Ana Sayfa Blog Sayfa 2906

Bir mücadele alanı olarak temiz gıdaya erişim – Seçil Türkkan

Bu yazı t24.com.tr/ den alınmıştır

“Nerede o eski tarlalar” deyip sizleri nostalji çukuruna gömmeyeceğim ama çerçöp yemekten uzak durmaya çalışma, besleyici şeylere ulaşma yolundaki kafa karışıklığı hikâyesini büyük şehirlerde yaşayan çoğu insanın aklının bir köşesinde dert ettiğini düşünüyorum. Bu konuyu, bulunduğu köşeden alıp konuşmanın vakti şimdi. Nihayetinde, kişisel olan politiktir.

illüstrasyon: Yeşim Paktin

“Tarlalarda güneşin alnında çalışırdık, öğlenleri ağacın altında dinlenir; hem ekmeğimizi yer hem dinlenirdik, bir de uyku çektik mi, oh!” diye anlatır anneannem eski günlerini, “Karpuzu tarlada ikiye bölüp yerdik, nasıl tatlı, nasıl güzel. O kokuyu unutamam” der annem, yazları köye gittikleri zamanları hatırlarken. Çocukluğumda anneannem yaz aylarını İstanbul’da geçirmek istemediği için biz torunlarını da yanına alarak köye taşınırdı. Kırklareli’ne bağlı Vize’nin Doğanca köyü çocukluğumun bazı güzel yazlarına evsahipliği yaptı. Yakın zamana kadar onlar tarla, toprak dediğinde aklıma ne tarım ilacı ne de hastalıklı et skandalları gelirdi.

Şık kardeşlerle mesai

Anne evindeyken yemek üzerine bir dakika dahi düşündüğümü hatırlamıyorum. Ama üniversiteye geldiğimde yemek yemek geçiştirme hâlinde vuku buluyordu hayatımda. Evde yemek yaptıysak bu, özel, eğlenceli bir organizasyondu. Zaman geçti, üniversite bitti ve ben BirGün gazetesindeki stajyer kimliğimden çıkıp orada çalışmaya başladım. Alanım ekoloji olmuş, çevre sayfası editörlüğünü üstlenmiştim. O dönemde ortaya çıkmaya başlayan bebek mamalarındaki Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar (GDO) haberleri dönemin skandallarından biriydi ve elbette buzdağının görünen kısmına işaret ediyordu. Şık kardeşlerden üniversitesinden ihraç edilmiş barış imzacısı ve gıda mühendisi Bülent Şık ile tanışmam o yıllara tekabül ediyor, editörlüğünü yaptığım sayfaya her hafta yazdıkları sayesinde yediklerimiz ve kökenine dair ilk tohumlar kafama üşüşmeye başladı.

Gazetede çalıştığım zaman, şimdi tutuklu olan diğer Şık kardeşle de tanıştım; muhabir Ahmet Şık. Onunla habercilik biçimleriyle ilgili konuştuğumuz bir gün bana “Gıda muhabirliği de yapabilirsin, bu konuda çalışan yok. Bence geleceğin alanı olacak” demişti. Bu cümle duyargalarımın açılmasına ve hazırladığımız gıda içerikli haberlerin artmasına ya da bu tür haberleri daha büyük görmemize yol açtı.

Deney sırasında: Kırmızı çizgim dolma

Günlük hayatta yediklerimi organize etmeye çalışıp yanımda mutlaka meyve bulundurma hassasiyetine eriştiğimde, çocukluğumdan beri etle aramda büyük mesafe olmasından da yüz bularak vejetaryen bir hayata merhaba diyebileceğime karar verdim. Gazetede bir gün öğle yemeğinde dolma çıkması, merhabama son noktayı koymuştu. Deneyim, o dönem arkadaşlarımla ağzımıza pelesenk olan “Bence dolma vejetaryenliği bozmaz” çıkışımla sona erecekti.

Zaman içinde gazeteden ayrıldım ve Açık Radyo’da çalışmaya başladım. Bizim radyodaki veganların sayısı, vegan olmayanlardan daha çok olabilir. Genel yayın yönetmenimiz Ömer Madra ise veganizm konusunda âdeta ayaklı bir kütüphanedir. Bu kez de radyoda öğle yemeği organizasyonları benim için bir macera hâlini almıştı. Eş editörlük görevini birlikte yürüttüğüm İlksen Mavituna da vegan olunca, benim için olaylar serüvene dönüşmeye başladı. İşte hendek, işte deveydi. Öğle yemeklerimize içinde et suyu olmayan bir çorba, yanına mevsiminde sebze yemeği, bir de salata gibi bir yan unsur eklediğimiz zaman, al sana vegan menü. Sabah mini sandviç, öğlen vegan menü, akşam geçiştirmeye yakın bir dünya kurmuştum.

Açık Sofra tanıtım kartlarından biri

 Açık Sofra tanıtım kartlarından biri

Cipsten meyveye giden yol

O ara doktorumdan bağışıklık sistemimin düşük olduğunu öğrendim. Normalde 12 olması gereken değer, bende üç gibi bir seviyedeydi. Bu durum bünyemin pek çok hastalığa açık olması anlamına geliyordu. Bunu öğrendikten sonra yiyip içtiğim her şeye vitamin gözüyle bakmaya başladım. Kendimi zaman zaman “O zaman biraz kabak çekirdeği yiyeyim de magnezyum alayım,” “Bugün biraz demir yiyeyim, yani ıspanak” gibi şeyler düşünürken yakalıyordum. İşe yaradığını da fark ettim. Sonraki kan testinde sonuçlar daha iyiydi. Çerçöp dünyasından bir nebze uzaklaşmak bile, bu dönem takıntılı olduğumuz “sağlığa” bir nebze daha yaklaştırıyordu. “Cips, kola, abur cuburu çıkar, yerine meyve sebze, kuruyemiş koy” taktiğini benimsedim. Bunu kapitalizmin “sağlıklı abur cubur” oyununa gelmeden, geleneksel yöntemlerle yapmak kolaydı.

Düşünme biçimim böyle şekil alırken, marketten aldığım sebzenin tazeliği de beni ilgilendiren mühim bir unsur hâline dönüştü. Taze sebzenin yolu ise basitçe pazara gitmekti. Ama bir şehirli kadın, hem pazara gidip hem de o sebzeleri bozmadan haftayı bitirebilir miydi?

Pazara gitmek ya da gidememek: Bir mesai canavarı

Mahallemize, yani Salacak’a çarşamba günleri pazar kuruluyor ama benim o pazarı açıkken yakalamam bile iki yılda sadece bir kere mümkün oldu. Kötü bir skor! Pazara gitmek sabah erken uyanıp gitmeyi, dönüp aldıklarını dolaba yerleştirmeyi, ardından işe gitmeyi ve elbette o hafta içerisinde işten döndüğün bir zaman yemek yapmayı ve en çok iki günde tüketme zorunluluğunu getiriyor. Bu da sadece disiplin mi demek?

Akşam işten geldiğiniz zaman yemek yapmak zevk olmaktan çıkıp, işkenceye dönüşüyor. Böyle durumlar için önceki kuşaklardan “Ertesi günün yemeğini bir gün önceden yapmış olmalısın” tüyosunu aldım ama peki ya mesai sonrasının vadettiği, kendime ayıracağım o zaman dilimi? Hani benim tembellik hakkım?

Bütün bu senaryo, pazara değil markete gittiğinde, gününe ve alışveriş saatine göre sebzenin tazesiyle ya da çürümüş olanlarıyla burun buruna gelmene sebep oluyor. Burada yine bir zihin manevrasıyla, mahallenin marketine taze ürünlerin hangi gün geldiğini öğrenmek ve o günün akşamında başka herhangi bir yere uğramadan doğruca markete gidip o alışverişi mutlaka yapacak olmak gibi planlar yapmaya başlıyorsun. Aksi hâlde, meyve sineği dediğimiz küçük yavrucuklarla karşılaşmak an meselesi.

Organik olmayınca “Ben zehir yiyorum” fikri

Ve nihayet bir başka seçenek olan, organikler karşıma çıkıyor. Organik imajının satılmasına, aslında gözümüze sokulmaya başladığından beri açık tabiriyle sinir oluyorum. Seçenekler arasında marketlerin organik reyonları dışında, cumartesi günleri İstanbul’da Kartal ve Feriköy’de kurulan organik pazarlar var. Pazarın organik ya da organik olmayan türüne de teoride razı olmama rağmen, çok kıymetli hafta sonumu organik pazara göre şekillendirmeye razı değilim. Organik pazar, şimdilik bu piyasadaki en masum olanlardan biri gibi gözüküyor. Ama bundan üç yıl önce, Sarıyer henüz biraz daha insansızken, bir tanıdığın “Bizim iş yerinin orada bir tarla var, adam organik sebze ürettiğini iddia ediyor ama tarlanın yanından kanalizasyon geçiyor” dediğini ve güldüğümüzü hatırlıyorum.

Temiz gıda mücadelesi, çiçek sevgisini de beraberinde getiriyormuş.

Hadi diyelim, yerel üreticilerin de bulunduğu pazarları, insanî ilişkiler kurmaya vesile olması nedeniyle kabul ettik ama organiğin paketlere bürünmüş hâli nedir? Yani marketlerde uğruna raflar ayrılanlar… Onları satın almadığım zaman içine tarım ilacı basılmış bir şeyi mi satın aldığımı düşünmeliyim? Organik bir alışverişe girişmediğimiz zaman ne yemiş oluyoruz? Bilemeyiz, bunlar üreticinin ve satıcının insafına kalmış şeyler. Öyle mi sahiden? Değil işte.

Açık Sofra

Bizim kafamız böyle karışıkken, ülke yönetiminin görevi denetim ve şeffaflıkla bu karmaşaya bir son vermek olabilir. Fakat bizimkiler halkın kafasını karışık seviyorlar. Şımarmış bir filozof gibi yemek üzerine düşünmeye başlamam sorularımı kamuya açmama vesile oldu. Bülent Şık ile 2017 yılında Açık Radyo’da gıda güvenliği ve güvencesi üzerine konuştuğumuz 26 haftalık bir “Açık Sofra” macerasına atıldık. Daha çok o anlattı, ben dinledim; o yoruldu, ben öğrendim. Bir nevi radyo dersi gibi geçen programların her birinde Bülent Şık’ın vurguladığı şey; şeffaflık ve denetim oldu. Bir de her şeyi mevsiminde yemek.

Bakanlığın deneyi: Bakalım hasta olacaklar mı?

Türkiye’de Ekim 2017’de gün yüzüne çıkan ama Avrupa’da skandala yol açan fipronil, yani sinek ilacı ya da bit öldürücü ilaç kalıntısı bulaşmış yumurtalara toplam 40 ülkede rastlandığına ilişkin haber karşısında, Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı bizdeki yumurtaların zehirli olmadığını söylese de kamuoyunu tatmin edecek başka bir açıklama yapmadı. Bülent Şık’ın verdiği bilgiye göre, Türkiye’de 85 bin toksik kimyasaldan sadece yüzde 7’si için bir araştırma yapılıyor. Başbakanlık İletişim Merkezi (BİMER) aracılığıyla bakanlığa yumurta krizi hakkında nasıl bir araştırılma yapıldığını sorduğumda, 2 Kasım 2017 tarihinde Gıda ve Kontrol Genel Müdürlüğü’nden yine belli belirsiz bir açıklama aldım. Yanıtta, genel anlamda fipronile izin verilmediği ama klorpirifoz denen maddenin piyasada eritilene, yani stoklar bitene kadar kullanılacağını öğrendim. Teoride Mayıs 2016’da yasaklanan klorpirifoz, pratikte yasak değil. Şık, klorpirifosin etkilerini şöyle açıklıyor; “Organik fosfatlı tarım zehirleri insanlar ve hayvanlarda nörolojik sisteme zarar veriyor. Yani beyin, omurilik, motor gelişim ve bilişsel yetenekler üzerinde olumsuz etkileri var. Olumsuz etkilere en duyarlı olanlar ise bebek ve çocuklar. Çocuklar özellikle anne karnında iken klorpirifoza maruz kaldığında entelektüel yetilerimize kaynaklık eden beynin serebral korteks bölgesinin gelişimi olumsuz etkilenmekte.”

Geçen hafta gündemimize düşen hastalıklı et haberi ise Cumhuriyet gazetesinde şu şekilde yer buldu: “Türkiye’nin, Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı aracılığı ile Bosna Hersek’ten ithal ettiği 20 ton sığır karkas etinde insan sağlığına zararlı hastalık olduğu ortaya çıktı. Etlerin, laboratuvar incelemesinin sonuçları beklenmeden piyasaya sürüldüğü anlaşıldı.” Sıkı durun, bakanlık bunu da elbette yalanladı. Neyse ki bu skandal benim veganlık dönemime denk geldi. Arada birkaç dilim sucuk, peynir filan yedim ama bunun deneyimimi şimdilik “bozmayacağını” düşünüyorum. Peki, bu hadiselerden böyle tekil örneklerle kaçmak/kurtulmak mümkün mü? Yoksa gıda artık hepimizin üzerine düşünmesi gereken bir alan mı, bunu tartışmalıyız.

Bugünün ağlarını kurmak…

Bugün, pazarlar ve marketler dışında herkese iyi gelebilecek olan gıda kolektifleri örgütlenmeleri var. DÜRTÜK (Direnen Üretici Tüketici Kolektifi), Kadıköy Kooperatifi, Beşiktaş Kooperatifi, Karadut Gıda Kolektifi gibi örnekler, hem üreticiyle temas kurmak hem de kişisel gıda mücadelemiz konusunda ipleri ele almak için birer fırsat. İstanbul’da ağlara ulaşmakta zorluk yaşıyorsanız eğer, Kadıköy Kooperatifi’nin 1 yıldır, Kadıköy Caferağa’da satış yaptıkları bir dükkân olduğunu söyleyelim. Yanısıra Göztepe Kooperatifi’nin kurulma hazırlıkları başladı, Beşiktaş Kooperatifi 7. Toplantısını yaptı ve hazırladığı iki paketini kamuoyuyla paylaştı, şimdi siparişleri bekliyorlar.  En yakından bildiğim örnek DÜRTÜK, her hafta internet üzerinden verdiğiniz siparişleri Taksim’deki bağımsız alan Dünyada Mekân’da bizlere ulaştırıyor. İstanbul’da sur dibinde tek tük kalan üreticilerle alıcıları buluşturuyor.

Şimdilik işler anneannemin bu çağ için yaptığı tespit gibi; Yediğim her şeyin tadı aynı sanki! Olsun, çeşitlendirmek yine bizim elimizde. Çözeceğiz elbet. Açık Radyo’dan ödünç alarak söylersek; “yerel, yatay, yavaşça” belki.

Çünkü biliyorum, kişisel olan politiktir.

Bu yazı t24.com.tr/ den alınmıştır

Seçil Türkkan

Kaos GL: Ali Erol derhal serbest bırakılsın!

Kaos GL kurucularından LGBTİ aktivisti Ali Erol da gözaltına alındı. Ankara’daki süresiz LGBTİ etkinliği yasaklarını hatırlatan Kaos GL, “Bu hem ifade özgürlüğüne hem LGBTİ haklarına dönük bir müdahaledir” dedi.

Bianet’den Çiçek Tahaoğlu’nun haberine göre Erol’un avukatlarına gösterilen arama ve gözaltı kararında, Erol’un Twitter hesabının URL adresinin yer aldığı belirtildi.

Kaos GL’den yapılan açıklamada “LGBTİ hareketinin önde gelen isimlerinden olan Erol’un gözaltına alınması Türkiye’de ifade özgürlüğünün geldiği noktayı bir kez daha gösterdi. Yine, Ankara’da Kasım 2017’de valiliğin getirdiği ‘süresiz LGBTİ etkinlik yasağının’ ardından Ali Erol’un gözaltına alınması LGBTİ haklarına dönük engelleme ve baskıların arttığını bir kez daha ortaya koydu. İfade özgürlüğü temel bir haktır. LGBTİ hakları insan haklarıdır. Kurucularımızdan LGBTİ aktivisti Ali Erol’un derhal serbest bırakılmasını talep ediyoruz!” denildi.

Kaos GL Medya ve İletişim Koordinatörü Yıldız Tar, Erol’un bir an önce serbest bırakılması gerektiğini ifade etti:

“Bu gözaltı kararına dair bu kadar az bilgimizin olması ve Kaos GL kurucusu ve LGBTİ hareketinin önde gelenlerinden birinin gözaltı nedenini bilmememiz hukuk dışı ve endişe verici.

“Hatırlarsanız, Kasım ayında Ankara Valiliği LGBTİ etkinliklerini süresiz yasaklamıştı. Bu gözaltı hem ifade ve örgütlenme özgürlüğüne yönelik bir müdahaledir hem de LGBTİ haklarına yönelik ciddi bir müdahaledir. Umuyoruz ki bu hatadan bir önce geri dönülecek.”

LGBTİ aktivisti Ali Erol, 1994 yılında Kaos GL dergisini çıkarmaya başlayan ilk ekipte yer aldı. Aynı zamanda Kaos GL Derneği kurucularından da olan Erol, 2013 yılında LGBTİ hakları savunucularına verilen David Kato Görüş ve Söz Ödülü’nü almıştı.

 

(Bianet)

İtalya’da ötenazi tartışmaları Marco Cappato davası ile yeniden gündemde

2014 yılında geçirdiği bir trafik kazası sonrası felç olan ve  görme yetisini kaybeden DJ Fabo, hekim destekli intiharın yasal olduğu sayılı ülkelerden biri olan İsviçre’ye giderek 27 Şubat 2017 yılında hayatını sonlandırmıştı.  Radikal Parti üyesi politikacı Marco Cappato’nun  bu süreçte DJ Fabo’ya destek olması ve İtalya’ya döndüğünde kendini ihbar ederek hakkında dava açılmasına sebebiyet vermesiyle ‘ötenazi’ ve ‘hekim destekli intihar‘ tartışmaları ülkenin  gündemine yeniden  oturdu.

DJ Fabo

Ötanazi, tedavisi mümkün olmayan hastalıklarda, hayattan umudunu kesmiş ve çok zor durumda olan hastanın ağrısız bir metotla ölümüne izin verilmesi veya  tıbbi yardımı keserek ölüme terk edilmesidir. Hekim destekli intihar ise hekimin aktif bir rol üstlenmediği, hastanın yaşamını sonlandırmak yerine intihar için gerekli şartları sağlamakla yükümlü olduğu bir uygulamadır.

İtalyan yasalarına göre ötenazi ve hekim destekli intihar kanunen hala suç. Yalnızca ‘Biotestamento‘ olarak adlandırılan yasa Aralık 2017’de senatoda kabul edildi. Yeni kabul edilen bu yasa sayesinde de hasta, tedavisinin belli bir aşamasında, kararlarıyla ilgili iletişim kuramayacak bir duruma gelme ihtimaline karşı, önceden direktif  verme, yani hayatının sonuna geldiğinde ona karşı yaklaşımı  önceden belirleyebilme hakkına sahip olabilecek.

Avrupa ülkeleri içinde Belçika, Lüksemburg ve Hollanda’da ötenazi  ve hekim destekli intihar yasal olarak kabul edilmiş durumda. İsviçre’de  ise yalnızca hekim destekli intihar yasal ve İsviçre aynı zamanda bu uygulama için başka ülkelerin vatandaşlarını da kabul eden tek ülke. Bu nedenle de birçok İtalyan vatandaşı hayatını sonlandırmak için İsviçre’ye gidiyor.

Exit İtalya derneğinin başkanı olan Emilio Coveri hayatını sonlandırmak için İsviçre’ye giden İtalyan vatandaşlarının sayısında ciddi bir artış olduğunu, 2015 – 2016 yıllarında sayı 50 iken, 1 Ocak 2017’den itibaren rakamın 67’ye yükseldiğini ve durumun hiç de iç açıcı olmadığını dile getiriyor. Luca Coscioni Derneği ise günde iki kez konu ile ilgili isimsiz arama aldıklarını ve yaklaşık 8 ay içinde tam 454 kez hekim destekli intihar ile ilgili bilgi almak için başvuru yapıldığını belirtiyor. İsviçre’deki kuruluşlarla iletişime geçirilmesi için hastalar genellikle Marco Cappato’ya yönlendiriliyorlar.

Marco Cappato

Hastaların İsviçre’de hayatlarını sonlandırmak için başladıkları süreç hem maddi hem de manevi zorluklar içeriyor. İtalya’da hekim destekli intihar konusunda hastalara destek vermek kanunen suç olduğu için hastalar her ne kadar fiziksel olarak iyi durumda olmasalar da, İsviçre yolculuğunu tek başına yapmak zorunda kalıyorlar. Genellikle yanlarında onlara eşlik edecek kimse bulunmuyor. Ülkelerinden ve sevdiklerinden uzakta hayata veda etmek durumunda kalıyorlar. Herhangi bir kişi hastalara eşlik ettiği taktirde ve hasta hayatını kaybettiğinde İtalya’da 5 yıldan 12 yıla kadar hapis cezasına çarptırılabiliyor. DJ Fabo da bu nedenle konuyla yakından ilgili olan ve farkındalık yaratmak için fazlasıyla çalışan Radikal Partili Marco Cappato’dan yolculukta ona eşlik etmesi için yardım istemek durumunda kalıyor.

Bunun dışında süreç ekonomik anlamda da hastalar için oldukça zor. İsviçre’de ilgili kurumlara ulaşmak ve işlemler neredeyse 10 bin euro civarında tutuyor. Ülkenin pahalı olması, doktor kontrolleri, kullanılacak ilaçlar, sürecin doğruluğunu teftiş edecek uygulamalar, cenaze töreni ve sonrasında cenazenin yakılarak küllerinin hastanın ülkesine ve ailesine  ulaştırılması gibi işlemler ücreti belirliyor. Cenazenin yakılma işlemi olmaksızın hastanın ailesine iade edilmesi ekonomik olarak daha pahalı. Bu nedenle hastanın ölümünden sonra cenazesinin yakılmasına neredeyse zorunlu olarak bakılıyor.

DJ Fabo’nun hikayesi dışında İrene Curiazi’nin hikayesi de konuyu İtalya’nın gündemine getirmiş durumda. İrene Curiazi 4. evre akciğer kanseri nedeniye 30 yaşında hayatını kaybetmiş genç bir kadın. DJ Fabo gibi o da Marco Cappato ile iletişime geçiyor ve ölmeden önce İsviçre’ye gidebilmek için başvuru yapıyor. Ancak yaptığı başvurudan tam iki gün sonra hayatını kaybediyor. Eşi Andrea Curiazi ise hazırladığı bir video ile İrene’nin hikayesini anlatarak bir farkındalık yaratmaya çalışıyor. Amaç ötenazi ve hekim destekli intiharın İtalya’da yasallaşmasını sağlamak.

İrene Curiazi

İtalyan Radikal Parti’de siyaset yapan Marco Cappato’nun DJ Fabo’ya yolculuğunda yardım ettikten sonra İtalya’ya dönüp kendini ihbar etmesi de özünde konuyla ilgili farkındalık yaratmayı amaçlayan bir sivil itaatsizlik eylemi.

Kendini ihbar ettikten sonra hakkında dava açılan Marco Cappato’nun suçu ise DJ Fabo’yu İsviçre’deki kliniğe kadar götürerek hekim destekli intiharına yardımcı olmak. Marco Cappato’nun kendini ihbar ederek gerçekleştirdiği sivil itaatsizlik eylemi aslında Mina Welby and Gustavo Fraticelli’nin  yürüttüğü ve ötenazi’nin yasallaşmasını hedefleyen kampanyanın (SOSEutanasia.it) bir parçası.

İtalyan Anayasası’nın 32. maddesinde; cumhuriyetin, temel bireysel hak ve toplum yararı olarak sağlığı himaye etmek ve yoksullara ücretsiz tıbbi bakım güvencesi sağlamakla yükümlü olduğu, hiç kimsenin kanun hükümlerinin gerektirdikleri dışında özel bir tedaviye zorlanamayacağı ve kanunun, hiçbir durumda, insan kişiliğine saygının gerektirdiği sınırları ihlal edemeyeceği belirtiliyor. 

Kampanyanın amacı da İtalyan Anayasası’nın  32. maddesinden hareket ederek, İtalyan Ceza Kanunu’nun bir kişiyi intihara etmeye teşvik etmenin ya da intihar etmesine yardımcı olmanın, ölüm gerçekleştiği taktirde  5-12 yıl arasında, ölüm gerçekleşmediği ve fiziksel hasarın kaldığı durumlarda da 1 ile 5 yıl arasında cezalandırılmasını öngören 580. maddesini değiştirmek.

Marco Cappato mahkemede

Kampanyanın bir parçası olan bu sivil itaatsizlik eylemi sonucunda 8 Kasım 2017’de başlayan Marco Cappato davası, ülkede konuyla ilgili tartışmaların yeniden başlamasına sebep oldu. 17 Ocak 2018’de savcılar, DJ Fabo’nun intihar konusunda tamamen istekli olması nedeniyle Marco Cappato’nun eyleminin bir suç teşkil etmediğini belirterek, siyesetçinin beraatini istediler. Ancak Marco Cappato bu kararı kabul etmeyerek suçlu buluması gerektiğini belirtti. Çünkü suçsuz bulunduğu taktirde; İsviçre’de yapılan bu uygulamadan yalnızca imkanı olan hastaların faydalanabileceğini, oysa böyle bir haktan istediği taktirde her hastanın kendi ülkesinde faydalanması gerektiğini belirtti. Dava ile ilgili son karar  ise Şubat 2017’de belli olacak.

Siyasetçi dava ile ilgili olarak hasta insanların hayatlarıyla ilgili karar verme haklarının İtalya’da konuşulabilmesini istediğini ve bu sürecin bu tartışma için bir fırsat olduğunu belirtti.

 

Haber: Nükhet Akgün Bordignon

(Yeşil Gazete)

Alakır’dan sevindirici haber: Müjde canlar suyumuz bize geri geldi!

Alakır Nehri Kardeşliği sosyal medya hesabından müjdeli haber geldi. Ekim ayından bu yana yaşam alanlarına gelen suyun kesilmesine karşı hukuk mücadelesi başlatan Tuğba Pınar Günal ve Birhan Erkutlu, ihtiyati tedbir talepli açtıkları ‘Suya el atmanın önlenmesi’ davasının ardından mahkemenin verdiği ara karar ile icra memuru ve bilirkişi gözetiminde su tesisat ustası tarafından, sularının kesilmesine neden olan hayrattan kendi alanlarına su hattı döşendiğini açıkladı.

Antalya’nın Kumluca ilçesinde bulunan Alakır Vadisi’nde yaşayan Birhan Erkutlu ve Tuğba Günal’ın bölgede faaliyet gösteren HES şirketlerinin vadiyi ve nehri yok etmesine müsaade etmeyerek her suistimali sosyal medya ağları üzerinden kamuoyu ile paylaşması üzerine kendilerine yönelik yapılan tacizlerde son nokta Ekim ayında yaşam alanlarına gelen sularının kesilmesi olmuştu.

Alakır Nehri Kardeşliği’nin “Müjde canlar suyumuz bize geri geldi” başlıklı açıklaması şu şekilde:

Müjde canlar suyumuz bize geri geldi  :)

İhtiyati tedbir talepli açtığımız ‘Suya el atmanın önlenmesi’ davasında mahkemenin verdiği ara karar ile; icra memuru ve bilirkişi gözetiminde su tesisat ustası tarafından, suyumuzun götürüldüğü hayrattan yaşam alanımıza su hattı döşendi.

Bu süreçte bizlerden maddi, manevi desteğini, duasını, ilgisini, sevgisini eksik etmeyen tüm can dostlarına şükranlarımızı sunuyoruz. Aşkla ve barışla dayanışmanın destanı yazılmaya devam ediyor sayenizde Alakır’da. Her birinize bin sevgi selam. Hep birlikte dayanışma içinde verdiğimiz mücadele sonucunda koruma altına alınan ve üzerinde yapılmak istenilen iki adet HES projesinin iptali ile özgürce akmaya devam eden Alakır nehrine de bu süreçte bizi susuz bırakmadığı için ayrıca aşkla bin selam  :)

Mahkemenin aldığı bu ara karar ile birlikte 116 gün sonra suyumuza kavuşmuş olduk. Hukuki süreç devam edecek. Davanın sonunda da adaletin nihai olarak yerini bulacağına ve bizi susuz bırakmayacağına inanıyoruz.

Ne olmuştu;

Hasan Tığlı’nın sahibi olduğu Metamar/Dedegöl Enerji şirketine ait Kürce HES’in şantiye şefi Ali Süzen, hemen arkamızdaki araziyi satın alıp kepçe ile kazarak, tapulu arazimizin içinden çıkan doğal kaynak suyunun damarını kesip bizi susuz bırakmıştı. Şirket çalışanları bu suyu önce yol kenarında inşa ettikleri bir hayrata, oradan da şirketin bir diğer arazisinde açtıkları havuza yönlendirmişlerdi.”

 

Alakır’dan destek çağrısı: Hayrat Bir Şey!

[Alakır Sahipsiz Değildir] Tuğba ve Birhan’ın susuz bırakılmasına izin vermeyin!

Alakır’da susuz 100’üncü gün

 

(Yeşil Gazete)

İran’da başörtüsü takma zorunluluğuna karşı çıkan 29 kadına tutuklama

İran’da geçtiğimiz Aralık ayında ekonomik taleplerle başlayan hükümet karşıtı eylemlerde kıyafet kanunları da protesto edilmişti.

İran’dan dünyaya ulaşan görüntüler arasında en fazla paylaşılanlardan biri beyaz başörtüsünü bir sopaya takarak eylem yapan Tahranlı kadına aitti.

Siyasi rejime tepkiye yönelen eylemlerin hemen öncesinde Vida Movahed isimli bir kadın, zorunlu başörtüsü kuralını protesto etmek için ülkenin başkenti Tahran’da bir sopaya bağlı başörtüsünü sallamış ve onu diğer kadınlar takip etmişti.

31 yaşındaki Viva Movahed ve protestocu Nargess Hosseini’nin ardından 29 kadın daha başörtüsünü çıkardıkları için tutuklandı.

Tahran polisi tarafından yapılan açıklamada, “Başörtüsünü çıkaran 29 kişi polis tarafından gözaltına alınarak adli mercilere sevk edildi” denildi.

Yapılan eylemin ülke yasalarına ve dini kurallara aykırı olduğunu söyleyen Savcı Devletabadi, benzer olayların görülmesi halinde savcılığın müdahale edeceği uyarısına bulundu.

Protestocuların “Beyaz Çarşamba” adını verdikleri kampanya kapsamında başörtülerini çıkardıkları belirtildi.

 

(Gazete Karınca)

Bugün Dünya Sulak Alanlar Günü: Kentlerin geleceği için sulak alanlar korunmalı

Biyolojik çeşitlilik açısından en zengin yaşam alanlarını oluşturan sulak alanlar, çok çeşitli türde canlıya beslenme ve barınma ortamı sağlıyor.

Ancak son yıllarda uygulanan politikalar canlı türlerinin soylarının devam etmesine, yaşam alanlarının tahrip olmasına, iklim değişikliğine, tarım arazilerinin verimsizleşmesine, su sıkıntısı ve zoraki göçlere yol açıyor.

Her yıl 2 Şubat’ta sulak alanların önemi hakkında küresel farkındalık yaratmak için kutlanan Dünya Sulak Alanlar Günü kapsamında açıklama yapan Doğal Hayatı Koruma Derneği (WWF) kentsel sulak alanların önemine dikkat çekti.

 

                                       Düden Gölü, Fotoğraf: Cüneyt Oğuztüzün

“Kentsel sulak alanlar şehirlerin kalkınma ve yönetim planlarına entegre edilmeli”

Kentlerin temel insan ihtiyaçlarına cevap vermesinin yanında çevre dostu bir yapıda olmalarını sağlamanın şart olduğuna değinen WWF’e göre kentsel sulak alanların sürdürülebilirliği sağlanırsa;

1-) Kentlere birden fazla ekonomik, sosyal ve kültürel fayda sağlar.

2-) Sulak alanlar aşırı yağışları absorbe eder; bu da kentlerdeki taşkınları azaltır; felaketleri ve bunun ardından gelen maliyetleri önler.

3-) Kentsel sulak alanlar, şehirlere su sağlar; arıtım özelliği sayesinde evsel ve endüstriyel atıkları filtreler ve su kalitesini artırır.

4-) Çok sayıda canlı türüne ev sahipliği yapan sulak alan ekosistemleri sayesinde rekreasyon yoluyla insanların ruhsal ve bedensel sağlığına yardımcı olunur.

Konuyu değerlendiren WWF-Türkiye Doğa Koruma Direktörü Sedat Kalem ise şunları söyledi:

“Bugün ülkemizdeki kentsel gelişim, sulak alanların korunması ve akılcı kullanımı açısından endişe verici. Kentler büyüdükçe arsa talebi artarken, kentlerin içinde ve yakın çevresindeki sulak alanların tahribatı artıyor. Sulak alanlar ne yazık ki, çoğunlukla başka amaçlar için kullanılabilir alanlar olarak görülüyor.”

Kalem şöyle devam etti:

“Ülkemizde özellikle son yıllarda etkisini hissettiren kuraklıkla birlikte yaz aylarında baraj göllerinde yaşanması olası susuzluk sorununa karşı kentsel sulak alanların korunmasının önemi bir kez daha ortaya çıkıyor. WWF-Türkiye olarak, kent yönetiminden sorumlu kurumları, kentsel sulak alanların korunmasına yardımcı olacak yaklaşımları benimsemeye davet ediyoruz. Bunların başında sulak alan ekosistemlerinin korunması, sürdürülebilir kullanımın sağlanması ve zarar görmüş olanların restorasyonla yeniden kazanılması geliyor”.

Son 1 yıldaki kayıplarımızdan bazıları:

Konya Ovası’nda bulunan ve “Dünyanın nazar boncuğu” denilen Meke Gölü’ne artık “Meke Çölü” deniyor. Suları kuruyan gölün tabanında biriken tuz tabakası ve kireç gölün bu adı almasına neden oldu.

İzmir Aliağa yakınlarındaki bir başka sulak alan olan Çaltılıdere Köyü’ndeki 200 dönümlük bölge, İzmir İli Mahalli Sulak Alan Komisyonu’nun tartışmalı oturumunda oy çokluğuyla tekne, yat imalat tesisleri yapılabilmesi için sulak alan olmaktan çıkarıldı.

-Söke-Milas karayolunun iki yanında bulunan sulak alanda yolun karşısına geçmek isteyen bir su samuru araçlar tarafından ezildi. Çünkü su samurunun yaşam alanının ortasından 30 kilometrelik bir karayolu geçirilmişti.

 

(Yeşil Gazete, Evrensel)

Fukuşima Daiichi Nükleer Santrali’nde ölümcül seviyelerde radyasyon tespit edildi!

Fukuşima Daiichi Nükleer Santrali’nde 11 Mart 2011  yılında meydana gelen deprem ve tsunaminin tetiklemesiyle başlayan nükleer felaket 7. yılına giriyor. İlk olarak 1 ve 3 no’lu reaktörlerin çekirdeklerinde tam erime olduğu tespit edilmiş radyoaktif kirliliğin yer altı suyuna karışmış olabileceği tartışılmaya başlanmıştı. Yürütülen araştırmalar neticesinde 2 No’lu  reaktörde de çekirdek erimesi olduğunun anlaşılmasıyla hasar tespiti için  geliştirilen robotlarla araştırmalara başlanmıştı.

Fukuşima Daicihi Nükleer Santrali’nden bir görünüm

Felaketin başlamasından bugüne dek geçen  süre zarfında,  yüksek teknolojik imkanlarını seferber ederek 3 reaktörde meydana gelen çekirdek erimesinin yarattığı radyoaktif hasar kaynaklı kirliliği berataraf etmeye çalışan Japonya için 30-40 yıl sürecek söküm çalışmalarının maliyeti ise 200 Milyar Dolar’ı* bulacak. Ancak,  2 no’lu  reaktörden yayılan radyasyon seviyesi çok yüksek olduğu için santralde söküm işlemlerine de  başlanamıyor. 

Nitekim dün yapılan açıklamaya göre,  Tokyo Elektrik tarafından  2 No’lu reaktörün içinde gerçekleştirilen  robotik araştırmalar neticesinde   8 sievert/saat’e**  varan bir radyasyon tespit edildi.

2 No’lu reaktör içinden çekirdek erimesine dair bir görüntü

Uzmanlar bu dozda  radyasyona   maruz kalmanın ölümcül olduğunu belirtiyor. Tokyo Elektrik Şirketi(TEPCO) ’nden yetkililer bugün sonuçları yayınladı. Yetkililerin açıklaması sözkonusu radyasyon dozunun erimiş olan reaktör çekirdeğine ait döküntü ve yıkıntıların olduğu kısımda tespit edildiği şeklinde oldu. Bulgular gösteriyor ki radyasyon seviyesi, çekirdek erimeleri meydana geldikten 7 yıl sonra reaktörün sökülmesinin önünde ciddi bir engel teşkil edecek kadar yüksek seviyede.

Bununla birlikte araştırma süresince Daiichi Nükleer Santral tesisinin çevresinde de  saatte 42 Sievert’e** varan radyoaktivite tespit edildi.  TEPCO yetkilileri, tesis çevresinde çekirdek erimesinin fiilen meydana geldiği kısma göre çok daha yüksek dozda radyasyonun tespit edilmesinin nedeni bir ihtimale göre ölçümde  radyasyon ölçüm cihazının kapağının çıkartılmamamış olmasına bağlı bir hatadan kaynaklanmış olduğuna bağladı.Gerçek nedeni anlayamadıklarını beyan eden yetkililere göre bir diğer ihtimal de  soğutma suyunun reaktör çekirdeğine ait yıkıntı ve döküntüleri tesis etrafına dağıtmış olması.

TEPCO’nun Santral Söküm Yetkilisi Naohiro Masuda ,  bu araştırmadan elde edilen sonuçlara göre radyaoktif enkaz atığın bertarafı için yeni bir teknoloji geliştirmek üzere çalışacaklarını  açıkladı.

 

*Sinop veya Akkuyu Nükler Santrali’nin kurulum maliyeti olan 20 Milyar Dolar’ın 10 katı. 

** 1 Sievert= 1000 milisievert ‘tir. Şimdiye dek yazılarımızda Milisievert/saat ölçüm bilgisi kullandık.  (Milisievert ile ifade rakamı büyüttüğü için “sievert” kullanılıyor. 10 bin Milisievert yani 10 Sievert alınırsa bu durum haftalar içinde ölümle nihayetlenir.  Çernobil’de müdahale sonrası hayatını kaybeden tasfiye memurları 6000 Milisieverte yani 6 Sieverte maruz kalmıştı. Kaynak: WNA, Radyologyinfo.org)

(NHK, Yeşil Gazete)

Pınar Demircan

İklim değişikliğine metrobüste yakalandık – Özge Doruk

İklim değişikliği şehirde yaşayan bizlerin doğrudan bir şekilde çok maruz kalmadığı bir konumda bulunuyor. Şimdilik… Elbette bir şekilde bu değişikliğin sonuçlarını yaşıyoruz.  Havalar daha da ısınmaya başladı, kuraklık meyve sebze fiyatlarını arttırabiliyor, ansızın kafamıza taş büyüklüğünde dolu yağabiliyor ancak tüm bu süreç birkaç gün konuşup ertesinde unutabildiğimiz henüz hayat pratiklerimize işlememiş bir durumda kalıyor.

Söğütlüçeşme-Avcılar metrobüs güzergâhı üzerinde iki durak arasındaki reklam kuşağında kendine yer bulabildiği kadar var iklim değişikliği çoğumuz için. O reklamları da kim izliyor sahi? Biz İstanbullular hemen hemen her konuda olduğu gibi sorunu görmezden gelme, geçici çözümler üretip devamını getirememe, yaşadığımız sıkıntıları başta komşu şehirler olmak üzere ülkenin diğer şehirlerine yığma gibi durumları iyi biliyoruz.

Bu durumlar iklim değişikliği için de geçerli. Pek çok sorunu bu bağlamlarda ileri sürüp tartışabilmek mümkün ancak bu yazının odak noktasını iki proje üzerinden kurmak niyetindeyim. İlki İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne ait olan İklim Eylem Planı.

Bu plan kapsamında yapılan araştırmalardan birisi iklim değişikliğinin İstanbul’u nasıl etkileyeceği ki kısaca birkaç ifadeye yer vermek istiyorum. Yaz sıcaklık artışının daha fazla olması, yaz yağışlarının azalması, kurak dönemin uzaması, sıcaklıkların 0 derecenin altına neredeyse hiç düşmemesi ve iklimin tipik bir Akdeniz iklimine doğru evrilmesi beklenen sonuçlar arasında bulunuyor. İBB iklim değişikliğinin bu etkilerine yönelik bir proje gerçekleştirmeye çalışıyor. Bu süreçte yol haritasının oluşturulması, sera gazı envanterinin hazırlanması, iklim senaryolarının hazırlanması, risk, fırsat ve kırılganlıkların belirlenmesi, paydaş toplantılarının gerçekleştirilmesi, eylem planının oluşturulması ve son olarak farkındalık yaratma ve kapasite geliştirilmesi planlanıyor. www.iklim.istanbul adresi üzerinde daha detaylı bilgiler edinebileceğiniz bu eylem planı iklim değişikliği adına yapılan olumlu adımlardan birisi olarak gösterilebilir. Bu noktada Kanal İstanbul gibi mega (!) bir projenin İstanbul’u iklim değişikliğine karşı ne kadar dirençli bir konumda tutabileceği ise ayrı bir tartışma konusu olabilir.

Bir diğer proje ise Kadıköy Belediyesi’nin Bütüncül ve Katılımcı İklim Eylemi Projesi. 12 ay sürecek projenin genel hedefi iklim değişikliğini Kadıköy belediyesi çalışanlarına ve ilçe sakinlerine anlatmaktır. Özel hedef olarak Belediye’nin planladığı süreç; ihtiyaç temelli sürdürülebilir planlar gerçekleştirmek, Kadıköy sakinleri arasında sürdürülebilir bir yerel sahiplenme platformu oluşturmak ve 3-6 yaş grubundaki çocuklara yönelik sürdürülebilir bir eğitim programı geliştirmek suretiyle iklim değişikliğinin negatif etkilerine karşı daha dirençli bir hale gelmeyi amaçlıyor.

Kadıköy Belediyesi yakın zamanda bir çağrıya çıktı. Bu proje kapsamında iklim elçilerini arıyor. Amaç 300 kişilik bu ekibin yaşayan bir Kadıköy Belediyesi İklim Değişikliği Elçileri Ağına dâhil etmek ve sürdürülebilir destek sağlamaktır.  www.iklim.kadikoy.bel.tr adresi üzerinde başvurular halen kabul ediliyor.

Tüm bu süreç şehrin tüm sakinlerinin meselesi ve bu meselenin karar alıcılar nezdinde dikkate alınıp somut adımlar atılmaya başlanması umut verici bir gelişme olarak tanımlanabilir. Gündemi meşgul eden onca mesele arasından iklim değişikliğinin de kafasının uzatarak ben buradayım, beni artık görün ve rica edeceğim artık bir tepki verin demesine giden yol, o yolu açacak süreçlerden geçiyor. Yolumuz var, daha çok yolumuz var ama en azından iklim değişikliğini metrobüste bir yere oturtmayı başarabildik.

 

Özge Doruk

Her şey gitmeli! – George Monbiot

Bu yazı permakulturplatformu.org/ dan alınmıştır

Permakültür Platformu için Türkçe’ye çeviren İnci Tolunay

Ekonomik büyüme her şeyi yok edecek. Bunu “yeşillendirmenin” bir yolu yok, yeni bir sisteme ihtiyacımız var.

Herkes her şeyi istiyor – peki, bu nasıl olacak? Ekonomik büyümenin vaat ettiği şey fakirlerin zenginler gibi, zenginlerin de oligarşiler gibi yaşayabilecekleridir. Ancak daha şimdiden bizi var kılan gezegenin fiziksel sınırlarını şiddetle zorlamaktayız. İklimin bozulması, toprak kayıpları, yaşam alanları ve türlerin yok oluşu, plastiklere boğulmuş denizler, uçan böceklerin hızla azalışı: tüm bunlar artan tüketimin sonuçlarıdır. Herkes için vaat edilen özel lüks yaşam karşılanamayacak. Bunun için gerekli olan ne fiziksel ne de ekolojik alanlar mevcut.

Ancak büyüme devam etmelidir: bu her yerde politik zorunluluk olarak sunulmakta. Bizler de zevklerimizi buna göre ayarlamalıyız. Pazarlama dünyası kişisel savunma duvarlarımızı yıkmak üzere özerklik ve seçim kisvesi altında sinirbilimindeki son bulguları kullanmakta. Buna direnmeye çabalayanlar, Cesur Yeni Dünya‘daki Sade Yaşayanlar gibi susturulmalıdır – şu anki durumda medya tarafından. Her kuşakla birlikte normalleştirilmiş tüketimin alt dayanak çizgisi değişiyor. Otuz yıl önce musluk suyunun temiz ve bol olduğu dönemde şişelenmiş su satın almak gülünçtü. Bugün dünya çapında, dakikada bir milyon plastik şişe kullanıyoruz.

Her cuma bir Siyah Cuma, her Noel gittikçe daha gösterişli olan bir yıkım festivalidir. Hayatımızı doldurmak için teşvik edilen kar saunalarıtaşınabilir karpuz soğutucuları ve köpekler için akıllı telefonlar arasında, #extremecivilisation (aşırı uygarlaşma) ödülüm PancakeBot‘a gider: bu 3 boyutlu hamur yazıcısı her sabah Mona Lisa’yı veya Taj Mahal’i veya köpeğinizin kıçını yemenizi sağlar. İş uygulamaya gelince, siz bunun için yeriniz olmadığına karar verene dek bir hafta boyunca mutfağı ağzına kadar dolduracaktır. Bunun gibi ıvır zıvırlar için canlı gezegenimizi ve kendi hayatta kalma umutlarımızı mahvediyoruz. Her şey gitmeli.

PancakeBoat

Burada alttan alta, çevreci (yeşil) tüketimcilik aracılığıyla, sürekli büyüme ile gezegenin hayatta kalmasını uzlaştırabileceğimiz vaat edilmekte. Fakat bir dizi araştırma, ekolojik ayakizinin etkilerini önemseyen insanlar ile önemsemeyen insanlar arasında kaydadeğer bir fark olmadığını ortaya koyuyor. Environment and Behaviour dergisinde yayınlanan yakın tarihli bir makalede, kendilerini bilinçli tüketiciler olarak tanımlayanların, bilinçsiz tüketicilere göre daha fazla enerji ve karbon kullandıkları bulgulanmakta.

Neden? Çünkü, çevre bilinci zengin insanlar arasında daha yüksek olma eğilimi gösterir. Gezegen üzerindeki etkilerimizi yöneten şey tutumlarımız değil, gelirimizdir. Ne kadar zenginsek, iyi niyetlerimiz ne olursa olsun, ayak izimiz o kadar büyük olmakta. Makalede, kendilerini çevreci tüketiciler olarak görenlerin “genellikle nispeten küçük faydalara sahip davranışlara odaklandığı” belirtiliyor.

Büyük titizlikle geri dönüşüm yapan, plastik poşet kullanmayan, suyu gramla su ısıtıcısında kaynatan, sonra da Karayipler’de tatile giderek yaptıkları tüm çevresel tasarrufların 100 katı etki yaratan insanlar tanıyorum. Tüm bu geri dönüşümler uzun mesafeli uçuşlara hak tanıyor olsa gerek. Böylece bu insanlar çevreci yaşadıklarına ikna olup, yarattıkları çok daha büyük etkileri göz ardı edebiliyorlar.

Tüm bunlar, etkilerimizi azaltmaya çalışmamamız gerektiği anlamına gelmiyor, ancak çabalarımızın sınırlarının farkında olmalıyız. Var olan sistem içindeki davranışlarımız sistemin sonuçlarını değiştiremez. Değiştirilmesi gereken şey sistemin kendisidir.

Oxfam tarafından yapılan bir araştırma gösteriyor ki, dünyanın en zengin % 1’i (eğer hane halkınızın geliri £ 70,000 veya daha fazla ise, bu sizsiniz) en yoksul %10’dan 175 kat daha fazla karbon ayak izi yaratmakta. Herkesin daha yüksek gelir arzulaması gerektiği söylenen bir dünyada, tüm zenginliğin dayanağı olan Dünya’nın bir toz topuna dönüşmesini nasıl önleyebilir miyiz?

Ekonomistler “ayırma” (decoupling) yaklaşımıyla bizlere, ekonomik büyümeyi malzeme kullanımımızdan ayırmaktan bahsediyorlar. Bu yaklaşım ne kadar iyi gidiyor? PlosOne dergisinde yayınlanan bir makale, bazı ülkelerde nispi ayırma yapılabilmesine karşın, “hiçbir ülkenin son 50 yılda mutlak ayırma yapmadığını” ortaya koydu. Bunun anlamı, her GSYİH artışıyla ilişkili malzeme ve enerji miktarının düşüş gösterebileceği, ancak büyüme verimliliğin kat be kat ötesine geçtiğinden, kaynakların toplam kullanımının artmaya devam etmesidir. Daha da önemlisi, makale, verimliliğin fiziksel sınırları nedeniyle, uzun vadede, temel kaynakların kullanımından hem mutlak ve hem de nispi ayırmanın mümkün olmadığını ortaya koymaktadır.

% 3’lük bir küresel büyüme oranı dünya ekonomisinin büyüklüğünün her 24 yılda bir ikiye katlandığı anlamına geliyor. İşte bu nedenle çevresel krizler böyle bir oranda hızlanmakta. Bunlara rağmen plan, büyümenin tekrar ve tekrar iki katına çıkarılmasını sağlamak ve böyle ilelebet iki kat büyümenin sürmesidir. Canlı dünyayı yıkımın girdabından koruma arayışında, şirketlerle, hükümetlerle ve insanlığın genel aptallığıyla savaştığımızı zannedebiliriz. Ancak bunların hepsi gerçek sorunun görünürdeki temsilcileridir, asıl sorun ise büyümeyen bir gezegende sürekli büyümedir.

Bu sistemi meşru gösterenler, ekonomik büyümenin yoksulluğun giderilmesi için şart olduğunda ısrar ediyor. Ancak World Economic Review’daki bir makale, dünya nüfusunun en yoksul % 60’ının yükselen GSYİH tarafından oluşturulan ek gelirin yalnızca % 5’ine ulaştığını ortaya koyuyor. Sonuç olarak, yoksulluğun her 1 dolar azaltması için 111 dolarlık büyüme gerekiyor. Hal böyleyken, mevcut gidişatla devam edersek, herkesin günde 5 dolar kazanmasını sağlamak 200 yıl sürecektir. Bu noktada, kişi başı ortalama gelir, yılda 1 milyon dolara ulaşacak ve ekonomi bugünkü değerinin 175 katına çıkacak. Bu, yoksulluğun giderilmesi için işleyecek bir formül değildir. Bu her şeyi ve herkesi yok edecek bir formüldür.

Bir şeylerin ekonomik anlamda mantıklı olduğunu duyduğunuzda, bunun anlamı aklı selimin tam tersini söyleyeceğidir. Dünyadaki hazineleri ve merkez bankalarını işleten, tüketimde sınırsız bir artışı normal ve gerekli gören o mantıklı erkek ve kadınlar, genel refah ile bağlantısı giderek azalan bir dizi rakamı korumak üzere canlı dünyadaki harikaları yerle bir eden, gelecek nesillerin bolluğunu mahveden gözü dönmüş delilerdir.

Yeşil tüketimcilik, malzeme ayırma, sürdürülebilir büyüme: hepsi bizi felakete sürükleyen bir ekonomik modeli meşru göstermek için tasarlanmış yanılsamalardır. Özel lüks ve kamusal yozluk üzerine kurulu olan mevcut sistem, hepimizi perişan edecek. Bu modelde, lüks ve yoksunluk, iki başlı bir canavardır.

Kökleri ekonomik soyutlamalara değil, sağlığını değerlendirebileceğimiz parametreleri bize veren fiziksel gerçekliklere dayanan farklı bir sisteme ihtiyacımız var. Büyümenin gerekli olmadığı bir dünya yaratmalıyız, kişisel yeterliliğin ve kamusal refahın var olabildiği bir dünya. Ve felaketler bunu mecbur etmeden önce yapmalıyız.

Yazının orjinaline buradan ulaşılabilir.

Bu yazı permakulturplatformu.org/ dan alınmıştır

 

George Monbiot

Kaos GL’den Ali Erol da dahil birçok kişi gözaltına alındı

Sosyal medya paylaşımları gerekçe gösterilerek Ankara’da sabahın erken saatlerinde çok sayıda eve polis baskını yapıldı. Aralarında HDP Eş Genel Başkanı Figen Yüksekdağ’ın danışmanı Songül Akbay ile Pir Sultan Abdal Kültür Derneği’nden Cevahir Canpolat ve yazar Emek Erez’in de olduğu çok sayıda isim gözaltına alındı.

Öğrenci Kolektifleri’nden Aysu Simge Taştan, yazar Emek Erez, Pir Sultan Abdal Kültür Derneği’nden Cevahir Canpolat, Kaos GL’den Ali Erol, Avukat Kemal Ulusoy ve Seyri Sokak’tan Sibel Tekin’in de evlerinde polis arama yapıyor.

Gözaltı gerekçesi “Savaş bir halk sağlığıdır” paylaşımı

Ali Erol

Ali Erol’un gözaltına alınması gerekçesi ise “Savaş bir halk sağlığı sorunudur. #TTB’ninyanındayız” tweeti.

Dünkü Adalet Nöbeti’nde TTB’nin bildirisi okunduğu gerekçesiyle gece Avukat Kemal Aytaç’ın evinde de polis araması yapıldı.

CHP Milletvekili Barış Yarkadaş, Avukat Kemal Aytaç’ın evinde yapılan polis aramasını Twitter’dan duyurdu. Yarkadaş paylaştığı tweetinde şu ifadeleri kullandı:

“44 haftadır ‘Adalet Nöbeti’nin tutulmasını sağlayan Av. Kemal Aytaç’ın evi gece polis baskınına uğradı. Aytaç’ın evi arandı. Dünkü Adalet Nöbeti’nde TTB’nin son bildirisi okunmuştu. Soruşturma buna dair mi bilmiyorum! Kimseye nefes aldırmak istemiyorlar!”

 

(T24)