Ana Sayfa Blog Sayfa 2905

[Tasarım 3] Ekolojik tasarım – Melih Aşanlı

Tasarım başlığı altında bu yazı dizisine başladığımda üç bölüm olarak planlamıştım. Uzun ve derin bir konuyu yazmaya başlamak, asla bitirememek ve konudan sapmak gibi tehlikeleri olan bir iş çünkü. İlk kısımda tasarımın kötü örnekler ve sebeplerine yer verdim, ikinci kısmında tasarım disiplininin detayları yer aldı. Aslında ulaşmak istediğim ekolojik tasarımdı. Bu bölümde de biraz ekolojiden bahsetmek istiyorum.

Ekoloji dediğimiz kelime tam anlamı ile aslında evbilimi. Dünyanın bizim evimiz olduğu kabulü üzerinden yaklaşıyor konulara. Ahşap ev yapma, domates-biber yetiştirme ile pek bir alakası yok. Dünya içinde yaşayan canlıları tanıma, yaşam alanlarını bilme, ihtiyaçlarını ve isteklerini öğrenme ile başlıyor. Sadece hayvanlar ve bitkiler değil, mantarlar, bakteriler, çeşitli organizmalar ile iklimler, coğrafyalar, doğa olayları, güneş, yağmur ve kar gibi yine bu dünya içinde ne varsa konumuza dahil oluyor. Tüm bunlar derinlemesine tek bir kişi tarafından bilinebilecek konular olmadığından, tasarımcının amacına yönelik bilgilerin etrafında yoğunlaşması gerekiyor.

Su arıtmak için bakteri yetiştirmek, atıklar için mikroorganizma beslemek, gölge alanlar için sarmaşık dikmek, koruyucu böcekler için yuva yapmak, av ve avcıların dengesini sağlamak için araziyi düzene sokmak tasarımcının bilmesi ve uygulaması gereken konular. Toprak, taş ya da ahşap ile inşa ettiğimiz kutular en son ilgilenmemiz gereken basit işler. Önce evimizin yani üstünde var olmayı planladığımız toprak parçasının herkes için sağlıklı bir yaşam alanı olmasına çalışmamız gerekiyor. Bu günümüz mimari algısına oldukça ters gelen bir yaklaşım. Günümüz evleri sadece insanlar için uygun olduğu varsayılan bir yaşam alanı hazırlamaya çalışırken, diğer tüm canlıların yaşayamayacağı bir ortam hazırlar. Bu kasıtlı olarak istenilen bir çalışmadır. Modern insan evini başka canlılar ile asla paylaşmak istemez.

Çok disiplinli karmaşık bir yapı olan ekolojik tasarım konusu üç beş yıl içinde hakim olunabilecek bir saha değil. Konu bir moda ikonu haline gediği için bizler daha fazla bilinir olduk son dönemde ama ekolojik tasarımlar ile uğraşmaya başladığım yıllar 2000’li yılların henüz başlarıydı. Aradan geçen 15 yıla rağmen, bazı tasarımlarda bir çok danışanım oluyor ve yetemediğim alanlarda oturup çalışmam gerekiyor.

Temiz Sayfa

Söz konusu bütüncül bir yaşam alanı var etmek olduğunda daha hassas davranmamız gerekiyor. Tasarım yapabilmek için iki tane yöntem kullanabiliriz. Bunlardan biri temiz sayfa ile başlayıp düşüncelerimizi rahatlıkla aktarabileceğimiz serbest oyun sahasında oynamaktır. Bu yol oldukça keyifli, daha az sıkıntılı, yapmak istediklerimize bir engel oluşturmayan özgür bir yoldur. Benim en sevdiğim tasarım yöntemlerinden biridir. Muhtemelende tüm tasarımcılar tercih eder ve severler. Herhangi kısıtlayıcı bir öge oyun sahasında bulunmamaktadır. Bazı zamanlarda bunu ekolojik tasarımlarda da uygulayabiliriz. Mesela bir çölde, kayalık ve dağlık bir arazide, geniş ovalar ve düzlüklerde bazen oyun sahasına aşırı müdahaleci yaklaşmamız gerekir. Bu gereklilik sadece bizim taleplerimizden kaynaklanmamalıdır. Evi buraya istiyorum, şuraya da su toplama göleti kuracağım diyerek bu işe başlanmaz. Çalışma tüm canlıların yaşam alanları söz konusu olduğunda ancak ekolojik olacaktır. Keyfi yaklaşımlar, peyzaj kaygıları ekolojik tasarım söz konusu olduğunda vahşidir.

Bir ekskavatör ile araziye girip ortalığı savaş alanına çevirmek sonrada yeniden düzenlemek Nazi Almanyasının ideal dünyasını yaratmaya benzer ve bir katliamı daha güzel bir dünya için meşrulaştıramazsınız.  İstinat duvarları, işimizi bozan ağaçların kesilmesi, toprağın üst katmanının yerinin değiştirilmesi, araziyi teraslar şeklinde kesme çabaları vicdani olmadığı gibi, ekolojik olduğu da savunulamaz. Barış getirmek için dünyanın dört bir yanına gidip savaş çıkaran ve yerel halkı katleden barış gücü askerlerinden bir farkımız kalmaz. Tasarımın boş beyaz sayfa isteği burada yerini kaybetmeye başlar.

Sınırlandırılmış alan tasarımı

Diğer bir tasarım yaklaşımı ise sınırlandırılmış alan tasarımıdır. Öyle her hayal ettiğimiz şeyi gerçekleştiremeyeceğimiz gerçeği ile yüzleşmemiz ile başlar. Hayali kurulmuş zihnimizdeki fotoğraf kareleri gerçek dünyada kırpılır, eksilir ve kişi az ile yetinmek gibi ekolojinin dayattığı ilk eğitime maruz kalır.

Bu tasarım yaklaşımı yeniden ele almayı gerektirir. Önce eldekiler değerlendirilir. Amaçlar ve istekler, arazinin imkanları ve doğal yapısı ile örtüşmüyorsa, değişiklik arazide değil amaç ve isteklerde yapılır. Oldukça zorlayıcı bir çok süreç barındıran bu yaklaşım, hem tasarımcıyı, hem de tasarımı talep edeni zorlar. Tasarım arazide şekillenir. Hakim rüzgarlar, güneş, eğimler, bitki örtüsü, temel kriterleri oluşturur.

Bu şehir tasarımları için de değişmez. Bugün çevreye duyarlı olduğu savunulan bir çok AVM tasarlanırken, süs havuzlarının zeminleri beton ile kaplanarak içlerine tropikal bitkiler yerleştirilmektedir. Bölge ile uyumlu olmayan ve dışarıdan getirilen bitkiler ile peyzaj tasarımları yapılmaktadır. Çatısına iki güneş paneli koyarak ya da aydınlatma pencereleri açılarak bu yapıların ekolojik duyarlılıkları olduğu savunulmaktadır. Bu sadece komik ve ucuz bir aldatmacadan başka bir şey değildir. Yüzlerce metreküp betonun hesap yapılmadan dökülerek yapıldığı inşaatlar ekolojik olamaz. Beton ve diğer bir çok endüstriyel malzeme elbetteki ekolojik tasarımlarda kullanılabilir. Toplam karbon ayak izi ve ekolojik ayak izi bizi bağlayıcı gerçekçi veriler olmalıdır. Üç tane aydınlatma penceresi ile bu iş olmadığı gibi, bir taş ocağının açılmasına sebep olan taş yapılarla da bu iş olmayabilir.

Tasarımda da her konuda olduğu gibi samimiyet önemlidir. Bir işe başlarken nedenler iyi sorgulanmalı, yapılacak uygulamaların en azından vicdani sorumluluğu alınmalıdır. Hesapsız yapılan işler sonrasında ucuz savunular yapmak hiç birimizi bir yere götürmez.

 

Melih Aşanlı

[Çocuklar için Kitaplar] Düş Kurdu Bir Düş Kurdu – Nazan Önenç Sönmez

Sekoyana’nın Kapıları’ndan sonra bir kez daha Şiirsel Taş’ın yazdığı bir kitap ile beraberiz; “Düşkurdu bir düş kurdu”. Kitap on hikayeden oluşuyor, her biri birbirinden heyecanlı ve keyifli hikayeler.

Örneğin birinde şahane bir oyun öğretiyor.  Hikayenin adı “Haydisiz Zamanlar Oyunu”. Hikayenin başrolleri abla ve kardeş. İskelede vapur beklerlerken ablası kardeşine dönüp, “Her gün oynamamız gereken bir oyun olduğunu farkettim.“  diyor ve sonrasında oyunu anlatmaya başlıyor. “Haydi! “ demeden yani hayatın akışına hız katmadan hayatı seyir etmeye zaman bırakmak. Eesasen oyunun kuralı bu kadar. Ve sonra kendi günlerinde ne kadar çok “Haydi !“ ile başlayan hayat hızlandırıcı cümlelere maruz kaldıklarını farkedip üzerinde sohbet etmeye başlıyorlar. Oldukça keyifli bir sohbete ortaklık ediyoruz bu hikayede. Abla, oyunu anlatırken ekliyor, “Unutma, bütün günü böyle geçiremeyiz. Ama hiç olmazsa bir saatliğine bu oyunu oynayabiliriz. ”Ne kadar da gerçek bir cümle, evet elbette günün her anını böyle geçiremeyiz. Yaşımız kaç olursa olsun hepimizin ayrı sorumlulukları ve yapması gereken işleri var ama  hayatı izleme, seyir etme, fark edebilme, azıcık olsun yavaşlayabilme, fikirleri hür bırakıp sadece kuşu izleyebilmek için ve ruhun da ihtiyacını karşılaması için bize zaman gerek.

Bir diğer hikayenin adı “Kırıntı Evreni“ hikaye masanın altındaki kek kırıntısının “Yeteeeeer!” diye bağırması ve, ”Bari bir kuşun kursağından geçsem, sonum elektrik süpürgesi tarafından vakumlanmaktan farklı olurdu” diye iç çekmesi ile başlıyor. Hikayede kırıntılar ve bu kırıntıları yaratan iki kardeş var. Kırıntıların gözünden izliyoruz dünyayı. Bakış açılarını kalıplara sokmayan hikayeleri seviyorum, hayal dünyasının kapısını aralıyor.

Dilerim o hayal dünyasının kapısı hep açık kalsın ve sonra kendi hayal alemlerinde seyahate çıksın ca’nım çocuk, ca’nım insan.

Sevgili okur, bu kitabı çocuk yamacına yakın ve insanların ulaşabileceği yerlerde tutun dilerim.

Haydi!’siz zamanınız bol olsun.

Sevgi ve muhabbette kalın.

Kitabın Adı : Düşkurdu bir düş kurdu

Yazar : Şiirsel Taş

Resimleyen : Oğuz Demir

Yayınevi; SEV Yayıncılık

128 Sayfa

 

Nazan Önenç Sönmez

[Babil’den sonra] James Joyce 136 yaşında

Ağabeyim Bülent’in dilinden düşürmediği bir isimdi James Joyce. Bülent uzun yıllar reklam ajanslarında metin yazarı olarak çalıştı. Kelimelerle oynamayı severdi. Şiir ve edebi metinler de yazıyordu. 1990’ların ortalarına doğru Joyce’un ilk kez Türkçe olarak yayımlanacak kitabı Ulysses’i heyecanla beklediğini anımsıyorum. Kitap yayımlanınca bana da bir tane hediye etmişti. Tuğla gibi kalın, sekiz yüz kusür sayfalık bir kitaptı.Ulysses, İrlandalı romancı James Joyce’un (1882- 1941) bilinç akışı tekniğindeki ustalığını konuşturduğu topu topu bir günlük zaman dilimini (aslında belki de tüm zamanları kapsıyor) anlattığı devasa bir kitap. Yazar bu kitabı 1914 ile 1921 yılları arasında kaleme almış. Dublin’deki ayaklanmalar nedeniyle basılması için bir Fransız basımevine vermiş. Joyce’un çalışma yöntemi oldukça karmaşık ve dağınık, el yazısı okunaksız olduğundan; yayınevinin dizgicileri de Fransız olup İngilizce bilmediklerinden tüm kitabin baskısı dil yanlışları ve satır atlamaları ile dolu olarak basılmış. Görme bozukluğu nedeniyle bu yanlışları düzeltemeyen Joyce, okunması zor el yazısı ile birçok ekleme de yapmış, yeni yanlışlara yol açmış. Böylece kitabin ilk baskısı dizgicilerin, düzeltmenlerin ve Joyce’un bizzat kendisinin hataları ile 1922 yılında (yaklaşık 2000 hata) ile okuyucusuna ulaşmış. Kitaptaki yanlışları izleyebilmek için bir hata cetveli hazırlamaya girişen yazar, göz sağlığının hızla bozulması nedeniyle bu girişimden vaz geçmiş.Ulysses, ana dilinden başka dillere çevrilmesi zor olduğu kadar, zor okunan da bir kitap. En azından benim için öyleydi. Kitabı ilk kez elime alıp, okumaya başladığımda resmen beynimin ısındığını hissetmiştim.  Bir bulmaca kitabı, bir dil oyunları kitabıydı adeta.  Tam bir kelimeler cümbüşüydü. Zaman zaman mitolojik metinlere-kişilere yönlendirmeler de içeriyordu ve o cümlenin anlamını yerli yerine oturtmak için ilgili metinlere de hâkim olmak gerekiyordu. Baktım hemen olacak gibi değil, kitabı okunacak kitaplar sırasının arkalarında bir yere bırakıverdim.

Bülent ağabeyim okunması zor da olsa çok eğlenceli bir kitap olduğunu ve kitabın yazarlıkta yaratıcılığını tetiklediğini söylerdi. Ölene kadar da kitabı çantasından, başucundan eksik etmedi.  2009 yılında Bülent ağabeyimi kaybettik. Sayfa kenarlarında binlerce notlar aldığı kitabı hala bende durur.

James Joyce (2 Şubat 1882- 13 Ocak 1941)

James Joyce, Ulysses kitabı hakkında“ İçine o kadar çok bilmece-bulmaca ve zekâ oyunu koydum ki, profesörler yüzyıllarca ne demek istediğimi tartışacaklar, insanın ölümsüzlüğü garantilemesinin tek yolu da budur” diyormuş. Gerçekten de öyle oldu. Her halde dünya edebiyatını bu kadar derinden etkileyen, (hemen her şeyin çabucak tüketilip bir kenara bırakıldığı günümüz dünyasında) hakkında bu kadar çok yazılıp-çizilen ve yazarını ölümsüzlük mertebesine taşıyan çok az kitap vardır.

Kitabın çevirisini yapıp başımıza bela eden Nevzat Erkmen yıllar sonra bir Ulysses Sözlüğü hazırladı da ancak o zaman kitabı yeniden alıp satırları arasında dolaşma cesaretini kendimde bulabildim. Kelimelerin arasında anlam arama çabasıyla beynimin ısınması da zaman içerisinde tarifi zor bir hazza dönüştü.

Neden Ulysses okumalıyız?  Armağan Ekici bir yazısında nedenleri şöyle sıralamış. Özetleyerek paylaşıyorum: “…Ulysees’i hayat aşkına okumalıyız. Ulysses’de her şeyiyle tüm bir hayat var. Doğumuyla, ölümüyle, mutluluğuyla, umutsuzluğuyla, sefaletiyle, yemesi-içmesiyle, osurması-def-i hacet eylemesiyle tüm bir hayat… Ulysees’i edebiyat aşkına, büyük bir dil ustasının marifetlerinin tadını çıkarmak için okumalıyız. Joyce, kelimelerle her şeyi yapabilen bir yazar… Ulysses’i mizah aşkına okumalıyız… Ulysses’i müzik aşkına okumalıyız. Ulysees müzik dolu bir kitap… Ulysses’i Oğuz Atay aşkına, Oğuz Atay’ı sevdiğimiz için, onun kitaplarını daha iyi anlamak, kurduğu yapıları nasıl kurduğunu görmek için okumalıyız…”

Nedeni her ne olursa olsun, Ulysses dünyanın en çok okunan romanlarından birisi oldu. 1954’den beri her yıl 16 Haziran günü (kitabın, romanın kahramanı Leopold Bloom’un 16 Haziran günlüğü olması nedeniyle)  Dublin’de (ve dünyanın birçok kentinde) Bloomsday olarak kutlanıyor. O gün romanda geçen olayların Dublin’deki izi sürülüyor; ikonik James Joyce Kulesi turları düzenleniyor. Tiyatro gösterileri, müzik etkinlikleri yapılıyor;  bazıları 36 saate kadar süren okuma maratonları yapılıyor ve daha birçok ritüel gerçekleştiriliyor.

Bu yıl 2 Şubat günü James Joyce’un 136. doğum günü. Yazarın doğum günü İstanbul’da ve dünyanın birçok kentinde düzenlenen çeşitli etkinliklerle kutlanacak. Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık ve World Experience Campus, 3 Şubat cumartesi günü saat 14.00’de, Loca’da edebiyat ve müziği bir araya getiren bir etkinlikle Joyce’un 136. yaşını kutlayacak. Joyce’un Finnegan Uyanması kitabını dilimize kazandıran Fuat Sevimay’ın yazarın olağanüstü dünyasını anlatacağı ve Sevinç Erbulak’ın Ulysses ve Dublinliler kitaplarından okumalar yapacağı etkinliğe, Jenny Miller ve Aidan McMahon da geleneksel İrlanda müzikleriyle katılacaklar. Programın son bölümünde Oda Müziği’nden şiirler yer alıyor. Şiirleri Fainche Egan orijinal dilinden okurken, Gerry Smyth’nin bestelediği Oda Müziği’ni Doğukan Atasavun gitarıyla seslendirecek.

Ben de bugün 16.00’da Açık Radyo’da Babil’den Sonra programında yazarın 136. Doğum günü anısına The Dubliners grubundan seçtiğim geleneksel İrlanda şarkılarından örnekller dinleteceğim.

The Dubliners (1962- 2012)

The Dubliners 1962 yılında Dublin’de kurulan bir müzik grubu.  Grup ilk olarak kurucu üyelerinin onuruna The Ronnie Drew Ballad Group adıyla yola çıkmış, ancak bir süre sonra kendilerini James Joyce’un Dubliners kitabından esinlenerek The Dubliners (Dublinliler) olarak adlandırmışlar. Grup elli yıllık kariyeri boyunca sayısız konserler verdi. Çok sayıda albüm yayımladı. Uluslararası başarılarını İrlanda halk şarkıları, sokak baladları ve çalgısal müzikleriyle elde eden grup, İrlanda müziği yapan birçok grubu da etkiledi. The Dubliners, 2012 yılında 50. yılını kutlayarak İrlanda’nın en uzun soluklu müzik grubu oldu. Aynı yıl grubun yaşayan son kurucu üyelerinden Barney McKenna‘nın vefatının ardından The Dubliners müzik yaşamına veda etti.

James Joyce’un 136. doğum günü kutlu olsun.

 

 

Ercüment Gürçay

[Hayvan Deneyleri] Matthew Pan ve Rosi

İnsanlık tarihi boyunca, insan menfaatine küçük ya da büyük her bilimsel gelişme için mutlaka bir bedel ödenmesi gerekti. Peki bu bedeli kim ödeyecek? [Hayvan Deneyleri] yazı dizisinde bu sorunun cevabını hep birlikte bulmaya çalışacağız

***

2007-2008 yılları arasında Avusturya, ilginç bir davaya ev sahipliği yaptı.

Hiasl veya sonradan kazandığı birey ismiyle “Matthew Hiasl Pan” adlı şempanze, 1982’de Sierra Leone-Afrika’da yaşadığı ormandan yakalanarak laboratuvarda hepatit ve HIV araştırmalarında kullanılmak üzere diğer 11 şempanzeyle birlikte Avusturya’ya gönderilmişti. Bu yakalama işlemi esnasında, Matthew’un annesi onu korumak isterken öldürülmüştü (gruplar halinde yaşayan şempanzelerden genç olanları yakalamak için, gençleri vermek istemeyerek savaşan grup liderleri ya da ebeveynleri öldürülmekte, bu da her bir yavru için 5-10 arası şempanzenin öldürülmesi anlamına gelmektedir. 100 dişi için bu rakam, rahatlıkla 1,200’e yükselebilir).

Ancak bu transport yasadışı olduğundan havaalanında alıkonuldular. Aynı uçakta Avusturya’ya gönderilen diğer şempanze Rosi de Immuno isimli laboratuvar için getirilmişti. Diğer 9 şempanze ise Viyana Hayvanat Bahçesi’ne gönderildiler. 10 aylık Rosi ve Matthew, Viyana Hayvan Barınağı’na gönderildiler ve oradaki bir bakıcı, insanın olduğu ortamda sosyalleşerek büyümeleri için onlara evinde bakmaya başladı.

Bu arada Immuno’nun yasal girişimleri de devam ediyordu ve 1984 yılının sonunda, Viyana Valisi, barınak ve bakıcı eve şempanzelerin Immuno’ya teslim edilmesine dair emir yazısı gönderdi. 29 Kasım 1984 günü Immuno yetkilileri artık 3 yaşına girmiş olan Matthew ve Rosi’yi almaya geldiklerinde, hayvan hakları savunucularının engellemesiyle karşılaştılar. Bunun üzerine, 1985 Haziran ayında Avusturya Hükumetine şempanzelerin bakıcılardan alınması için gerekiyorsa fiziksel güç kullanılması ve kendilerine verilmesi talebiyle dava açan Immuno, şempanzeleri almakta kararlı olduğunu göstermişti.

10 Aralık 1986’da Avusturya Yüksek Mahkemesi, hayvanların Immuno’ya teslim edilmesine hükmetti. 23 Mart 1987’de, barınağa hayvanları teslim etmek için 14 günleri olduğuna dair bir yazı gitti ancak barınak yeniden reddedince 3 ay sonra hükumet, barınak aleyhine dava açtı. Bu davadan bağımsız olarak, 1989 yılı başında Avusturya Medeni Kanunu’nun 285. Maddesinin sonuna bir paragraf eklendi ve buna göre bir kişi olmayan herhangi bir varlık, tüm insan-dışı hayvanlar anlamına gelmekteydi. Ve hayvanlar bir “şey” olmasa da, aksini söyleyen yasalar olmadığı müddetçe bu şekilde kabul edilecekti. Avusturya yasalarına göre “homo” cinsinin tüm mensupları birey olarak kabul ediliyordu, buna göre de, insana genetik benzerliği bilimsel olarak tescillenmiş aynı familyadaki şempanzeler de aynı haktan faydalanmalı ve birey olarak tanınmalıydı. Böylece aynada kendini tanıyabilen, alet kullanma yetisine sahip, insan arkadaşlarıyla oyunlar oynayan Matthew, hepatit ve HIV araştırmaları için doğadan koparılmasına sebep olan insanlara dava açabilecekti.

1989 Eylül ayında mahkeme, sahipli mal kabul edilen şempanzelerin sahibine iadesine karar verdi. Barınak bu karara da itiraz ettiyse de, Immuno yetkilileri şempanzeleri almak için girişimde bulunmadı. Ancak bu süreçte 8 yaşına gelmiş olan Matthew ve Rosi, ev yaşamlarından uzaklaştırılarak barınaktaki özel bir kısıma götürülmüş ve orada yaşıyorlardı. 1999’da Baxter firması Immuno’yu satın aldı ve firmanın şempanzeler üzerinde yapılan tüm deneylerini durduruldu. 3 yıl sonra da, Matthew ve Rosi’yi resmi olarak barınağa bağışladılar. 2005 yılında, 1 Ocak 2006’dan itibaren geçerli olmak üzere tüm insansı maymunlar üzerinde deney yapılması oy birliğiyle kabul edilen yeni yasa ile yasaklanmıştı.

2006’da maddi sıkıntılar nedeniyle barınağın tahliye ihtimali ortaya çıkınca, Matthew’un sınırdışı edilebileceği de gündeme gelmişti. Artık 26 yaşına gelmiş iki şempanzenin aylık bakım masrafı 5,000 Euro’yu aşıyordu. Aynı yılın sonlarında, biri Matthew’un yasal vasisi olması şartıyla bir hayvan koruma derneğine çok büyük miktarda para bağışlama talebinde bulundu ve anlaşmaya göre, Matthew’un yasal vasisi olacak kişi, bu iki şempanzenin parayı nasıl kullanmak isteyeceklerine de karar verebilecekti.

2007’de, Mödling Bölge Mahkemesi’ne vasi tayini için başvuruldu. Başvuruda, ülkedeki 4 uzman bilim adamının “Avusturya yasalarına göre Matthew birey olarak kabul edilmelidir” görüşleri de yer alıyordu. Avusturya kanunlarında açık bir “insan” tanımı yoktu ve bu, tartışmaların büyümesine sebep oldu. İlk duruşmada hâkim, Matthew’un kimliğini kanıtlayacak belgelere sahip olmadığını ve ikinci duruşmada da zihinsel bir engeli olmadığı gerekçelerini öne sürerek, başvurunun reddine karar verdi çünkü bunlar, bir kişiye vasi tayini için gereken iki ön koşuldu. Kararla ilgili temyiz başvurusunda bulunuldu ancak başvuranın yasal dayanağının olmadığı gerekçesiyle bu başvuru da geri çevrildi. Bu sefer İl Mahkemesi’ne itiraz edildi ancak bu mahkeme de yasal vasilik kararına sadece vasi tayin edilenin itiraz hakkı olduğunu söyleyerek reddetti.

Aynı yılın Eylül ayında, Avusturya’nın Sivil ve Cezai Haklar Yüksek Mahkemesi’ne yapılan başvuruda; yasal vasi tayinine, vasi tayin edilenin birinci dereceden akrabasının da itiraz edebileceği ancak Matthew’un annesinin, onun kaçırılması sırasında öldürüldüğü belirtiliyordu. Fakat Yüksek Mahkeme de, başvuranın hukuki statüsünün olmadığı gerekçesiyle başvuruyu reddetti.

Matthew Pan davasındaki baş avukat Eberhard Theuer’le yaptığı röportajın son kısmında, Emil Franzinelli şunu soruyor: “Hiasl ile ilk karşılaşmanız nasıldı?

“Hiasl’ı ilk kez gördüğümde ve onun etkileyici yüzüne baktığımda farkına vardım: o,  bir kişiydi… Şempanzelerin gözüne baktığımızda kendi evrim geçmişimize bakarız…” 

(Matthew ve arkadaşı Rosi ile ilgili son güncel bilgi: 2016’nın Haziran ayında ikisi de Viyana’daki hayvan barınağından Hollanda’daki Stichting AAP’nin primat merkezine taşındılar.)

Kaynaklar

  1. Knight, The Beginning of the End for Chimpanzee Experiment?, 2008
  2. Schmitt, An Introduction to Social and Political Philosophy: A Question-Based Approach, 2009

http://vgt.at/publikationen/texte/artikel/20080118Hiasl.php

https://www.greatapeproject.de/hiasl-vgt/

 

Yağmur Özgür Güven

Son dönemin Yeşil Kitapları

Hava Nasıl Tarih Yazar?

 

Ronald D. Gerste’nın hava şartları ve iklimin tarihsel sonuçlarını mercek altına aldığı çalışması Hava Nasıl Tarih Yazar, iklimin çok sayıda değişkene bağlı dinamik yapısını tarihsel kırılma anlarıyla örneklerken insanın doğayla etkileşiminin hava şartları üzerindeki bazen bir medeniyeti sona erdirebilecek kadar kritik sonuçlarına dikkat çekiyor. İklim tarihi verilerinden yola çıkarak iklim değişikliklerinin ne felaket senaryolarının bahsettiği kadar insan merkezli ne de somut gerçekliği inkâr edenlerin iddia ettiği kadar insandan bağımsız olduğunun altını çizerken, günümüzde iklim sorunlarına nasıl yaklaşmamız gerektiğine dair akılcı bir öngörü sunuyor. (Tanıtım Bülteninden)

Hava Nasıl Tarih Yazar?

Ronald D. Gerste

Çeviren: Meltem Kara İsmailoğlu

Kolektif Kitap

2017

***

Terra Madre

 

Terra Madre “arabanın arka tekeri” olarak nitelendirilen mütevazı ve marjinal bir kesimin kendi önemini anlayıp birlik olma hayalinin sayfalara dökülmüş halidir. Bu insanların önemi hep göz ardı edildi. Bu insanlar zamanın gerisinde kalan, dünyanın geri kalmış bir parçası, hatta “az gelişmiş” olarak görüldü. Küçük çiftçiler ve sürdürülebilir gıda üreticileri neredeyse serseri olarak kabul edildi. Ama bu olumsuz yargı, temelinde ciddi bir hatayı barındırır, üstelik dünya ekonomik ve politik sistemi için ölümcül bir hata olma riskini taşır.

Onlar ömürlerini mücadele içinde geçiren, hiç boş vakti olmayan insanlar. Bulundukları yerden uzaklaşamazlar, hak ettiklerini her zaman kazanamazlar, didinirler, çabalarlar ve doğayla konuşurlar, onu üretken kılarlar, kendi toplumları ve diğerleri için gıda üretirler.

Bu insanlarla farklı ve değerli bir biçimde yeniden ilişki kuran gıda toplulukları kırsal ve kentsel ilişkinin yeniden tanımlanması için iyi birer laboratuvardır. Belki de böylece tekrar “satmak” için değil, “yemek” için gıda üretimine başlanabilir. Hatta yeniden gerçek gıda nicelikten, verimlilikten, homojenlikten, taşınabilir olmaktan daha önemli hale gelebilir.

Gıda toplulukları yerel ağlardan oluşan bir sistem oluşturmanın ilk adımıdır. Gıdanın yeniden “lezzetli, temiz ve adil” olduğu insani ve sürdürülebilir bir sistem. Ancak bu yolla hayatlarımıza yeniden “egemen” olabiliriz. Gıda, hayatlarımızı geri almanın anahtarıdır. Bütün dünyaya yayılan bu hareketin “çocukça” olduğunu düşünenler Slow Food’a bakıp dillerini ısırsınlar. Bu uzun bir yol ancak yavaşlık değeri bize bir kerede elde edemeyeceğimizi, daha önemli olan şeyin niyetler, açılmaya olan uyum, hafıza ve bakım olduğunu anlatır.

Carlo Petrini’nin çağrısına milyonlar el veriyor. Bir el de sen uzat. 

Terra Madre

Carlo Petrini

Çeviren: Güliz Akyüz

Yeni İnsan Yayınevi

2017

***

Termik Santraller ve Aile Hayatının Korunması Raporu

 

Geçtiğimiz Temmuz ayında (2017) Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Tiflis’te bulunan “Tboelectrocentrali” termik santraline ilişkin Jugheli ve Diğerleri-Gürcistan davası hakkında kararını açıkladı.  Ivan Jugheli ve iki diğer başvurucu, evlerine yakın konumlanmış Tboelectrocentrali santralinden kaynaklı hava, ses kirliliğine ve elektromanyetik kirliliğe karşı devletin kendilerini koruma ödevini yerine getiremediğini, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin Özel Hayatın ve Aile Hayatının Korunması hakkındaki 8. Maddesini ihlal ettiğini iddia etti.  Mahkeme, başvurucuların hava kirliliğine ilişkin iddialarını haklı bularak çevresel zarar davalarında başvurulan Sözleşme’nin 8. Maddenin ihlal edildiğine hüküm verdi. Mahkeme, bu kararıyla, 8. Maddenin çevre davalarındaki uygulamasına yönelik içtihadına “dönüm noktası” kabul edilebilecek bir yenilik getirmemiş olsa da  ilk defa bir termik santralden kaynaklı zarar iddiasında 8. Maddenin ihlaline hükmetti. Bu davayı önemli kılan da bu hüküm. 

Termik Santraller ve Aile Hayatının Korunması Raporu

Refia Kadayıfçı, Hülya Yıldırım, Fevzi Özlüer

Ekoloji Kolektifi

2017

Rapora ulaşmak için tklynz

 

Derleyen: Barış Gençer Baykan

[Oğuz gidiyor] Nepal’in batısında – Oğuz Tan

Bisiklet yolculuğuma Nepal’in batısında devam ediyordum. Pirinç, birkaç çeşit sebze, Çin makarnası ve muz dışında yiyecek bir şeyler bulmanın pek de kolay olmadığı yerlerdi. Örneğin tavuk yumurtası, oldukça kıymetliydi buralarda. Geçtiğim köylerde zemine çakılmış ağaç direkler üzerinde, kereste kullanarak yerden 70-80cm yüksekte inşaa edilmiş, 120cm X 120cm civarında küçük bir kare platform ve yine keresteden yapılmış basit bir çatı ile “dükkânın” üç cephesini örten eski sac levhalardan yapılı bakkal dükkânları görmek mümkündü. Açık olan ön cephede yer alan tezgâhtan alışveriş yapılabiliyordu. Bu tezgâhlarda bisküvi, bazen cips, çiğnemek için baharatlı tütün, saç kremi, mercimek, soya eti, sakız ve sabah kahvaltısı olarak sütlü çayın içine bandırmalık peksimet dışında pek de bir şey bulmak mümkün değildi.İsmini bilmediğim bir vadiden aşağıya, kıvrılarak alçalan karayolunu kullanarak, büyük bir nehrin yatağına kadar indim. Oldukça güzel yerlerdi.Coğrafyayı, insanları ve yaşamı gözlemleyerek yola devam ettim.

Ekili yemyeşil tarlaları, muz ağaçlarını, etraftaki köylüleri ve güneş ışınlarının nehir suyundaki yansımalarını izledim.

Küçük bir köye vardım. Hem ev hem bakkal hem de lokanta olan çift katlı bir köy evinin, giriş katındaki odasını bir geceliğine kiraladım. Ortam oldukça samimiydi, çünkü burası bir otel değildi ve odada insanların eşyaları vardı. Kendi eşyalarımı da bıraktım ve nehir kenarına yürüdüm. Buz gibi suya girdim.Büyükçe bir kaya parçasının üzerinde, güneş batana kadar oturdum. Müzik dinledim ve nehri seyrettim. Yaşadığımı iliklerime kadar duyumsadım…

 

 

Oğuz Tan

Bisiklet gezgini

[Arada bir] Mültecinin rüyası- Yaşar Özürküt

Adamın biri, kara-kuru, kısa boylu, kıvırcık saçlıdır. Siyasal düşüncelerinden ötürü, yıllarca çalıştığı mesleğinden atıldığı zaman, Akdeniz Bölgesinde, kaktüsleriyle ünlü bir kentte sendikacılığa başlamıştır. Ege’nin, adı zeybekleriyle, efeleriyle ünlü bir ilçesinde doğmuş olmasına karşın; O, sendikacılık yaptığı bu güney kentini daha çok benimsemiştir. Ve vakt-i saati gelip 12 Eylül gongu vurulduğunda, bu kentteki diğer sendikacılar, ilericiler gibi arananlar listesinde adı ünlenmeye başlamıştır. Ne yapsın? İlk iş kenti terk etmek, tanınmadığı, bilinmediği bir yerde yaşamını sürdürmektir. O da öyle yapmış. Şurası senin, burası benim; inşaat işçiliği, pazarcılık gibi asıl mesleğiyle ilgisi olmayan işler yaparak yaşamını sürdürmüştür.Çember daralıp,  hapse düşme tehlikesi artınca da, uluslararası dayanışmanın güvenli elleriyle, kendini İsveç’in Arlanda Havaalanında bulmuştur. Ayrı bir toplum, ayrı bir dünya. Ne çocukluğunu geçirdiği zeybekleriyle, efeleriyle ünlü ilçeye, ne de gezip gördüğü, ya da son çalıştığı güney kentine benzememektedir Stockholm.İlkin İsveççe kursları, sonra da iş yaşamı başlamıştır. Sabahın altısında çalışmaya başlıyor; saat on beş sularında işi bitirip evine geliyor. Koltuğunda hep İsveççe – Türkçe sözlük ve ‘mål-1’, ‘mål-2’, ‘svenska för invandrare’ gibi gramer kitapları vardır.

Olmayacak usta… Biz bu İsveççeyi öğrenemeyeceğiz. Bu yaştan sonra zor oluyor.”

En çok yakındığı şey budur. “İsveççeyi öğrenemeyeceğiz”. Bir de kimi zaman buram buram yurt özlemini dillendirir. Akdeniz’in yosun kokan, kaktüslü kentinden girer; İstanbul’un kımıl kımıl Sirkeci’si, Haydarpaşa’sı, Rumeli Hisarı’ndan çıkar.

İsveç’i seviyorum sevmesine… İnsanları da mülayim. Ne ki bizimkiler başka. Salkım saçak ada vapurları; Eminönü’nde ciyak ciyak bağırarak satış yapan seyyarlar; ilk akşamda bir o yana, bir bu yana akan Beyoğlu insan selleri nerede? Ama İsveççeyi çözebilsek burada da güzel şeyler bulmak mümkün.”

O’nun ülkede bıraktığı kimi kimsesi yoktur. Bir tek sınıf dostlarını, eski iş arkadaşlarını anımsar. Bazen onlara iki satır yazar, bayram tebriki gönderir, onlardan aldığı yanıtlarla da kıvanır.

Kimin çoluğu çocuğu, yıllardır özlem duyduğu yakını İsveç’e gelse, bizimki Arlanda Havaalanında sevinci coşkuyu paylaşanlar arasındadır.

Sözün özü; o bir yanıyla ülkesinde, kalabalıklar arasında, öte yanıyla İsveç’te sözlüklerin, sözcüklerin arasındadır.

“Usta dün yine Sirkeci’deki gemilerin oraya gitmiştim. Epey oturdum. Bir ara gözüm dalmış. Ta karşı tepelere takılmışım. İstanbul Boğazı’na ne kadar benziyor dedim. Şu karşıya insan taşıyan motorlar da, Eminönü’ndeki dolmuş motorlarıdır dedim kendi kendime… Bir ara öylesine dalmışım ki, karalı aklı martılar, dalga sesleri almış götürmüş beni İstanbul’a. Neredeyse yandaki Viking botuna koşanlara karışıp, ‘Üsküdar’a bir bilet’ diyeceğim. Bir daha gitmeyeceğim oraya. Mültecilikte böylesine hayal kurmak tehlikeli bir şey”

‘Sirkeci’ dediği yer, Stockholm’ün kuzey yakasını, güneye bağlayan, Gamlastan ile Slussen arasındaki köprünün oralardır. Ki karşılıklı kıyılara motorlar, gemiler buradan kalkar. İsveç’in binlerce takımadalarına, Finlandiya’ya küçüklü büyüklü turistik yerlere gemiler motorlar buradan kalkar.

‘Gitmeyeceğim’ der ama Sirkeci ‘siz yapamaz. Haftanın hiç değilse bir günü, tek başına uzanır o kıyılara. Tabii koltuğunda yine İsveççe ders kitapları, Türkçe- İsveççe sözlük vardır.

İşte böylesi günlerden birinde, ‘Sirkeci’ dönüşü, yarım ülkede, yarım İsveç’te dalgın dalgın evine döner.

“Yapması bir saat sürüyor, on dakikada yeniyor” dediği yemeğini yer… Çayını demler. Koltuğuna uzanıp televizyondaki diziyi izler. Bir yandan da bilmedikleri sözcüklerin karşılığını elindeki sözlükten bulup, anlamaya çalışmaktadır diziyi. Derken, göz kapakları ağırlaşmaya, kafası hafiften öne doğru kaymaya başlar. Ufaktan ufaktan da horluyordur. Elindeki kalın ciltli İsveççe- Türkçe sözlüğün yere düşmesi bile uyandırmaz daldığı uykudan onu.

Dizi filmdeki uçak homurtusu, onu İsveç’in Arlanda Havaalanı’ndan alıp, İstanbul’a Yeşilköy Havaalanı’na götürür. Diğer yolcularla birlikte iner uçaktan. Bir sevinç, bir heyecan, bir korku; hepsi karışır birbirine.

Daha uçaktan inerken, iki sivil girer kollarına ”Gel bakalım bizimle. Yıllardır bekliyoruz seni” deyip, bir polis arabasına bindirirler. Çok geçmeden de Sirkeci’de Sansaryan Han’daki işkence evine getirirler.

“Şimdi bülbül gibi konuşursun merak etme” der getirenlerden biri. Öteki: ”Atın hücreye”der.

Kendini daracık bir odada bulur. Loş bir ışık vardır. Bir dolu da işkence aygıtı. Askılar, coplar, Mål-1, Mål-2, Svenska för invandrare gibi ders kitapları, İsveççeden Türkçeye; Türkçeden İsveççeye sözlükler, elektrik verme aygıtları, kafesler…

Çok geçmeden tavandaki hoparlörden kalın bir ses komut verir.

“Haydi, ulan İsveççe konuş. İsveççe… isveç… İs…

Kan-ter içinde uyandığı zaman, dizi hala devam etmektedir TV’de.Yaşamını simge olarak öykülendirdiğim arkadaşım Nurettin Bediz’i 4 Eylül 2017’de yitirdik.

 

Yaşar Özürküt

 

İstanbul, Bursa ve Kırklareli’nde sağlığımızı tehdit eden hava kirliliği oranlarını inceledik

Ocak ayını geride bıraktığımız şu günlerde bir yandan sıcaklıklar mevsim normallerinin üzerinde seyrederken, bir yandan da hava kirliliği sorunu artarak devam ediyor.

Sağlığımızı ve çevremizi tehdit eden en önemli sorunların başında gelen hava kirliliğinin artması da beraberinde birçok sağlık sorununu getiriyor.

Türkiye’de her gün 75 kişi hava kirliliğinden ölüyor

Türk Toraks Derneği raporuna göre, Dünya Sağlık Örgütü’nün “görünmez katil” olarak tanımladığı hava kirliliğinden Türkiye’de her gün 75 kişi hayatını kaybediyor.

Yapılan araştırmalar akciğer kanserine bağlı ölümlerin yüzde 36’sının, Kronik Obstrüktif Akciğer Hastalıklarına bağlı ölümlerin yüzde 35’inin, inmeye bağlı ölümlerin yüzde 34’ünün ve kalp hastalıklarına bağlı ölümlerin yüzde 24’ünün hava kirliliğiyle ilgili olduğuna işaret ediyor.

Hava kirliliğinin yol açtığı hastalıklara karşı en savunmasız olanlar ise beyin ve bağışıklık sistemleri hala gelişmekte çocuklar.

Bursalılar ciddi sağlık sorunlarıyla karşı karşıya kalabilir

Bursa’dan gelen son haberler kentteki hava kirliliğinin kritik seviyelere ulaştığını ortaya koyuyor.

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın Hava Kalitesi İzleme Ağı’na göre daha önce 70 mikrogram olarak ölçülen PM10 değeri son ölçümlerle 167’ye yükseldi.

Demirtaş Organize Sanayi Bölgesi’ne (DOSAB) yapılması planlanan termik santralin devreye girmesi durumunda hava kirliliği daha da artarak Bursalılar ciddi sağlık sorunlarıyla karşı karşıya kalabilir.

Zehirli hava solumak KOAH gibi hastalıklara davetiye çıkarabilir

Hava kirliliği konusundaki endişeler son dönemlerde artmışken Kırklareli’nde gelen haberler endişe verici…

Amine Zortul’un Yeşilyurt Gazetesi’nde çıkan haberine göre Pınarhisar Devlet Hastanesi 2017 yılında 399 KOAH hastası tespit ettiğini, bu hastaların 194’ünün kadın, 205’inin de erkek olduğunu açıkladı.

Türkiye’de 40 yaş üzeri her 10 kişiden 1’inin KOAH hastası olduğu, Türkiye’de şu an 5 milyon KOAH hastası olduğu ancak bu kişilerin yüzde 90’ının KOAH olduğunun farkında olmadığı belirtildi.

Dünya Sağlık Örgütü, kronik obstrüktif akciğer hastalığının (KOAH) önümüzdeki 12 yıl içinde erken ölüm nedenleri arasında üçüncü sıraya yükseleceğini öngörüyor.

Sigara ile bağlantılı olan bu hastalıkta egzoz dumanına maruz kalmanın yanı sıra hava kirliliği ve kötü çalışma koşulları da önemli etkenler arasında sayılıyor.

İstanbul, Bursa ve Kırklareli’ndeki hava kirlilik oranlarını inceledik

Peki yaşadığımız ya da çalıştığımız semtteki hava kirliliğindeki artışın ne kadar farkındayız?

Bu hafta 1 Şubat 2018 tarihli İstanbul-Aksaray, Bursa-Beyazıt Caddesi ve Kırklareli-Lüleburgaz hava kalitesi ölçüm istasyonlarından ulaştığımız verileri değerlendirmek üzere Yeşil Gazete yazarlarından halk sağlığı uzmanı Dr. Ümit Şahin’e sorduk.

Hava kirliliğinin giderek arttığının gözlemlendiğini söyleyen Şahin “İstanbul’da da en tehlikeli kirletici olan PM10 düzeyinde zaman zaman çok yüksek değerler ölçüldüğü görülüyor. İstanbul’un trafiğin yoğun olduğu merkez semtlerinde 100-200 mikrogram arasında değerler görmek artık sıradan bir hal almaya başladı. Bu da sağlık açısından son derece ciddi bir risk yaratıyor.” dedi.

“Hava kirliliği uyarısı yapmamak sağlık bürokrasisinin sorumsuzluğu”

Sadece ortalama değerlere bakarak değerlendirme yapmanın yanlış olduğunu vurgulayan Şahin, “mevzuat hava kirliliğiyle mücadelenin başarısını ölçmek için uzun süreli ortalama kirlilik değerlerine dair sınır değerler koyar, ama insanları doğrudan etkileyen ortalamalar değil, gerçek değerler, uç değerlerdir. İstanbul’un Aksaray, Esenyurt, Göztepe gibi semtlerinde bulunan ölçüm istasyonlarında geçen hafta 230-240 mikrograma ulaşan PM10 düzeyleri gördük. Bu değerin 50’nin üzerinde olmaması gerekir. Hava bu kadar kirliyken dışarıda olan kalp ve akciğer hastalarının, yaşlıların ve çocukların astım atağı, kalp krizi vb. geçirme ve bunlara bağlı ölüm ihtimali artar. Bu kirliliği göre bir uyarıda bulunmamak ve sorunu çözmek için bir çaba içine girmemek belediyelerin ve sağlık bürokrasisinin sorumsuzluğunu gösteriyor.”

İstanbul – Aksaray

 

Bursa-Beyazıt Caddesi

Kırklareli-Lüleburgaz

Yaşadığınız bölgedeki hava kalitesini nasıl öğrenebilirsiniz?

Hava kalitesini izleme yöntemlerinden biri Ulusal Hava Kalitesi İzleme Ağı. Çevre ve Orman Bakanlığı tarafından 2005-2007 yılları arasında 81 ilde kurulan hava kalitesi ölçüm istasyonlarından toplanan veriler hava kalitesi ölçüm istasyonundaki sisteme entegre edilerek Türkiye genelinde Ulusal Hava Kalitesi İzleme Ağı oluşturuldu. Bu ağ ile hava kalitesinin iyileştirilmesi için hava kirliliğinin doğru bir şekilde ölçülmesi amaçlanıyor.

http://www.havaizleme.gov.tr adresinden Raporlar kısmına geldiğinizde İstasyon Raporu’nu tıklıyorsunuz. İstasyonlar kısmından bulunduğunuz şehir ve ilçeyi seçiyorsunuz. Tüm Monitörler kategorisinden de partikül madde (PM10) ve kükürtdioksit oranını (SO2) seçtikten sonra günlük/aylık/haftalık ya da periyodik olarak rapor oluşturabiliyorsunuz.

Türkiye’de Android işletim sistemi kullanıcıları bulundukları şehrin hava kalitesini ölçmek için “Nefesiniz Cebinizde” uygulamasını ücretsiz buraya tıklayarak ücretsiz indirebilir.  

Türkiye’de IOS işletim sistemi kullanıcıları bulundukları şehrin hava kalitesini ölçmek için “Nefesiniz Cebinizde” uygulamasını ücretsiz buraya tıklayarak indirebilir. 

‘Türkiye’de hava kirliliği nedeniyle her yıl 32 bin kişi ölüyor’

Türkiye’de 81 ilden 53’ü hava kirliliğinde sınıfta kaldı!

Havanın ne kadar kirli olduğunun farkında mısınız? İşte İstanbul’un havası en kirli ve en temiz semtleri

 

Merve Damcı – Yeşil Gazete

Tarım Bakanlığı solucan gübresinin sonunu mu getirecek? Tayfun Özkaya

Bu yazı yurtgazetesi.com.tr sitesinden alındı

Tarım Bakanlığı solucan gübresinin sonunu getirecek bir yönetmelik hazırlığı içinde. Kırmızı solucan gübresinin çok yararlı sonuçları var. Kırmızı solucan toprak içinde değil, doğal olarak toprak üstünde çürümekte olan bitki ve hayvan gübrelerinde yaşıyor. Olgunlaştırılmış hayvan gübresi ve bitki atıklarını yiyerek çıkardığı gübre bitkilere faydalı mikroorganizmalar, enzimler içeriyor. Zararlı mikropların ölmesine yol açıyor.

Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı bugünlerde bir solucan gübresi yönetmeliği hazırlıyor. Bu yönetmelikte hem solucanlara verilen malzeme (mama deniyor) hem de son ürün olan gübrenin 70 derecede ısıl işleme tabi tutularak yani fırınlanarak, güya zararlı mikroplardan arıtılmasının amaçlandığı iddia ediliyor. Böylelikle salmonella ve E. Coli gibi patojen mikroplardan arındırılacakmış. Bu kararlar tam bir felaket. Bir kere kırmızı solucanlara verilen hayvan gübresi olduğu gibi verilmiyor.

Bu önce herkesin bildiği yöntemlerle olgunlaştırılıyor. Yani fermente oluyor. Bu sırada zaten oldukça yüksek bir sıcaklıkta bu patojen mikroplar ölüyor. Ancak gübre içinde bazı yararlı organizmalar kalıyor. Bu ise solucan için zaten gerekli. Arkasından bu mama solucanlara veriliyor. Solucan bunu hazmediyor ve gübre halinde çıkarıyor. Bu çıkan gübrede bu zararlı patojenler kalmıyor. Solucanın beslenme sistemi bunu sağlıyor. Ayrıca çıkan gübre faydalı mikroorganizmalar açısından çok zengin. Zaten solucan gübresinin üstünlüğü bu. Şimdi siz bu son ürünü de üstelik kurutarak ısıttığınızda çıkan ürün tamamen ölü bir gübre oluyor. Bunun kimyasal gübrelerden bir farkı kalmıyor. Bu karar toprak mikrobiyolojisinden hiç anlamayan bazı bürokratların eseri olabilir mi? Belki de böyledir.

Neden böyle bir karar alınıyor. Rivayet muhtelif. Bazı solucan gübresi üreticileri kimyasal gübrelerden bir farkı kalmayan bu ürünün değersizleştirilerek ülkenin kimyasal gübre veya ham maddelerinin ithalatına dönük yapısının korunmak istendiğini ifade ediyorlar. Bu fırınların çoğu üretici gerçekleştiremeyecek, maliyet artacak. Sadece bir kaç üretici geride kalacak. Şimdiden fırın üreten şirketler reklama başlamışlar. Bir başka iddia da Avrupa Birliğinin bu konuda baskı yaptığı. Tarım Bakanlığı ile görüşenler bunu dillendiriyor. Güya böyle bir baskı varmış. Hiç sanmıyorum. Çünkü Avrupa Birliğinde solucan gübresinde böyle bir uygulama olmadığı biliniyor. Sadece bazı ABD eyaletlerinde hayvan gübresinde, sağlıklı yönetimi mümkün olmuyorsa kurutma istenebiliyormuş. Böyle bir baskı olsaydı bile hani nerede kaldı bağımsızlığımız. Avrupa Birliğinin sömürgesi miyiz?

Aslında her çiftçinin kendi işletmesinde solucan gübresi üretmesinden yanayım. Birleşmiş Milletler FAO örgütü bile bunu çok çeşitli ülkede teşvik ediyor. Ancak bazı küçük solucan gübresi üreticileri bunu üretip komşu çiftçilere satabilir. İşte bu yönetmelik taslağı bu gelişmeyi dinamitleyecek bir gelişme. Tarım Bakanlığının bir an önce bu yanlış kararlardan dönmesini öneriyoruz.

Tayfun Özkaya – Yurt Gazetesi

Anadolu Grubu’na karşı Ekşi Sözlük’te bira boykotu #boykotefespilsen

Anadolu Grubu’nun Yönetim Kurulu Başkanı Tuncay Özilhan’ın evde bira yapımıyla ilgili açıklamaları sonrası Ekşi Sözlük’te boykot başlatıldı.

Bira satışlarında yüzde 5.7 düşüş yaşayan ve Efes Pilsen’i de bünyesinde bulunduran Anadolu Grubu Yönetim Kurulu Başkanı Özilhan’ın açıklamalarının ardından Ekşi Sözlük’te bira boykotu başlatıldı.

Ekşi Sözlük yazarları, yurt içi bira satışlarını evde bira üretimine bağlayan ve yetkililerle durumu görüştüğünü söyleyen Özilhan’a karşı, “Kayıp öyle değil böyle olur” diyerek boykot uygulayacaklarına dair paylaşımlar yaptı.

Ekşi Sözlük kullanıcıları da, ‘1 Şubat 2018 Efes boykotu‘ başlığında yüzlerce yorum yaptı.

Sosyal medyada da #boykotefespilsen etiketi ile kampanyalarını duyuran Ekşi Sözlük yazarları, yerli ve yabancı tüm Anadolu Grubu biralarının listelesini yayınladı.

Efes Pilsen’i de bünyesinde bulunduran Anadolu Grubu Yönetim Kurulu Başkanı Özilhan, “Bira satışı düşüyor ama tüketim konusunda emin değilim. Bunun nedeni de evde bira yapımının artması. Çok ucuza alınan cihazlarla evde bira yapılıyor. Bugün 7.5 liralık biranın 4 lirası vergi. Evde bira üretimi vergi kaybına da neden oluyor. Bu konudaki görüşlerimizi yetkililerle de paylaştık” demişti.

 

(Sputnik News)