi koydu. Hâkim İçdemir, muhalefet şerhinde “Anayasa Mahkemesi’nin hatalı uygulamalarının eleştirilebilir nitelikte olsa da bu durum Anayasa Mahkemesi’nin kararlarının bağlayıcılığına engel teşkil etmez. Anayasa Mahkemesi’nin gerekçeli kararının beklenmesinde hukuki yarar yoktur. Anayasa Mahkemesi iradesini kısa kararında ortaya koymuştur. Nihayetinde Anayasa Mahkemesi’nin kararları bağlayıcıdır, kararları kesindir. Kararlarına karşı başvuru mercii yoktur. Tutuklama kararına karşı yapacağı denetim Anayasa Mahkemesi’nin göreviyle bağlantılıdır. Birtakım hatalı uygulamaları görev ve yetki alanını daraltmayacaktır. Bu nedenle kesin ve bağlayıcı nitelik arz eden Anayasa Mahkemesi kararları doğrultusunda hak ihlalinin ancak tahliye ile giderilebileceği anlaşıldığından itirazın kabulü ile sanık Mehmet Hasan Altan’ın tahliyesine karar verilmesi kanaatinde olduğumdan sayın çoğunluğun aksi yöndeki kararına katılmıyorum” dedi.

Öte yandan tahliye talebi İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından reddedilen Şahin Alpay’ın avukatlarının bir üst mahkeme olan İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi’ne yaptıkları itiraz da oy birliğiyle reddedildi.

 

(Deutsche Welle)

Danimarka rüzgâr enerjisinde yeni rekorunu kırdı

Danimarka Enerji ve İklim Bakanlığı tarafından yapılan açıklamaya göre ülkedeki rüzgâr enerjisi santralleri 2017’de, toplam elektrik tüketiminin yüzde 43,4’ü oranında elektrik üretti. Danimarka bu alanda şimdiye kadar en yüksek seviyeye 2015 yılında gerçekleşen yüzde 42’lik orana ulaşmıştı. Bu oran 2007’de yüzde 20, 2016’da ise yüzde 38 oranında gerçekleşmişti.

Rüzgarda maliyetler sürekli aşağı gidiyor

Danimarka’nın rüzgar enerjisi kurulu gücü 2017 yılı başında 3.954 MW’ı karasal, 1.271 MW’lık bölümü ise kıyı ötesi alanda olmak üzere 5.225 MW idi.

Danimarka Enerji ve İklim Bakanı Lars Christian Lilleholt bakanlığın konu ile ilgili açıklamasında rüzgâr enerjisinde maliyetlerin tek bir yöne doğru gittiğini, bunun ise aşağı yön olduğunu kaydetti.

Lilleholt ayrıca Danimarka’nın rüzgâr enerjisini 1970 yılından beri teşviklerle desteklediğini fakat rüzgâr enerjisinin yakın zamanda devlet desteğine ihtiyaç duymayacağı konusunda herhangi bir şüphe olmadığını ifade etti.

2017’de bir başka rekor daha kırılmıştı

22 Şubat 2017 tarihinde rüzgar enerjisi santrallerinden üretilen elektrik miktarı, ülkenin o günkü elektrik talebinin yüzde 104’ü düzeyinde gerçekleşmişti.

Toplamda 97 Gigavat-saatlik (GWh) bu üretimin 70 GWh’lik kısmını karasal, 27 GWh’lik kısmını ise kıyı ötesi rüzgar enerjisi santralleri karşılamıştı.

Danimarka yönetimi 2030 yılında kömüre dayalı elektrik üretimini tamamen sonlandırmayı ve yenilenebilir enerji kaynaklarının elektrik üretimi içindeki payının yüzde 50’ye ulaşmasını hedefliyor.

 

(Yeşil Ekonomi)

İrlandalı rock grubu Cranberries’in solisti Dolores O’Riordan hayatını kaybetti

İrlandalı ünlü rock grubu The Cranberries’in solisti Dolores O’Riordan’ın 46 yaşında Londra’da hayatını kaybettiği belirtildi. O’Riordan’ın menajeri Lindsey Holmes, sanatçının pazartesi günü stüdyoda kayıt yaparken aniden yaşamını yitirdiğini duyurdu. O’Riordan’ın henüz neden öldüğü bilinmiyor.

İrlandalı grup 1990’lı yıllarda “Linger” adlı şarkıyla meşhur olmuş ve 40 milyondan fazla albüm satmıştı. Cranberries Türk dinleyiciler tarafından da özellikle “Zombie” adlı şarkısıyla tanınıyordu. 2017’de Avrupa, İngiltere ve ABD turnesi yapacağını açıklayan The Cranberries, Mayıs 2017’de O’Riordan’ın sağlık sorunları nedeniyle turneyi yarıda kesmek zorunda kalmıştı.

Son yıllarda depresyonla mücadele ediyordu

Ünlü şarkıcı, 2013 yılında verdiği bir röportajda çocukken cinsel tacize uğradığını, bu yüzden depresyona girdiğini anlatmıştı:

“Anoreksiya oldum, depresyona girdim ve çöktüm. Neden kendimden nefret ettiğimi biliyordum. Neden kendimi kustuğumu biliyordum. Neden yok olmak istediğimi biliyordum.”

2011 yılında ise kanser olan babasının ölümünün ardından çocukluğunda kendisini taciz eden adamla babasının cenazesinde karşılaştığını aktarmıştı.

Belfast Telegraph gazetesinden Barry Egan’a bu karşılaşmayla ilgili olarak şunları söyledi:

“Babam ölmeden önce bir yıl boyunca onunla karşılaşacağıma dair kabuslar görüyordum. Cenazede tahmin ettiğim gibi ağlayarak geldi ve üzgün olduğunu söyledi. Babam daha yeni ölmüştü. Onu yıllardır görmemiştim ve sonra babamın cenazesinde gördüm. Onu yıllar boyunca hayatımda engellemiştim.”

Duran Duran adlı ünlü müzik grubunun eski tur menajeri Don Burton ile 1994 yılında evlenen O’Riordan’ın üç çocuğu oldu. O’Riordan’ın evliliği 2014 yılında sona erdi. O’Riordan, çoğu zaman kurtuluşunun çocukları olduğunu söylüyordu. Ünlü sanatçı 2013 yılında ise intihara kalkıştığını itiraf etmişti.

2015’te bipolar teşhisi konuldu

2015 yılında ise kendisine bipolar bozukluk teşhisi konulduğunu ve bunun için ilaç kullandığını açıkladı. Belfast Telegraph gazetesine verdiği röportajında ünlü şarkıcı, “Hayatın para ve ünle ilgisi olmadığını anladım. Hepsi çöp. Sevgi en önemli şey” demişti.

Irish News’e de konuşan O’Riordan, nedeni ne olursa olsun depresyonun çok zor bir şey olduğunu, ancak mutlu zamanları da olduğunu söylemişti: “Hayatımda çok büyük bir mutluluk duyduğum zamanlarım da oldu. Özellikle çocuklarımla. Hayatta inişler ve çıkışlar var. Yoksa zaten hayat nedir ki?”

 

(CNN Türk)

Ona arşivcilik değil ‘Transfobik Paparazzicilik’ denir – Beren Azizi

Geçtiğimiz günlerde bağımsız bir araştırmacının “arşiv” etkinliğine tanık olduk SALT Galata’da, “Kayıp Ailemin İzinden: Bir Lubunya Arşivi’nin Öyküsü.”

Hala inanamadığım araştırmacılık etiği nasıl oldu da bu kadar kolay ayaklar altına alındı? Salt GALATA gibi bir kurum özel hayatın dokunulmazlığının çiğnenmesine ve dahası transfobiye nasıl ortak oldu?

Hepsinden daha da inanamadığım bizler kendimizle çağdaş ve halen yaşayan trans kadınlara kendi rızaları dışında nasıl ayaklı “arşiv” muamelesi yapabildik? Bunun sürekli fotoğrafçılarca, gazetecilerce, sanatçılarca, akademisyenlerce normalleştirilmesine bu kadar kolay nasıl müsaade ediyoruz? Hiç mi nitelikli eleştirinin denetleyiciliği yok? Yoksa her şeye rağmen yaparım yüzsüzlüğü mü bu? Nasıl olsa destekleyen, “Canım sen kafana takma, işini yap, söylenenlere bakarsan ohooo… Çok güzel olmuş, senin gibi birine nasıl fobik derler?” diyen yarı cahiller çıkacaktır, değil mi?

Bilmeyenler için olayı aydınlatmak istiyorum.

Bahsi geçen bağımsız araştırmacı Serdar Soydan, ismini verip daha da canını sıkmak istemediğim ve şu an halen yaşayan bir trans kadının  geçiş süreci öncesi fotoğraflarını “Fotoğraflarımı kullanma!” demesine rağmen kullandı. Israrla söylüyorum ki bu kadın hala yaşıyor. Fotoğrafları kullanırken de “Beni affetsin.” ifadesini kullanıyor Soydan.

Aynı kadın, Soydan’ın son derece travmatik sorgulamaları sonucu Soydan’la tüm iletişimini kesiyor. Sıradan bir sohbet esnasında Soydan bir anda kendisine “Peki ya askerlik…” diye soracak olurken daha cümlesi bitmeden kadın Soydan’la görüşmeyi kesiyor.

Her görüntü kaydının ve hatta her kayıtlı bilginin arşiv değeri vardır. Buna karşın arşiv değeri ile arşiv birbirinden farklı kavramlardır. Arşiv değeri var diye bir insanın hayatına onun rızası dışında ayaklı arşiv muamelesi yapmak onu nesneleştirmekten, fetişize edip alın lime lime edin demekten başka bir şey olmuyor. Arşiv konusu uzun ve teorik bir tartışma ki çoğu zaman değerli. dolayısıyla temsil gücü düşük kişisel koleksiyonlar ya da cherry picking yani seçmece ile yapılmış biriktirmeler de arşiv sanılıyor.

Biyografileri karşılıklı konuşturan kanondan fazlası olmayan biriktirmelerden kader gibi prosopografi çıkarılıyor. Bu da bildiğimiz hikayenin tekrarı: Tektipleştirme. Bu teorik tartışma bu yazının konusundan bağımsız ayrıca tartışılmalı ve önemli ama bu yazıda buna çok odaklanmıyorum, bu yazıda tüm biriktirmelerin teorik sorunlarına değil etkinlikteki ilgili biriktirmenin transfobik sorununa eğiliyorum.

Azınlıklara veya ötekileştirilmiş gruplara ayaklı arşiv muamelesi yapmak insan belgeseli çekmeye benzer, üstelik gizli kamera ile. Başlıkta söylediğim fobik paparazzicilik de değildir aslında, öyle olsa hiç kimse lafını esirgemezdi zaten bu açık transfobiye. Bu fobik paparazzicilik bile değil. Çünkü bu kendinin güya üstten olduğunu, arşivcilik ve araştırmacılık gibi havalı kelimelerle havalı bir iş yaptığını öyle ya da böyle iddia eden transfobiden ekmek yiyen kariyerizmdir.

Aslında konunun üzerine çok da konuşmaya gerek olmamasına rağmen konuşmamın bir sebebi var. Kültigin Kağan Akbulut’un Gazete Duvar’daki yazısı beni sarstı. Sarstı diyorum çünkü Kültigin’le etkinlikteki transfobi üzerinde konuştuk ve bu transfobiyi göremeyecek biri değil, birçoklarından önce de gördüğüne eminim. Tartışmaların ve tepkilerin de birebir tanığı; ama yazdığı haber son derece yanlı ve bu tartışmalardan hiç bahsetmeyerek bu tartışmaları tarih ve bilgi dışına itiyor. Neden? Çünkü kendi etiğini işletecek kadar bağımsız değil, hem etkinliğin organizasyonunda görevliydi, hem Salt GALATA ile süren bağları hem de Soydan’la da olan tanışıklığı Kültigin’i belliki bu konulardan hiç bahsetmeden temiz ve kavgasız bir habercilik yapmaya sürüklemiş. Son derece sistemin içinden gazetelerde bile eğer gazetecilerin böyle bir tartışmadan haberleri varsa bu tartışmaları görür okuruz; ama Kültigin’in haberinde Soydan’a dair tartışmaları okuyamıyoruz.

Yukarıda söylediklerim haricinde etkinliğin izleyicilerine de eleştirim var. Kendilerine “Bir trans kadınla isminin erkekleştirerek dalga geçilmesi hakkında ne düşünürsünüz?” diye sorsak “Aaa iğrenç! Fobik zihniyet!” gibi gibi yanıtlar alabiliriz; ama aynı etkinlikte bir trans kadının ismini erkekleştirerek (Toplumsal erkekleştirerek, isimlerin kadını erkeği yoktur yoksa) dalga geçen gazete haberi ekrana yansıtıldığında salonda bir kahkaha, bir gülüşme, bir eğlenme hali…

Komik olan nedir? Tam da böyle gülünsün diye yazılmış o haber. Neye gülünüyor? Başkasının hayatıyla dalga geçen bir gazete haberi ekrana yansıtılıyor, langur lungur gülünüyor. Derste seks denildiğinde gülen lise öğrencisi bile etik olarak daha sorunsuz bir yerden gülüyor, onun ki en azından cinsel baskılanmışlığın aniden kırılmasına karşı bir rahatlama. Ya seninki ne? Ayıp olur diye içine attığın transfobinin bir anda meşru zemin bularak kahkahaya dönüşmesi mi? Şöyle etkinlikleri doğru düzgün izlemeyi öğrenmeniz gerekiyor. Bu şekilde fikir, sanat vs. üretimi yapamayız, her seferinde sistemi yeniden yeniden üreten estetik fiyaskolara dönüşürüz o kadar, fazlası olmaz.

İnsan içinden gelmezse gülmez tabii, işte diyorum ki o iç de sosyal inşa, neye güleceğimiz özümüz ya da kaderimiz değil. Eskiden komik bulduğu “ibnelik” hallerine çocuğu lgbti+ olarak açılan anne-baba nasıl aniden ve aslında ucu kendine dokunan bir yerden meseleyi anlayıp gülemiyorsa böyle bir hemhallik oluşmadan lgbti+ bireylerine karşı aşağılamayı, şiddeti çözemeyecek miyiz yani? Bu çirkin sistemin ucunun her an size de dokunuyor olduğunu görmeye farkındalık ve bilinç denir. Politikleşme bu bilincin kazanılması, dönüşme de eskiden güldüğüne istese de gülememektir. Etkinlikte bu yoktu. Aslında ona gülmediler boş laf. Ya neye gülündü? Şu düştüğümüz hale bak gülüşü müydü? Bir hale düşen siz değildiniz ki aksine habere konu olan kadındı. Kendinize gülebilirsiniz, kendimize bazen güleriz aşağılanmaya maruz kaldığımızda; ama başkasına gülmenin vizesi Pride’a katılmakla, çok eşcinsel arkadaşı olmakla, profil fotoğrafını gökkuşağı yapmakla çıkmıyor. Hiçbirimize çıkmıyor o vize. (Salonun tabii ki hepsi gülmedi, bir yarısı da bunlar neye bu kadar gülüyor diye bozuldu. O bozulan arkadaşlarıma susmayın ve gereğinden fazla kibar olmayın diyorum. Bizlerin suskunluğu veya nezaketi, yarı cehaleti körüklüyor, bilelim istiyorum.)

Lafı uzatmadan herkesi bu etkinlik üzerine düşünmeye davet ederek bir konuyu tekrar net olarak hatırlatmak istiyorum. Kullanamayız! Lamı cimi yok, kullanamayız. “Lütfen kullanma, istemiyorum, ne olur kullanma!” diyen bir trans kadının geçiş süreci öncesi fotoğraflarını kullanamayız. Bu cinsel tacizdir, toplumsal cinsiyet kimliği temelli cinsel tacizdir. Kişiyi ciddi yıpratır, kişide ciddi travma yaratır. Ruh sağlığı açısından tehdittir. Kişinin beden ve ruh sağlığına bir saldırıdır, iyi niyetli veya kötü niyetli, taksirle veya kasıtla. Sonuç her zaman kötüdür.

Bir davet:

Kültigin’i, yazdığı haberi/yazıyı tartışmaları da içerir halde genişletmeye, Salt GALATA’yı eğer hala silmedilerse ilgili trans kadının “Kullanma!” dediği fotoğraflarının geçtiği, nerede yaşadığının, adresinin verildiği video kaydını silmeye davet ediyorum.

 

 

Beren Azizi

 

BESD-BİR GDO’ya doymuyor: Üç yeni GDO başvurusu

Dün sabah yayınlanan GDO Hakkında 4 Yeni Karar yazısında Ali Ekber Yıldırım, Biyogüvenlik Kurulu’nun son kararlarını ele almış. Bu kararlar, Türkiye Biyogüvenlik Bilgi Değişim Mekanizması sitesinde iki ayrı sayfada yer alıyor. Her iki sayfanın da tarihi 11 Ocak 2018, ancak biri 30 Ekim 2017, diğeri ise 4 Ocak 2018 toplantısı gündemi ve kararlarına ait. Yani “bilgi değişim mekanizması” 30 Ekim toplantısının gündem ve kararlarını kamuoyuyla 73 gün sonra paylaşıyor. Alınan bazı kararların ne olduğu bile anlaşılmıyor, Ali Ekber Yıldırım bahsetmiş, ben de başka bir yazıda bunlara değineceğim.

BESD_BİREn anlaşılan kararlardan başlarsak, belli ki Beyaz Et Sanayicileri ve Damızlıkçıları Birliği Derneği İktisadi İşletmesi BESD-BİR GDO’ya doymamış, üç yeni GDO başvuru yapmışBESD-BİR istedi, Biyogüvenlik Kurulu ikiletmedi yazımda da bahsetmiştim, “2011 yılından bu yana, Biyogüvenlik Kurulu’nun onayladığı 36 GDO’dan 33’ünün izin başvurusu BESD-BİR tarafından yapıldı. Yani, Türkiye’de büyükbaş, küçükbaş ve özellikle kanatlı sektörü yem açığını kapatmak için GDO soya ve GDO mısır ithalatına hız kesmeden yüklenmeye devam ediyor. (BESD-BİR üyelerini buradangörebilirsiniz). 2017 Ağustos tarihli bu yazımdan, beş ay sonra öğreniyoruz ki BESD-BİR 8 Kasım 2017’de bir GD soya (FG 72) ve 28 Aralık 2017’de iki GD mısır (MON87472 ve DAS-40278-9) için başvuru yapmış ve Biyogüvenlik Kurulu bu başvuruları “basitleştirilmiş işlem kapsamında” değerlendirmeye almış.

Basitleştirilmiş işlem nedir?

biyoguvenlik-kurulu-logo-gidahattiBir parantez açıp basitleştirilmiş işlemin ne olduğuna bakalım. Normal işleyişte, Biyogüvenlik Kurulu ve Komitelerinin Çalışma Usul ve Esaslarına Dair Yönetmelik’in 8. madde, 3. fıkrasında da belirtildiği gibi “Kurul kararını her bir başvuru için hazırlanan değerlendirme raporlarını ve Komite kararları ile kamuoyundan gelecek görüşleri de dikkate alarak oluşturur”, diğer bir deyişle, değerlendirme aşamasında katılımcılık ve saydamlık ilkeleri gereği, kamuoyu katılımı şarttır. Ancak basitleştirilmiş işlem kamuoyunun katılımını ve görüşlerinin değerlendirilmesinin yolunu kapatıyor. Yani, ithalatçı başvuruyor, Biyogüvenlik Kurulu değerlendiriyor, nihai merci olarak Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı (GTHB) kabul ya da red ediyor, ve basitleştirilmiş işlemle karar alma mekanizmasının dışına itilen kamuoyu, yani bizlere de kararlar alındıktan sonra haberdar olmak kalıyor. Oysa, hepimizin hatırladığı gibi 2012’de Türkiye Gıda ve İçecek Sanayi Dernekleri Federasyonu (TGDF), 29 gıda amaçlı GDO başvurularını kamuoyu baskısına yenilip, geri çekmişti. Basitleştirilmiş işlemin ne koşullarda yapılabileceği de gayet yuvarlak ifadelerle anlatılmış: 5977 Sayılı Biyogüvenlik Kanunu’nun 6. Maddesine göre “GDO ve ürünlerinden kaynaklanabilecek herhangi bir riski olmayan ve insan, hayvan ve bitki sağlığı ile çevre ve biyolojik çeşitliliğe herhangi bir zararının bulunmadığı yönünde mevcut bilgiye ve daha önce yapılmış olan risk değerlendirmesine dayanan başvurular için, sosyo-ekonomik değerlendirme sonuçları da dikkate alınarak basitleştirilmiş işlem uygulanabilir.”

GDO başvuru ücretlerinde büyük indirim

GTHB logoBiyogüvenlik Kurulu, ve dolayısıyla GTHB, yeni GDO ithal etmek isteyen şirketlerin işini kolaylaştırmak için basitleştirilmiş işlemle de kalmıyor, GDO başvuru ücretlerini de düşürüyor. 2013, 2014, 2015 ve 2016’da 50,000TL olan GDO başvuru ücretleri 2017 yılında 20,000TL’ye düşürüldü. En basit hesapla Amerikan Doları bazında bakarsak, 2013 Ocak’taki 50,000TL’lik ücreti (kur 1.77) 28,250 dolar tutarken, 4 yıl sonra 2017 Ocak’taki 20,000TL’lik başvuru ücreti (kur 3.54) 5,649 dolar tutuyor. Yani, son derecede cüzi olan 5000 küsur doları veren herkes, yeni bir GDO başvurusunda bulunabiliyor. 2018 yılı başvuru ücretleri ise, yönetmeliğe göre her yılın Ocak ayında belirlendiğine göre, yakında ilan edilecektir. Bakanlığın bunu daha düşürüp, rekora gidip gitmeyeceğini göreceğiz. Yapılan birçok kolaylık arasında, Kasım 2017’de Bakanlar Kurulu’nun kararıyla (GDO soya ve mısır dahil) hayvan yemi gümrük vergilerinin düşürülmesini, hatta bazı durumlar için sıfırlanmasını da unutmamak lazım.

BESD-BİR’in başvurduğu üç yeni GDO

BESD-BİR’in başvurularına dönersek, Biyogüvenlik Kurulu BESD-BİR’in bu üç yeni yem genetiği değiştirilmiş organizma (GDO) başvurusunu da kabul ederse, Türkiye’ye yem olarak ithalatı ve kullanımına izin verilen GDO sayısı, 11 GD soya ve 28 GD mısır olmak üzere, toplam 39 GDO’ya çıkacak.

BESD-BİR’in başvurduğu yeni GDO’lar ise şöyle:

  • FG72 Bayer ve MS Technologies’e ait hem glifosat, hem de isoxaflutole herbisitlerine (ot öldürücü) dirençli bir GD soya.
  • MON87427 GD mısır, isminden de anlaşılacağı üzere Monsanto şirketine ait glifosata dirençli bir GD mısır.
  • DAS-420278-9 GD mısır ise, Dow şirketine ait ve 2,4-D herbisitine dirençli.

WHO-logoBir organizmayı bir herbisite dirençli hale getirmenin, bu organizmanın (bu durumda, mısır ve soyanın) genetiğini laboratuvarda bu zehre dirençli hale getirmek için değiştirmek demek olduğunu hatırlatalım. Bu zehir uygulandığında, tüm diğer otlar ölürken bu GDO dirençli hale getirildiği için ölmüyor. Dolayısıyla bu GDO’lar bu zehirlerle birlikte kullanılmak için üretiliyor, ve çok yoğun herbisit kullanımına maruz kalıyor. Bu herbisitlerin etkisi yıkamakla da geçmiyor. Glifosat, isoxaflutole ve 2,4-D sistemik, yani bitkinin dokusuna sızan ve bitkinin diğer organlarına sızan herbisitler. Mart 2015’te Dünya Sağlık Örgütü (WHO) kanser ajansı IARC Mart 2015’te glifosatı, Haziran 2015’te ise 2,4-D’yi “muhtemel kanserojen” olarak sınıflandırdı. Isoxaflutole ise 2009’da ABD Çevre Koruma Dairesi (EPA) tarafından “muhtemel kanserojen” olarak sınıflandırılmıştı.

Biz bu GDO’ları doğrudan tüketmiyorsak da –yasadışı yollardan gıdamıza sızmadığını umuyoruz diyelim- etini, sütünü, yumurtasını tükettiğimiz hayvanlar bunları yediği için dolaylı olarak tüketiyoruz. Bunun için de GDO’nun ithalatı ve her tür kullanımın yasaklanması gerektiğini ısrarla tekrar ediyoruz. Ve bu GDO istememizin sebeplerinden sadece biri.

Öte yandan, Türkiye’de izinli GD mısır ve GD soyalar onlara yetmemiş olacak ki, BESD-BİR Mayıs 2015’te 10 GD pamuk ve 4 GD kolzanın yem amaçlı ithal edilmesi ve kullanılması için başvurmuştu. Biyogüvenlik Kurulu’nun haberler kategorisinde yayınlanan 11 Ocak 2018 tarihli, ancak 30 Ekim 2017 toplantısı sonuçlarını açıklayan, sayfasında okuduğumuza göre BESD-BİR bu başvurularını geri çekmiş. Hangi hesapla geri çektiğini şu anda görmek pek mümkün değil, önümüzdeki günlerde belli olur. Türkiye’de şu anda yem amaçlı izinli 36 GDO’nun 33’ünü BESD-BİR’e borçlu olduğumuzu, bunlar yetmezmiş gibi, üzerine üç tane daha ekleyip GDO sayısını 39’a çıkarmak istediğini düşünürsek, bunun da arkasından bir şey geleceğini beklemek bizi pek kötü niyetli yapmaz herhalde. BESD-BİR’in GDO doyumsuzluğu devam ederken, Bakanlık ve ona bağlı olan Biyogüvenlik Kurumu da ne yazık ki GDO’ların yolunu açmaya devam ediyor.

Kaynaklar:

http://www.tarimdunyasi.net/2018/01/14/gdo-hakkinda-4-yeni-karar/

http://www.tbbdm.gov.tr/Home/Content/News/18-01-11/B%c4%b0YOG%c3%9cVENL%c4%b0K_KURULU_30_Ekim_2017_TAR%c4%b0H%c4%b0NDE_TOPLANDI.aspx

http://www.tbbdm.gov.tr/Home/Content/News/18-01-11/B%c4%b0YOG%c3%9cVENL%c4%b0K_KURULU_04_Ocak_2018_TAR%c4%b0H%c4%b0NDE_TOPLANDI.aspx

https://aysebereket.wordpress.com/2017/08/02/monsanto-ve-basfin-gdolarina-izin-besd-bir-istedi-biyoguvenlik-kurulu-ikiletmedi/

http://www.bloomberght.com/tarim/haber/2071605-hayvan-yeminde-gumruk-vergileri-sifirlandi

http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2010/08/20100813-3.htm

http://www.isaaa.org/gmapprovaldatabase/event/default.asp?EventID=251

http://www.isaaa.org/gmapprovaldatabase/event/default.asp?EventID=265

http://www.isaaa.org/gmapprovaldatabase/event/default.asp?EventID=139

https://www.iarc.fr/en/media-centre/iarcnews/pdf/Q&A_Glyphosate.pdf

https://www3.epa.gov/pesticides/chem_search/reg_actions/registration/fs_PC-123000_15-Sep-98.pdf

https://www.iarc.fr/en/media-centre/pr/2015/pdfs/pr236_E.pdf

http://www.tbbdm.gov.tr/Home/Content/Announcements.aspx

http://www.tbbdm.gov.tr/home/content/announcements/2017_YILI_GDO_BA%c5%9eVURU_%c3%9cCRETLER%c4%b0_BAK

 

Bu yazı aysebereket.wordpress.com/ dan alınmıştır

 

Ayşe Bereket

aysebereket.wordpress.com/

Twitter: @aysebereket

İtalya’da seçimler öncesi sağ koalisyon kuruldu

Silvio Berlusconi’nin Arcore (Milano)’da ikamet ettiği Villa San Martino’da gerçekleştirilen dört saatlik  toplantının sonunda, Berlusconi’nin partisi Forza Italia, aşırı sağcı bir parti olan Lega Nord (Kuzey Birliği), başka bir sağ parti olan Fratelli d’Italia ve Quarto Polo ile birlikte 4 Mart 2018 tarihinde gerçekleştirilecek olan siyasi ve yerel seçimler için koalisyon kararı aldı.

Toplantıya Berlusconi dışında Matteo Salvini (Lega Nord) ve Giorga Melloni (Fratelli d’Italia) de katıldı. Toplantı sonucunda partiler, parlamentoda çoğunluk olup tek başına hükümet kurabilmek  için gerekli olan oyların %40’ını alabilmek ve ortak bir program oluşturmak için çalışacaklarını ifade ettiler.

Kurulan koalisyonun seçim programı temel olarak sabit vergi uygulaması, AB kısıtlamalarının aza indirgenmesi, göç kontrolü, emeklilikle ilgili bir yasa olan Fornero yasasının revize edilmesi ve gerekirse iptal edilmesi gibi maddelerden oluşuyor.

Programda bu maddelere ek olarak daha az vergi, daha az bürokrasi, ihtiyaç duyanlara daha fazla yardım, herkes için daha fazla güvenlik, emekli maaşlarının en az 1.000 euroya çıkarılması, adalet sisteminde reform, kadın hakları ile ilgili düzenlemeler ve doğum teşvik planı gibi taahhütler de yer alıyor.

Programın güvenlik konusuyla ilgili taahhütlerini, terörizmle mücadele, sınırların kontrolünün yeniden ele alınması, deniz yoluyla meydana gelen kaçak göçmenliğin durdurulması ve ekonomik göçmenlerin ülkeleriyle anlaşmalar yapılması ile şehir içindeki güvenlik önlemlerini kapsıyor. Göçmen karşıtlığı ile bilinen Lega Nord  ve koalisyondaki diğer partilerden biri olan Fratelli d’Italia bu konuda tam bir fikir birliği içinde.

AB kısıtlamaları ile ilgili ise Berlusconi konuşmalarında daha az Avrupa kısıtlaması istediklerini dile getirirken, günümüz Avrupasının, kurucularının hayal ettiği Avrupa’dan çok uzakta olduğunu ve o ideal Avrupa’ya ulaşmak için yumruğunu masaya vurmayı bilecek ve her ne kadar düşünülmese de gerektiğinde Avrupa’dan çıkmakla tehdit edebilcek sert bir hükümet gerektiğini, çünkü İtalyasız bir Avrupa’nın var olamayacağını söylüyor.

12 Ocak 2018 tarihinde Corriera Della Sera’da yayınlanan seçim anketine göre;

Partito Democratico (Demokrat Parti)   % 23.1

Movimento 5 Stelle   (5 Yıldız Hareketi) %28.7

Lega Nord   (Kuzey Birliği) %13.8

Fratelli d’Italia (Italya’nın Kardeşleri)  %4.7

Forza Italia    (Haydi Italya) %16.5  dolaylarında oy oranına sahip.  Bu durumda kurulan koalisyonun, toplam %35 oranında oy alma potansiyeli mevcut ve  Partito Democratico ile Movimento 5 Stelle’nin oldukça ilerisinde gözüküyor. Lakin yine de tıpkı diğer partiler gibi tek başına hükümet olabilme potansiyeline sahip değil. Bunun da parlamentoyu zorlayabileceği düşünülüyor. Ancak Başbakan Paolo Gentiloni yaptığı açıklamalarda; koalisyonların ve hükümet değişimlerinin İtalya için yeni bir durum olmadığını ve bu durumun dramatize edilmemesi gerektiğinin altını çiziyor.

 

Haber: Nükhet Akgün Bordignon

(Yeşil Gazete)

 

 

 

Sınır Tanımayan Gazeteciler’den gazetecileri ve gazeteciliği anlatan “The Post” ekibine destek

ABD’de vizyona giren ve Fransa’da “Pentagon Belgeleri” adı altında vizyona girmeye hazırlanan The Post filmi, kaliteli gazetecilik konusunu işlemesi nedeniyle dikkat çekiyor. Sınır Tanımayan Gazeteciler de (RSF – Reporters sans frontières) bu duruma kayıtsız kalmadı ve hem film ekibi hem de oyunculara bir teşekkür mesajı yayınladı.

1971 yılında geçen film, Washington Post isimli gazetenin, 1971 Vietnam Savaşı hakkındaki Pentagon Belgeleri’nin başarılı bir şekilde halka duyurulmasını konu alıyor.

RSF Genel Sekreteri Christophe Deloire ve RSF ABD Yönetim Kurulu Başkanı Peter Price, filmin yönetmeni Steven Spielberg ve oyuncuları Meryl Streep ve Tom Hanks’le Paris’te bir araya geldi. ABD Ulusal Televizyon Sanatları ve Bilimleri Akademisi (NATAS) Eski Başkanı Price, The Post ekibine RSF Emmy Ödülü’nü sunarken şöyle konuştu:

“Steven Spielberg gibi bir yönetmen ve Meryl Streep ve Tom Hanks gibi aktris ve aktörler, özellikle ABD Başkanı olmak üzere medyanın özgürlüğünün tehdit edildiği bir ortamda, kaliteli gazetecilik için çok büyük destek verdiler. Sanatçılar, aynı zamanda tanıtım röportajlarında da güçlü demokrasiye olan bağlılıklarını gösterdiler. RSF’deki herkes, devlet yönetimlerini sorguladıkları için benzeri görülmemiş bir şiddetle saldırıya uğrayan gazeteciler adına Steven Spielberg, Meryl Streep ve Tom Hanks’e destekleri için teşekkür ediyor.”

Sınır Tanımayan Gazeteciler tarafından geçtiğimiz yıl Nisan ayında yayınlanan 2017 Dünya basın özgürlüğü raporunda Türkiye 180 ülke arasında 155’inci sırada yer alıyor. Türkiye’nin profesyonel gazeteciler için “dünyanın en büyük hapishanesi” olarak nitelendirildiği raporda “Hükümeti eleştirmek, ‘şüpheli’ sayılan bir medya kuruluşu için çalışmak, hassas bazı kaynaklarla iletişim kurmak ya da şifreli bir mesajlaşma uygulamasını kullanmak bile terör suçlamasıyla gazetecilerin hapse atılmasına neden oluyor” ifadeleri yer alıyor.

RSF’nin 2017 verilerine göre, dünya çapında hapiste tutulan gazetecilerin toplam sayısı 326. Tutuklanan gazeteciler konusunda Türkiye ilk beş ülkede yer alıyor. Raporda Çin 52, Türkiye 43, Suriye 24, İran 23 ve Vietnam 19 gazeteciyle en çok gazetecinin hapsedildiği ülkeler.

 

 

(Birgün, BBC)

Filistin Devlet Başkanı Abbas: ABD’den gelecek barış planına hayır!

Filistin Özerk Yönetimi Başkanı Mahmud Abbas, Filistin Kurtuluş Örgütü’ne (FKÖ) bağlı Filistin Merkez Konseyi’nin toplantısında, ABD Başkanı Donald Trump tarafından üzerinde çalışılan barış planı ile ilgili açıklamalarda bulundu.

Abbas, konuşmasında ABD’nin Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak görme kararı üzerine Filistinlilerin öfkesini dile getirerek, “Yüzyılın anlaşması yüzyılın tokadı oldu ve bunu kabul etmeyeceğiz” dedi.

Bundan sonra ABD’den gelecek hiçbir barış planını kabul etmeyeceklerini tekrarlayan Abbas, aynı zamanda İsrail’i Oslo Anlaşmaları ile başlayan barış sürecini sona erdirmekle suçladı.

İlki 1993 yılında, ikincisi 1995 yılında imzalanan Oslo Barış Anlaşmaları’nda Kudüs’ün nihai statüsünün barış görüşmelerinin ileri aşamalarında ele alınması öngörülüyordu.

ABD Başkanı Donald Trump, İslam dünyasından gelen tüm tepkilere karşın Kudüs’ü İsrail’in resmi başkenti olarak tanımış ve Tel Aviv’deki ABD Büyükelçiliği’nin Kudüs’e taşınacağını açıklamıştı. Abbas, geçen ay yaptığı açıklamada da ABD tarafından önerilecek hiçbir barış planını kabul etmeyeceklerini söylemişti.

Abbas, Birleşmiş Milletler’de (BM) Kudüs’ü başkent ilan etme kararına karşı oy kullanan ülkelere mali yardımı kesmekle tehdit eden ABD Başkanı Donald Trump’ı da kınamıştı.

 

(NTV)

Yanardağ harekete geçti: 12 bin kişi evini terk etti

Filipinler’in en hareketli yanardağı Mayon yanardağı yeniden hareketlenerek, lav püskürtmeye başladı. Dün 6 kilometrelik alanda en az 900 aile evlerini terk ederek tehlikeli alandan kaçmıştı. Filipinli yetkililer, bölgeden ayrılanların sayısının bugün 12 bine ulaştığını duyurdu. Yetkililer, lav ve küllerin etkilediği Albay kentinin iki bölgesinde evleri tahliye etmeye başladı.

Ulusal Afet Risk Azaltma ve Yönetim Konseyi Sözcüsü Romina Marasigan, bugün itibariyle 12 bin 44 kişiden oluşan 3 bin 61 ailenin bölgeden tahliye edildiğini söyledi. Marasigan, tahliyelerin Camalig, Guinobatan ve Malilipot kasabalarında yapıldığını dile getirerek, tahliye edilen ailelerin 10 farklı tahliye merkezine gönderildiğini belirtti. Sözcü Romina Marasigan, Daraga ve Legazpi’de de tahliyelerin yapılacağını sözlerine ekledi. Filipinler Volkanoloji ve Sismoloji Enstitüsü’nün bölgedeki alarm seviyesini 3’e yükseldi.

 

(Cumhuriyet)

Ben ne yapabilirim? – Emre Ertegün

The More Beautiful World Our Hearts Know is Possible, Türkçesiyle, Kalplerimizin Mümkün Olduğunu Bildiği Daha Güzel Dünya‘yı okuyorum; ki üniversite yıllarından sonra İngilizce olarak okuduğum ilk kitap. Bu blogda Kutsal Ekonomi adlı muhteşem kitabını sıkça andığım Charles Eisenstein‘ın mevcut dört kitabından biri. Şu an için Türkçesine ulaşamazsınız ama çok uzak olmayan bir gelecekte, çok şükür ki mümkün gibi görünüyor. Bu da konuya dair kamuoyuna ilk bilgi sızdırma olsun. Kıpss!

İngilizce kelime haznem, Charles’ın her yazdığını anlamama yetmiyor ve sürekli sözlüğe bakmak akışı bozduğu için çoğu zaman kullanmıyorum ama anladığım kadarı bile ilhamla dolup taşmama yetiyor. Zaten kitap hem aklıma hem ruhuma hitap ediyor ve içeriği kaçırdığım kısımlarda bile özü bir şekilde anlıyorum.

Eisenstein, burada birkaç cümleyle ya da paragrafla özet geçmeye cüret edemeyeceğim çok ama çok kıymetli bakış açısını, düşüncelerini, duygularını paylaşırken dünyaya ve sisteme dair muazzam tespitlerde bulunuyor. Ruhun maddeden, kalbin zihinden, soyutun somuttan kopuşunu çok başarılı ve isabetli bir şekilde göz önüne seriyor ve yazılmakta olan, aslında bir şekilde hep birlikte yazdığımız yeniden birleşme öyküsünü ustalıkla anlatıyor, daha doğrusu hatırlatıyor hepimize.

Bu adamı, yazılarını, kitaplarını bu kadar seviyor olma nedenlerimden biri de mutlaka ki onaylanma ihtiyacım. Yine Charles’ın da kitapta yer verdiği üzere, istisnalar varsa kaideyi bozmasınlar, hepimizin görülme, duyulma, anlaşılma ve bir ölçüde onaylanma ihtiyacı var; ve bu adam bu kitapları sanki bana yazmış gibi okuyorum. Hayata bakışıma o kadar paralel bir yerden düşünüyor, yazıyor ki “ohh” diyorum, “yalnız değilim; deli falan da değilim”. Üstelik benim akıl edebileceğimden ve bilebildiğimden daha zekâ ve bilgi dolu bir yerlerden sesleniyor ve hayata bakışımın manevi kısmı güçlenirken içeriği de genişliyor, bakış açım zenginleşiyor… Yazdıkları kalbime de zihnime de o kadar güzel dokunuyor ki okurken heyecanlanıp coşkulanıp acayip sesler çıkarıyorum (beni tanıyanlar için, kahvaltı esnasında çıkardığım seslere benziyor diyeyim, o kadar yani!).

Tüm bu kocaman girişi yazma gibi bir niyetim yoktu ama bir anda dökülüverdi bunlar. Hem bu kocaman giriş, belki birkaç kişiyi Charles‘ın kitaplarıyla, yazılarıyla, videolarıyla tanıştırır; inşallah amin.

*** *** ***

Esas yazacağım şey ise, yine kitaptan da bilgi, güç ve esin alarak söylüyorum, bireysel bazda yapabileceğimizi yapma, harekete geçme hikâyesine dair.

Küresel boyutta yaşadığımız kriz çok büyük ve gidişat çok parlak değil (en azından bulunduğumuz yerden görünen bu). Aslında hepsi de iç içe olan ve birbirini tetikleyen, iklim değişikliği ve diğer çevresel sorunların oluşturduğu ekoloji krizi, para, istihdam ve üretim-tüketim sistemlerimizin yarattığı ve hiçbir yere gidecek gibi görünmeyen ekonomik kriz, bireysel ve toplumsal yaşamlarımızda var olan psikolojik, sosyolojik, toplumsal krizlertüm çıkışları tutmuş durumda ve ne yapacağımızı bilemiyoruz.

Çare bulmaya çalışanların büyük çoğunluğu ise alışıldık kalıplarla düşünüyor ve sorunlara illaki bütünsel çözümler bulmaya çalışıyor ve elbette ki başaramıyorlar. Bunun iki ana nedeni var gibi: Birincisi -bu sefer de Albert Einstein‘a selam olsun- sorunları, onları yaratan bilinç seviyesi ile çözmeye çalıştığımız için; ikincisi ise bunlar çok büyük ve aslında tamamen birbirine bağlı, birbirini besleyen, yeniden ve yeniden üreten sorunlar oldukları için; çözmeye yeltendiğimizde, koskocaman sorun yumağının dokunabildiğimiz kısmı çok ufak kalıyor. Tüm zihniyetimizi, paradigmalarımızı kökten değiştirmeden büyük bir şeyleri harekete geçirmeye çalıştığımız takdirde çuvallamaya mahkûmuz gibi görünüyor.

Soru basit: Peki ne yapacağız? Cevap daha da basit: B-i-l-m-i-y-o-r-u-z!

Ve işte tam da umutsuz ve çıkmaz görünebilen bu durumdan, bakmasını bilene, her türlü hareket ve eylem olanağı fışkırıyor. Zira durum tam anlamıyla arapsaçına dönmüş durumda ve buna; kapsayıcı, herkese ve her şeye uygun çözümler aramak, biz bireyler, kurumlar -ve hatta devletler- için bile imkânsız görünüyor ve tam da bundan dolayı, bize düşen, elimizden geleni yapmaktan, bizi çağıran şeyler her ne ise onlarla başlamaktan başka bir şey değil. Bu da eylem demek, harekete geçmek demek! Hemen bugün, şimdi…

Bazen arkadaşlarımla konuşurken, bazen tanımadığım insanlarla yazışırken, bazen de bir grup önünde hikâyemi anlatırken sıkça karşılaştığım bir soru/eleştiri var. Herkes konuyu başka yerinden tutsa ve başka cümlelerle ifade etse de aşağı yukarı şöyle bir şeyler: İyi, tamam, yaptığın / yazdığın / önerdiğin çok güzel de bunun bütüne faydası ne olacak; hem sen yapabiliyorsun da Xyz de yapabilecek mi; gençler hiç bunlarla ilgili değiller maalesef gibi yorumlar, sorular… İlk duyuşta makul görünen, -hiç merak etmeyin- benim de kendime sıkça yönelttiğim bu bakış açısında pek de doğru olmayan şeyler var diye düşünüyorum:

Birincisi, kimin hangi eylemi, düşüncesi bütünü, bütünüyle etkileyebiliyor ki? Yani her şeyden önce, bu mümkün mü? Ne olduğunu arayıp durduğumuz o “her şeyi düzeltecek” çözüm(ler) gerçekten var mı? İkincisi, eğer ki yaptığım şey yalnızca bende çalışıyor, sadece beni “kurtarıyorsa”; yani bütünden geçtim, benden gayrı tek bir kişiye dokunmuyorsa bile, -doğaya ve bütüne zararlı olmamak kaydıyla- en azından bende çalışıyor olması, kendi çözümümü bulmuş olmam, yine de iyi bir şey değil mi? Bir yerde yangın varsa ve içinde on insan ölmek üzereyse ve sadece iki kişiyi kurtarma imkânınız varsa bu ikisini kurtarmayı mı seçersiniz, yoksa hepsini kurtaramayacağımıza göre bir anlamı yok diye mi düşünürsünüz? Üçüncüsü ise, her birimiz biricikken ve herkesin sorunları nasıl gördüğü ve bunlara verdiği cevaplar birbirinin aynı olamayacakken, üstelik yeniden altını çiziyorum ki konu her yere dallanıp budaklanmışken birilerinin çıkıp “Tamam, şunu şunu yapıyoruz ve kurtuluşa bu yoldan gidiyoruz” şeklinde diğerlerine birtakım çözüm yollarını dayatması, mümkün olmaması bir yana, doğru mu?*

Ben, bana düşeni yapmakla mükellefim; ötesi için, yani bütünün şifalanmasına dair niyetlerim, umutlarım canlı olabilir, bunun gerçekleşmesi için elimden geleni yapabilirim ve bence yapmalıyım da. Ancak yaptığım şeyi, sadece ve sadece bütüne dokunması şartı altında yapacak, aksi takdirde tatminsizliğe düşeceksem, kilitlenmemem ve pasifize olmamam pek mümkün görünmüyor.

Kanatları takarken belki bir miktar kanama olabilir ve/fakat sonrasında uçuşa geçeceksek değmez mi? (Görsel: Bengi Gizem Turna,)

Ben, bana düşeni yapmakla mükellefim; bir allahın kulu yapmasa da ben pazara giderken kullanılmış poşetlerimi, bez çantalarımı, hatta peynir vs. için kaplarımı yanımda götürmeye devam edeceğim; büyük çoğunluk bireysel araçlarını yerli-yersiz kullanmaya, fabrikalar hiçbir gerçek fayda yaratmayan ürünleri üretmeye tam gaz devam etse ve kolektif olarak enerji tüketimi canavarlığını, yani sürdürülemezi sürdürmeye çalışıyor olsak da ben kullanmadığım zamanlarda bilgisayarımın fişini çekmeye devam edeceğim; milyarlarca insan birbiriyle hiç de hayırlı olmayan şekillerde iletişim kuruyor olsa da ben, elimden ve kalbimden geldiğince çevremdekilerle şefkat ve sevgi dolu bir iletişim içinde kalmaya gayret edecek; yılda 50, 100 ya da ne kadar oluyorsa o kadar insanı çemberle buluşturmaya devam edeceğim.

Nicel olarak hesap yapınca, eylemlerimin ne kadarcık şeye etki ettiğine bakmadan, yapabildiğimi küçümsemeden, boşvermeden…

Ben, bana düşeni yapmakla mükellefim. Atmış olduğum adımlarımın beni bireysel bazda tatmin ederek (uyuşturarak) daha kolektif adımlar atmamı engellememesine dikkat etmekte büyük fayda var; bunun dışında ise yapmam gereken öncelikli şey kendimi dönüştürmek, değişimin kendisi olmak. Görmek istediğim değişim olabildiğim, hayata dair özlediğim şeyleri önce kendi yaşamıma geçirebildiğim takdirde, en azından kendi adıma içim rahat olur, bu karmaşanın içinde bile huzurlu yaşamayı becerebilirim. Bu şekilde yaşamayı becerebildiğim takdirde, çevremdekilere ve hatta internet sağ olsun, uzaklardakilere bir nevi örnek olabilirim. Aldığım teşekkür ve takdirlerin büyük kısmı, insanların kendi ifadeleriyle; keyifli bir yaşamın, başka bir dünyanın mümkün olduğunu onlara gösteriyor olmamdan kaynaklanıyor-muş.

Ayrıca bir de morfogenetik alanlar teorisi var. Doğruluğundan yüzde yüz emin olmadığım ama bana iyi gelen, içimi açan bu teoriye göre, bir grup insan belirli bir konuda belirli bir şekilde davranmaya başladığında, belirli bir sayıdan sonra (bu sayıya kritik kütle deniyor) bu, kolektifi de etkileyecek ve bu davranışlara birebir şahit olmasalar bile, enerjisel bir şekilde o şekilde davranmaları mümkün olacaktır. Birçoğunuzun duyduğunu sandığım yüz maymun fenomeni, bunun bir örneğidir.

Morfogenetik alanlar teorisinin çalıştığını kesin olarak bilemesem de, hatta yanlış olduğunu bir şekilde kesin olarak bilsem bile, yine yukarıda yazdığım şekilde hareket etmenizi önerirdim. En azından ilk iki maddenin varlığı ve gerçekliği ortada. Yani kendimize ve bir şekilde dokunduğumuz kişilere fayda sağlama kısmı. Ehh, doğru bildiğini yapmak, doğru bildiğin olmak için bunlar yeter de artar bile; bence…

Velhasıl, herkes öncelikle kendine düşeni yapmakla, kapısının önünü süpürmekle mükellef ve kime neyin düştüğünü bilmek, kimin hangi süpürgeyi kullanacağını dışarıdan empoze etmek  ne mümkün ne de doğru. Kimi cam şişelerin geri dönüşümüne kafayı takacak ve bu konuda bir şeyler yapacak; kimi yoksul çocukların daha mutlu olması için onlarla çalışmalar yapacak, belki bir mahalle ya da köy tiyatrosu kuracak mesela; kimi azınlık haklarına kafayı taktığı için bu konuda araştıracak, yazacak, konuşacak, anlatacak; kimi kendini meditasyona ve öz farkındalığa adayacak; kimi de öğrenmiş olduğu şifa tekniklerini uygulayacak ve dokunabildiği kadar insanın şifalanmasına destek olacak. Kimisi bunların birkaçını aynı anda yaparken kimisi bambaşka güzellikler yaratmakla meşgul olacak.** 

Bunların hiçbiri diğerinden önemli değil, hiçbiri diğerinden öncelikli de değil. Bana kalırsa ne yapacağımıza, hangi alanlarda çalışacağımıza bakarken dikkat etmemizin hayırlı olacağı iki önemli nokta var: Birincisi, yaptığımız şey(ler)i, birtakım idealist sebeplerle, içimizin oraya akmamasına rağmen ve kendimizle mücadele hâlinde değil, gerçekten de buna çağrıldığımız, içimizden dolup taştığı için yapmaya, yani oluş hâlimizin eyleme dönmesine*** dikkat etmeliyiz; ki bu şekilde yaşamak ve eylemek, aynı zamanda sürdürülebilirliğin, tükenmemenin de anahtarı. İkincisi ise, eylemlerimizin söylemlerimizle uyumlu olması. Camın geri dönüşümüne kafayı taktıysak, önce bizim en ufak bir cam parçasını dönüşüm kumbarasına götürmemiz; azınlıklarla çalışıyorsak, önce kendimizin günlük hayatta kimseyi ötekileştirmediğinden emin olmamız, büyük sorunlarla çalışırken bireysel hayatımızdaki durumları görmezden gelmememiz; karbon salımına kafayı taktıysak, önce kendimiz uçağa binmeyi, özel koşullar haricinde kabul etmemeliyiz. “Önce büyük sorunları çözelim de …”, “Önce devrim yapalım da …” gibi yaklaşımların modasının çoktan geçtiğini düşünüyor, değişimin bizde başladığını kuvvetli bir şekilde hissediyorum. Zaten bu şekilde davranmadığımız, bu şekilde yaşamadığımız, görmek istediğimiz değişim olmadığımız zaman bir sahtelik oluyor, her şeyden ve herkesten önce kendimize karşı bir sahtelik bu; bir “olmama” hâli, bir şeylerin oturmaması durumu…

Ve nihayetinde elimizden geleni yapacak, bu hayatın hakkını vermeye çalışacak, tadını çıkaracak ve her şeyin çok daha keyifli, şenlikli, bütün için hayırlı olmasını umacağız. Ve olacak da…

*** *** ***
Dipnotlar

* Bireylerden başlayıp bütüne yayılacağını umduğum (d)evrim sürecine dair, bir yıl kadar önce şöyle bir yazı yazmıştım: icimdensohbetler.blogspot.com/2016/12/once-tek-tek-sonra-cok-cok

** Bu arada kimisi ise eski kalıplarla yaşamaya, bakış açısını değiştirmeyip “Böyle gelmiş, böyle gider”, “Biz mi kurtarıcaz dünyayı”, “Aman boşver” vs. demeye devam edecek. Onlara da şefkat!!

*** Olmak – yapmak ikiliğine dair ise, bir ay kadar önce yazmıştım: icimdensohbetler.blogspot.com/2017/12/diger-yol.html

Bu yazı icimdensohbetler.blogspot.com.tr/ den alınmıştır
Emre Ertegün