Ana Sayfa Blog Sayfa 2900

Osman Kavala İçin Tütün Deposu’nda vardiyalı açık atölye

Anadolu Kültür Yönetim Kurulu Başkanı, insan hakları aktivisti, iş insanı Osman Kavala’nın tutukluluğu 100 günü geçmiş iken, sanat alanından dostları dayanışma amacıyla vardiyalı açık atölye düzenlendi. Tütün Deposu’nın birinci katında 9 Şubat saat 16.00’da başlayan atölye, 12 Şubat Pazartesi (bugün) saat 18.00’e dek sürecek.

24 saat kesintisiz işleyecek açık atölyede ikişer kişilik vardiyalarla mekanda bulunacak kişiler çalışacak, birlikte üretecek ve birlikte vakit geçirecekler. Her vardiya mekanı, ortaya çıkan anonim işleri, süreçleri ve eylemleri kendilerinden sonra gelenlere teslim edecek. 08.00 ve 19.00 arasında mekan ziyarete ve isteyenlerin katılımına açık.

Kavala’dan mektup

Öte yandan 1 Kasım 2017’den beri tutuklu olan Anadolu Kültür Yönetim Kurulu Başkanı Osman Kavala, tutuklu bulunduğu Silivri Cezaevi’nden gönderdiği mektubunda, aynı cezaevindeki gazeteci ve yazarların uzun süredir orada bulunmasından duyduğu üzüntüyü ifade etti.

Kavala’nın 9 Şubat’ta “Osman Kavala’ya Özgürlük” adlı internet sitesinden yayınlanan mektubu şöyle:

 

“Silivri’ye yerleştirilmemin üzerinden 100 günden fazla zaman geçti. Ne kadar süreceği belli olmadığı için kendimi bu duruma alıştırmaya çalışıyorum.

Diğer gazeteci ve yazar arkadaşların, benden daha uzun süre burada kalmalarının üzüntüsünü daha yakından hissediyorum.

Kurucusu olduğum Anadolu Kültür, DSM ve Depo’nun çalışmalarına kesintisiz devam ettiğini izlemekten çok memnun oluyorum.

Bütün olumsuz koşullara rağmen, Türkiye’nin Avrupalı kurum ve sivil kuruluşlarla ilişkilerinin gelişmesini önemli buluyorum. OHAL nedeniyle oluşan olumsuz iklim değiştiğinde, bu ilişkilerin yeniden güçleneceğine inanıyorum.

Bu arada vaktimi, önümüzdeki döneme ne tür katkılarda bulunacağımı düşünerek geçiriyorum. Dışarıdan beni tanıyan dostların gönderdiği mesajlar beni çok mutlu ediyor.

Herkese selamlarımı iletiyorum.”

 

(Bianet)

HDP’nin yeni Eş Genel Başkanları Pervin Buldan ve Sezai Temelli

Sıkı güvenlik önlemlerine karşın yoğun bir katılımın olduğu Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) 3. Olağan Kongresi’nde Pervin Buldan ve Sezai Temelli tek listeyle gidilen seçimde partinin yeni eş başkanları seçildi. Binlerce kişinin katılımıyla Arena Spor Salonu’nda gerçekleşen 3. olağan kongrede yoğun katılımla ‘güçlüyüz’ mesajı verildi.

Sabah saatlerinde başlayan kongreye Türkiye’nin değişik illerinden Ankara’ya giden delegeler ve partililer Ankara Arena salonuna sığımadı. Katılımcılar salon çevresinde polisin denetlediği en az beş arama noktasından geçti, telefon ve cüzdan hariç hiçbir şeyin girişine izin verilmedi.

Kongrede Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi Birleşik Sol Grubu gibi uluslarası katılımcılar da yer aldı. Ayrıca İspanya’dan Lübnan’a sol ve yeşil partilerin temsilcileri de kongreye temsilci gönderdi.

Kongredeki oylamada 823 geçerli oy kullanıldı. Tek liste ile girilen seçim sonucunda Pervin Buldan ve Sezai Temelli HDP’nin yeni eş genel başkanları oldu. HDP’nin bir önceki eş başkanları Selahattin Demirtaş ve Serpil Kemalbay ise parti Meclisi üyeliğine seçildiler.

HDP’nin yaklaşık 75 delegesi Selahattin Demirtaş’ın yeniden eş başkan olması için önerge sundular, ancak Demirtaş’ın, bu talebı karşılık gönderdiği mesajda eş başkanlık görevini arkadaşlarına devrettiğini ve partisinde her kademede görev almaya hazır olduğunu söyemişti.

Partinin yein Eş Genel Başkanı Pervin Buldan oylamadan önce yaptığı konuşmada “savaşın yüceltilmesine karşın, barış umudunu çoğaltmak için orada olduklarını olduklarını söyleyerek söze başladı. “Coğrafya kaderdir” diyen Buldan’ın “Daha doğarken özgürlüğe, adalete, barışa ekmek kadar su kadar birincil derecede ihtiyaç duyuyoruz.Bu ihtiyaç, bu gerçeklik, bu zaruret hali bizlere mücadele etmekten başka seçenek bırakmamaktadır.İşte Halkların Demokratik Partisi de bu topraklarda yaşayan bütün mazlum halkların, tüm inanç ve kültürlerin ihtiyacı olarak vardır. Bunun içindir ki HDP halklar partisidir.” ifadelerini kullandı.

Eş Başkan adayı Sezai Temelli ise Türkiye’nin son birkaç yılda iki önemli fotoğraf gördüğünü söyledi. Temelli “Bunlardan biri 2013-15 arasıydı. Suruç Katliamıyla başlayan 2. Fotoğraf savaşın, yoksulluğun fotoğrafıdır. Bugün Türkiye halklarının önünde 2 seçenek var; ya umudun fotoğrafı ya da faşizmin fotoğrafı. HDP ikinci fotoğrafı yırtıp atacaktır, kimsenin kuşkusu olmasın!” dedi.

 

(BBC Türkçe)

Brezilyalı hayvan hakları aktivistlerinden Türkiye’ye dayanışma çağrısı

Brezilya’daki hayvan hakları aktivistleri, hayvan çiftliği ve sığır eti endüstrisindeki finansal çıkar sahipleri tarafından saldırıya uğradı. Aktivistler, hayvan taşımacılığındaki işkenceyi belgeleyen bir e-posta aracılığıyla Türkiye’deki aktivistlere dayanışma çağrısında bulundu.

Günlerdir hayvan hakları aktivistlerinin dikkat çekmeye çalıştığı, Zülal Kalkandelen’in Ölüm Gemileri başlığı ile ses getiren haberinin konusu olan Brezilya’dan Türkiye’ye getirilen “ithal hayvanlar”, hayatlarının sonunu getirecek olan yolculuğa çıkarıldı. Bu yolculuğu, fotoğraf ve videolarla belgeleyen ve dayanışma çağrısında bulunan bir e-posta, 5 Şubat’ta Türkiye’deki aktivistlerin gelen kutusuna düştü.

Minerva Foods’un köleleştirdiği düzinelerce hayvan, NADA isimli gemiye yüklenirken, kamyonların ulaşımına engel olmak isteyen aktivistler ise liman polisi tarafından fiziksel olarak tehdit edildi ve defalarca hayati tehlike atlattı.

Hayvansal gıda endüstrisi’ne politik destek

Geçtiğimiz haftalarda, Brezilya’daki aktivistlerin, limanlardan canlı hayvanların ihraç edilmesine karşı baskısı sonuç vermişken 24 saat içerisinde işler tersine döndü ve 25 bin buzağının yüklendiği geminin derhal yola çıkarılması kararlaştırıldı. Bu hızlı politik manevranın içinde kimler yoktu ki? Şirket sahipleri, tarım bakanı, federal vekiller ve Brezilya devlet başkanı Michel Temer!

Gemiyi kontrol eden veteriner hekim, “dışkı, idrar, kötü koku, sıcak, aşırı kalabalık, gıda ve sus yoksunluğu”nu not ederken, hayvan köleleştiren endüstrinin gemileri durmadı. Şimdi ise aynı amaçla yola çıkan üç geminin daha durdurulması ve bu ticarete karşı kamuoyu yaratmak amacıyla Brezilyalı aktivistler, Türkiye’deki yaşam hakkı savunucularını harekete geçmeye çağırdı.

Aktivistler, hayvanları taşıyan gemilerin çevreye verdiği zarara da dikkat çekti.

 

Haber: Ş. Esin Erben

(Yeşil Gazete)

Desalinasyon İstanbul’un susuzluğuna çare olamaz

Son 44 senenin en kurak dönemini yaşadığımız şu aylarda kuraklık haberleriyle birlikte en son çare olarak başvurulan su arzı yaratma hamleleri gündeme gelmeye başladı. Bunlardan biri de deniz suyunu tuzundan arındırma ya da desalinasyon. Adından da anlaşılacağı üzere bu yöntemle deniz suyu tuzundan ve içindeki toksik maddelerden arındırıldıktan sonra kullanım ya da içme suyuna çevrilir. Nitekim son haftalarda İSKİ’nin aslında birkaç senedir adını andığı Terkos Deniz Suyu Arıtma Tesisi ve Derin Deniz Deşarjı Projesi’ne dair çeşitli haberler almaya başladık.

Arnavutköy’e desalinasyon tesisi

İstanbul’un Arnavutköy ilçesinde kurulması planlanan Terkos Deniz Suyu Arıtma Tesisi, Terkos Gölü’ne 1,5 kilometre, Durugöl çayına ise 900 metre mesafede inşa edilecek. ÇED onayından sonra 180 iş gününde bitirilmesi planlanan proje kapsamında kıyıdan 1650 metre açıklıkta 15 metre derinlikte su alma noktaları kurulacak ve arıtılan atık su Karadeniz açıklarına deşarj edilecek.

Terkos Deniz Suyu Arıtma Tesisi ve Derin Deniz Deşarjı Projesi

Ters ozmos teknolojisiyle çalışacak olan tesiste çözeltilerin yüksek basınç altında pompalanarak tuz ve diğer kirliliklerin tutulması suretiyle suyun arıtılması sağlanıyor. Bu suyun filtrelendikten ve çeşitli kimyasal içerikli maddelerin pH dengesini sağlamasından sonra içme suyu olarak kullanılacak. Projenin boyutuna gelince, tesise günde 400 bin m3 deniz suyu girişi olacak. Bu miktarın yarısı yani 200 m3’lük su ise arıtılmış su olarak içme suyu şebekesine bağlanacak. Elde kalan 200 bin m3 atıksu derin deşarjla Karadeniz’e verilecek[1].

Arnavutköy’ün çilesi çok

Geçtiğimiz ay İki Deniz Arası[2] yürüyüş rotasının ilk etabı için Kuzey Ormanları Savunması (KOS) ve Hiking İstanbul ekibiyle birlikte Yeniköy’e gitmiştim. Güneşin ve bulutların altında, denizin kenarında ve ormanın içinde yürüdük. Havada uçan atmacalar, yol boyunca bize çobanlık eden dost sokak köpekleri ve kar yağmadan da açan kardelenler gördük. Köy kahvelerinde oturan genç yaşlı insanlarla, kıyıda kalkan avlayan balıkçılarla konuştuk. Bir kaç kilometre yakınlarında devam eden havalimanı inşaatından şikâyetçi olmayan, lafı Kanal İstanbul projesine getirip endişeyle konuşmayan kimse yoktu.

Arnavutköy’de İki Deniz Arası yürüyüşü

Su almaya bakkala girdiğimizde Selanik göçmeni bir teyze “Kızım orman için mi geldiniz? Ama orman kalmadı ki. Daha da beter olacak buralar. Bize destek olun, biz de size olalım” derken mavi gözlerinin içi hala umutla parlıyordu. Soluklanmak için uğradığımız kahvehanedeki kaloriferin yanına yanaştım ısınmak için. 70’li yaşlarda bir amca “Yavrum ısıtmaz o. Eskiden sobamız vardı. O İyi ısıtırdı. Ama artık odun verecek ağaç mı bıraktılar?” diye serzenişte bulunuyordu. Yolda gördüğümüz simitçi genç “İyi ediyorsunuz gelmekle de bu devlet kimseyi dinlemez ki” diyordu. Balıkçı Mehmet Abi “Doğru şeyler yapıyorsunuz ama bu düzen değişmez size de deli derler” diye bizi dostça uyarıyordu. Havalimanı inşaatı ve Kanal İstanbul’u yetmemiş gibi Arnavutköy’ün başına bir de desalinasyon tesisi projesi çıktı. Toprak ve tatlısu kaynakları bitirildikten sonra şimdi sıra denize geldi…

Desalinasyon ekonomik, ekolojik ve sosyal maliyeti yüksek bir teknoloji

Desalinasyon yoğun enerji kullanımı gerektiren bir teknoloji. Mesela su ihtiyacının %60’ını deniz suyundan karşılayan Suudi Arabistan’da desalinasyon için her gün 300 bin varil petrol kullanılıyor[3]. Elebtte ki desalinasyon tesislerinde sadece fosil yakıtlar kullanılmıyor. Bu tesislerde hidroelektrikten güneş enerjisine kadar çeşitli enerji kaynaklarını kullanmak mümkün. Ancak örneğin güneş enerjisiyle çalışan tesislerin diğerlerinden 3 kat daha fazla maliyeti olduğunu da hesaba katmak lazım. Zira bu tesislerin sadece güneşli saatlerde değil, 24 saat çalışması gerekiyor. Ve enerji depolamak için oldukça büyük sistemlerin kurulması gerekiyor. Desalinasyonla elde edilmiş bir metreküp suyun enerji maliyeti ortalama olarak 3 kWh. Ters ozmoz membran tekniğinin kullanıldığı tesislerde ise maliyet 2 kWh’a kadar düşebiliyor. Ancak yerel kaynaklardan sağlandığında suyun enerji maliyeti en fazla 0,2 kWh tutuyor. Yani yerelden gelen su denizden gelen desaline edilmiş ortalama sudan minimum 10 kat daha az enerjiye mal oluyor.

Desalinasyonun ekolojik olumsuzlukları da oldukça kabarık. Bu tesislerinin kurulduğu kıyı bölgeleri zaten pek çok ülkede yoğun kentleşme ve endüstrileşmenin getirdiği baskılar altında kıvranıyor. Bir de bu hassas ekosistemlere desalinasyon tesisleri eklendiğinde bu kırılganlık daha da artıyor. Öncelikle denizden çekilen ya da vakumlanan büyük miktarlardaki suyun içinde yaşayan hayvanlar ölüyor. Bu suyun içinde ne varsa (sadece planktonlar, çeşitli deniz canlılarının yumurtaları ve larvaları gibi küçük organizmalar değil, balıklar, kuşlar ve hatta büyük deniz memelileri bile) hepsi desalinasyonun çeşitli işlemleri sırasında yaralanıyor ya da ölüyor. Su alımı sırasında larvalar veya küçük balık yumurtaları vakumlandığı için deniz popülasyonu da hızla yok oluyor.  Her ne kadar bu işlemin daha az zararlı olması için teknikler geliştirilmiş olsa da bunların yeni teknolojiler olması dolayısıyla daha maliyetli olması tercih edilmemelerine neden oluyor.

Desalinasyon tesisi için denizden su çeken boru

Tabi desalinasyon sonucu ortaya çıkan tuz konsantrasyonun güvenli bir biçimde deşarj edilmesi meselesi de söz konusu. Elde edilen bu tuzlu konsantrasyonun içinde sadece iyot değil, kurşun, mangan, tarımsal üretim sonucu akarsularla ve yağmurla denizlere taşınan herbisit, pestisit ve azot gibi toksik maddelerin yanı sıra kentsel ve endüstriyel atıklar da oluyor. Buna ek olarak sadece denizde bulunan zehirli maddeler değil, tesisin kendi içinde kullanılan kimyasallar da bu karışımın içinde yer alıyor. Bunca kirlilik içeren bir bulamaç nereye bırakılırsa bırakılsın deniz tabanına çökerek, oradaki ekosistemi geri dönüşü olmaz biçimde yok ederek deniz canlılarını ortadan kaldırıyor. Bu karışımın seyreltilmesi için ne yapılırsa yapılsın, denize tekrar verildiğinde zarar vermemesi imkânsız.

Desalinasyon teknolojisinin sosyal maliyeti de yüksek olabiliyor. Mesela bu teknolojinin kullanıldığı ilk ülkelerden biri olan İsrail’de tuzund arındırılmış su kullanımı üzerine çeşitli araştırmalar mevcut. İsrailli bilim adamlarının yaptığı çalışmalar birincil olarak desaline edilmiş su kullanımının olduğu bölgelerde iyot eksikliğine bağlı hastalıkların yaygın biçimde var olduğunu gösteriyor. Ancak mesele sadece hastalıklarla da sınırlı değil. Desalinasyon tesislerinin yakınlarında oluşan çevre felaketlerinin sonucunda balıkçılık ve turizm faaliyetlerinin olabilmesi oldukça zor. Geçimini denizden sağlayan geleneksel balıkçı köyleri ve kasabaları ortadan kalkıyor. Dolayısıyla balıkçılığın ortadan kalmasına neden olacak kadar kirlenmiş bir çevrede turizmin devam etmesi de olanaksız hale geliyor. Bu bölgeler kısa sürede insansızlaşıp, büyük sanayi bölgelerine dönüşerek daha da büyük bir kirlilik kısır döngüsünün içine düşüyor. Tüm bu genel bilgiler ışığında bakıldığında desalinasyonun sadece su kaynakları çok kısıtlı ya da hiç olmayan ülkelerde veya coğrafyalarda bir anlam ifade ettiği anlaşılıyor. Oysa İstanbul böyle bir şehir değil. Desalinasyon İstanbul için tek çare değil…

Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu?

İstanbul’un susuzluğuna çare aranıyorsa öncelikle mega kentin temiz hava ve su deposu olan Kuzey Ormanları’nın korunması gerekir, Üçüncü Köprü ve Kuzey Marmara Otoyolu ile bölünüp bütünlüğünün bozulması, kirletilmesi ve yapılaşmaya açılması değil. Ormanları korunan bir kentte yağış sorunu olmaz. Amaç su arzı yaratmaksa Üçüncü Havalimanı inşaatı sırasında hafriyatla doldurulan 70 civarında göl ve tahrip edilen Terkos su havzası nasıl açıklanır? Ya İstanbul’un önemli tatlısu varlıklarını kendine katacak olan Kanal İstanbul projesi neye hizmet edecektir? Gaye artan nüfusa su sağlamaksa şebeke suyunda %55’e varan su kaybı neden aşağı çekilmez? Bunları yapmak varken neden tutup da Karadeniz’in suyuna göz dikilir?

Desalinasyonda tehlikeli eğilimler

Bu sorunun cevabını İstanbul eski belediye başkanı Kadir Topbaş’ın şu sözlerinde bulabiliriz belki de. Bundan yaklaşık üç sene önce yaptığı bir konuşmada Topbaş şunları söylemişti:

“İstanbul’a gelmesi ve gelecekte Türkiye’ye model olması için küçük çaplı olarak deniz suyundan içme suyu üretme çalışmasını başlatıyoruz… Deniz suyundan içilebilir su arıtma teknolojisini getireceğiz. İhtiyacımız olduğu için değil, bu teknolojiyi şehrimize getirmek adına. Bu yenilikçi bir düşünce. Bunu düşünmezseniz gelecekte ihtiyaç olduğunda çantacılar dolaşır neyi nasıl satacağız diye. Ama biz İBB olarak böyle bir teknolojiyi getirirsek Türkiye’de ihtiyacı olanlar gelir bizden alır. Biz de gerektiği zaman bunu genişletir, büyütürüz”[4].

Bırakın İstanbul gibi bir mega kenti, koca Türkiye’nin su talebini karşılamak gibi çılgın bir hedefle kurulacak bir desalinasyon tesisinin Karadeniz’in ekosistemini alt üst etmesi kuvvetle muhtemeldir. Sadece bu açıklama bile desalinasyon teknolojisinin nasıl kontrolden çıkmaya müsait bir tüketim çılgınlığına kapı açacağını göstermektedir.

Susuzluğun çaresi tasarruf odaklı çözümlerdir

Nüfusu sürekli olarak artan bir kentte daha fazla suya ihtiyaç duyulması kaçınılmaz. Ancak su arzını sorgusuz sualsiz artırmak yerine öncelikle mevcut tatlısu varlıklarını korumak ve onları tasarruflu ve verimli kullanmak gerek. Hem temiz hava hem de temiz su deposu olan ormanlık alanların korunması, su havzalarının yapılaşmadan arındırılması ve temizlenmesi şart. Suyun verimli kullanımında ise Türkiye’de alınacak çok yol var. Su kayıplarının %55 olduğu bir ülkede verilecek öncelik bu oranı aşağıya çekmek olmalı. Altyapıyı iyileştirerek bu kayıp oranları %5’e kadar indirilebilir. Evlerimizde mutfak ve banyolarda kullanılan gri suyun arıtılması ve yeniden kullanımı için gerekli yatırımlara da başlanmalı. Bunun için teşviklerin verilmesi şart.  İstanbul’da günlük su tüketiminin %90’dan fazlası da evsel kullanıma gidiyor. Evlerde banyo ve mutfakta kullanılan gri su arıtılıp yeniden kullanıma sokulsa, her hanede ortalama %50’lik bir su tasarrufu gerçekleşebilir. Demek ki sadece bu yöntemle bile İstanbul’un su kullanımı neredeyse yarıya indirilebilir. Üstelik yağmur suyundan da faydalanılabilir. Zira İstanbul gibi betonlaşmış kentlerde yağışın neredeyse tamamı toprağa değmeden beton üzerinden akarak ya doğrudan denize, ya da kanalizasyon sistemine gidiyor. Yani hemen hiç arıtmaya tabi tutulmadan bile kullanılabilecek temizlikteki yağmur suyu, pis suyla birleşip kullanılmaz hale geliyor. Bu suyun toplanması ve basit bir arıtmayla kullanıma sunulması enerjiden ve diğer masraflardan tasarruf anlamına gelir. Birim ürün ve hizmet üretmek için kullanılan su miktarında düşüş anlamına gelen “su verimliliği” de düşünülmesi gereken bir sorun. Daha az suyla daha fazla ürün ve hizmet, günümüz belediyelerinin hedefi olmalı. Tüm bu önlemleri almazsak gün gelir Karadeniz’in tüm suyunu çeksek bile bize yetmeyebilir.

Son notlar

[1] İstanbul İSKİ Terkos Deniz Suyu Arıtma Tesisi ve Derin Deniz Deşarj Projesi  http://www.belediyedeniz.net/kutuphane/makale/8389/istanbul-iski-terkos-deniz-suyu-aritma-tesisi-ve-derin-deniz-desarj-projesi

[2] Kültür Rotaları Derneği (2016). İki Deniz Arası. http://cultureroutesinturkey.com/tr/iki-deniz-arasi/

[3] Türkiye’nin günlük petrol tüketimi 600 bin varil civarında. Yani Suudi Arabistan’da Türkiye’dekinin yarısı kadar petrol tüketimi sadece desalinasyon tesislerinde harcanıyor.

[4] Milliyet (2 Mayıs 2015). İBB başkanı Topbaş: “Deniz suyundan içme suyu üreteceğiz”. http://www.milliyet.com.tr/ibb-baskani-topbas-deniz-suyundan-icme-istanbul-yerelhaber-761116/

 

Akgün İlhan

Yenilenen kentlerdeki toplumsal mücadelelerin tarihi – Akın Atauz

“Yenilenen kentler” üzerine, daha önce kasım ayında yayınlanmış olan birinci yazı, “üç büyük kasırga” hipotezi başlığını taşıyordu ve bugün kentlerin içinde bulunduğu durumla ilgili, genel bir düşünme ve bugüne nasıl geldiğimizi anlama çabasıydı. Bir önceki yazıda, kentleri çok köklü biçimde sarsan ve yerel kentsel kültürleri yerle-bir eden, göreli yavaş bir hızda ve dışarıdan bir müdahale olmaksızın “doğal” değişme ilkesini /beklentisini yok ettiği için kentsel mekânlardaki ve kent toplumsal yaşamındaki süreklilik yerine büyük bir yıkım getiren üç olgudan bahsedilmişti: i) Yüzyılın başında, sadece Müslüman olmadıkları için, neredeyse bütün kentlerin 1/3 veya 1/4 ile yarısı arasındaki nüfusunun, yok edilmesi, ii) Yüzyılın sonunda, küreselleşme ya da kapitalizmin teknolojik/ ekonomik/ finansal devrimi, iii) Yüzyılın ortasında, her ikisinin arasındaki zamanda, kırsal alanlardan kentlere çok hızlı/ sürekli ve yoğun bir nüfus göçü ve yeni gelenlerin kentlere yerleşme ve kültürel olarak uyarlanma sorunları…

Bu üç hipotezi dikkate alarak, kent uygarlığının/ kültürünün, kendisini oluşturturken, korurken ve değiştirirken nasıl davrandığına yakından bakabilmeyi sağlayacak olan, mukavemet/ mücadele ve muhalefet biçimleri üzerinde durmanın uygun olacağı, bir önceki yazının sonunda belirtilmişti.

Kentsel toplumsal mücadeleler üzerinde düşünebilmek için, kentlerdeki muhalefet odaklarının yapısına, karşı çıkışlara ve ana akımın dışında kalmaya çalışan insanların kentlerdeki karşı duruşunun nasıl örgütlendiğine, bunların işleyişine ve başarısına/ başarısızlıklarına ve nedenlerine, biraz daha yakından bakmak gerekecektir.

Kentlerdeki toplumsal mücadeleleri, sadece kent sorunlarıyla ilgili ya da yerel karşı çıkışlar olarak düşünemeyiz. Kentler, ister yerel ve çok küçük yarıçapı olan bir sorun için olsun, ister kentsel ölçekte ya da daha büyük çevresel/ bölgesel ölçekte olsun veya ülkesel ölçekte hatta evrensel ölçekteki sorunlar için olsun, mücadelenin asıl alanıdır. Bazı mücadele türleri için (yerel ölçekli ve çoğu kez ekolojik nitelikteki sorunlar için) kent dışı mekanlar da, mücadele alanı olabilir elbette. Ancak, toplumsal muhalefetin asıl yapıldığı yerler, her zaman kentler olmuştur.

Ana akıma karşı “sol” örgütlenmeler, ya da alışılmışın biraz dışına çıkarak (ve bu çıkışın bir tür direniş olduğunu varsayarak) direnmeye çalışan toplum kesimleri de, eğer “sağ” veya “ırkçı/faşizan sağcı linç grupları” bu kesimleri ezmek için çok kararlı biçimde üstlerine gelmiyorsa, kentlerde yaşamak için, kendilerine bir şans yaratmaya çalışıyorlar. Tarihin (pek sık olmasa da) bazı dönemlerinde, kırda ya da bir “uzak ülkede” yaratılmış ve bir süre yaşatılmış ütopyaları unutmadan, iktidara/ yerelden küresele kadar her türlü iktidara karşı çıkmak isteyenlerin mücadelesinin, ana mekânının kentler olduğu söylenebilir. Başka türlü ifade edecek olursak, eğer “ kırlardan kentleri kuşatmak gibi, bazı ülke koşularının gerektirdiği bir türden bir stratejiniz yoksa ve askercil olmayan taktiklerle muhalefet etmek/ direnmek istiyorsanız, bunu en etkili biçimde yapabileceğiniz yerler, kentlerdir, meydanlardır, sokaklardır” denilebilir.

Bunun en parlak ve doruktaki görünümlerini, en son “Gezi Direnişinde” tanıdık. Gerçi o zamandan beri, kentsel direnişler bir daha böylesine muhteşem bir çıkış yapamadılar ama bu, varlıklarını devam ettirmedikleri anlamına gelmiyor.

Kentlerdeki muhalif grupları düşünmeye başlamadan önce, kentlerde yaşayan ve her zaman (ya da son yüzyılda) devletin/ ana akımın ve merkezi gücün “ötekisi” olmuş (ve “sürüden” ayrı tutulmuş, potansiyel “karşı”) grupların adını kısaca anmak gerekecektir. Yirminci Yüzyılın başında Osmanlı coğrafyasında, kentine göre değişmekle birlikte, bu grupların en büyüğü “gayrimüslimler” (Hristiyan ve Yahudiler) ve kıyaslanamayacak kadar küçük Çingene gruplarıydı.

Sünni inancının dışındaki Müslüman gruplar, henüz büyük ölçüde kırlarda yaşamaya devam ettiği için, kentlerde büyük bir kitle oluşturmuyordu. Yüzyılın ilk çeyreğinden sonra, gayrimüslimler, demografik ve politik olarak önemsizleştirildiler. Böylece kentlerdeki kültürel çeşitlenme söndü. “Büyük yangın” geçirerek, birçok kentte, Gayrimüslimlerin yaşadığı mahalleler yakıldı. İstanbul hariç bütün kentlerdeki (hatta doğuda kırdaki) kilise-manastır ve sinagog fiziksel mekânlar yıkıldı. 1955’teki 6-7 Eylül pogromundan sonra, İstanbul’da bile, hızla nüfus kaybettiler ve özellikle Rum nüfus tükendi.

Ancak yüzyılın ortasında, Aleviler ve Kürtler kentlere gelmeye başladılar ve göçün ilk dönemlerinde, pek kaba bir ayrımcılığa uğramasalar da, 1970’li yıllardan başlayarak, kentlerde, (önce Aleviler, Çorum, Maraş vb. gibi Anadolu çeper kentlerinde, sonra Kürtler özellikle batı/ Ege kentlerinde) kitlesel saldırılarla, pogromlarla ve linçlerle karşılaşmaya başladılar. Bu gruplar, aslında bir kentsel muhalefet bile oluşturmuyorlardı. Belki sadece, ulusal ve yerel seçimlerde, sağcı olmayan muhalefet partilerine oy verdikleri söylenebilir. Söz konusu olan sorun, sadece, kentteki (öteki olarak) varlıklarıydı. Ancak uğradıkları ayrımcılıklar ve yabancılaşma, onları kentte muhalif gruplara daha yakın olmak zorunda bıraktı.

1960’lı yıllardan sonra, kentlerde işçi sınıfının yavaş yavaş oluşmaya başlaması sendikal ve politik örgütlenmesi, kentteki entelektüel gruplardan ve soldan (daha sonra öğrencilerden) destek bulmaya başlamaları, onların da, kentteki “sol” muhalefet olarak tanımlayabileceğimiz bir diğer grup olarak belirmesine neden oldu. Aslında sol gruplar ve Aleviler, Kürtler, farklı türden sorunlarla karşılaşmakta olsalar da, aralarında, devletin “ötekisi” oldukları için, doğal bir ilişki ve bağ vardı.

Bu grupların hemen hepsi (henüz hiç biri, toplumsal cinsiyet/ kadın sorunlarını anmasa da), kent yoksullarını, insan haklarını, onların insani standartlara uygun iş/ çalışama hakkını, konut (gecekondu) hakkını, ücretsiz ve nitelikli eğitim ve sağlık hakkını savunuyordu. Sol muhalefette, işçiler bakımından grevler, öğrenciler bakımından boykotlar ve işgaller, sosyalist siyaset bakımından mitingler, yürüyüşler ve açık/ kapalı mekân toplantıları, kentsel yaşamda, sık rastlanan kitlesel karşı çıkış biçimleriydi.Buna karşı, devletin örgütlediği, donattığı ve eyleme geçirdiği para-militer faşist ve ırkçı gruplar, Anadolu’nun her boydaki yerleşmesinde, bu gruplara karşı saldırılar, pogromlar, linç olayları, yağmalar ve toplu katliamlar, sosyalist siyasi parti toplantılarına ve solcu yürüyüşlerine, baskınlar ve sağcı siviller tarafından uygulanan dayak/ yaralama/ öldürme uygulamaları düzenledi. Devlet, bunları durdurmadığı gibi, birçoğunun örtük destekçisi konumundaydı. Kentsel muhalefet ve karşı çıkışlar; iş, ücret veya konut mücadeleleri, karşılarında, her zaman devleti ya da devletin örgütlediği ırkçı-faşist ya da para-militer grupları buldu.

Bununla birlikte, kentli orta sınıfların da, ana akımlar karşısındaki muhalif gruplara, pek de iyi gözle baktığı söylenemez. Her askeri darbede, darbecileri ve devlet baskılarını ve işkenceciliğini, örtük ve korkakça da olsa, onayladı. Sol hareketleri, işçi direnişlerini, gecekondu direnişlerini, Alevilerin hak ve eşitlik taleplerini, öğrenci boykotlarını ve Kürtleri hiçbir zaman onaylamadı. Kentli orta sınıflar (ve bu sınıfların gözdesi olan medya kuruluşları), bulduğu her fırsatta, (belki dünyanın bütün kentlerinde olduğu gibi) devletin “muhalif” grupları ezmesini alkışladı. “Düzenden” ve huzurdan yana oldu.

“İslamcı” ya da daha muhafazakâr ve dinine bağlı Sünni gruplar, Cumhuriyet tarihinin belki pek kısa “inkılapçı” dönemi dışında, hiçbir zaman, sol ve heterodoks/ açık bir biçimde karşı çıkış sergileyenler kadar, ezilmediler ve eziyet görmediler. Ancak hırpalandılar, hor görüldüler ve bazı özgürlükleri sınırlandı.

Bununla birlikte,1940’lardan başlayarak, yavaş yavaş kendi politik örgütlerini ve yayınlarını geliştirerek, önce popülist “sağcı” sivil/ dini ve ideolojik örgütlenmeler içinde İslamcı/ Sünni ve milliyetçi ihtiyaçlarının karşılanmasını sağladılar. Sonra giderek kendi totaliter politik iktidarlarını kurmaya yöneldiler. Bu nedenle kentsel muhalefetler içinde İslamcı grupların yer aldığı, ancak cumhuriyet tarihinin oldukça kısa bir ilk dönemi ile sınırlı olduğu, söylenebilir. Kentlerdeki diğer sağ sokak gösterileri ve linçlerin, “muhalif” değil, genellikle devletin gizli veya açık örgütleriyle ilişkili olarak düşünülebilir.

20.Yüzyılın sonuna doğru, küreselleşme ve küreselleşme gereği ülkenin ve öncelikle büyük kentlerin, sanayilerin, dışa/ rekabete ve dünya kapitalizmine açılmasıyla ve bütün dünya ile iletişime geçmeyi kolaylaştıran teknolojilerin gelişmesiyle birlikte, yeni kentsel muhalefetler oluşmaya başladı. Önce feminizm ve kadın hareketi, kentlerde ses getirmeye başladı. Hemen hemen eş zamanlı olarak, ekolojist hareketler, önce kirlenmelere karşı çıkan ve çevreci hareketler, giderek daha özgül alanlara (anti-nükleer hareket, iklim değişikliği karşıtları, cinsel kimlik vb.) yöneldi. Bütün ekolojist gruplar bakımından bir şemsiye örgütlenmesi niteliğinde politik örgütlenmeler ve irili-ufaklı çok sayıda fragmandan oluşan (yeni) bir kentsel muhalefet oluştu.

1980’deki askeri darbenin şiddet ve kaba güç dolu silindir gibi baskısı ve küreselleşmenin kentlerde hissedilmeye başlayan etkileri, toplumu da kentsel muhalefet etme biçimlerini de etkiledi ve değiştirdi. Yeni muhalefet etme biçimleri artık, “dünyayı/ ülkeyi/ vb. toptan değiştirmeyi” amaçlamayan, çok daha küçük ölçekli ve yerel hedefli, genellikle sınıfsal olmak yerine, bütün sınıfları yatay olarak kesen (ekolojik sorunlar, toplumsal cinsiyet ve kadın, insan hakları/ eşitsizlik ve demokrasi eksikliği, çok seyrek olarak pahalılık ve zamlar vb. gibi ekonomik konularla ilgili, politik partiler politikalarından oldukça uzak) konularda belirmeye başladı.

Kentlerde, eskisinden daha az grev ve sınıf hareketi niteliğinde sokak gösterisi biçiminde muhalefet kalmıştı. Boykotlar, işgaller ve sivil toplumun siyasi amaçlarla düzenlediği muhalif büyük protesto yürüyüşleri, artık bütünüyle bitmişti. Ölçek küçülmüş, direniş amaçları değişmiş ve muhalefetin içindeki şiddet dozu iyice azalmıştı. Muhalefet, şiddet yerine, mizah ve hafifseme ve bir zekâ oyunu ile gülümsetme vb. gibi “yumuşak”/”soft” yöntemleri, toplumun geniş kesimleriyle iletişim için daha etkili bir yol olarak benimsendi.

Kentsel muhalefet, (post-modern zamanlarda) artık gücü oldukça tükenmiş bir işçi hareketi ve çeşitli “sol” gruplar, feministler, (LGBT ve diğer farklı) kimlik siyaseti savunucuları, ekolojistler gibi, ana akıma karşı çıkışta oldukça marjinal kalan, küçük ve bağımsız muhalif oluşumlar tarafından temsil edilmeye başladı.

Değişen kentsel muhalefet içerikleri ve biçimleri, kuşkusuz, iktidarın da, kendisine karşı çıkanları nasıl susturacağı, nasıl etkisizleştireceği ve nasıl cezalandıracağı konusundaki birikim ve becerisini geliştirmesinden, demokrasinin giderek yok olmasından da etkilendi. Siyasi iktidar otoritesi, artık hukuki olmayan ama yasal olabilen, hatta yasal olmasa da buna kolayca göz yumabilen ve giderek hukuksuz ve yasasız, şiddet dozunu artıran, direnişler karşısında yasama-yürütme-yargı olarak çok daha total ve acımasız bir blok halinde duran/ durduran, baskıcı bir niteliğini, her gün geliştirdi.

Medyada, iktidara karşı olma potansiyeli bulunan her türlü yayına, sansür (daha çok oto-sansür), yasaklama ve para cezası ve çok yaygın gözaltı ve hapis cezaları vb. türü cezalar olağanlaştı. Kentin fiziki mekânlarında, üniformalıların ve silahlarının gösterişçi bir biçimde ve baskı amacıyla sergilenmesi, şiddet uygulamaları ve kadın-erkek gözetmeden kaba dayak/ meydan dayağı gösterileri, olağan hale geldi.

Kentlerde merkezi otorite şiddetinin, hem maddi, hem gözdağı verme ideolojisi bakımlarından doruk biçimleri, önce doğu/ güney doğu kentlerinde başlatıldı ve itiraz sınandı. Bu kentlerde devlet, hem savaş araçlarıyla ve savaş mühimmatı ile bazı mahallelere saldırdı ve bu mahalleri bombalayarak yok etti, hem de sivilleri, ayrım gözetmeksizin, evlerinde ve sokaklarında, öldürmeyi göze alarak ateş altına aldı. Kentlerin seçimle gelen yerel yönetimlerini görevden alarak, yerine seçilmemiş merkezi bürokratları atadı ve birçok kentte, yerel bütün siyasetçileri hapsetti.

İklim İçin basın açıklaması, 2015

Bütün bu olaylar/ uygulamalar, elbette, kentlerdeki muhalefeti çok güçleştirdi, küçülttü, sindirdi ve niteliksel olarak da değiştirdi. Kentsel açık alanlardaki muhalefet biçimlerinin, nerdeyse (sosyal medya hariç) sadece, barış, açlık grevleri, adil olmayan yargılama/ tutuklama/ cezalandırma biçimleri vb. gibi konularla ilgili yazılı ve sözlü kısa basın açıklamaları, meslek gruplarının (gazeteciler, akademisyenler, doktorlar, hukukçular vb.) hapisteki meslektaşları için tuttukları nöbetler, kadına yönelik şiddete/ cinayetlere karşı protesto, çok seyrek olarak da, muhalefetteki siyasi parti sözcülerinin açıklama ve eylemleri türleri ile sınırlı bir çerçeve içinde kalmasına neden oldu.

Ancak bütün baskı dönemlerinde görüldüğü gibi, direnişler üzerindeki baskı arttıkça, en küçük bir karşı çıkış ya da ana akımdan en küçük bir ayrılış bile, eskisine göre çok daha fazla duyumsanır olmaya ve etki sağlamaya başladı.

Kentsel muhalefeti ve mücadeleleri, elbette, sadece kentin fiziki mekânlarında oluşan ve görülen eylemlerle sınırlı olarak düşünemeyiz. Gerçekte kentsel muhalefet, kentsel yaşamın her anında ve her dolayımında yer alabilir.

Kentsel muhalefet türlerini, kabaca, kentin kamusal alanlarında eylemli olarak kendisini gösterenler ve kentin diğer faaliyetlerinde ana akımdan fark edilir ayrılışlarla kendilerini ortaya koyanlar biçiminde, iki farklı kümeye ayırabiliriz. Ancak her ikisinin de temel ortak özelliği, yaratıcılığı, buluşçuluğu, yeniliği ve idealize edilmeye çalışılan “büyük” gücün zavallılığı ve gülünçlüğü ile zekâ yoluyla ve dolaylı olarak alay etmesi olduğu söylenebilir.

İkinci kümede yer alan muhalefet türleri, daha çok, kültürel alanda, ya da yaşamın gündelik cephelerinde ana akımdan ayrılışlar biçiminde, bazen mizahla ve hafifsemelerle ifade edilen, yer aldığı farklı medya türlerindeki iletişim tekniklerini kullanan, iktidarın zorbalıklarına ve şiddetine boyun eğmediğini gösteren, bazı durumlarda meydan okuyan (açlık gerileri ya da oturma grevleri vb. gibi) ve diklenen davranışlardır. Bunların bazıları, kitlesel olmadan, birey olarak bile gerçekleştirilebilecek, ancak karşı bir duruş gösterecek direnişlerdir.

Kültürel alanda, basın açıklamaları, sosyal medyada akan materyal, filmler ve videolar, tiyatrolar, edebiyatın bütün alanları ve resim (özellikle afişler, grafitiler vb) heykeller (ya da özgürlük, barış, demokrasi vb. gibi bazı özel anlamlar yüklenmiş olan yerlerin/ heykellerin ziyareti), hatta kitapçı dükkânlarının vitrinleri, giyinme/ saç kesme biçimleri vb. bile, muhalefetin kültürel, güncel biçimleri olabilir.

Görüldüğü gibi, kentsel muhalefet ve mücadeleler tarihi, bir ülkenin demokrasi ve politik mücadeleler tarihi gibi de okunabilir. Elbette demokrasi mücadelesi, sadece kentlerle sınırlı olmamakla birlikte, kentin, ana akımlara, baskıya ve iktidarın şiddetine karşı çıkış gücü ve potansiyeli, karşı çıkışın ana doğrultuları, kuramı ve stratejik ve taktiksel özellikleri hakkında geliştirdiği düşünceler ve uygulama modelleri, bütün ülkenin demokrasiyi geliştirebilmek için verdiği uğraşta, oldukça belirleyici bir yer tutar. Bu bakımdan kentin gündelik yaşamı, aynı zamanda, kentsel mücadeleler tarihi olarak da algılanıp, değerlendirilebilir.

Bununla birlikte, kentsel muhalefet biçimleri, kendilerini nasıl var edecek, nasıl örgütlenecek ve kentsel toplumla iyi bir etkileşim içinde, kentin dönüşümüne ve yenilenmesine mevcut baskıcı ve demokratik olmayan ortamın değişmesine nasıl katkıda bulunacak? Yaşadığımız kentler, bu muhalefeti yapabilecek bir ortama/ sosyal-kültürel birikime-formasyona sahip mi? Yeni kentlerin yeni kentlileri ve değişimi önerebilecek sol kesimler, kendi aralarındaki ilişkilerde/ örgütlenmede ne kadar başarılar ve kentle etkileşimlerinden şimdiye kadar ne kadar etkin olabildiler? Bu tür soruları, bir sonraki yazıda tartışmaya devam edeceğiz.

 

Akın Atauz

Zeytin Okulu’nda ‘Kalpten Masallar’ paylaşılacak

İzmir Karaburun İnecik Köyü’ndeki Zeytin Okulu’nda 17-18 Şubat 2018 tarihlerinde ‘Kalpten Masallar’ anlatılacak. Etkinliğe sadece masalcılar değil, kalbindekini masaldan geçirip anlatmak isteyen herkes davetli.

Zeytin Okulu gönüllüleri etkinlik çağrısında katılmak isteyenlere şu şekilde sesleniyor:

“Şehrinizden, köyünüzden, mahallenizden, ailenizden kalbe dokunur masallarınızı alın ‘Kalpten Masallar’ beraberinizde getirin. Kulağınızda kaldığı kadarıyla, dilinizin döndüğü kadarıyla alın gelin masalınızı. İşin içinde kalp var ya, tamamlanır nasıl olsa!

Eğer hiç masalınız yoksa, biraz ben, biraz o, biraz siz, yeni baştan masal da olabiliriz.

Masallar hiç bitmedi! Her zaman, her konuya, her duyguya seslenen, yüreğe dokunup yol gösteren masallar hep vardı.

Zeytin Okulu gönüllüleri gelenekselleşmesini ümit ettikleri masal etkinliklerinin 2’ncisi için yola çıktı. Masallı bir dağın eteğinde, bir ucu denize, bir ucu zeytine uzanan Zeytin Okulu’nda söz yine masallarda.

Etkinliğin anlatıcısı, müziği, tadı tuzu yerli yerinde. Şu an olmayan tek şey ise senin masalın. Masalını da al gel…

‘Zeytinin bi’ bildiği var!””

17-18 Şubat 2018 Zeytin Okulu
İnecik – Karaburun / İzmir
www.zeytinokulu.net

Haber: Sururi Uras

(Yeşil Gazete)

“Çevreci Afacanlar” oyunununa yasaklama: Gerekçe, “oyun savaş ve şiddet karşıtı”

Manisa’nın Akhisar ilçesinde oynanmaya hazırlanılan “Çevreci Afacanlar” isimli çocuk oyunu Akhisar İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü tarafından sakıncalı bulunarak yasaklandı.

“Oyunda yer alan ‘Bilgici’ karakterinin savaş karşıtlığı sözlerinin konuyla alakasız olması” ve “metinde yer alan yaşlı ağacın, şiddet karşıtı sözlerinin çevre kirliliği ile bir ilgisi olmaması” yasaklamaya gerekçe olarak gösterildi.

Ayrıca oyun ile ilgili Akhisar Eğitim-Sen’e gönderilen yazıda, “Ülkemizin içinden geçtiği bu hassas dönemde savaş karşıtlığı gibi siyasal söylemlerin çocuklarımıza sunulmasının sakıncalı olduğuna karar verildiğinden okullarımızda oyun tanıtımı ve afişlerinin asılması uygun görülmemiştir” ifadeleri kullanıldı.

 

(Sendika.Org)

Yeşil Sol Parti Eş Sözcüleri Eylem Tuncaelli ve Naci Sönmez gözaltına alındı

HDP bileşenlerine yönelik yapılan operasyon kapsamında Yeşil Sol Parti Eş Sözcüleri Eylem Tuncaelli ve Naci Sönmez de dahil çok sayıda kişi gözaltına alındı. HDK Eş Sözcüsü Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu da gözaltına alınanlar arasında.

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın sosyal medyada “Zeytin Dalı harekâtını” protesto ederek halkı sokağa dökmeye çalıştığı iddia edilenlere yönelik başlattığı soruşturma kapsamında HDP bileşenleri temsilcilerİ Ankara, İstanbul ve İzmir’de bu sabah yapılan operasyonlarda gözaltına alındı.

Avrupa Yeşilleri’nden kınama

Eylem Tuncaelli ve Naci Sönmez’in göz altına alınmaları üzerine Avrupa Yeşilleri de (European Greens) bir kınama mesajı yayınladı. Yeşil Sol Parti’nin göz altı haberini paylaştığı İngilizce metnin de ekli olduğu mesajda, “Türk otoriteleri tarafından yapılan bu eylemi tamamı ile kınıyor ve derhal serbest bırakılmalarını talep ediyoruz” denildi.

HDP Eş Genel Başkanı hakkında gözaltı kararı

Anadolu Ajansı (AA), HDP Eş Genel Başkanı Serpil Kemalbay hakkında gözaltı kararı verildiğini duyurdu.

Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu da gözaltına alınanlar arasında

Barış İçin Akademisyenler bildirisi imzacısı ve HDK Eş Sözcüsü Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu, Ezilenlerin Sosyalist Partisi (ESP) Genel Başkan Vekili Fadime Çelebi, SODAP Sözcüsü Kezban Konukçu, Yeşil Sol Parti Eş Sözcüleri Eylem Tuncaelli ve Naci Sönmez, SYKP Eşbaşkanı Ahmet Kaya ve SGDF üyesi Ozancan Sarı’nın gözaltına alınan isimler arasında olduğu bildirildi.

Gözaltına alınan Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu, Haseki Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde sağlık kontrolünden geçirildikten sonra emniyete götürüldü.

Gözaltılar HDP kongresinin hemen öncesinde gerçekleşti

HDK Eş Sözcüsü Gülistan Koçyiğit’in, İzmir Menemen’deki evine polis baskını yapıldığı kaydedildi.

Operasyonların haftasonu yapılacak HDP kongresi öncesine denk gelmesi dikkat çekti.

Dün partisinin genel merkezinde yaptığı basın açıklamasıyla, 11 Şubat’ta gerçekleştirecekleri kongrede aday olacak eş başkanları açıklayan Kemalbay, kongre sürecinin engellenmesi konusunu gündeme getirmişti. Kemalbay,  “Biz, engellemeler karşısında önlemlerimizi aldık” ifadelerini kullanmıştı.

 

(Cumhuriyet, Yeşil Gazete)

Çaykur Genel Müdürü’nden “Bayan sporculara yardım etmem, günahtır” iddiasına açıklama

Türkiyeli kadın sporcular hem ülkemizdeki hem de dünyadaki başarılarıyla gündemde yer alırken, Çaykur Genel Müdürü İmdat Sütlüoğlu kadın sporcular hakkında tartışma yaratan sözler ile gündeme geldi.

“Bayan sporculara yardım etmem, günahtır” dediği öne sürülen Sütlüoğlu iddiaları yalanlayarak “Aşırı bütçeli sponsorluk talebinin kabul edilmeyişinden dolayı, söz konusu bayan spor kulübünü de alet etmek suretiyle hakkımda yalan haber üretildi” açıklamasında bulundu.

Rize Yeşilçay Spor Kulubü Kadın Futbol Takımı İkinci Başkanı ve Kaçkar TV Spor Müdürü Alaattin Onay, Telekulis programında, kulüp başkanı İdris Ocak ve yanındaki bir kişinin “karınca kararınca” destek istemek için Sütlüoğlu’nun yanına gittiğini söylemişti.

Onay, canlı yayında Çaykur genel müdürünün “Bayan sporculara yardım etmem, günahtır” dediğini iddia etmişti.

Onay şu sözlerle Çaykur Genel Müdür İmdat Sütlüoğlu’nu şu sözlerle eleştirmişti.

“Kadın futbol takımı kulüp başkanımız İdris Ocak, sayın genel müdürümüze giderek kulübün durumunu anlattı ve kendisinden bayan futbol takımı için destek istedi. Genel müdür İmdat Sütlüoğlu ise başkanımıza ‘Bayan sporculara yardım etmem, günahtır’ ifadesinde bulundu. Bunun üzerine Başkanımız Genel Müdür Sütlüoğlu’na ‘Ardeşen GSK Bayan Hentbol takımına yardım yaptınız’ hatırlatmasında bulununca Genel Müdür Sütlüoğlu da ‘Evet oraya yardım yaptım. Yaptığım için de pişmanım. Bundan sonra da oraya yardım yapmayacağım. Kadın sporculara yardım yapmam günahtır’ diyerek bu mevzuyu kapatıyor.”

Çaykur Genel Müdürü İmdat Sütlüoğlu’ndan ‘günah’ iddiasına açıklama

Çaykur Genel Müdürü İmdat Sütlüoğlu, hakkında ‘bayan spor takımlarına destek vermenin günah’ olduğunu söylediği yönünde ortaya atılan iddialara yazılı açıklama ile cevap verdi.

Sütlüoğlu, kendisi ve kurumu ile ilgili gerçeği yansıtmayan, tamamen hayal mahsulü haberler yapıldığını belirterek iddiaların şahsı ve temsil ettiği kurumla örtüşmediğini açıkladı. Çaykur’un bir fetva makamı olmadığını belirten Sütlüoğlu, açıklamada şu ifadelere yer verdi:

“Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz atasözünde ifade edildiği üzere; geçmişte bayan spor takımlarımıza herhangi bir destek verilmediği halde tarafımca bayan spor takımlarımıza da destek verilmeye başlanmıştır. Bu desteklere bakılarak bile bahis konusu sözleri ifade edemeyeceğim sonucuna kolayca ulaşılacaktır. Bayan spor takımlarına desteğimin somut göstergesi olarak çok yoğun işlerime rağmen, milli başarılara imza atan Ardeşen GSK bayan hentbol takımımızla beraber Avrupa Challenge Kupası çeyrek final rövanş maçında takımımızı yalnız bırakmamak için İsveç’in Höör Kentinde oynanan karşılaşmayı bizzat yerinde izleyerek bayan sporcu kardeşlerimize olan maddi desteklerimiz yanında manevi desteğimizi de sunmuş bulunmaktayım.”

“Çaykur kadın sporculara her daim destek olmuştur”

Çaykur’un her daim bayanların yer aldığı takımlara destek olduğunu ifade eden Sütlüoğlu’nun açıklaması şöyle sürdü:

“2013-2018 yılları arasında 5 bayan takımına 16 kez sponsor olduk. Bu takımlar sırasıyla şunlardır: Ardeşen GSK Hentbol, Zağnos Spor Hentbol, İdmanocağı Voleybol, Pazarspor Hentbol, Özel Kaçkar Koleji Voleybol. Bu takımların hepsi bayanlardan oluşmaktadır. Bu konuda tavrımız nettir. Bu güne kadar Çaykur’da cinsiyet ayrımı yapılmamıştır. Hal böyle iken; benim şahsımda Çaykur’u yıpratma girişimi hem Doğu Karadeniz hem de ülke ekonomisine ihanettir. Türkiye’nin göz bebeği olan bir kuruluşun bu şekilde asparagas haberlerle yıpratılması bizleri üzmüştür. Bu şekilde yıpratma kampanyalarına kalkışanlar yanlış içerisindedir ve Rize’de şahsımla sürtüşmeyi kendisine iş edinen birtakım özel maksatlı kişilerin de medya mensubu görünümü altında buna çanak tutması Rize kamuoyunun dikkatinden kaçmamaktadır.”

“Aşırı bütçeli sponsorluk talebinin kabul edilmeyişinden dolayı yalan haber üretildi”

Doğu Karadeniz bölgemizdeki çay tarımında birinci derecede emek ve mesai harcayan kadınlarla aynı şekilde çay tüketiminde marka tercihinde belirleyici olan kadınların değerini ve saygınlığını en üst düzeyden takdir ettiklerini ifade eden Sütlüoğlu,”Bu asparagas haberi yapanlar Çaykur ile toplumun temel taşı olan hanım kardeşlerimiz arasına nifak sokmak gibi bir neticeyi de amaçlamaktadırlar. Biz, şu vakitte dahi yurt dışında özellikle riskli bölgelerde canımızı ortaya koyarak ihracatımızı arttırmak için çalışmalar yaparken bazı art niyetli kimselerin çalışmalarımızı hiçe sayıp bizi yıpratmaya çalışması topluma emek üreten herkes adına üzüntü verici bir durumdur. Sorumlular hakkında yasal yollara başvurulacaktır. Sonuç olarak; haberdeki ifadeyi kullanmadığımı, bir spor kulübü yetkilisinin vaktiyle kendisinin yapmakta olduğu televizyon programı için talep ettiği aşırı bütçeli sponsorluk talebinin kabul edilmeyişinden dolayı, söz konusu bayan spor kulübünü de alet etmek suretiyle hakkımda yalan haber üretildiğini, bu konuda yurt dışı dönüşüm sonrasında daha geniş açıklama yapacağımı kamuoyunun bilgisine saygıyla sunarım” ifadelerine yer verdi.

Yeşilçay Spor Kulübü Başkanı ve Kadın Futbol Takımı Antrenörü İdris Ocak, olayın kamuoyunda duyulmasının ardından takımdaki sporcuların da morallerinin bozulduğunu belirtti. Ocak, “Kamuoyunun bizi sahiplenmesi çok güzel, ama Çaykur ve bölge insanına yapılan hakaret ve karşı protestolar bizi de yaralar. Biz de buranın insanıyız, unutulmasın” dedi.

CHP Rize İl Örgütleri adına yazılı bir basın açıklaması yapan Rize İl Başkanı Mesut Rakıcı, Sütlüoğlu’nun, özür dileyerek görevinden ayrılması gerektiğini kaydetti.

Meclis’e taşındı

Çaykur Genel Müdürü İmdat Sütlüoğlu’nun “Kadın sporculara yardım etmek günahtır” sözü, CHP PM üyesi İstanbul milletvekili Gamze Akkuş İlgezdi tarafından TBMM’ye taşındı. İlgezdi, Başbakan Binali Yıldırım’ın yanıtlaması istemiyle bir soru önergesi verdi. CHP’li vekil, Çaykur Genel Müdürü hakkında soruşturma açılmasını da talep etti.

İlgezdi soru önergesinde, “Sosyal devlet” anlayışına açıkça aykırı olan bu söylem aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin “laik” karakterine de aykırıdır” diyerek “Sütlüoğlu hakkında bir soruşturma başlatmayı düşünüyor musunuz” diye sordu.

 

(Hürriyet, Cumhuriyet)

Gölköy bazalt ocağı davasında zafer yöre halkının oldu

Doğa hakları savunucuları bir mücadeleden daha galip çıktı.

Ordu’nun Gölköy ilçesi, Yuvapınar Mahallesi mevkiinde özel bir şirket tarafından yapılması planlanan patlatmalı bazalt ocağı ve kırma eleme tesisi projesine Valilik, “ÇED gerekli değildir” kararı vermişti.

Bu kararın iptal edilmesi için yöre halkından 19 kişi davacı olmuş ve iki yıl önce Ordu İdare Mahkemesine davalarını açmışlardı.

Mahkeme davacıları haklı buldu ve ÇED Gerekli Değildir kararının iptaline karar verdi.

Ordu Çevre Derneği’nin (ORÇEV) yöre halkına destek verdiği davada karara gerekçe olarak, kurulması planlanan taş ocağının çevre ve insan sağlığı yönünden proje tanıtım dosyasında alınacağı belirtilen önlemlerin bilimsel açıdan eksik olduğu gösterildi.

Bölgedeki birçok mahallenin içme suyunu temin ettiği su kaynakları proje alanı içerisinde kaldığı için yöre halkı, sularının kirleneceği ya da patlatmalar nedeniyle kaybolacağı için projeye karşı çıkıyor. Projenin tüm alanı 1. derece deprem bölgesinde yer alıyordu.

Tarihi kalıntılar da var

Bölgede yoğun bir şekilde hayvancılık ve arıcılık yapılıyor. Şirketin kamyonları meranın ortasından geçen yolu kullanacak.

Gürültü ve tozun hayvancılığı etkilediği gibi yaban hayvanlarını da olumsuz etkilemesinden endişe ediliyor.

Taşocağı açılmak istenen yer Ulugöl proje alanına kuş uçuşu 2 km uzaklıkta bulunuyor.

Patlatma sonucu çıkacak olan toz rüzgarın etkisiyle taşınacak.

Geçtiğimiz yıl bölgedeki tarihi kalıntılar için Samsun Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’na dilekçe verilmişti.

 

(Evrensel, Yeşil Gazete)