Ana Sayfa Blog Sayfa 2907

Hakkında tahliye kararı verilen Taner Kılıç tekrar tutuklandı

İstanbul 35. Ağır Ceza Mahkemesi, hakkında tahliye kararı verdiği Uluslararası Af Örgütü Türkiye Şubesi Yönetim Kurulu Başkanı avukat Taner Kılıç’ı, aradan 24 saat geçmeden tutukladı.

İzmir’den SEGBİS’le mahkemeye bağlanan Kılıç, “Dosya, yeni bir dosya değildir. İtirazı inceleyen mahkemenin bu kadar kısa süre içinde dosyaya vakıf olması mümkün değildir. Dosyaya yeni bir belge girmemiştir. Kararınızda direnmenizi talep ediyorum” dedi.

Savcı, Kılıç’ın tutuklanmasını talep etti. Mahkeme de Kılıç’ın tutuklu yargılanmasına karar verdi.

Uluslararası Af Örgütü Türkiye Şubesi Yönetim Kurulu Başkanı avukat Taner Kılıç, telefonunda ByLock olduğu iddiasıyla Haziran 2017’de tutuklanmış yapılan incelemeden sonra telefonunda ByLock olmadığı ortaya çıkmıştı.

Büyükada davasının üçüncü duruşmasında, İstanbul 35. Ağır Ceza Mahkemesi tek tutuklu sanık olan Kılıç’ın tahliye edilmesine karar verdi.

Savcı Caner Babaloğlu ise bu karara itiraz etti. 36. Ağır Ceza Mahkemesi, tahliye kararına itirazı kabul ederek, Kılıç hakkında “tutuklamaya yönelik yakalama kararı” çıkarttı.

İzmir Aliağa Cezaevi’nden tahliye olması beklenen Kılıç, tekrar gözaltına alınarak Aliağa karakoluna götürüldü.

SEGBİS’le mahkemeye bağlanan Kılıç, 1 Şubat itibarı ile tekrar tutuklandı.

 

(Bianet)

 

Tazmanya Canavarı da dahil yılda 500bin hayvanı katleden taşıt çarpmalarına karşı kampanya

The Guardian’da Calla Wahlquist imzasıyla yayınlanan haberi Yeşil Gazete gönüllü çevirmenlerinden Gökçen Demirci çevirisiyle paylaşıyoruz.

***

Sürücüler, yabani hayvanları taşıt yollarına çektiği için camdan dışarı yiyecek atmamaya teşvik ediliyor.

Tazmanya canavarları genellikle yol üzerinde daha önce ölmüş bir hayvanın leşini yerken eziliyorlar. Araba çarpması sonucu oran olarak dünyada en çok ölen hayvanlar Tazmanya Canavarlarıdır

Tazmanya’daki sürücü lobisi, ülke yollarında her yıl 500,000 yerel hayvanın öldüğünü belirterek taşıt çarpması sonucu hayvan ölümlerini azaltmak amacıyla ortak bir kampanya başlattı.

Tazmanya nüfusundaki her kişi başına yerel bir hayvanın öldürülmesi anlamına gelen bu durum, ülkenin dünyada taşıt çarpması sonucu hayvan ölümlerinde en yüksek sırada olmasına yol açmakta.

Tazmanya Kraliyet Otomobil Kulübü başkanı Harvey Lennon, doğal yaşam koruma alanları ve Tazmanya Doğal Yaşam Topluluğu ile ortaklaşa, Salı günü başlatılan kampanyada sürücülerin, hayvanların yollara girmesine neden olan camdan dışarı yiyecek atmamak gibi davranış değişikliklerinin, taşıt çarpması sonucu meydana gelen hayvan ölümlerini azaltacağını belirtti.

Lennon, doğal yaşam ve araçlar arasındaki çarpışmalara dair kayıtlarına bakıldığında, havanın erken kararması ile eş zamanlı olarak kış aylarında çarpmaların artış gösterdiği ve bunların ayrıca ciddi araç kazalarına önemli ölçüde sebebiyet verdiğini belirtti.

Tazmanya Doğal Yaşam Topluluğu kampanya katılımcılarından Vica Bayley araçların özellikle Tazmanya canavarları üzerinde yok edici etkiye yol açtığını, bunun nedenin ise leş ile beslenen bu hayvanların taşıt çarpması sonucu ölen hayvanlardan beslenmesi olduğunu belirtti.

2015 yılında, ölümcül yüz tümörüne karşı her birine 25,000 Amerikan Doları tutarında aşı uygulanan dört Tazmanya canavarı, doğaya salınmalarını izleyen birkaç hafta içinde araç çarpması nedeniyle öldüler.

Bayley, ölen hayvanlar nesli tükenen hayvanlar olmasalar bile taşıt çapması sonucu meydana gelen ölümlerin bu kadar yüksek olmasının hayvan hayatı için bir tehdit olduğunu belirtti. “Nesli tükenmekte olsun ya da olmasın bu durum her tür doğal yaşamın korunmasıyla ilgilidir, nihayetinde yaşamları sürücülerin ellerinde, zamansız sona ermektedir” dedi.

Ülke çapında doğal yaşam kurtarma hizmetleri sunan Bonorong Doğal Yaşam Koruma Alanı yöneticisi Greg Irons, hizmetin kurulduğu 2010 senesinden bu yana %30’u araç çarpması nedeniyle yaralanan olmak üzere toplam 30.000 yaralı yabani hayvan taşıması talebi aldıklarını belirtti.

Irons, en çok görülen hayvanların fırça kuyruklu Avustralya keseli sıçanı, pademelon ve valabi olduğunu belirtti.

 

Haberin İngilizce Orijinali

Muhabir: Calla Wahlquist

Yeşil Gazete için çeviren: Gökçen Demirci

 

(Yeşil Gazete, NPR)

Tarımda sınıfta kalan Türkiye için çözüm önerisi: Üreticiler kooperatif çatısı altında toplansın

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) tarafından yayınlanan 2017 yılı dış ticaret verileri, Türkiye’nin tarım ve hayvancılıkta ithalata bağımlılığının arttığını ortaya koydu.

TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası İstanbul Şube Başkanı Ahmet Atalık, yaptığı yazılı açıklamada dış ticaret verileri ile ilgili çarpıcı rakamlar paylaştı.

“Rapora göre, ihracatımız 61 milyar TL, ithalatımız 44,7 milyar TL, kazancımız ise 16,3 milyar TL oldu. Ancak, gıdayı üretmeye esas tarımsal hammadde ticaretimizde ise durum çok kötü. İhracatımız 3,4 milyar TL olurken, ithalatımız 21,8 milyar TL, açığımız ise 18,4 milyar TL oldu.

Tarımsal hammadde ithalatımız ihracatımızın 6,4 katına çıktı. Her iki kalemin toplamından oluşan tarım ürünleri dış ticaretimiz ise 2,1 milyar TL açık vermiş oldu. Oysa 2016 yılında dış ticaretimiz 4,2 milyar TL fazla vermişti. Milli tarımın ifade edildiği 2017 yılında Türkiye kelimenin tam anlamıyla sınıfta kaldı.

Buğday ithalatımız 4,2 milyondan tondan 5 milyon tona yükseldi

Tarım arazilerimizin yarıdan fazlasında tahıl, onun içinde de en yaygın buğday ekiliyor. Üstelik ana vatanıyız. Buğday ithalatımız 2016 yılında 4,2 milyon tondan, 2017 yılında 5 milyon tona, bu ithalat için ödenen miktar da 2,7 milyar TL`den 3,8 milyar TL`ye yükseldi.

41 milyon liralık saman ithal edildi

Tahıl üretmek yerine ithalata yönelince haliyle sap eksikliği, sap olmayınca da saman olmadı. Tarihimizde 2012 yılında başlayan saman ithalatı, 2013 yılında zirve yapmış ve son bulmuştu. Ancak, ithalat 2017 yılında yeniden başladı. Bu üç yıl için sırasıyla saman ithalatına 1,1 milyon TL, 25,5 milyon TL ve 14,2 milyon TL olmak üzere toplam 40,8 milyon TL ödeme yapıldı.

Mısır ithalatımız 4 kat arttı

Gerek insan gerekse hayvan beslenmesinde önemli yer tutan mısırda ithalatımız 2016 yılında 536 bin tondan 2017 yılında 2,1 milyon tona, ithalata ödediğimiz miktar da 383,7 milyon TL`den 1,6 milyar TL`ye yükseldi.

Yağlı tohum ithalatımız 2016 yılında 3,3 milyon tondan, 2017 yılında 3,4 milyon tona, ödenen miktar da 4,9 milyar TL`den 6,3 milyar TL`ye yükseldi.

Kuru baklagil ithalatımız arttı

1980`li yılların sonlarında dünyanın en önemli kuru baklagil üreticisi ve ihracatçısı iken, 2008 yılından itibaren artık net bir ithalatçı ülke olduk. Kuru baklagil ithalatımız 2016 yılında 467 bin tondan, 2017 yılında 571 bin tona, ödenen miktar da 1,2 milyar TL`den, 1,6 milyar TL`ye yükseldi.

Pamukta da dışa bağımlılığımız arttı

Önemli bir tekstil ülkesiyiz. Hammaddesi olan pamukta da dışa bağımlılığımız artarak devam etti. Pamuk ithalatı 2016 yılında 821 bin tondan, 2017 yılında 914 bin tona, ödenen miktar da 3,7 milyar TL`den, 6,1 milyar TL`ye yükseldi.

Tohum üretimimiz 184 bin tondan 900 bin tona ulaştı

Tohum üretimimiz çok hızlı bir yükseliş gösteriyor; 2003 yılında 184 bin ton olan tohum üretimimiz 2015 yılında 900 bin tona ulaştı. Diğer ürünlerde kendimize yeterliliği hemen hemen yakalamış olsak da sebze tohumunda hala %40`lık bir açığımız var. Sebze tohumu dış ticaretinde fazla veriyoruz; 2017 yılında 1.497 ton olan ihracatımıza karşın, ithalatımız 916 ton oldu. Sonuçta 581 ton fazla verdik. Ancak, konu ödenen parasal değer kısmına gelince işin tersine döndüğünü görüyoruz. İhracattan 69,9 milyon TL kazanırken, ithalata 350,2 milyon TL ödedik.

Hayvancılıkta tablo acı

Hayvancılık sektörünün de 2017 yılında bitkisel üretim sektöründen pek bir farkı olmadı. Sığır ithalatımız 2016 yılında 494 bin baş iken, 2017 yılında 896 bin başa, ödenen miktar da 1,7 milyar TL`den, 4 milyar TL`ye yükseldi. Aynı dönemler için koyun ithalatımız 5 bin baştan 281 bin başa, ödenen miktar da 2,1 milyon TL`den, 137,7 milyon TL`ye yükseldi. Sığır eti ithalatı 2016 yılında 21 tondan, 2017 yılında 19 bin tona, ödenen miktar da 249 bin TL`den, 296,6 milyon TL`ye yükseldi.

Tarımsal üretim maliyetinin düşürülmesi için büyük bölümü ithalata dayalı girdilerin ciddi anlamda desteklenmesi gerekiyor. Yerel tohumlar biyolojik çeşitliliğimizin temeli olup muhafazası ve üretiminin yaygınlaştırılması desteklenmeli.

Kaynaklar ithalata gitti

Çiftçiye 2017 yılında toplam 12,7 milyar TL destekleme ödemesi yapıldı. Oysa aynı dönemde tarım ürünleri ithalatına 66,6 milyar TL ödendi. Kaynaklar çiftçimizin üretmesi için değil, ithalat için kullanıldı.

Yapılan her bir ithalatın ülkemizdeki tarımsal üretimi bitirdiği artık görülmeli. Son 15 yılda çiftçi bir Belçika yüzölçümüne eş değer, 29 milyon dekar tarım arazisini ekmekten vazgeçti. Yapılan ithalata rağmen gıda fiyatları yükselmeye devam ediyor.

Çözüm önerileri

1-) Üretimi canlandıracak sulama ve arazi toplulaştırma gibi alt yapı yatırımları çok hızlı bir şekilde tamamlanmalı.

2-) Meralar, ovalar ve tarım arazilerinin tarım dışı amaçlı kullanılmasının önüne geçilmeli.

3-) Artan nüfusumuz ve iklim değişikliği karşısında her bir metrekare tarım arazisine ve meraya her zamankinden daha fazla ihtiyacımız olduğu unutulmamalı.

4-) Türkiye’nin tarımsal üretimde ithalat batağından kurtulması için tüm üreticilerini kooperatif çatı altında toplaması, üretim planlaması, ürün kalitesi ve güvenilirliği konularında devletin kooperatiflerle iş birliği içinde olması, desteklerin bu yapılar üzerinden dağıtılması sağlanmalı.

5-) AB bütçesinin %45`ini tarımsal desteklere ayırırken, ülkemizde bu oran %2,5`i geçmemektedir. 2006 yılında yürürlüğe giren Tarım Kanunu hükümlerine göre tarımsal desteklemelere verilmesi gereken miktar 2017 yılı için 30,4 milyar TL olması gerekirken, üreticiye maalesef 12,7 milyar TL destek verilmiştir. Kaynaklar ithalat için değil, üretim için kullanılmalı.

6-) Önemli bir diğer konu da verilen desteklerin üretime ve kaliteye yansımasının takip edilmeyişi. Bu konu ciddiyetle ele alınmalı.

7-) Çiftçinin en büyük sorunlarının başında pazarlama kanallarında yaşadığı tıkanıklıklar geliyor. Çiftçi tüccarın eline mahkum edilmemeli, üretici ile tüketici arasındaki aracıları azaltacak bir oluşuma gidilmeli. Bunun da en güzel yolu kooperatifler.

8-) Tarıma gereken önem verilerek sektör canlandırılmalı, tarım eğitimi almış mesleklerin istihdamı konusunda elverişli ortam sağlanmalı. Yapılan ithalatların eğitimli gençlerimizin istihdam sahalarını yok ettiğinin ve gençlerimizi işsizliğe mahkum ettiğinin bilincine varılmalı.

 

(Yeşil Gazete)

Trakya ‘ölüm havasını solumak istemiyor’: Halk termik santralin ÇED toplantısını yaptırmadı

Tekirdağ’a bağlı Çerkezköy’de Ticaret ve Sanayi Odası‘nda iki köy arasına kurulmak istenen termik santralle ilgili Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) bilgilendirme toplantısı halkın protestosu sonucu yapılmadı.

Çerkezköy Ticaret ve Sanayi Odası’nda yapılacak toplantı için sabah saatlerinden itibaren toplanan Pınarca Köyü sakinleri ve Çerkezköy halkı binanın önünde eylem yaptı.

Ellerinde ‘Trakya’da termiğe yer yok’, ‘tarım alanlarına sahip çık’ dövizleri taşıyan yurttaşlar sık sık ‘termik santral istemiyoruz’ sloganı attı.

Polisin geniş güvenlik önlemi aldığı görülürken, yurttaşlar toplantının yapılacağı salona girdi.

Dışardaki ve içerideki kalabalığa Çerkezköy Belediyesi ve Kapaklı Belediye Başkanları da destek verdi.

Toplantı salonunda da protesto ıslık ve alkışlarla uzun süre devam etti.

Yurttaşların bir bölümü dışarıda kalırken, içeridekiler onların da alınmasını, aksi takdirde toplantının yapılmasına izin veremeyeceklerini belirtti.

İçerideki eylemde zaman zaman arbede yaşanırken, Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü yetkilileri toplantıyı açmak istese de yurttaşların eylemi nedeniyle bir süre sonra yetkililer ‘toplantı açıldı ancak eylem nedeniyle yapılamadı’ tutanağı tutarak salondan ayrıldı.

Eyleme çevre örgütleri ve STK’lardan destek

Halkın termik santral eylemine Greenpeace, Kuzey Ormanları Savunması, TEMA ve DAYKO gibi çevre örgütleri ve STK’lar da destek verdi.

Greenpeace avukatı Deniz Bayram, “Termik santralin yapılması halinde Ergene Havzası’nda çiftçilerin sulu tarım yapabilmesi için bile yeterli miktarda su yokken hem kömürün yıkanması hem de santralin soğutması için milyarlarca ton su boşa harcanacak. 2014 yılından itibaren parçacık madde hava kirletici oranlarında kademeli bir artış gösteren bölgede yeni termik santral emisyonları bu kirliliği kat be kat artıracak” dedi.

Bayram konuşmasında, 8469 tane itiraz dilekçesine Bakanlık tarafından verilen “Yerleşim alanlarında kömür bazlı evsel ısınmanın etkisinin çok daha fazla olduğu, Trakya Havzası’nda da yapılması planlanan termik santrallerin bölgenin hava kalitesine olumlu etki edeceği” yanıtına da dikkat çekti.

Greenpeace Çerkezköy ve Vize’ye yapılması planlanan termik santrallerle ilgili hazırladığı araştırmada şu sonuçlara ulaştı:

1- Çerkezköy santralinin baca filtrelerinin çalıştırılması halinde bile saat başına 525 kg yani 10 çimento torbasını dolduracak kadar toz havaya saçılacak,

2- Santraller işletmeye geçerse, neden olacakları asit yağmurları, tarımsal üretimi yüksek olan ve bölge halkının çiftçilik yaparak geçindiği arazilere/mahsullere zarar verecek,

3- Santraller 40 yıl çalıştırılırsa tahmini sağlık etkileri yaklaşık 11 bin erken ölüme tekabül edecek.

“Ben astım hastasıyım, kocam KOAH”

Eylem sonrasında Yeşil Gazete’ye konuşan yurttaşlar şunları söyledi:

Pınarca Köyü’nden Melek Koban: “Biz yaşlandık, çocuklarımız ne olacak? Onları koruyalım. Biz zaten ölüm havası soluyoruz. Bir de bu termik santral gelecek sonra ne olacak? Köyün hemen dibine yapılacak, fabrika zehirlerini yeterince soluyoruz, ben astım hastasıyım, kocam da fabrikada çalışmaktan KOAH hastası oldu. Bu yüzden istemiyoruz.”

Çerkezköy Belediye Başkanı Vahap Akay: “ÇED yönetmeliğinin 9. maddesine göre halkı bilgilendirme toplantısı yapıldı. Vatandaş buna ‘zaten yeterince bilgim var’ diyerek müsaade etmedi. Yapılacak termik santralin Çerkezköy ve Kapaklı’ya zerre katkısı yok dedi ve toplantı iptal oldu. Toplantı yenilenebilir halk yine tepkisini gösterecek. Bir sonraki toplantıda itirazlarımızı rapor halinde vereceğiz. Hukuki haklarımızı koruyacağız.”

Kuzey Ormanları Savunması Ersin Kiriş: “Türkiye genelinde nerede yapılırsa yapılsın havayı suyu kirletmek gibi bir sonucu var. Halk buraya doğasını havasını tarım alanlarını savunmak için geldi, ancak ismi halkı bilgilendirme toplantısı olan toplantıya halk sokulmadı. Termik santrallerin olduğu bölgelerde kanser ve ölüm oranı yüksek. O yüzden bugün buradalar.”

“Kesilecek ağaçlar Belgrad Ormanı’na eşdeğer”

DAYKO Vakfı Başkanı Nusret Türkkan: “Dışarıda kalan insanların toplantıya katılma hakkı ellerinden alındı. İçeriye alınanlar da belirli bir parti üyesiydi, MHP rozetleri vardı. Onlar da halka saldırmaya kalktı, olay çıkarmaya çalıştılar. Ucu açık tutanak tutuldu. Toplantı açıldı ancak halkın eylemi nedeniyle yapılamamıştır. Böyle tutanak tutulmaz. Termik santral istemiyoruz. 3 bin hektar alanda çok sayıda ağaç kesilecek. Bu sayı Belgrad Ormanı’na eşdeğer.

Toplantıdan sonra termik santralin kurulması planlanan ormanlık alan gezildi. Geziye eşlik eden köylü kadınlar “gece-gündüz nöbet tutacağız buraya termik santral yaptırmayacağız” dedi.

 

Haber: Rıfat Doğan

(Yeşil Gazete)

Avrupa Birliği’nde 2017’de ilk kez yenilenebilir kömürü geçti

Londra merkezli Sandbag ve Berlin’de bulunan Agora Energiewende, Avrupa’daki enerji dönüşümünün yıllık değerlendirmesine yer veren yeni raporunu yayımladı.

Çalışma, Avrupa Birliği’nin (AB) 2017 yılında ilk kez rüzgâr, güneş ve biyokütleden, kömüre (taş kömürü ve linyit) göre daha fazla elektrik ürettiğini ortaya koyuyor.

Rapora göre sadece beş yıl önce elektriğin kömürden üretim payı rüzgâr, güneş ve biyokütleden üretim payının iki katından fazlaydı. Şimdiyse enerji dönüşümü ile birlikte durum tersine dönmeye başladı ve bu dönüşüm rapora göre “inanılmaz bir ilerleme”.

Çalışma, raporda kullanılan verilerin, AB üyesi 28 ülkenin her birinden sağlanan elektrik piyasası verilerine dayanılarak yapılan en iyi tahminler olduğunu belirtiyor.

Her AB ülkesinde yenilenebilir enerji farklı oranlarda büyüyor

Çalışma, hidroelektrik dışındaki yenilenebilir kaynaklardan üretilen enerji payının geçtiğimiz yıl %12 arttığını ortaya koyuyor. 2017’de hidroelektrik santrallardan üretimde keskin bir düşüş yaşandığı için bir önceki yıla göre nispeten daha az olsa da, yenilenebilir kaynaklı elektrik üretiminin Avrupa elektrik üretimindeki payı %29,8’den %30’a çıktı.

Rapora göre, her AB ülkesinde yenilenebilir enerji farklı oranlarda büyüyor. Örneğin son üç yılda yenilenebilirdeki artışın yarısından fazlasını Birleşik Krallık ve Almanya gerçekleştirdi ve bu artışta rüzgâr büyük bir rol oynuyor. 2017’de Almanya’da elektriğin %30’u, Birleşik Krallık’ta ise %28’i rüzgâr, güneş ve biyokütleden elde edildi.

En çarpıcı büyüme ise Danimarka’da yaşandı. Danimarka, yıllık %7 oranında bir artışla, 2017’de elektriğin %74’ünü rüzgâr, güneş ve biyokütleden üretti. İspanya, İsveç, Belçika, Hollanda, Fransa ve Orta ve Güneydoğu Avrupa’daki birçok ülkede enerji dönüşümü hızlanırken yenilenebilir enerji büyümeye devam etti.

Örneğin, 2011’den beri rüzgâr, güneş ve biyokütlenin payı, tek haneli rakamlardan Hırvatistan’da %18’e, Romanya’da %16’ya çıktı. 2017 itibarıyla rüzgâr, güneş ve biyokütleden elektrik üretimi hâlâ %10’un altında olan altı ülke var: Slovenya (%4), Bulgaristan (%7), Fransa (%8), Slovakya (%8), Çek Cumhuriyeti (%8) ve Macaristan (%10).

Elektrik sektöründeki emisyonlar düşmüyor

Fosil yakıt konusunda gelişmeler ise değişiklik gösteriyor. Taş kömüründen elektrik üretimi rüzgârın artışı sebebiyle %7 oranında düşerken Hollanda, İtalya ve Portekiz’de kömürü terk etme politikalarıyla birlikte taş kömürü üretimi düşmeye devam edecek.

Enerji dönüşümünün 2017 yılında hızlanmasıyla birlikte rüzgâr ve güneş enerjisindeki yükselişe karşın, Avrupa elektrik sektöründeki emisyonlar 2017’de düşmedi ve 1.019 milyon tonda sabit kaldı.

Bunun sebebi üç farklı etmenin birleşimiyle açıklanabilir: Öncelikle, yağış azlığı sebebiyle barajlardan elektrik üretimi Avrupa çapında düşüş gösterdi. İkincisi, Fransa ve Almanya’daki nükleer santrallar mahkeme kararıyla hizmet dışı bırakıldığı için önceki yıllara göre daha az elektriği şebekeye verdi. Son olarak da AB’deki elektrik tüketimi arka arkaya üç yıldır artmaya devam ediyor; 2017’de de %0,7 oranında artış gösterdi. Emisyonlar elektrik sektörü dışında da artarken, çalışmanın yazarları Avrupa Birliği Emisyon Ticaret Sistemi (AB ETS) dahilindeki emisyonların 2010’dan beri ilk defa artacağını ve 1.750 milyon tondan (2016) 1.756 milyon tona çıkacağını tahmin ediyorlar. AB ETS dışında kalan petrol ve gaz tüketiminin de yükseldiği düşünülürse, toplam AB emisyonlarının %1 oranında artacağı öngörülüyor.

“2030’da %35 yenilenebilir enerji mümkün”

Konuyla ilgili açıklama yapan Agora Energiewende’nin Avrupa Enerji Politikaları Direktörü Matthias Buck, Birleşik Krallık ve Almanya’da rüzgârın ilham veren başarı hikayesinin yenilenebilir enerjiye gittikçe daha fazla güvenilmesini sağladığını söylerken Avrupa’daki tüm ülkelerin bir araya gelmesi halinde, 2030’da %35 yenilenebilir enerjinin kesinlikle mümkün olduğunu vurguluyor.

Sandbag analiz uzmanı Dave Jones ise elektrik tüketiminin üçüncü ardışık yılında artığını, bu sebeple ülkelerin enerji verimliliği konusundaki girişimlerini yeniden değerlendirmesi gerektiğini söylüyor ve ekliyor: “Emisyonlarda gerçekten fark yaratmak için ülkelerin kömürlü santrallerden vazgeçmesi gerekiyor. Avrupa’da işletmedeki 258 termik santralinin 2017’de, AB ETS emisyonlarının yüzde 38’inin ve toplam AB emisyonlarının yüzde 15’inin sorumlusu olduğunu tahmin ediyoruz”.

 

(İklim Haber)

Erzurum’da bulunan yeni bir bitki türüyle endemik morgeven sayısı 14’e yükseldi

Türkiye’nin “Çan Çiçekleri Projesi” kapsamında, Erzurum’da yeni bir bitki türü bulundu.

Bitki, halk arasında ”Morgeven” olarak biliniyor.

Uzmanlara göre, bitkinin dünyadaki 20 türünden 14’ü ise Türkiye’de…

Ege Üniversitesi (EÜ) Botanik Bahçesi bünyesinde gerçekleştirilen ve TÜBİTAK tarafından desteklenen “Türkiye’nin Çan Çiçekleri” araştırma projesi kapsamında, Erzurum’da saha çalışması yaptıklarını anlatan Ege Üniversitesi Botanik Bahçesi ve Herbaryum Uygulama ve Araştırma Merkezi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Hasan Yıldırım, Hınıs ve Pasinler ilçeleri arasında 2040 metre rakımında kalker kayalıklar üzerinde bir morgeven (Ebenus) popülasyonuyla karşılaştıklarını, bu bitkiye ait ölçümler ve örnek aldıklarını ifade etti.

Türkiye’de “geven”ler konusundaki araştırmalarıyla bilinen Gazi Üniversitesi Biyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Zeki Aytaç ile ortak bir çalışma yaptıklarını dile getiren Yıldırım, şöyle konuştu:

“Bitkinin şu ana kadar tespit edilmemiş yeni bir tür olduğunu belirledik. Bitkiyle ilgili bilimsel bir makale hazırladık. Finlandiya’da yayınlanan uluslararası bilimsel Annales Botanici Fennici dergisinde yayınlanması için gönderdik. Bilimsel değerlendirmeden sonra dünyanın farklı yerlerinde bu alanın uzmanlarına giden makale değerlendirildi ve olumlu bulundu. Bilim dünyasına şu ana kadar tanıtılmamış yeni bir tür olduğu ortaya çıktı. Makalemiz geçen ay yayımlandı ve bilim dünyasına Gazi Üniversitesi Biyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Zekiye Suludere’ye atfen “Ebenus zekiyeae Aytaç ve Yıldırım” olarak isimlendirildi. Bitkinin bilimsel Türkçe isminin keşfedildiği il olan Erzurum’dan yola çıkarak “Erzurum morgeveni” olmasını önerdik.”

Endemik morgeven sayısı 14’e yükseldi

Morgevenlerin Türkiye için çok önemli bir bitki grubu olduğunu ifade eden Yıldırım, şu bilgileri verdi:

“Dünya’da bugüne kadar morgeven cinsi altında toplam 19 tür bilinmekteydi. Bunlardan 6 tanesi Tunus, Ege adaları, Afganistan, Pakistan’a kadar bir alanda yayılış gösteriyor. Diğer 13 türü sadece ülkemizde endemik olarak karşımıza çıkmakta. Erzurum morgeveninin bulunuşuyla ülkemizdeki endemik morgeven sayısı 14’e yükselmiş oldu.”

 

(NTV)

İstanbul Sözleşmesi ile kadına yönelik şiddetle mücadelede yeni dönem

Kadına karşı şiddetin önlenmesini hedefleyen İstanbul Sözleşmesi bugün (1 Şubat 2018) itibariyle Almanya’da yürürlüğe girdi.

Sözleşme 1 Mayıs 2011 tarihinde İstanbul’da imzaya açılmış ve Almanya tarafından da imzalanmıştı.

Tam adı “Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi” olan belge, geçen Ekim ayında Federal Meclis ve Federal Eyalet Temsilcileri Meclisi tarafından onaylanmıştı.

DW Türkçe’de yer alan habere göre sözleşmenin yürürlüğe girmesini değerlendiren Aile ve Kadından Sorumlu Bakan Katarina Barley, bunun önemli bir adım olduğunu ancak kadınların şiddetten korunması için önlemlerin artırılması gerektiğini vurguladı.

“Kadınlara suskunluklarını bozabilmeleri için cesaret verilmeli”

Kadına yönelik şiddetin yaş, sosyal durum ve milliyetten bağımsız olduğunu belirten Barley, “Kadınlara yönelik şiddet ne yazık ki günlük hayatın üzücü bir parçası” dedi.

Barley bu sebeple şiddete uğrayan kadınlara suskunluklarını bozabilmeleri için cesaret verilmesi gerektiğini söyledi.

Sivil toplum kuruluşları (STK) da İstanbul Sözleşmesi’nin yürürlüğe girmesine ilişkin bir açıklama yaptı.

Açıklamada, kadınlara karşı şiddetin Almanya’da yaygın bir olgu olduğuna ve bununla mücadele edilmesi gerektiği ifade edildi.

“Kadın ve çocuklara yeterince yardım sunulamıyor”

Alman Protestan Kilisesi Sosyal Hizmet Derneği Diakonie Yönetim Kurulu Üyesi Maria Loheide, İstanbul Sözleşmesi’nin kapsamlı bir şekilde uygulanmasını talep etti.

Loheide Almanya’da şiddete maruz bırakılan kadın ve çocuklara yeterince yardım sunulamadığını vurguladı.

Berlin merkezli İnsan Hakları Enstitüsü’nden yapılan açıklamada ise MeToo (ben de) gibi tartışmaların kadınlara yönelik şiddetin boyutu ve sonuçları konusunda farkındalık yaratmak açısından büyük önem taşıdığı ifade edildi.

Siyasilere çağrıda bulunan enstitü, şiddetin önlenmesi ve bununla mücadele için federal ve eyaletler düzeyinde bir eylem planı hazırlanmasını talep etti.

İlk onaylayan ülke Türkiye olmuştu

11 Mayıs 2011 tarihinde imzaya açılan İstanbul Sözleşmesi, 10 ülkenin belgeyi onaylamasının ardından, 1 Ağustos 2014 tarihinde yürürlüğe girmişti.

İstanbul Sözleşmesi TBMM tarafından 14 Mart 2012’de kabul edilmiş, böylece Türkiye sözleşmeyi ilk onaylayan ülke olmuştu.

Kasım 2017’ye kadar 45 ülke tarafından imzalanan ve 27 ülke tarafından onaylanan İstanbul Sözleşmesi, kadına karşı şiddetin önlenmesinde hukuki bağlayıcılığı bulunan ilk uluslararası belge niteliği taşıyor.

İstanbul Sözleşmesi nedir?

İstanbul Sözleşmesi, Mayıs 2011’de Avrupa Konseyi ülkelerince İstanbul’da imzaya açılması nedeniyle bu adı taşıyor. Sözleşmede yer alan hükümler özetle şöyle:

“Kadınların güvenliği Avrupa Konseyi merkezli 4 yıl süreyle görev yapan bir birim tarafından uluslararası düzeyde denetlenecek. GREVIO adı verilen bu birim 6 ay içinde Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi tarafından belirlenecek.

Sözleşmeye taraf devletler, şiddet gören kadınlara da mülteci olma hakkı verebilecek. Bu anlamda sözleşme küresel ölçekte kadına şiddetle mücadeleyi öngörüyor.

Devlet, ölüm riski ve durumun aciliyeti göz önüne alınarak her türlü önlem alınacak. Kolluk kuvvetlerinin, mağdurlara yönelik her türlü şiddete acil ve yerinde müdahale etmesi için çok daha etkin önlem almaları sağlanacak. Emniyet, savcı ve mahkeme arasında etkin bir işbirliği oluşturulacak.

İhbar mekanizmasının işleyişi hızlandırılacak. Yargı, polis ve sağlık birimlerinin eğitimine bütçe ve zaman ayrılacak.

Şiddet mağduruna ikametini değiştirmesi için destek verilecek. Mağdur korunacak ve psikolojik destek alacak. Mağdurun faille temas etmemesi sağlanacak. Şiddet mağduru kadına asgari ücretin günlük tutarına göre devlet tarafından geçici maddi destek verilecek.

Kadına yönelik şiddete yataklık edenler de cezalandırılacak.

Devlet radyo ve televizyonlarında her ay en az 90 dakika toplumsal cinsiyet eşitliğine dair yayın yapılacak.

İlk ve Ortaöğretim müfredatına, kadının insan hakları ve kadın erkek eşitliği konusunda eğitime yönelik dersler konulacak.

Zorla evlendirmelerin suç sayılması için gereken hukuki, idari ve cezai önlemler alınacak.

Şiddet üreten geleneksel rol modellerinin değişmesi için çalışılacak.

Mağdurların faillerden tazminat talep etmesi konusunda gerekli yasal düzenlemeler yapılacak.”

 

(Gazete Karınca)

4 yılda hukukun üstünlüğünde 42 sıra geriledik: 113 ülke arasında 101. Türkiye

Türkiye, “2017 Hukukun Üstünlüğü Endeksi”nde (Rule of Law), iki sıra daha gerileyerek 113 ülke arasında 101’inci sırada yer aldı. Türkiye aynı endekste 2014’te 59, 2015’te 80, 2016’da 99’uncu sırada bulunuyordu.

Ankara Kızılay’da Yüksel Caddesi ve Konur Sokak’ın kesiştiği yerde bulunan İnsan Hakları Anıtı uzun süredir polis bariyelerinin arasında bulunuyor

Dünya Adalet Projesi (JWP) tarafından ülkelerin hukuk sistemlerini değerlendirmek amacıyla hazırlanan Hukukun Üstünlüğü Endeksi’nin 2017 verileri açıklandı.

110 bin hanede 3.000 uzman ile görüşülerek hazırlanan endeksin sponsorları arasında Avrupa Komisyonu, ABD Dışişleri Bakanlığı’nın yanı sıra  Apple, Microsoft gibi uluslararası şirketler de bulunuyor.

Türkiye açısından gerilemenin sürdüğü endekste, yalnızca Bangladeş, Honduras, Uganda, Pakistan, Bolivya, Etiyopya, Zimbabve, Kamerun, Mısır, Afganistan, Kamboçya, Venezuela Türkiye’nin gerisinde yer aldı.

 

(T24)

Afrin harekâtında 3 bin yıllık medeniyet yok oldu

Savaş ve iç çatışmalar insan ve ekonomik kayıplara yol açarken ülkelerin binlerce yıllık kültürel mirasını yok ediyor.

İbranice İncil’de ‘Birinci Tapınak’ olarak anlatılan Süleyman Tapınağı’yla benzerlikleri nedeniyle dikkat çeken, geçmişi milattan önce 1300’e dayanan, bugüne kadar yapılan tüm savaş ve işgallerden zarar görmeden günümüze kadar ulaşmış ender tarihi değerlerden biri Ayn Dara Tapınağı da kaybolan miraslar arasında yerini aldı.

Afrin’e bağlı Ayn Dara köyüyle aynı ismi taşıyan, kimi kaynaklara göre Akad mitolojisinde bereket, aşk ve savaş tanrıçası olan İştar’a ya da tanrıça Astarte’ye adandığı kimi kaynaklara göre de Ba’al Hadad tanrısına ithaf edildiği belirtilen 3 bin 300 yıllık tapınağın, 26 Ocak’ta Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) savaş uçakları tarafından yapılan bombardımanda büyük zarar gördüğü bildirildi.

Suriye Kültür Bakanlığı’na bağlı Antik Eserler ve Müzeler Genel Müdürlüğü, dünyadaki tüm ilgili uluslararası kuruluşlara, “Afrin’deki arkeolojik ve kültürel eserleri hedef almaması için Türkiye’ye baskı uygulayın” çağrısı yaptı. Türkiye’yi kınayan kurum, “Harekâtın Suriye kimliği ile Suriye halkının geçmişi, bugünü ve geleceğine yönelik bir saldırı olduğunu” belirtti.

Suriye Kültür Bakanlığı’nın ardından İngiltere merkezli, muhaliflere yakınlığıyla bilinen Suriye İnsan Hakları İçin Gözlemevi de Türkiye’nin Afrin Harekâtı’nda Ayn Dara Tapınağı’nın zarar gördüğünü açıkladı.

Fransız haber ajansı AFP bölgeyi ziyaret etti

Bölgedeki son durumla ilgili izlenimlerini paylaşan AFP, Demir Çağı’nın en önemli miraslarından biri olan bu heykellerden geriye yalnızca aslanların pençeleri kaldığını açıkladı.

Bir zamanlar tapınağın içine yönelen merdivenlerin yerle bir olduğu, siyah bazalt taşına oyulmuş kanatlı hayvanları gösteren fresklerin enkaza dönüştüğü belirtildi.

Afrin tarihi eserler konseyi üyesi arkeolog Salih el Din Senno, Ayn Dara’nın yüzde 40 ile 50’sinin zarar gördüğünü söylüyor.

Suriye’nin kuzeyinde bir tepenin üzerinde yer alan Geç Hititler dönemine ait Ayn Dara Tapınağı’nın Akad mitolojisinde bereket, aşk ve savaş tanrıçası olan İştar için inşa edildiği iddia ediliyor

40 tarihi köyün hasar görmesinden endişe ediliyor

Suriye’de 2011 yılından bu yana devam eden iç savaşta yüz binlerce kişi yaşamını yitirdi ve çok sayıda tarihi eser harap oldu.

Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) örgütü antik kent Palmira’ya ciddi hasar verdi. IŞİD, burada bulunan 2 bin yıllık El Lat Aslanı heykeli parçalamış ve Bel Tapınağı’nı da yıkmıştı.

Afrin’de bulunan ve “Kuzey Suriye’nin Antik Kentleri” olarak adlandırılan 40 tarihi köyün hasar görmesinden endişe ediliyor.

Genelkurmay Başkanlığı ise daha önce BBC Türkçe’nin yazılı sorularına verdiği yanıtta, ”Zeytin Dalı Harekâtı’yla ilgili yapılan yazılı ve sözlü tüm açıklamalarda da vurgulandığı üzere harekat esnasında sadece teröristlere ait hedefler vurulmakta, sivil/masum kişiler ile çevrenin (arkeolojik kalıntılar, tarihi özelliği olan yapılar, dini ve kültürel varlıklar vb.) zarar görmemesi için her türlü dikkat ve hassasiyet gösterilmektedir” demişti.

 

(Artı Gerçek, BBC Türkçe)

Kanada milli marşı artık cinsiyetsiz

0

Kanada milli marşında yer alan bir ifade, cinsiyetçi söylem yarattığı gerekçesiyle değiştirildi.

Kanada Senatosu’nun dün akşamki oturumunda kabul edilen tasarıda, milli marşın ikinci satırında yer alan ‘bütün oğulların emrinde (in all THY sons command)’ ifadesi, ‘hepimizin emrinde (in all of us command)’ şeklinde yeniden düzenlendi.
Tasarı, milletvekili seçildikten birkaç ay sonra hayatını kaybeden Liberal Parti Ottawa Milletvekili Mauril Belanger tarafından hazırlanmıştı.

Robert Stanley Weir’in 1908 yılında yazdığı ‘O Canada’ adlı milli marş hakkında 30 yıldır süren cinsiyetçi söylem içerdiği tartışmaları da kabul edilen yeni haliyle sona erdi.

Kanada milli marşında yapılan değişikliğin yürürlüğe girebilmesi için İngiltere Kraliçesi 2. Elizabeth tarafından onaylanması gerekiyor.

(Sputnik)