Ana Sayfa Blog Sayfa 2916

Savaş zamanında barış gazeteciliği – Ülkü Doğanay

Bu yazı gazeteduvar.com.tr/ den alınmıştır

Zor, hatta içinde bulunduğumuz koşullarda size imkânsız gibi görünebilir. Ama Barış Gazeteciliği mümkün ve gereklidir. Çünkü savaş gazetelere ve televizyonlara reyting, hamasetten beslenenlere oy kazandırır; ama bizlere bir şey kazandırmaz.

Daha Ekim ayının ortalarında gazeteler, içinde “temizlik” sözcüğü geçen manşetler atmaya başlamışlardı. AKP medyası “Afrin’de temizlik şart” sloganlarıyla kendilerince TSK için çok da zor olmayacak bir harekâtın yakınlığından söz ediyorlardı. Temizlik: Yüzeye yapışmış leke ve kirlerin giderilmesi. Bir mekânın, yaşam alanının, bünyenin kirden, ona zarar veren, onu hasta edecek organizmalardan, maddelerden arındırılması. Başka bir ülkenin sınırları içinde bulunan bir bölgeye yapılacak askeri harekâttan böyle söz ediyorlardı.

Temizlik”: Savaş şakşakçılarının, ırkçıların ve her türlü farklı görüşe, eleştiriye büyük bir tahammülsüzlük içinde yanıt verenlerin, her farklı sesi ihanetle suçlayanların ortak sözcüğü. Barış isteyen 100 öğretim üyesini gözünü kırpmadan ihraç ettikten sonra üniversitenin artık temizlendiğini ilan eden rektöründen savaş çığırtkanlığında birbiriyle yarışa giren sağ, sol ve merkez basınına kadar, herkes bu temizlik hastalığına yakalanmış gibi görünüyor. Nitekim, 14 Ocak’ta gazeteler Afrin’de temizliğin başladığını bildirdiler. Hürriyet “Afrin’e süpürme vuruşları” başlığı altında Afrin’e yönelik bir tür ön temizliğin başlatıldığını belirterek savaşın ne denli yakın olduğunu müjdeliyordu. 20 Ocak günü akşam saatlerinde ise gazeteler ve televizyonlar adına ironik biçimde “Zeytin Dalı” adı verilen operasyonun başladığını müjdelediler. Sosyal medyada savaş nidaları atanlar, Musul’u Kerkük’ü geri alma hayalleri kuranlar, cihat çağrıları yapanlar, savaşa karşı olduğunu yazanları vatan haini ilan edip temizlenme sırasının onlara da geleceği tehdidini savuranlar klavyenin başına çoktan geçmişlerdi. Televizyonların ağırbaşlı tartışma programlarında ise isimlerinin altlarında profesör oldukları yazan ve ne uzmanı olduklarını tam olarak bilemesek de söylediklerine bakılırsa her birinin daha önce onlarca savaşa komuta ettiğini düşüneceğimiz adamlar harekâtın ne kadar da başarılı olduğundan, Amerika’nın bundan sonraki operasyonlarında TSK’nın bu operasyonunu örnek alması gerektiğinden, gerekirse 72 değil 172 uçak kullanılacağından, Amerikan askerleri ölülerin üzerine basarken Türk askerinin ne kadar da merhametli olduğundan söz ediyorlardı.

Dün sabah, gazeteler “Jetlerimiz Afrin’i Vurdu: TÜRKİYE TEK YÜREK” (Hürriyet); ABD’ye rağmen, Rusya’ya rağmen Afrin’i ‘vururuz’ dedik… HAİNLERİ VURDUK” (Sözcü); “İNLERİNDE VURDUK” (Sabah); “IRAK’A KADAR TEMİZLİK” “TERÖRE DEMİR YUMRUK, SİVİLE ZEYTİN DALI” (Haber Türk), “ŞİMDİ AFRİN SIRADA MÜNBİÇ” (Milliyet) manşetleriyle çıktı. Satır aralarında ya da manşetlerin altlarına sıkıştırılmış küçücük başlıklarla TSK’nın PYD sivilleri canlı kalkan yaptığı açıklamasına yer veriliyordu. Ne var ki, bu demir yumruğun altına ne kadar sivilin ezildiğinden, yani zeytin ağacı yetiştirip onun yağını çıkaran, sabununu yapan, işinde gücünde olan, bizler gibi terörle ve savaşla hiçbir işleri olmayan insanların öldüğünden, hayatlarının alt üst olduğundan, sığınaklarda kapalı kaldıklarından söz eden yoktu. Savaşa karşı olanların ne söylediğinden, ne istediğinden, sorunun çözümü için savaşmaktan başka ne yapılabileceğinden söz eden de…

Oysa başka türlü bir habercilik mümkün. Savaşı değil barışı odağına alan, savaşa değil barışa haber değeri yükleyen, insanların temel haklarının güvencesi olarak işleyen, hak ihlallerinin açığa çıkarılmasını ve ortadan kaldırılmasını hedef edinen bir habercilik… Bunca tarifsiz acının yaşandığı bir ortamda, savaş ve çatışma zamanında barışı yeniden tesis edebilmek adına, savaşı ve şiddeti kışkırtmak yerine çözümü kolaylaştırmak için çalışan bir gazetecilik. Barış gazeteciliği. Yazının bundan sonraki kısmında, barış gazeteciliğinin temel ilkelerinden söz edeceğim (1).

Barış gazeteciliği bir çatışmayı iki tarafın çatışması gibi göstermekten kaçınır. İki tarafın çatışması, bir şekilde taraflardan birinin kazanması anlamına gelecektir. Oysa kazanmak da, kaybetmek de kendi başına barışa katkıda bulunabilecek pozisyonlar değildir.

Barış gazeteciliği, “biz” ve “onlar”, “ben” ve “öteki” ayrımlarından kaçınır. Bu türden ayrımların neredeyse her zaman ayrımcılık ve yeni çatışmalar üretmesi muhtemeldir.

Barış gazeteciliği, konvansiyonel haber değeri atfetme pratiklerinin şiddet ve çatışmaya yaptığı vurgu yerine, bir arada/barış içinde yaşamaya ya da bir arada yaşayabilmek için gereken koşulların neler olduğuna odaklanır. Böylelikle, yalnızca şiddet anlarını haberleştirmek yerine çatışmayı doğuran koşulları ve bu koşulların nasıl iyileşebileceğini sorunlaştırır.

Bir çatışmayı haberleştirirken, farklı fikirleri, alternatif çözüm yollarını, sorunun farklı boyutlarını ve muhtemel sonuçlarını dikkate alır.

Yaralı ya da ölü bedenlerin görüntülerini paylaşmadan önce, bunun olası sonuçlarını göz önünde bulundurur.

Şiddeti haberleştirdiğinde, şiddetin yaratabileceği hasar ve travmayı dikkate alır. Yayınlanan bir haberin çatışmayı ve kutuplaşmayı daha da artırarak belli tarafların, toplumsal kesimlerin hedef haline getirilmesine, nefret söylemi ve nefret suçuna maruz kalmasına yol açıp açmayacağını değerlendirir.

Savaşı, çatışmayı kalkan uçak, atılan bomba, imha edilen hedef sayısına indirgemek yerine çatışmanın gerçek mağdurlarının, sıradan insanların yaşadıklarına odaklanır. Onların sesine, sözüne yer verir.

Barış gazeteciliğinin dili eril ve militarist değildir. “Vurmaktan”, “imha etmekten”, “girmekten”, “yıkmaktan” bahsetmek yerine barışa ve çatışmanın bir an önce sonlandırılmasına odaklanır, küfür ve aşağılayıcı sözlerden kaçınır.

Zor, hatta içinde bulunduğumuz koşullarda size imkânsız gibi görünebilir. Ama Barış Gazeteciliği mümkün ve gereklidir. Çünkü savaş gazetelere ve televizyonlara reyting, hamasetten beslenenlere oy kazandırır; ama bizlere bir şey kazandırmaz.

Yeni başlayanlar ve daha fazlasını okumak isteyenler için, Sevda Alankuş’un hazırladığı Barış Gazeteciliği Elkitabı’nı buraya bırakayım.

1 Burada barış gazeteciliğine dair aktardıklarımı Bianet’in Barış Gazeteciliği Kütüphanesi için yazdığım “Barış Gazeteciliği Medyanın Ayrımcı Diline Çözüm Olabilir mi?” başlıklı yazıdan özetledim.

 

Bu yazı gazeteduvar.com.tr/ den alınmıştır

 

Ülkü Doğanay

Avustralya’daki Büyük Mercan Resifi proje kurbanı mı?

Avustralya’da bulunan Büyük Mercan Resifi büyük bir ekonomik vurguna vesile oldu. Büyük Mercan Resifi’nin kurtarılması için harcanan milyonlarca doların başarısız projeler için çarçur edildiği iddia ediliyor.

Başarısız olan projeler arasında 2,2 milyon dolara mal olan suyun ısınıp mercanların beyazlaşmasını engellemek için denizin dibine soğutucu fanlar yerleştirilmesi önerisi de bulunuyor. Öte yandan İngiliz Guardian gazetesinin ulaştığı belgelere göre söz konusu fanların mercanları tamamen yok etme riski bulunuyor. Fanların hareketiyle dolaşıma sokulan sıcak su daha derinlerdeki mercanları riske atıyor. Buna ek olarak daha derinlerdeki asidik sular sığ yüzeylerdeki mercanlara zarar veriyor.

Uyarılara rağmen projelere fon akıtıldı

Bununla birlikte 2016 yılında başmüfettişlik makamı Çevre Bakanlığı’nın kaynakları kamu yararı için kullandığına dair doyurucu bir kanıt sunamadığı için başlattığı soruşturmaya rağmen şaibeli projelere para akıtılmaya devam edildi.

Yaşanan son gelişmelere rağmen Avustralya hükümeti bu hafta Büyük Mercan Kayalıkları’nı kurtarmak için özgün fikirlerle gelenlere 1,6 milyon dolarlık bir fon vadetti.

Proje önerilerinin başlangıç aşamasında teknik ve ticari uygulanabilirliklerinin sınanması için ayrıca 200 bin dolarlık bir bütçe daha verileceğini duyurdu.

Büyük Mercan Kayalıkları okyanus yaşam alanında yüzde 1’lik bir alan kaplıyor ama denizlerdeki canlı hayatın yüzde 25’ine ev sahipliği yapıyor. Mercanlar deniz suyundaki sıcaklıktan etkilenirse mercanlarla birlikte yaşayan ve onlara besin sağlayan algler dışarı atılıyor. Bu durum mercanların enerjisinin tükenip, ağarmasına yani beyazlamasına neden oluyor.

2014-2016 yılları arasında en uzun süren mercan kayalıkları beyazlaması Avustralya’daki Büyük Mercan Kayalıkları’nda yaşandı. Bu resifteki mercan kayalıklarının yüzde 90’ı beyazladı ve bunun sonucunda mercanların yüzde 20’si yok oldu.

 

(Yeşil Gündem)

“Şiirin ağabeyi” şair Enver Ercan hayata veda etti

Varlık Dergisi genel yayın yönetmeni ve Yasak Meyve Dergisi’nin genel yayın yönetmenliği görevini yürüten Enver Ercan, bu sabah 07.00 sularında yoğun bakımda tedavi altında olduğu hastanede hayatını kaybetti. Şiir yayıncılığındaki çalışmalarıyla tanınan  ve bir süredir kanser tedavisi gören Ercan 60 yaşındaydı.

Varlık Dergisi ve Yayınları Enver Ercan’ın vefat haberini yayınladıkları basın duyurusuyla paylaştı.

“Haziran 1990’dan bu yana Varlık dergisi Genel Yayın Yönetmeni olarak görev yapan şair-yazar Enver Ercan’ı uzun süredir boğuştuğu yumuşak doku kanseri hastalığı nedeniyle 22 Ocak 2018 tarihinde sabah saat yedide kaybettik. Bu acı haberin bizde yarattığı üzüntüyü kelimelerle ifade etmek gerçekten zor. O sadece bir şair-yazar, editör değildi, edebiyatı güncel siyasi/toplumsal gelişmelerle, çeşitli sanat dallarıyla buluşturmayı hedefleyen, yorulmaksızın etkinlikler düzenleyen, dergiler çıkaran bir kültür adamıydı. Bir söyleşisinde dediği gibi, “rahat bir insan değil”di, “üstelik hep canı sıkılır”dı, ille yeni bir şey bulmak, onun peşinden koşmak zorundaydı. Enver Ercan’la birlikte çalışmak bir keşif yolculuğunda yorulmaksızın mücadele etmek demekti.

Enver Ercan, Yaşar Nabi Nayır’ın mirasını devralıp geliştiren ve Varlık dergisinin bugünlere gelmesini sağlayan en önemli isimlerden biriydi. Ona veda etmemiz mümkün değil; güleryüzüyle, cesaretiyle, kültür alanındaki fikirleri ve tutkularıyla hep bizimle olacak.

Varlık Ailesi”

Enver Ercan kimdir?

Enver Ercan, 21 Ocak 1958’de İstanbul ‘da doğdu. Haydarpaşa Lisesi’nde okudu. Güneş, Sabah, Yeni Düşün, Varlık gibi gazete ve dergilerde edebiyat sayfaları hazırladı, yayın yönetmenliği yaptı. Ercan, edebiyat hayatı boyunca Broy, Gösteri, Milliyet Sanat, Yeni Düşün, Yeni Olgu, Varlık gibi dergilerde şiirleri yayımlandı. Eksik Yaşam (1977), Sürçüyor Zaman (1988), Geçtiği Her Şeyi Öpüyor Zaman (1997) adlı şiir kitaplarını yayımladı, Yunus Nadi ve Cemal Süreya şiir ödüllerini aldı.

Varlık Dergisi’nin yayın yönetmenliğini uzun yıllardır sürdüren Enver Ercan, şiir kitapları yayımlayan Yasak Meyve Yayınları’nın da yöneticiliğini yaptı.

Enver Ercan’ın kitapları

Söyleşi: Şair Çünkü Onlar (1990), Şiir Uçar Söz Olur (1994)

Derleme-Antoloji: Varlık Şiirleri Antolojisi 1933-1993 (1993), Varlık 60. Yıl Seçkisi (1993),

Şiirlerde İstanbul (1994), Tanzimattan Bugüne Türk Öykü Antolojisi

(Y. N. Nayır ile, 1994), 20. Yüzyıldan Çocuklara Şiirler (1994), Gülümseyen Anlar – Edebiyat Dünyasından Fıkralar (1994), Türk ve Dünya Masalları (1996), Yaşamın Aklından Geçen Öyküler (2011), Erkeklerin Aklından Geçen Öyküler (İdil Önemli ile, 2001), Kadınların Aklından Geçen Öyküler (İ. Önemli ile, 2001), Âşık Katiller Antolojisi (İ. Önemli ile, 2002), Gergin Ruhlar Antolojisi (İ. Önemli ile, 2002), Bizans’tan Günümüze İstanbul Şiirleri (2002), Türk ve Dünya Edebiyatından Fıkralar (2002), Türk Edebiyatından Öyküler I – II (İ. Önemli ile, 2003), Dünya Edebiyatından Öyküler I – II (İdil Önemli ile, 2003), Dünya Edebiyatından Öykü Antolojisi (İ. Önemli ile, 2002), Varlık’ta İlk İmzalar (2003), İntihar Şairleri Antolojisi (2006), Varlık Şiirleri Antolojisi 1933-2008 (2008), Varlık 75. Yıl Seçkisi (2008), Bizans’tan Günümüze İstanbul Şiirleri (Genişletilmiş baskı, 2010), İstanbul’un 100 Şiiri (2011).

Biyografi: Arif Damar, Nam-ı Diğer Arif Barikat (2008), Gülümseyen Usta, Muzaffer İzgü (2009), Tut Elimden İzmir, Tarık Dursun K. (2009), Sözcüklerin Doğasında Gezinmek, Yüksel Pazarkaya (2010), Bir Hayatın Şiiri, Refik Durbaş (2011), Ege’de Zaman Yolcusu, Yaşar Aksoy (2012), Benim Külrengi Zamanlarım, Ahmet Cemal (2013).

Uyarlama: Mevlana’dan Masallar (1990)

Gece

el ayak çekildi
gecenin gölgesine bir düş gibi uzandın
kızının üstünü örtmüştün
kolunda uyuyup kalmış karın
gölgen suya değse ıslanır şimdi

acemisin biliyorum
elin ayağına dolaşıyor günü denerken
bir gerçeğe parmak basar gibi
basamıyorsun da ölümün tetiğine
kırkyalan sözcükler kesiyor rüzgarlarını
onun için aylar var ki
zorla uyduruyorsun kendini her role
susturamasan da kafandaki o sesi

dün de bugün gibi
dün de bugün gibi

öfken de bundan
kibar şairlere gülmen de

tuhaf bir adamsın vesselam
canını sıkan bir sokağı
boyuyorsun da
kırmızıya
bir yaprak düşse dalından
altında kalıyorsun

hiçbir şeyin uymuyor kitaplara

ama gel bu sabah
karını öperek uyandır
işe mişe de gitme
kızına kahvaltıyı sen yaptır
sonra pırıl pırıl günü tak yakana
yeni bir hayatın önsözü gibi
kentin kalabalığına karışıp yürü
kimse korkmasın bakışlarından
üstün başın boydan boya gökyüzü
çocukların ellerine bulaşsın dursun

nasıl olsa
hala güzel masallara inanıyorsun

Enver Ercan

 

(Duvar, Yeşil Gazete)

Dünyanın dört bir yanından kadınlar Trump’a karşı yürüdü

ABD Başkanı Donald Trump kadınların hedefinde… Milyarder iş adamının ABD’nin 45. başkanı olarak göreve gelmesini protesto eden binlerce kadın, ABD başta olmak üzere dünyanın dört bir yanında bir araya geldi. ABD’nin başkenti Washington’da düzenlenen, erkeklerin de destek verdiği protestolara 200 binden fazla kişi katılırken; başkanlık seçimleri süresince Trump karşıtı tarafta yer alan çok sayıda ünlü isim de protestolara destek verdi.

Washington’ın kadın belediye başkanı Muriel Bowser, protesto etkinliğinde yaptığı konuşmada, “Yönetimin bize yapacağı en iyi şey bizi yalnız bırakmak olacaktır” derken; 8 Kasım’a gerçekleştirilen başkanlık seçimlerinde Trump karşısında hezimete uğrayan Demokrat Parti’nin Başkan Adayı Hillary Clinton da Twitter’dan yaptığı açıklamada, “Karşı çıkmak, konuşmak ve değerlerimiz için yürümek her zamankinden önemli” ifadelerini kullandı.

Madonna’dan canlı yayında Trump’a küfür

Washinton’daki gösterilerde şarkıcı Madonna da sahne aldı. Madonna, şimdiye dek Beyaz Saray’ı havaya uçurmayı düşündüğünü ama bunun hiçbir işe yaramayacağını bildiğini söyledi. Madonna, “Bu karanlık dönem boyunca birlikte yürüyelim ve her adımda korkmadığımızı bilelim. Yalnız değiliz, geri adım atmayacağız; birliğimizde güç var ve hiçbir karşıt gücün, gerçek bir dayanışma karşısında şansı yoktur” diye konuştu.

Konuşmasının devamında ise Trump’ı kast ederek ‘s…tir’ diye küfreden Madonna’nın sözleri, MSNBC ve CNN tarafından canlı yayınlandı. CNN, o sözlerin ardından Madonna’nın konuşmasını yarıda kesti.

Trump’ı protesto edenlerin sayısı destekleyenleri geçti

ABD basınında yer alan haberlere göre, Trump’ı protesto etmek için başkent Washington’a gelen kalabalık, Trump’ın devir törenine katılanlardan daha fazla oldu. Almanya’dan Finlandiya’ya Avustralya’dan ABD’ye on binlerce kadın Trump’a karşı protesto gösterisi düzenledi.

İngiltere’nin başkenti Londra’da yaklaşık 100 bin katılımcı, ABD Büyükelçiliği’nden Trafalgar Meydanı’na kadar yürüyerek Washington’daki yürüyüşe destek verdi. Londra’daki protesto yürüyüşüne kentin belediye başkanı Sadık Han da katıldı.

“Barış için penguenler”

Antarktika’daki kadınlar da Trump’ı protesto etmek için yürüdü. Kadınların ellerindeki ‘barış için penguenler’ yazılı pankartlar dikkat çekti.

Berlin’deki protesto ABD Büyükelçiliği önünde gerçekleşti. Göstericiler, “Adalet yoksa barış da yok” ve “Ben bir feministim” sloganları attı.

Sidney’de binlerce Avustralyalı dayanışma için Hyde Park’ta yürüyüş yaptı. Çekya’nın başkenti Prag’da da birkaç yüz kişi destek yürüyüşüne katıldı.

Tüm dünyada yaklaşık 600 kentte gösteri düzenlendiğinin tahmin edildiği açıklandı.

 

(Sputnik)

Kanal İstanbul’un güzergahını bisikletle katettiler

İstanbul Bisiklet Rehberi’nin de yazarı olan Aydan Çelik, Kanal İstanbul’un tüm rotasını bisikletle pedalladı. Toplam uzunluğu 45.2 km, genişliği 150 metre, proje bedeli 65 milyar TL olacak projenin güzergahı da bilim insanlarının bölgede tam bir tahribata yol açacağına dair tüm itirazlarına rağmen geçtiğimiz hafta içinde açıklanmıştı.

Serkan Ocak’ın Hürriyet’teki haberine göre Aydan Çelik’in bisikletle Kanal İstanbul turuna Ocak’ın yanısıra Drone çekimleri için Sebati Karakurt ile fotoğrafçı Murat Şaka da eşlik etti.

Yol boyunca güzergahta karşılaştıkları insanların Kanal İstanbul projesine dair görüşlerini de alan dörtlü ellerinde haritalar, drone ve bisikletlerle Kanal İstanbul hattını Küçükçekmece’den Karaburun’a kadar kat etti.

Kanal İstanbul; Sazlıbosna, Baklalı, Dursunköy’le Şamlar Köyü’nün bir kısmını etkileyecek. Şamlar Köyü, 90’lı yıllarda Sazlıdere Barajı nedeniyle, yukarılarda bir bölgeye taşınmış.

Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Ahmet Arslan’a göre ilk kazmanın bu yıl vurulacağı Kanal İstanbul Projesinin nasıl bir tahribata yol açacağına dair uzmanların görüşleri şu şekilde:

Yarımburgaz Mağaraları dünyada tek

Arkeolog Prof. Dr. Mehmet Özdoğan
(Yarımburgaz Mağaraları’nda arkeolojik kazılar yaptı)
“Yarımburgaz Mağaraları dünyada tek. Tarihi 600 bin yıl ve daha eskiye gidiyor. Dünyanın başka yerlerinde de dolgular var ancak bu mağaradakiler çok iyi korunmuş durumda. İstanbul bölgesinin doğa ve çevre koşullarının değişimini gösteriyor. Üzerinde çok az çalışıldı, mutlaka yeni yöntemlerle yeniden çalışılması gerekiyor. Ben mağarayı 1986’da kazdım, son kazı ise 1991’de bitti. Film setleri de burayı mahvetti. Ancak yine de üst katlar yani Bizans tabakaları tahrip edildi, 600 bin yıl öncesinin kalıntıları hâlâ duruyor… Doğal, çok sert bir katman var.
Burada Filiboz gibi başka antik şehirler de var. Bathonea’dan daha büyük. Burası aslında eski bir fay kırığı. Asya’dan Avrupa’ya geçilen ve Akdeniz kültürlerini Karadeniz’e bağlayan anayol ve kültür açısından çok önemli. Sadece İstanbul’un değil, büyük bir coğrafyanın bilgilerini barındırıyor. Ayrıca o vadide mercan fosilleri de bulunuyor.”

Kuş göç yolu bitecek

Kuş gözlemcisi Fikret Can
(Özellikle leylekler ve göç yolları üzerine çalışıyor)
“21 milyon yıldır kullanılan, değişmesi mümkün olmayan bir otoyol gibi Türkiye’deki kuş göç yolu. Avrupa’daki kuşların göç edebileceği üç yol var; Cebelitarık Boğazı, İstanbul Boğazı ve Artvin-Macahel-Hatay hattı. Cebelitarık ve Artvin hattını kullanan kuşlar yüzde 10 bile değil. Üreyen canlıların yüzde 90’ı İstanbul göç yolunu kullanıyor çünkü büyük su kütlelerini geçemiyorlar. Yapılaşma, deniz suyu, binaların camları, trafik ve daha da önemlisi konutlar… Şu anda bile mola verecekleri yer çok kısıtlı. Bu hat tamamen insan egemenliği altına girecek. Şehir tam anlamıyla göç yolu güzergâhının iki bandına uzunlamasına yayılacak. Üç köprü, yeni havalimanı ve Kanal İstanbul bu yolu işlevsiz hale getirecek.”

Sistem bir havuz problemi gibi

Denizbilimci (oşinograf) Prof. Dr. Cemal Saydam
(Yıllarca İstanbul Boğazı’nda çalışmalar yaptı)
“Bu projeyle Karadeniz’le Marmara birleşiyor. Yani iki deniz söz konusu. Kime sorabilirsiniz denizbilimciden başka? Onlar da ‘Bu iş olmaz’ diyor. Karadeniz’le Marmara arasında yaklaşık 30 cm yükselti farkı var. Karadeniz tatlı su kaynaklarıyla beslenirken, Akdeniz buharlaşarak boşalıyor. Cebelitarık’tan da beslenmesine rağmen Akdeniz’in asıl kaynağı Karadeniz’dir. Marmara’nın ilk 25 metresi Karadeniz, altındaki ise Akdeniz suyudur. 25 metrenin altında oksijen sıfıra yakın, canlı yaşamıyor. Karadeniz; Tuna, Sakarya, Çoruh, Yeşilırmak gibi tatlı su kaynaklarıyla beslenen bir havuz. Sistem bir havuz problemi gibi. Karadeniz bu musluklardan doluyor, iki musluktan (İstanbul ve Çanakkale boğazları) boşalıyor. Bir musluk daha açılırsa sistem bozulur…”

“Kaç para verirlerse versinler topraklarımı satmam”

Bölge sakinleri de projeye dair fikirlerini şu şekilde ifade ediyor.

Şamlar Köyü’nden Mehmet Yurtsoy, “Toprağımızın bir kısmı daha önceden baraj nedeniyle kamulaştırıldı. Köy giderse sokakta kalırım; biz apartman insanı değiliz, yaşayamayız.” derken Sazlıbosna Köyü’nden Muzaffer Özdemir “Kaç para verirlerse versinler topraklarımı satmam… Baraj zaten mahvetti bizi. Hayvanlarım vardı; çiftlik bitti, hayvanlar gitti…” diyerek Kanal İstanbul’a karşı olduklarını ifade ediyor.

Dedeleri 200 yıl önce Şamlar Köyü’nr köye gelen Mehmet Yurtsoy’un toprağının bir kısmı önceden baraj nedeniyle kamulaştırılmış. Dedelerinden miras bu toprakların çocuklarına, torunlarına geçmesi, en büyük arzusu.

Aynı köyden Hüseyin Demirezen de “20-30 dönüm yerimiz var. Burada değişim, büyüme istemiyorum. Parası önemli değil” diyor.

Haydar Pektaş ise elinde köyün 1530’lardan kalma belgesi bulunduğunu belirterek giriyor söze: “Dedemin dedesi mutasarrıfmış. Yunanistan’dan gelmişler. Zaten sualtında kalmayan üç-beş parça yerimiz var. Şimdi de onu alırlar.”

 

(Hürriyet)

Uluslararası camiadan ölçülü tepkiler, BM Afrin için toplanıyor

Türkiye’nin Suriye- Afrin’e “zeytindalı” adını vererek  başlattığı operasyon 2. gününde karadan sürerken uluslararası tepkiler de gelmeye devam ediyor. Uluslararası tepkiler genellikle operasyonun bir an önce bitirilmesi ve sivil hedeflerin gözetilmesi konusunda ölçülü ifadelerle sınırlı.

Dışişleri Bakanlığı ise dün Suriye’ye komşu ülkelerin Büyükelçilerine operasyon ile ilgili bilgi vermeye devam etti. Müsteşar Yardımcısı Sedat Önal önce Suudi Arabistan Büyükelçisine özel olarak, ardından da Katar, Kuveyt, Ürdün, Lübnan, Ürdün Büyükelçileri’ne bilgi verdi. Benzer şekilde AB Türkiye Delegasyonu Başkanı Christian Berger’e de operasyonla ilgili bilgi verildi. Önal, Büyükelçilere Türkiye’nin meşru müdafaa hakkını kullandığı belirtiliyor.

NATO, ABD ve Rusya yetkililerinin yaptıkları açıklamalarda sert bir dilden kaçınılması ve operasyonun kapsamlı ve sınırlı olmasını umdukları dikkat çekiyor. Suriye ise operasyonu ülkenin toprak bütünlüğüne bir saldırı olarak gördüklerini belirtip TSK’nın bir an önce geri çekilmesini talep ediyor.

 

BM Afrin için toplanıyor

Operasyon sonrası en dikkat çekici gelişme ise Fransa tarafından  geldi. Fransa Dışişleri Bakanı Jean-Yves Le Drian, Birleşmiş Milletler’i (BM) acil toplantıya çağırdı.

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, bugün Güvenlik Konseyinin 5 daimi üyesinden bir olan Fransa’nın talebi üzerine Afrin’i görüşmek üzere toplanacak. Oturumun Türkiye saatiyle 18.00’de başlaması bekleniyor.

 

Suriye politikasına Afrin yaması…- Hediye Levent

Bu yazı evrensel.net sitesinden alındı

Suriye, Türkiye’nin en önemli iç siyaset konularından biri olmayı sürdürüyor. 2011’den beri demokrasi ve insan hakları söylemlerinden “Sünni kardeşlerimiz katlediliyor” yaygaralarına kadar mümkün olabilecek bütün başlıklar altında iç politika ile Suriye konusu eklemlendi.

Birçok kez Suriye’de kanlı vekalet savaşının yerini iç siyasi yapının yeniden dizaynı aşamasında girişilen yeni bir savaşa bıraktığını vurgulamıştık. Suriye’deki vekalet savaşına taraf olan her bir ülkenin kendi ajandasına göre siyasi düzeyde vekalet savaşı da değişiklik gösteriyor haliyle. ABD, Rusya ve İran güç pekiştirip nüfuz alanlarını derinleştirmeye girişmiş durumda. Türkiye’nin hamleleri ise “Şam’da bayram namazı kılacağız, Halep zaten bizimdir” hevesleri ile girişilen sürecin kaybedenler kampında yer alanlardan biri olarak zararı en aza indirmekten ibaret.

Memleketin on yıllardır kanayan ve kanatmaya müsait (tutulan) yarası Kürt sorunu üzerinden Afrin operasyonuna dair “milli seferberlik havasından” biraz sıyrılıp sahadaki duruma göz atalım.

Afrin’e operasyon yapılabileceğinin duyurulmasından beri medyada ve resmi açıklamalarda “Afrin ele geçirilirse Suriye’deki siyasi-silahlı Kürt oluşumlar büyük darbe alır/çöker” söylemi öne çıkıyor. Bu söylemin operasyona kamuoyu desteği sağlamak dışında pek gerçekçi olmadığı söylenebilir. Şöyle ki; Suriye’de Kürtlerin ana gövdesini oluşturduğu siyasi yapı Haseke’den Fırat Nehri’ne kadar olan bölgede yoğunlaşıyor. Rakka operasyonu ile birlikte Haseke’den Irak sınırı boyunca Suriye içine açılan Kürtler ekonomik değeri yüksek genişçe bir bölgeyi kontrol ediyor. Petrol bulunan ve tarımsal üretime elverişli olan bu bölge Afrin’in de olduğu Fırat’ın batısında kalan kısma göre elde tutmaya/ilerlemeye çok daha müsait.

Cerablus’tan Afrin’e uzanan Fırat’ın batısında kalan kısım birkaç yıl önce onlarca silahlı grubun bulunduğu sürekli el değiştiren bir alanken bu grupların Halep’ten çıkarılıp İdlip’te yığılması ve Rusya desteğinde Suriye ordusunun ilerlemeye başlaması ile bu bölgede daha stabil bir süreç başladı. Yani Türkiye’de sıkça dile getirilen “Kürtlerin Akdeniz’e açılması” gibi olasılık mevcut haritaya göre olası değil. Bu durumun, yani Kürtleri Akdeniz’e ulaştıracak şartların oluşmasının da yeni bir savaş dahil çok sürpriz gelişmeler olmadığı sürece değişmesi de olasılık dışı.

Diğer taraftan Türkiye’nin temas kurmak için askeri operasyonlar dışında bütün seçenekleri şiddetle reddettiği Suriye Kürtlerinin kontrolü altındaki Fırat’ın doğusunda kalan bölgeye göz atalım;

Kürtler Haseke’den başlayıp Kamışlı’yı da içine alarak Fırat Nehri’ne kadar Türkiye sınırı boyunca uzanan büyük bir bölgeyi uzun süredir kontrol ediyor. Türkiye sınırı boyunca yüzlerce kilometre devam eden bu bölge Rakka operasyonu sonrası Irak sınırı boyunca uzanan bir bölgeyi de içine alarak üçgen oluşturuyor. Afrin, Kürtlerin siyasi ve askeri açıdan merkezi olan bu üçgen bölge ile kıyaslandığında öncelik listesinin epey altında görünüyor.

Sınır ötesi askeri operasyona girişecek kadar büyük bir tehdit algısının yaratıldığı böylesi bir havada, “Kamışlı dururken neden Afrin?” sorusuna saha gerçeklerine ve mantıklı bir dış politik duruşa uygun cevap almak pek mümkün değil.

Biz sahadaki duruma dönelim; YPG, yerel güçlerden oluşan Suriye Demokratik Güçlerinin (SDG) omurgasını oluştursa da Fırat’ın batısındaki bölgelerde çok görünür değil. Türkiye, giriştiği askeri operasyonu Fırat’ın batısı ile sınırlı kalacak şekilde istediği kadar genişletse de yerel Arap güçlerden müteşekkil silahlı yapıları veya yine yerel isimlerden oluşan sivil yönetimlerin olduğu bölgeleri vurmayı göze alamayacağına göre, Afrin’den Fırat Nehri’ne kadar olan bölgede YPG’ye veya PYD adı altında sembolleştirilen Kürt siyasi oluşumuna nasıl bir “Ağır darbe vurmayı” planlıyor, henüz bilinmiyor.

Fırat’ın doğusunda açıktan silah desteği de dahil olmak üzere Kürtlerle (şimdilik) geniş bir müttefiklik ilişkisi yürüten ABD’den, “Afrin bizi ilgilendirmez” mealinde açıklamalar geldi. Bu açıklamaları, “ABD de Kürtleri sattı” şeklinde yorumlamak şimdilik Türkiye’nin (Operasyon öncesi kamuoyu algısı yaratmak için kullanışlı olması açısından) işine gelse de “Afrin’in önem açısından listenin altlarında olduğu” şeklinde okumak saha gerçeklerine daha uygun.

“O zaman neden Afrin?” sorusunun cevabını Türkiye’deki söylemlerden sıyrılıp İdlip’teki son gelişmeleri takip ederek bulmaya çalışmak daha sağlıklı sonuçlara götürüyor. Çünkü;

-Suriye’de IŞİD karşıtı mücadele sürerken Rusya ve Suriye ordusu İdlip’e operasyon yapıp gücünü bölmek yerine Halep dahil ülkenin geri kalan bölümlerindeki radikalleri İdlip’te toplamayı tercih etti.

-Rusya ve Şam, Türkiye sınırındaki İdlip sorununu “Türkiye’nin sorunu” olarak değerlendirdi. Türkiye’nin desteklediği ve radikal olduklarını uzun süre kabul etmediği bu grupların İdlip’ten çıkarılması sorunun çözülmesine yetmeyeceği gibi kenti sürekli bir çatışma bölgesine çevirebilirdi. Bu nedenle, İdlip operasyonu Türkiye ile asgari düzeyde siyasi uzlaşı sağlandıktan ele alınmak üzere ertelendi.

-Astana süreçleri ile gelen İdlip’teki çatışmasızlık bölgeleri çözümü Türkiye’de “kazanım” olarak aktarılsa da aslında Türkiye’nin İdlip’teki durumu “sorun” olarak değerlendirip buradaki grupların radikal olduğunu kabul ettiği yani “Türkiye ile asgari düzeyde de olsa siyasi uzlaşma” noktasına çekildiği eşik oldu. Son olarak Rusya’nın Lazkiye’deki askeri üssüne İdlip’ten havalandığı öne sürülen insansız hava araçları ile yapılan saldırı Türkiye’nin manevra alanını biraz daha daralttı. Rusya bu saldırıların “Türkiye’nin garantör olduğu grupların bulunduğu bölgelerden yapıldığını” öne sürüyor. Yine Rusya’dan yapılan açıklamalarda “Türkiye’nin bu saldırılara dahli olmadığı” belirtiliyor ki, Türkiye’nin böylesi bir saldırıya azmettirmesi pek olası değil. Ancak eğer saldırı Rusya’nın iddia ettiği gibi Türkiye’nin garantör olduğu bölgelerden yapılmışsa, Türkiye’nin garantörlüğünü yaptığı grupları tamamen kontrol edemediği gibi bir sonuç da ortaya çıkıyor.

-Zaten Rusya, İdlip’teki bu grupları “radikal ve cihatçı” olarak görürken Türkiye’nin hâlâ Suriye içinde varlığını sağlayabilecek yeni oluşumlar devşirme çabasında olduğu ortada. Yine İdlip’e yönelik Rusya destekli Suriye ordusu operasyonunun er ya da geç yapılacağı biliniyordu. Astana görüşmeleri ile çatışmasızlık bölgelerinin oluşturulması Rusya’ya ve Şam’a vakit kazandırdığı gibi Türkiye’nin Suriye politikasında geri adım atmasını sağlamaya yönelik hamleler için alan verdi.

Rusya desteğinde Suriye ordusunun İdlip’e yönelik operasyonu sürüyor. Türkiye’nin böylesi bir dönemde Afrin operasyonuna girişmesi İdlip’te sıkışmış olan silahlı gruplara yeni bir alan kazandırabilir. Türkiye, daha önce Cerablus’ta yaptığı gibi çeşitli silahlı gruplardan yerel yönetimler vs. oluşturmaya girişebilir. Böylesi bir hamle Türkiye’nin Suriye’deki varlığını bir süre daha korumasını sağlasa da uzun vadede en fazla zararı en aza indirmesine yardımcı olabilecek gibi görünüyor.

Şam’ın ve Rusya’nın Suriye Kürtlerine bakışını geçtiğimiz haftalarda uzun uzun yazmıştım. Mevcut Afrin operasyonuna Kürtlerin ABD’ye yakın durması sebebiyle Rusya ve Şam bir süre ses çıkarmayıp göz yumabilir ancak tekrar belirtmekte fayda var; Şam ve Kürtler bu sorunu kendi aralarında çözmeyi tercih ediyor ve Rusya da bu soruna iç mesele olarak bakıyor. Türkiye hazzetmese de Kürt meselesi dahil Suriye’deki gidişat ABD, Rusya, İran, Şam ve Kürtler tarafından yönlendiriliyor. Türkiye’nin siyasi hamleleri bir tarafa askeri açıdan da ABD ve Rusya’yı gözetmesi gerektiği açık.

Türkiye’nin iflas ettiği aşikar Suriye politikasının yarattığı hezimetin son sahnesi İdlip. El Kaide uzantılı cihatçılar ve radikallerle iş birliği yapmış toplama militanlardan devşirme yeni oluşumlara bağlanan ümitlerle Afrin’e yönelik operasyona girişmek en fazla beklenen sonu geciktirir ancak hatalı politikaların yarattığı hezimeti de derinleştirir.

Hediye Levent – Evrensel

Türkiye Afrin’de savaşta

Türk Silahlı Kuvvetleri, Afrin harekatı kapsamında PYD mevzilerini havadan uçaklarla bombaladı.  Eş zamanlı olarak karadan da obüslerle atış yapıldı.

TSK, 113 hedeften 108’ini vurduğunu, operasyona katılan 72 uçağın üslerine geri döndüğünü açıkladı.

Akşam saatlerinde PYD mevzilerinden Kilis’e 3 füze düşmesi sonucu 2 kişi yaralandı.

Ajanslara düşen haberlere göre Özgür Suriye Ordusu’na (ÖSO) bağlı birliklerin bir bölümünün de Türk tanklarıyla beraber Suriye topraklarına girmeye başladığı bildiriliyor.

Savaş çığırtkanları kolları sıvadı… – Aydın Engin

Bu yazı cumhuriyet.com.tr sitesinden alındı

AKP Reisi Afrin’e asker gücü ve zoruyla girileceğini çok önceden “Bir gece ansızın girebiliriz” diye duyurmuştu. Bitirmekte olduğumuz şu hafta içinde ise “Bugün yarın gireceğiz” deyip durdu.
“Hafta bitti, bugün yarın geçti” derken Başkomutan Recep Tayyip Erdoğan’ın ordusu Afrin’i bombalamaya başladı.
Artık savaştayız.
Afrin harekâtının adını, bizleri boş verin, “savaş” kavramıyla alay edercesine “zeytin dalı” koydular. Ölüm saçan bir zeytin dalı…
Zeytin bir Akdeniz ağacı. Sanırım utancından ağlıyordur…

***

AKP iktidarının laflarının endazesini ölçmekten aciz sözcüleri “Sınırlarımızın güvenliğini almak için bu harekâta zorunluyuz. Bu bir savunma savaşıdır” gibi inciler saçıyorlar.
Ne diyeyim? Ben bugüne kadar “Bu bir saldırı savaşıdır” diyen bir devlet ve bir siyasetçi görmedim, tanımadım…
Suriye ve Irak’ın kuzeyinde Kürt kantonlarından ya da özerk yönetimlerinden ya da eyaletlerden bir siyasal yapılanma oluşmasının Türkiye için neden bir tehlike yarattığını anlamıyorum…
Bu konuda AKP Reisi’nin ve onun “hık” deyicisi tayfanın ve AKP medyasının açıklamaları, gerekçelendirme çabaları bana “ikna edici” hiçbir şey söylemiyor.
“O senin kalın kafalılılığın. Tehlikenin farkında değil misin” diyenler çıkacaktır. Çıksın. Aklımın yatmadığına zorlamadan “hı” diyecek değilim.
Irak – Suriye sınırımız boyunca bir “Kürt şeridi” Türkiye için bir tehlike mi? Öyle iddia ediliyor? Peki neden tehlike?
AKP Reisi bu tehlikeyi gördüğü için mi ha bire savaş çığlıkları atıyor?
Pek değil. Anlaşılan Ecevit’in 1978’de “Kıbrıs Fatihi Karaoğlan” gibi bir milliyetçi sloganı kullanarak CHP’nin son 50 yıldaki en yüksek oy oranını yakalamışlığından esinlenen AKP Reisi, Başkanlık seçimlerine “Afrin Fatihi Recep Tayyip Erdoğan” olarak girmeyi kafasına koymuş.

***

Güce tapan, siyasal iktidar uğruna herkesi ve her şeyi ateşe atabilecek bir ruh hali taşıdığı bence artık tartışma götürmez olan AKP Reisi’ni anlamak zor değil.
İyi Parti lideri, Türk milliyetçisi Meral Akşener’i de anlamak zor değil. 17 Ocak günü Twitter’de pek çalışkandı. Tweet’lerinde Afrin harekâtına yani savaşa bir itirazı yok, akıl bile veriyor:
“Evet, Afrin’e operasyon yapmalısın. Ama davulla zurnayla duyurulduğu takdirde düşmanlarınız, tedbir alır, tuzak kurarlar. Afrin’e harekât yapmak isteyen, çeneyi kapatır, verir talimatı.”
Ardından siyasi hasmı Erdoğan ve tayfasının yumuşak karınlarına vuruyor.
“…Kefenli tosunların da isim isim tespit edilip, mutlaka askere alınmasını ve Afrin operasyonunda başrolde yer almalarını tavsiye ediyorum.”

***

Pekiiii sosyal demokrat(?) CHP’nin liderine ne oluyor?
Bu sözler geçtiğimiz cuma günü CHP Parti Meclisi toplantısında söylendi:
“…Hava desteği almadan girilecek bir Afrin büyük maliyetlere yol açar. Eğer hava desteği almadan oraya asker sokacaksanız Sayın Erdoğan’a çağrımdır, seni kefenle karşılayan arkadaşlarını önce oraya göndereceksin… Eğer diplomasi sonuna kadar zorlanırsa, hava desteği de sağlanırsa sorun büyük ölçüde aşılabilir. Aksi halde sorun giderek büyür, Türkiye’ye maliyeti büyük olur…”
Neresinden tutalım bu cümleleri?
Savaş hava desteği ile başladı. Ne yani, CHP liderine uyup maliyet düşük olacak diye sevinelim mi?
Savaşın maliyeti yüksek olmasın diye akıl vermek sosyal demokratlara yakışır mı?
Savaşa itirazı olmayan ve hava desteğine vurgu yapıp militarist ideolojiye teslim olmak sosyal demokratlara yakışır mı?
Kefen giymiş bir salak sürüsünü savaşa öncelikle yollamayı önereceğine, salak da olsa “Bu ülkenin hiçbir çocuğu ölüme yollanmasın” demek sosyal demokratlara daha çok yakışmaz mı?
“Savaş konusundaki tutum siyasetçinin sınavıdır” derler…
Sınıfı geçen bir siyasetçi söyleyin bana?

Aydın Engin – Cumhuriyet

Yeşil Gazete yazarlarından ufkunuzu açacak 10 yeşil kitap önerisi

Doğanın dilini anlamanın bir diğer yolu da onun hakkında yazılan eserlerden geçiyor. Bilim, sanat ve edebiyat doğa ile olan ilişkimizi yeniden sorgulamaya, anlamaya ve sorunlara çözümler üretebilmemize imkan tanıyor.

Yeşil Gazete olarak bizleri en çok etkileyen “yeşil kitapları” okurlarımızla paylaşmak istedik. Gelecek, güzel, daha yeşil günlere…

 

1-) Sudan Sebepler: Türkiye’de Neoliberal Su-enerji Politikaları ve Direnişler

Kitabın adı: Sudan Sebepler: Türkiye’de Neoliberal Su-enerji Politikaları ve Direnişler

Derleyen: Cemil Aksu, Sinan Erensü, Erdem Evren

Editör: Kerem Ünüvar

Birinci baskı: 2016

Sayfa sayısı: 528

Yayınevi: İletişim Yayınları

Çalışmada yer alan 26 yazar: Fikret Adaman, Meral Akbaş, Bengi Akbulut, Mustafa Akçınar, Cemil Aksu, Murat Arsel, Özlem Aslan, Mehmet Bozok, Nihan Bozok, Atakan Büke, Dilşa Deniz, Zeynep Ceren Eren, Sinan Erensü, Erdem Evren, Ahmet Kerim Gültekin, Arif Cem Gündoğan, Mine Işlar, Akgün İlhan, Alp Yücel Kaya, Umut Kocagöz, Sıla Pelin Oğuz, Yakup Şekip Okumuşoğlu, Fevzi Özlüer, Caterina Scaramelli, Ethemcan Turhan, Özge Yaka

 

Akgün İlhan 

“Sudan Sebepler, Türkiye’de 1990’lı yıllardan bu yana çeşitlenerek büyüyen, madencilikten nükleer enerjiye, kentsel dönüşümden HES’lere kadar kırsal ve kentte “kalkınma” adı altında neoliberal düzenin dayattığı projelere karşı çıkan ekolojik hak mücadelesini anlatıyor. 26 aktivist ve akademisyen yazarın yazılarından oluşan Sudan Sebepler Türkiye’de suyun politik ekolojisine dair şimdiye kadar yapılmış en kapsamlı çalışma. Yaşam kaynağımız ve hakkımız olan su nasıl ekonomik bir metaya dönüştürülüyor? Bu dönüşümün hukuksal zemini nasıl işliyor? Bu dönüşüme karşı toplumsal mücadele nasıl olmalı? Bu sorulara ve daha fazlasına cevap arayan Sudan Sebepler, sadece teorik tartışmaları değil, Türkiye’deki belli başlı su mücadelelerini de detaylı olarak içermesi açısından ülkenin politik ekoloji literatüründe tek olma özelliğine sahip. Önümüzdeki dönemde daha da çetinleşecek olan ekolojik mücadeleyi derinlemesine anlamak için Sudan Sebepler’i okumadan geçmeyin.”

 

2-) Mesnevi

Kitabın adı: Mesnevi

Yazar: Mevlana Celaleddin-i Rumi

Çeviren: Veled Çelebi İzbudak

Birinci baskı: 2015

Sayfa sayısı: 804

Yayınevi: Doğan Kitap

 

Alper Tolga Akkuş 

“Aslında aklımda olan başka bir kitaptı ama ona bir bakayım derken Mersin Kültürhane’de karşıma Mesnevi çıkınca vardır bunda bir keramet dedim. Ne zamandır okumayı da istiyordum aslında. Dünyayı, kainatı, mahlukatı anlatıyor Mevlana, Mesnevi’sinde. En azından ben öyle olduğunu düşünüyorum. Oku yerine Dinle diye başlaması da ayrı bir hikaye. Bir de yıllar önce Şeb-i Aruz zamanı Bostancı’dan Konya trenine binecek iken treni kıl payı kaçırdıktan hemen sonra o hayal kırıklığı ile istasyonda oturur iken gözüme çarpan bir Mevlana sözü, “Dün, dün ile birlikte gitti cancağzım. Artık yeni şeyler söylemek lazım.”

 

 

3-) Arzunun Botaniği (Bir Elmanın Sizi Kullandığını Düşündünüz mü Hiç?)

Kitabın adı: Arzunun Botaniği (Bir Elmanın Sizi Kullandığını Düşündünüz mü Hiç?)

Yazar: Michael Pollan

Çeviren: Sevin Okyay

Editör: Emre Ülgen Dal

Birinci baskı: 2011

Sayfa sayısı: 804

Yayınevi: Domingo Yayınevi

 

Ayşe Bereket

“2009’da Newsweek dergisinin “Yeni Akımın Liderleri” listesindeki ilk 10 kişi arasına, 2010’da ise TIME dergisinin yılın en etkili 100 kişisi listesine giren Michael Pollan’ın 2001 yılında yazdığı “Botany of Desire: A Plant’s-Eye View of the World” kitabı Türkiye’de Arzunun Botaniği (Bir Elmanın Sizi Kullandığını Düşündünüz mü Hiç?)” ismiyle okuyucuyla buluşmuştu. Sevin Okyay’ın çevirisini üstlendiği kitapta yazar Pollan, dört temel insan arzusunu – tatlılık, güzellik, sarhoşluk ve kontrol– ve bunları tatmin eden dört bitki  –elma, lale, kenevir ve patates– ile ilişkilendirip, bu bitkilerin insanoğlunun en temel dürtülerini hoşnut etmek için evrildiğini gösteriyor. Elma, lale, kenevir ve patatesin toplumsal tarihini kendi hikayemizle örüyor ve bu bitkilerin tahrik ve teşvik ettiği dört insani arzunun da tarihini anlatıyor. Sayfaları çevirdikçe, okur bu ilişkilerin iki tarafın (insanoğlu ve bitkilerin) birbirlerinden faydalandıkları karşılıklı bir oyun, bir düzen olduğunu keşfediyor. Kitap 2009’da ABD televizyon kanalı PBS’in, Arzunun Botaniği isimli iki saatlik belgeselin de esin kaynağı oldu. Evcilleşmiş bitkiler ve insanlar arasında nasıl bir çıkar ilişkisi kurulabildiğini merak ediyorsanız bu kitabı okuyabilirsiniz.”

 

4-) Yeşil ve Siyaset

Kitabın adı: Yeşil ve Siyaset

Yazar: Hakan Olgun

Editörler: Orçun İmga, Hakan Olgun

Birinci baskı: 2012

Sayfa sayısı: 432

Yayınevi: Lotüs Yayın Grubu

 

Ercüment Gürçay

“Neden “Yeşil ve Siyaset”? Çocukluğumdan beri doğayla iç içe bir hayatım oldu ve zaman içerisinde çocukluğumu birlikte geçirdiğim tüm canlıların ortadan kaybolmasına şahit oldum. Bugün onları yaşadıkları yerden uzaklaştıran şeyler benim de yaşamımı tehdit eder hale geldi. Mevcut siyasetlerle bu olumsuz gidişi durdurmanın artık mümkün olamayacağını biliyordum ama nasıl sorusu kafamda net değildi. Bu kitap yeni bir siyaset arayışıma “Yeşil Siyaset” perspektifini derli toplu bir biçimde sunarak sorularıma yanıtlar bulmama katkıda bulundu. Benim için bir başucu kitabı oldu.”

 

 

 

5-) Ekonominin Gerçek Yüzü

Kitabın adı: Ekonominin Gerçek Yüzü

Yazarlar: Philip Barlett Smith, Manfred Max-Neef

Çeviren: İlknur Urkun Kelso

Birinci baskı: 2013

Sayfa sayısı: 264

Yayınevi: Yeni İnsan Yayınevi

 

Mehmet Fırat Pürselim

“Kitap bize önümüzde iki dünya bulunduğunu söylemektedir. Biri dayatılan ve farkına varmadan içinde yaşadığımız diğeri ellerimizle kurabilecek olduğumuz: “Biri siyasetle, rekabetle, aç gözlülükle ve güçle ilgilenen ve her şeyin kontrol altında olduğu izlenimi veren dünya; diğeri ise eşitlik, refah, yaşama saygı ve dayanışma ile ilgilenen ve hiçbir şeyi kontrol altına almayan, ama durdurulamaz bir sivil toplum yer altı hareketi olarak büyüyen ve genişleyen dünya.” Bu kitap sayesinde yaşamak zorunda kaldığımız dünyanın ne denli karanlık öteki dünyanınsa nasıl da yemyeşil olduğunu görüyorsunuz. Kitapta anlatılanları gözlerinizi fal taşı gibi kocaman açarak okuyorsunuz ve bitirdiğiniz zaman -nasıl ki masalların sonunda kahraman değişime uğramış ve erginleşmişse- bir aydınlanma ve uyanış yaşıyorsunuz. “Başka bir dünya mevcut!” diye düşünüyorsunuz.”    

 

 

6-) Ekin Sapı Devrimi

Kitabın adı: Ekin Sapı Devrimi

Yazar: Masanobu Fukuoka

Çeviren: Aykut İstanbullu

Birinci baskı: 2006

Sayfa sayısı: 182

Yayınevi: Kaos Yayınları

 

Güneşin Aydemir

“Fukuoka (1913-2008) kendi geliştirdiği doğal tarımın felsefi temellerini attığı bu kitabında doğanın değişmez kuralları ve o kurallarla nasıl işbirliği yapabileceğimizi anlatır. Aslında bir çeşit kara mizah kitabıdır bu kitap bana göre. Günümüz insanının yaşamına ve yaşamla kurduğu ilişkiye ciddi eleştiriler yapar.  Ekin Sapı Devrimi, bütün gıda üretim paradigmasını yeni baştan kurgulayan cümlelerle doludur ve köşelere sıkıştığımız şu zamanda önemi gittikçe artmaktadır.

Fukuoka, doğanın kendi akış ve dinamiklerine hayrandır, onların yılmaz bir gözlemcisidir. Kitabın bir bölümünde bir öğrencisi ile başından geçen bir olayı aktarır:

“Sabahın erken bir saatinde öğrenci Fukuoka’nın çiftlikteki evinin kapısına dayanır. Büyük bir telaşla bakıcısı olduğu ve gönüllü olarak çalıştığı bostanı sabah kalktığında örümcekler tarafından ağla kaplanmış olarak bulduğunu ve derhal bir şey yapmazlarsa bütün bitkileri “kuşkusuz” kaybedeceklerini söyler. Fukuoka, -tahmin edebileceğiniz gibi- oldukça sakin davranır, sükunetini bozmaz ve “hadi gidelim” der. Bostanın yanına geldiklerinde durur ve seyretmeye başlar. Hiç bir şey yapmamaktadır. Öğrenciye göre Usta delirmiştir, bütün bir sezonluk emek boşa gitmektedir ve Fukuoka orada durmuş sakince seyretmektedir. Telaşına telaş katarak -biraz da çekinerek- bir şey yapıp yapmayacaklarını sorar. Fukuoka bakışlarını bostandan ayırmayarak şöyle der: “burada ömrün boyunca belki bir daha hiç görmeyeceğin bir şey oluyor ve sen oturup anlamaya çalışmak yerine bunu bozmayı mı düşünüyorsun?”

Bu satırları yazarken kitap yanımda değil, bu cümleler bu şekilde olmayabilir kitapta. Aklımda kalanlarla aktarmaya çalıştığım bu bölüm beni öyle etkilemiş olacak ki neredeyse 10 sene önce okuduğum kitaptan bende kalan hissi paylaşmaya çalıştım sadece.

Geçtiğimiz yüzyılın ve binyılın sonunda ortaya çıkan bana göre en büyük düşünürlerden biri olan Fukuoka Usta’nın şu sözleri de bir yerlerde dursun ve döne döne bakalım, şu en sade hakikati hatırlayalım isterim: “Bitkileri insan değil doğa ana büyütür. İnsanın yapması gereken tek şey bunu dikkatle izlemek ve her ne yapacaksa da büyük bir özenle yapmaya çalışmaktır. Tarımın nihai amacı gıda üretmek değil, insanın kendini keşfetmesine aracı olmaktır.”

 

7-) Son Kuşlar

Kitabın adı: Son Kuşlar

Yazar: Sait Faik Abasıyanık

Birinci baskı: 2016

Sayfa sayısı: 144

Yayınevi: İş Bankası Kültür Yayınları

 

Merve M. Damcı

“Kuşları boğdular, çimenleri söktüler, yollar çamur içinde kaldı. Dünya değişiyor dostlarım. Günün birinde gökyüzünde güz mevsiminde artık esmer lekeler göremeyeceksiniz. Günün birinde yol kenarında, toprak anamızın koyu yeşil saçlarını da göremeyeceksiniz. Bizim için değil, ama çocuklar sizin için kötü olacak. Biz kuşları ve yeşillikleri çok gördük. Sizin için kötü olacak. Benden hikâyesi.”

Sait Faik Abasıyanık’ın, kitabına da adını veren Son Kuşlar hikâyesini ilk okuduğumda doğaya olan sevgisinden, toprağa bağlılığından, aynı zamanda hakkımız olmadan yarattığımız tahribat karşısındaki endişesinden çok etkilenmiştim. Bizimle aynı coğrafyada, benzer duygusallıkla, aynı kaygıları, aynı çaresizliği, bazen de umudu içinde taşıyan biriydi. Onun dünyasına tanık olmak isterseniz Burgazada’daki evini görmeye gidebilir, sözcüklerine ilham kaynağı olan kediler, kuşlar, balıkçılar, ağaçlar, çiçekler ve deniz ile buluşup kendi hikâyenizi yaratabilirsiniz. “

8-) Ekoloji Almanağı 2005 – 2016

Kitabın adı: Ekoloji Almanağı 2005 – 2016

Yazarlar: Cemil Aksu – Ramazan Korkut 

Birinci baskı: 2017

Sayfa sayısı: 648

Yayınevi: Yeni İnsan Yayınevi  

 

Tanıl Bora

 

“Taptaze bir kitaptan bahsedeceğim: Cemil Aksu ile Ramazan Korkut’un hazırladıkları, Yeni İnsan Yayınevi’nden çıkan Ekoloji Almanağı 2005-2016. Son derece kapsamlı, ayrıntılı bir döküm. Konulara, yani temel meselelere göre on yedi bölüme ayrılmış. Memlekette ekoloji hareketinin sahiden bir “hareket” olduğunu anlamamızı sağlıyor. Araştırmacılar için mükemmel bir kaynak. “Düz” okur da, fal kitabı açar gibi herhangi bir sayfayı açıp herhangi bir vakayı okuyabilir; gören göz, hisseden kalp için, bunlar birer kısa hikâye, birer meseldir.”

 

 

9-) Kafesler Boşalsın – Hayvan Haklarıyla Yüzleşmek

Kitabın adı: Kafesler Boşalsın – Hayvan Haklarıyla Yüzleşmek

Yazar: Tom Regan

Çeviren: Serpil Çağlayan

Birinci baskı: 2007

Sayfa sayısı: 316

Yayınevi: İletişim Yayınları

 

Tolga Öztorun

“Benim önerim geçtiğimiz sene kaybettiğimiz Tom Regan’ın Kafesler Boşalsın kitabı olurdu. Regan Dünya’da bilinen hayvan hakları ile ilgilenen en büyük kuramcı idi… Hayvan sevgisi denen şeyin kedi köpekten ibaret olmadığını çok net ve sert dille hep söyledi… Kafesler Boşalsın, türe dayalı ayrımcılığı ortadan kaldırmayı amaçlayan hayvan hakları mücadelesinin felsefî kilometre taşlarından en önemli olanıydı. “İnsanların hayvanlara korkunç şeyler yapmaktan vazgeçmeleri!” gibi basit bir talebi dillendiren hayvan hakları savunucularının, teorilerini ve eylemlerini hangi düşünce ve değerlere dayandırdıkları, mücadelelerini hangi felsefî saiklerden yola çıkarak ördükleri açıklanıyor. Bence tüm yeşillerin mutlaka okuması gereken bir kitap… Yeşil temelli mücadelenin eşitlikçi yanının tabaktan geçtiğine inanmamız gerekiyor bence.”

 

10-) Okulsuz Toplum

Kitabın adı: Okulsuz Toplum

Yazar: Ivan Illich

Çeviren: Bedirhan Üstün

Birinci baskı: 1985

Sayfa sayısı: 152

Yayınevi: Birey ve Toplum Yayınları

 

Ümit Şahin

“Madem kişisel bir muhasebe istediniz, seçtiğim kitabı öyle tanıtayım. Okulsuz Toplum muhtemelen okuduğum ilk yeşil kitaptı. Okumayı hiç bırakmadığım bir kitap oldu ayrıca. Üstelik ilk okuduğumda (herhalde 17-18 yaşındaydım) ben de daha “yeşil” olmanın çevrecilikten farkını yeni yeni fark ediyordum (sanırım en çok da o sıralarda yayınlanan Yeşil Barış gazetesi sayesinde) ve bu kitabı yazılmış en eleştirel, en özgürlükçü, en yeşil kitap olarak başucuma koymam bayağı zaman aldı.

Ivan Illich’in 1971’de yayımladığı, Türkçe’ye 1985’de çevrilen Okulsuz Toplum, Illich’in, aslında kitabın başlığının belirttiğinin çok ötesinde, sadece okulları değil, endüstriyalizmi ve sanayi toplumunun eleştirilemez hale getirilen kesin kabullerini yeniden üreten kurumları sistematik biçimde eleştirmeye başladığı ilk kitabıdır. Kitap zorunlu eğitimin mekanı olan okulları (yoksa eğitimin kendisini veya eğitim yapılan her yeri değil) yerden yere vurmakla kalmaz, modern tıp ve ulaşım kurumları başta olmak üzere endüstriyalizmin bütününü anlamamızı sağlayacak (ve diğer kitaplarından geliştireceği) teorik çerçeveyi kurar. Okulsuz Toplum’un son bölümü olan Epimeteci İnsanın Yeniden Doğuşu erkek uygarlığın kurduğu ilerlemeci anlatıyı edebi bir ironiyle benzersiz bir şekilde ters yüz eder. Dolayısıyla bu kitabı yeşil düşüncenin sınırlarını yeterince anlayamamanın (ve kabullenememenin) Prometeci önyargıyla olan bağını kavramak için de okumak gerekir.

Bütün Illich kitaplarının, Okulsuz Toplum’la başlamak kaydıyla, yeşil düşünce için zorunlu okumalar olduğunu düşünüyorum. “Yeşil okumalar” dendiğinde, siz siz olun, kendinizi çevre, ekoloji, doğa koruma vb. konularda yazılmış ders kitaplarının tavsiyeleriyle sınırlamayın.”

 

Derleyen: Merve Damcı