Ana Sayfa Blog Sayfa 2898

Saroz için umut ışığı: Mahkeme, bakanlıkça verilen “ÇED gerekli değildir” kararını bozdu

Saros Körfezi’nde faaliyet gösteren taş ocaklarına karşı yürütülen mücadele sonuç verdi. Doğa hakları savunucularının yargıya taşıdığı alanlarla ilgili mahkeme daha önce Bakanlık’ın verdiği ‘ÇED gerekli değil’ kararını bozdu. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı daha önce kalker ve taş ocakları nedeniyle yok olma tehlikesiyle karşı karşıya bulunan Saros Körfezi kıyısındaki, ‘Turizm Koruma ve Geliştirme Bölgesi ile Özel Koruma Bölgesi’ ilan edilen bölge için, ‘Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) raporu gereksizdir’ kararı vermişti.

Edirne’nin Keşan ilçesinde faaliyet gösteren kalker ve taş ocakları yüzünden yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kalan Saros Körfezi’ndeki ormanlık alanlar için mahkemeden sevindirici haber geldi. Açılan davada mahkeme ‘Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) raporu gereklidir’ kararı verdi.

2006’da  ‘Turizm Koruma ve Geliştirme Bölgesi’, 2010’da ise ‘Saros Körfezi Özel Koruma Bölgesi’ ilan edilen bölgede, son yıllarda peş peşe taş ve kalker ocakları açıldı. Ocakların faaliyete geçmesiyle Saros’un hem yeşil kıyıları hem de ormanlık alanları tahrip olmaya başladı. Bölgede yaşanan çevre felaketine karşı harekete geçilirken, geçen yıl Çevre ve Şehircilik Bakanlığı bölgedeki ocaklar için ‘ÇED raporu gerekli değildir’ kararı vermişti.

“ÇED gerekli değildir” kararına veto

Saros Körfezi Mecidiye Turizm ve Çevre Kültür Varlıklarını Koruma Derneği avukatı Bülent Kaçar

Kararın ardından Saros Körfezi Mecidiye Turizm ve Çevre Kültür Varlıklarını Koruma Derneği, Edirne İdare Mahkemesi’ne başvurarak yürütmenin durdurulmasını istedi. Davanın ara kararında mahkeme ‘ÇED raporu gereklidir’ dedi ve gerekçeli kararında şunları kaydetti: “Proje için seçilen alanın uygun olduğunun ve söz konusu kriterler itibarıyla çevreye olumsuz bir etkinin söz konusu olmayacağının açık olarak ortaya konulabilmesi gerektiği, ancak mevcut durumda kalker ocağı projesinin bulunduğu sahadaki toprak yapısı ile bitki örtüsüne ve civarındaki orman varlığı ile deniz alanına zarar verebileceği yönündeki somut tespitler karşısında, proje alanının proje için uygun olduğunun ve çevreye olumsuz etkilerin olmayacağının somut olayda açık olarak ortaya konulamadığı sonuç ve kanaatine varılmıştır. Bu durumda, söz konusu proje için çevresel etki değerlendirmesi yapılmasına gerek olmadığı idare tarafından ispatlanamadığından, proje için verilen ‘ÇED gerekli değildir’ kararında hukuka uygunluk bulunmamaktadır.”

Ara kararın ardından ocak faaliyetlerinin durdurulması için Edirne Valiliği’ne dilekçe verdiklerini kaydeden Saros Körfezi Mecidiye Turizm ve Çevre Kültür Varlıklarını Koruma Derneği avukatı Bülent Kaçar şunları söyledi: “Saros Körfezi’ne büyük zarar veren taş ocaklarının faaliyetlerinin derhal durdurulması Anayasa’nın 125’inci maddesine göre zorunluluktur. Edirne Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü’nün yöre halkına rağmen hukuka, kamu yararına aykırı, Saros Özel Çevre Koruma Bölgesi’ne ‘ÇED gerekli değildir’ kararı vermesi idari ve hukuksal bir skandaldı.”

 

(Karar)

Sen Maçka Parkı dersin, o ‘boş alan’ diye bakar – Pelin Cengiz

Bu yazı artigercek.com sitesinden alındı

Yunanistan’ın başkenti Atina’da hemen Parlamento binasının yanında meşhur Sintagma Meydanı’nın karşısında kentin milli parkı yer alır. Şehrin bir anlamda kalbi denebilecek bir yer.

Çocuğunu gezdirmeye çıkan aileler, parkta dinlenen yaşlılar, spor yapanlar, enstrüman çalan gençler, öğrenciler hepsi bir arada. İnsanlar, ağaçlar, heykeller iç içe…

Korunan, bakımlı bir kent parkı.

Atina’nın en yeşil, en huzurlu mekanlarından biri olduğu kadar Atinalıların en aktif olarak kullandıkları, bir anlamda gündelik yaşamlarının bir bölümü geçirdikleri de bir park.

Bizde de tam tersi. Sahip olduğumuz ne varsa yok etmek üzere hareke geçmiş bir güç var sanki.

İstanbul’da kentin en aktif olarak kullanılan parklarından biri olan Maçka Parkı üzerindeki kara bulutlar geri döndü. Parkın doğal dokusunu, flora ve faunasını tehdit eden tünel inşaatı için yeniden ağaç kesimi başladı.

Doğal, kültürel ve tarihi varlıklara yönelik talan harekatlarından herkesin epey aşina olduğu üzere süreç yine bildik şekilde işliyor. Bir proje bir dönem ortaya atılıyor, bir süre uykuya yatırıldıktan sonra beklenmedik bir anda aramıza geri dönüyor.

Maçka Parkı’nda inşaat tekrar başladı. İnşaat alanına sevk edilen bir TOMA, üç otobüs dolusu çevik kuvvet polisi ve çok sayıda sivil polis dikkat çekti. Tünel çalışmasında TOMA’nın ne işi var? Tepki görecek, izah edemeyeceğiniz bir iş yaptığınızın farkındasınız çünkü…

Maçka Parkı 1940’lı yıllardan beri, kent sakinlerinin hava almak, dinlenmek, spor yapmak üzere geldiği, yıllanmış bitki dokusuyla kentin nefes aldığı çok önemli bir park.

Burası aynı zamanda semt sakinlerinin bir afet durumunda toplanma alanı.

Aslında tartışmaların geçmişi bir yıl önceye dayanıyor.

Geçen yıl, İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Dolmabahçe’den başlayıp Ayazağa’ya kadar uzanan karayolu tünellerinin Dolmabahçe giriş çıkış noktaları için Maçka Parkı’nı şantiye olarak belirlemişti. Hatta parkın bir kısmını da AKP’ye yakın bir şirket olan Boğaziçi Beton firmasına tahsis etmişti.

‘Dolmabahçe-Levazım-Baltalimanı-Ayazağa tünelleri’ olarak adlandırılan proje Mayıs 2016 yılında İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi’nde CHP’li üyelerin itirazlarına karşın oy çokluğuyla kabul edilmişti. Beşiktaş’tan Sarıyer’e kadar aralıklı olarak yer üstünden de ilerleyen tünel hattı, plana göre Maden bölgesinde yeniden yer altına girerek Zekeriyaköy’ün altından geçiyor ve üçüncü köprüyle birleşerek yer üstüne çıkıyor.

Dolmabahçe’den başlayıp üçüncü köprüye kadar toplamda 38 kilometrelik bir karayolu çalışmasından bahsediyoruz.

Defalarca yazıldı çizildi üçüncü bir köprü o haliyle kalmaz, kentte yeni yeni tahribatlara yol açar dendi dinletilemedi.

Bugün konuştuğumuz proje, İstanbul’un akciğeri olarak kabul edilen Kuzey Ormanları’nı katleden üçüncü köprüye kadar uzanan tünel projesi ve devamı Maçka Parkı’nın, Ortaköy Vadisi’nin, Armutlu’nun, Fatih Ormanı’nın ve Belgrad Ormanı’nın yıkımı anlamına geliyor.

Bu planla birlikte tünel giriş çıkışlarıyla ve izlediği güzergahla, parkın üzerindeki ağaç, bitki örtüsü ve fonksiyonel alanların önemli ölçüde zarar göreceği aşikar.

Neden başka güzergahlar gündemde değil. Çünkü, yüksek kamulaştırma bedelleri ödememek için, muktedir gözünde “boş alan” olarak görülen parklara göz dikiliyor. Başka alanlarda kamulaştırma bedelleri ödememek, hukuki süreçlerle ve anlaşmazlıklarla uğraşmamak adına parklar şantiye alanı olarak kullanılıyor.

Buradaki önemli nokta tünellerin batış-çıkış noktaları. Projenin Dolmabahçe çıkışı Maçka Parkı; Levazım çıkışı Ortaköy Vadisi olarak görülüyor. Oradan Harp Akademileri’ne çıkan bölgeye uzanıyor. Ayazağa için askeri alan üzerine çöken Maslak 1453 rant projesinin kıyısından Fatih Ormanı ve Maslak’ta yoğun olarak yer alan askeri alanların olduğu bölgeden çıkacağı ifade ediliyor.

AKP’lilerin birbirine siyasi çalım atma meydanına dönen İstanbul Büyükşehir Belediyesi, toplu taşımayı yaygınlaştıracak altı metro projesini rafa kaldırırken, Ali Ağaoğlu’nun askeri alanı talan ederek inşa ettiği Maslak 1453 projesinin ayağına otoyol götürüyor. İlginç değil mi?

Yani, Maçka Parkı projenin devreye girmesiyle önemli bir kavşak noktası haline gelecek ve git gide doğal park dokusunu kaybederek, zamanla etrafında oluşacak betonlaşma baskısıyla yok olacak. O dönemde “ağaçlar taşınacak” diye mesele ötelenmişti ancak İstanbul Büyükşehir Belediyesi eliyle bugüne kadar yerinden alınıp doğru şekilde taşınmış, şimdiki yerinde ağaç özelliğini devam ettiren kaç taşıma örneği var merak ediyorum. İBB bu konuda bizi aydınlatsın, bilgilenelim.

Zaten mesele taşıma da değil, ne kadar profesyonel taşınırsa taşınsın esas mesele buranın hiç zarar görmemesi ve park olarak kalması.

Nisan 2017’de Şehir Plancılar Odası ile Mimarlar Odası tarafından açılan dava devam ederken İBB tarafından böyle bir çalışmanın yapılması da sürecin hukuksuzluğunu gösteriyor. Bu yeni durumla ilgili de itiraz dilekçeleri veriliyor.

Sonuç olarak, kalkınmacı, neoliberal ekonomi yanlısı, beton sevdalısı iktidarların zayıf ve beceriksiz olduğu alanlar, kamusal alanlardır. Çünkü, bir kamusal alanı biçimlendirmeye, dönüştürmeye çalışırken kriz yaratır. Yarattığı krizi de, hesap verme, şeffaf olma gibi kriterlerden tamamen uzak şekilde, kendi siyasi ideolojisinin yöntemleriyle çözmeye çalışır. Farklı fikirlere ve farklı alternatiflere kapalı, tartışma kültüründen ve katılımcılıktan zerre sebeplenmemiş, muhalefet göstereni hemen kriminalize eden üslupla durumu öteler, kulağının üzerine yatar.

Geldiğimiz noktanın özeti bu.

Bu arada, “siz de herşeye karşınız” diyenlere de bir iki çift laf edelim.

Burada herşeye karşı olmaktan ziyade akla mantığa uygun gelmeyen, kent dokusuna, kent mimarisine aykırı, zaten sayılı miktarda olan kent içi bir parkın yok edilmesine, toplu taşıma yerine yeni araç trafiği yaratacak bir projeye karşı olma durumu var.

Betonu, otoyolu, egzoz gazı solumayı gelişmişlik zannedenleri biz tutmayalım, siz yandaşlığa kaldığınız yerden devam edebilirsiniz…

Pelin Cengiz – Artı Gerçek

72. Venedik Film Festivali’nin jüri başkanı Guillermo del Toro olacak

Usta yönetmen Guillermo del Toro75. Venedik Film Festivali‘nde jüri başkanlığı yapacak.

Geçtiğimiz yıl 74.’sü düzenlenen Venedik Film Festivali‘nde jüri başkanlığını Amerikalı aktris Annette Bening üstlenmiş, tüm yılın en çok konuşulan ve hâlâ konuşulmaya devam eden Guillermo del Toro’nun fantastik-dram türündeki filmi The Shape of Water ise en iyi film ödülü olan Altın Aslan‘a layık görülmüştü.

The Shape of Water yolculuğuna 2018 Oscar Ödülleri adaylıklarında 13 dalda adaylıkla devam ederken filmin usta yönetmeninin 75. Venedik Film Festivali’nin jüri başkanı olacağı açıklandı.

20 yılı aşkın bir süredir Venedik Film Festivali’ne katılan Del Toro, festivale ilk kez 1997’de, Midnight bölümünde gösterimi gerçekleştirilen İngilizce dilindeki ilk filmi “Mimic” ile katılmanın yanı sıra 2006 yılında, en iyi ilk filme verilen Geleceğin Aslanı “Luigi De Laurentiis” Ödülü jürisinde yer almıştı.

Bu yıl OSCAR’ın favori isimlerinden biri olan Guillermo del Toro, festivalde jüri başkanı olarak yer almayı büyük bir onur ve minnetle kabul ettiğini duyurduğu açıklamasına “Venedik, dünya sinemasına açılan bir pencere ve gücünü, kültürel ilişkisini yüceltme fırsatıdır” sözleriyle devam etti.

Venedik Film Festivali, 25 Ağustos – 8 Eylül 2018 tarihleri arasında gerçekleşecek.

 

(Boxoffice Türkiye)

MİT tırları davasında gazeteci Enis Berberoğlu’na hapis cezası kararı

MİT TIR’ları davasında karar çıktı.

CHP İstanbul Milletvekili Enis Berberoğlu’nun, durdurulan MİT tırlarının görüntülerini eski Cumhuriyet gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar’a ilettiği iddiasına ilişkin, “Devletin güvenliği veya iç veya dış siyasal yararları bakımından niteliği itibarıyla gizli kalması gereken bilgileri siyasal veya askeri casusluk maksadıyla açıklamak” suçundan yargılandığı davanın İstinaf Mahkemesi’ndeki üçüncü duruşmasında karar açıklandı.

İstanbul 2. Ceza Dairesi, CHP Milletvekili Enis Berberoğlu’nu “Devletin gizli belgelerine açıklamak” suçundan 5 yıl 10 ay hapis cezasına çarptırdı.

Berberoğlu’nun tutukluluk halinin devamına karar verildi.

Duruşmaya SEGBİS ile bağlanan Berberoğlu, “Moralinizi bozmayın, 25 yılla başladı, 5 yıla düştü” dedi. Berberoğlu, duruşma salonuna el salladı.

Karar öncesi meslektaşlara mektup

Dün Caddebostan Büyük Kulüp’teki törenin onur konuğu Maltepe Cezaevi’nde tutuklu bulunan Enis Berberoğlu’nun gazeteci eşi Oya Berberoğlu’ydu.

CHP Milletvekili Enis Berberoğlu, Basın Konseyi’nin 31’inci kuruluş yıldönümü kutlamasına mektup gönderirken basın ve ifade özgürlüğüne dikkat çekti.

Oya Berberoğlu, eşinin avukatı aracılığıyla cezaevinden gönderdiği mektubu okudu.

“Umarım genç kuşak medya çalışanları ders çıkarır”

Berberoğlu mektupta meslektaşlarına şöyle seslendi:

“Hep adalet ve özgürlüklerden söz ederiz. Ama yokluğunu en fazla cezaevinde hissederiz ya… İşte o misal, medyada örgütlenme özdenetim çabaları da buradan bakılınca çok farklı gözüküyor, daha iyi anlaşılıyor. Ne yazık ki, tıpkı Gazeteciler Cemiyeti ve sendika gibi Konsey de gerekli ve yeterli desteği bulamadı. Ve bu ağır ihmalin sonuçlarını, emekli bir gazeteci, manşet kurbanı mahkûm siyasetçi sıfatıyla fazlasıyla ağır şekilde yaşıyorum. Umarım genç kuşak medya çalışanları geçmiş hatalardan ders çıkarır.”

Ne olmuştu?

Berberoğlu, MİT TIR’ları görüntülerini eski Cumhuriyet gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar’a verdiği suçlamasıyla 14 Haziran’da tutuklanmıştı.

Berberoğlu’nun avukatlarının cezanın bozulması için istinaf mahkemesine 18 Temmuz’da yaptığı başvuru üzerine, mahkeme hapis cezasını bozmuştu. Yerel mahkemenin kararı uygulamamasının ardından dosya istinaf mahkemesine devredilmişti. İstinaf mahkemesiyse Berberoğlu için tutuklu yargılama kararı vermişti.

 

(Hürriyet)

AKP’li Belediye Başkanı HES’e karşı: Macera tutkunlarının uğrak yeri Şeker Kanyonu’na HES onayı

Karabük’ün Yenice İlçesi’nde bulunan, doğa ve macera tutkunlarının uğrak yeri olan Şeker Kanyonu’na HES yapımına onay çıktı. Meclis’ten geçen projeye AKP’li Yenice Belediye Başkanı karşı çıkıyor.

1999 yılında Avrupa’nın biyolojik çeşitlilik açısından en değerli ve acil korunması gereken 100 orman alanı arasına alınan, Türkiye’nin en büyük blok ormanlarına sahip Yenice’de yer alan Şeker Kanyonu’nu besleyen Şimşir Deresi üzerine yapılacak HES projesine ilişkin 1/1000 Ölçekli Uygulama İmar Planı ve 1/5000 bin Ölçekli Nazım İmar Planı Karabük İl Genel Meclisi’nde 5 Şubat tarihinde onaylandı. Plan bir ay süreyle askıda kalacak.

Planların, birçok kurumun olumsuz görüş bildirmesine rağmen onaylanması ise dikkat çekti. İmar ve Kentleşme Müdürlüğü söz konusu planlarda şu eksikliklerin olduğuna dikkat çekti:

-İmar planında HES alanı santral binasının bulunduğu bölgede plan kararları üretilmiş, regülatör alanına ilişkin planlama kararlarının üretilmediği,

-Plan açıklama raporlarında alana ilişkin net tanımlamaların olmadığı, regülatör alanları su kanalları ve santral alanına ilişkin yer olmadığı, 1/5000 ölçekli nazım planda regülatör ve santral alanlarına ilişkin kesitler bulunmadığı,

-İdaremize sunulan plan paftalarında plan müellifinin Bülent Türkoğlu olduğu ancak söz konusu müellifin 2018 yılı büro tescil belgesi almadığı yapılan incelemelerde tespit edildiği,

HES projesi 2010 ve 2013 yıllarında ardarda gündeme gelmiş, tepkiler üzerine geri çekilmişti.

Şeker Kanyonu, doğal güzelliğiyle dikkat çeken, endemik canlı çeşitliliğiyle doğa ve macera tutkunlarının uğrak yerlerinden biri. Yenice ormanları  kontus defnesi, kızılçam, ıstıranca meşesi, dişbudak, akağaç, gümüş ıhlamur, kurt bağrı, erguvan gibi birçok ağaç türünü bir arada barındırıyor.

AKP’li Belediye Başkanı HES projesine karşı

Yenice Belediye Başkanı Zeki Çaylı

Konuya ilişkin Yeşil Gazete’ye konuşan Yenice Belediye Başkanı Zeki Çaylı, 2006 yılında hazırladıkları ve 2007 yılında bitirdikleri 58 milyonluk projeyle Yenice’yi turizm merkezi haline getirdiklerini ifade ederek İl Genel Meclisi’nde kabul edilmesine rağmen HES projesine neden karşı çıktığını şu sözlerle açıkladı:

“Şeker Kanyonu bizim bölgenin can damarı, kalbi. Yenice ormanları dünya ormancılık teşkilatı tarafından korunması gereken 100 bölgenin içine alınmış. Türkiye’de ilk 9 bölgenin içinde. Yani dünyada ilk 100’e, Türkiye’de ilk 9’a giren bir yer ve buna bağlı olarak da bakir doğa harikası olan Yenice’de doğal güzelliklerin turizme açılması adına Yenice Belediyesi olarak 58 milyona 70 bin metrekarelik bir alana restoran, kafeterya, sosyal donatı alanları ve 30 tane bungalov tipi ev yapmak kaydıyla seyir terası noktasında turizmin Şeker Kanyonu ile entegrasyonunu sağlayıp aynı zamanda yürüyüş yollarıyla bağlantısını kurup turizm adına Yenice’nin ayağa kalkması, hareketlenmesi noktasında bir çalışmamız sürüyor. Yenice’nin geleceğini turizmde doğa turizminde görüyoruz. Yenice dediğim bu projeyle ekonomik olarak kalkınacaksa, Yeniceliler iş ekmek elde edecekse turizmden elde edeceğini düşünenlerdenim.”

Köy muhtarı: HES yapılacaksa kilit vuralım kapıya

Yazıköy Muhtarı İlhan Kahveci de “Bizim 372 nüfuslu köyümüz Şeker Kanyonu’nun üst tarafında. Kanyon, Yenice’nin göz bebeği. Turizme katkı sağlayan turizme açık bir yer” dedi. Kahveci, kanyonun köye kazandırdığı değerler hakkında da “Bizim köyümüzde et-balık tesisi var, 25 kişilik konaklama için pansiyon var. Seyir terasımız var. Köylü turizmden önemli bir gelir elde ediyor.” şeklinde konuştu.

Bu proje hayata geçirildiğinde Yenice’nin biteceğini, ormanların yok olacağını ve turizm adına doğal güzelliğin kalmayacağını belirten Kahveci, “doğa etkilenecek, kanyon ciddi şekilde etkilenecek. Herkes o kanyona geliyordu, kısacası kilit vursak daha iyi. Toplantılarımız ve görüşmelerimiz devam ediyor. İdare mahkemesine gideceğiz. Köylüyü toplayacağız ve o projeyi durdurmaya çalışacağız. Biz bu projeye karşı duracağız.” ifadelerini kullandı.

‘Şeker Kanyonu’nun ölümü demek’

Yenice Platformu Sözcüsü Mustafa Akay

Yenice Platformu Sözcüsü Mustafa Akay da doğanın bağrına hançer saplanmasına izin vermeyeceklerini, dünyanın en güzel köşelerinden birisi olan Şeker Kanyonu’na HES yapılmasını kabullenmelerinin mümkün olmadığını belirterek “Kaynakların verimli kullanılarak değerlendirilmesine itirazımız yok. Ancak, bu doğa katledilerek yapılamaz. Burada bir HES inşaatı yapmak doğanın bağrına bir hançer saplamaktır. Bu hançerin saplanmaması için her türlü demokratik hakkımızı kullanarak  yapımını engelleyeceğiz. Küçük küçük dereler üzerine Hidroelektrik Santralleri yapılarak Türkiye’nin enerji sorunu çözülemez.” dedi.

“Proje bölgenin iklimini ve yağış sistemini değiştirecek, ekolojik dengeyi bozacak ve Yenice’de turizmin ilk ayağını oluşturan Şeker Kanyonu’nun öldürülmesi anlamına gelecek” diyen Akay, “Bu olaya karşı çıkmak Yenice’de yaşayan herkesin  görevidir. Ev ev dolaşarak olayı anlatacağız. Bu olayı her platforma taşıyacağız. Her türlü demokratik hakkımızı eylemler de dahil olmak üzere kullanacağız” şeklinde konuştu.

 

Haber: Rıfat Doğan

(Yeşil Gazete)

Kutuplaşmalar – Murat Belge

Bu yazı t24.com.tr sitesinden alındı

Türkiye’de öteden beri “bölme” ve “bölünme” kelimeleri, kelimenin normal anlamıyla açıklanamayacak bir gerilimin yaratılmasına yol açarlar. Çünkü bunlar “onu ikiye bölmek” ya da “bölünerek çoğalmak” gibi sıradan anlamlarının ötesinde, doğrudan siyasi çağrışımlarla yüklü kelimelerdir. Dolaysız olarak “toprak kaybetmek”, “küçülmek” gibi kimsenin olumlu gözle bakamayacağı durumları akla getirirler.

“İmparatorluk kaybı” diyebileceğimiz bir tarihi sürecin bireysel psikoloji, üstünde de tetiklediği bir ruhî tepki olarak, anlaşılır bir durumdur bu. İmparatorluğun en perişan zamanı 19’uncu yüzyıl. Ama 1801 yılına girerken Avrupa kıtasında yayıldığı toprakları düşünün.  Bu topraklarda bugün kaç “ulus-devlet” yaşıyor? İlk kopanlardan Yunanistan, yanında Bulgaristan, bir zamanların Yugoslavya’sı ki şimdi orada Sırbistan, Makedonya, Bosna ve Hırvatistan’ın bir bölümü ile Arnavutluk var. Romanya’nın belirli bir kesimi de bunun içinde.

Asya’da eski Osmanlı toprakları üstünde şimdi Lübnan, Suriye, Irak, Ürdün, İsrail, Yemen ve Suudi Arabistan var.

Üçüncü kıta Afrika da söz konusu. Bağlar iyice gevşemiş olsa da Mısır üstünden Libya,  sonra Tunus ve Cezayir, Osmanlı sayılır. Bu saydıklarımın bir kısmı, aşağı yukarı yarış, 20’inci yüzyıla girerken hâlâ Osmanlı sınırları içinde. Ama bu yeni yüzyılın birinci çeyreği tamamlarken  Osmanlı bitmiş. Kendini Osmanlı’nın sahibi olarak gören Türkiye, (Hatay dışında) bugünkü sınırlarına çekilmiş olarak duruyor. Ama Cumhuriyet’in ilk yıllarından başlayarak, devleti tedirgin eden “Kürt isyanları” var. Bütün bu “gidenler”den sonra, hâlâ, “gitme ihtimali” olanların bulunduğunu gözlemliyoruz. Bu “küçülme”yi getiren “yakın geçmiş”, sahiden geçti mi? Bu, yeni devleti kuran seçkinlerin uykusunu kaçıran bir soru olmaya devam ediyor.

Halka gelince Avusturya’nın Bosna’yı ilhak etmesi Bursa ya da Konya arasında yaşayan bir köylüyü çok fazla ilgilendiriyor muydu? Hayatı etkiliyor muydu? Sanmıyorum. Hele o günlerin koşullarında etkilemez, dolayısıyla uzun boylu etkilemezdi. Herhalde haberi bile olmayanlar vardı. Yaban’da önümüze çıkarılan köylüler, İzmir üstüne dahi kaygılanmamaktadır. Böyle konular devlete yakın duran seçkinlerin gözünde sorun olur. Burada da oldu ve bir “Kürt ayrımcılığı” tehdidi Türkiye’de siyaseti yapan açıktan açığa, bunu gizli kapaklı biçimde ama her zaman belirledi.

Paradoks şu ki, geçtiğimiz on küsur yıl içinde, bu konunun (bence olumlu şekilde) çözümüne en fazla yaklaştık ve sonra da en fazla uzaklaştık. Bugünkü nesnel durum bu. Ancak bu yalnızca bu ülkede yaşayan Türklerle, Kürtlerin ilişkilerini geren bir durum olmaktan da çıktı. Cumhuriyet devletine ve siyasi iktidara karşı alınan tavra göre Kürtleri de kesin kamplara ayıran bir durum.

AKP iktidarında, geçmişte görece, “yorgan-altı” var olan başka farklılıklar da görünürlük kazandı. Bunların içinde sorun olmuş etnik farklılık (Kürtlerden başka) yok; ama din, mezhep farkı var: Sünni/Alevi ayrımı. Bu da yeni bir sorun değil elbette ama bu dönemde yeni boyutlar kazandı, daha doğrusu yeni bir gerilim derecesine erişti.

Ancak “din” konusunun kapsadığı tek farklılık Sünni/Alevi ayrımı değil: “İslâmi/laik”, “geleneksel/Batılılaşmış” gibi adlandırmalarla tanıdığımız ayrım şimdi belki “en belirleyici” ayrı konumuna tırmandı. Bu ayrım her şeyi alttan alta belirleyen ama su yüzünde kendisini çok fazla göstermeyen sınıf ayrımlarıyla eklemleniyor. Bu eklenmenin niteliği de bir “elitist-popülist” kutuplaşması potansiyelini harekete geçiriyor.

Bunlar “hayırlı” gelişmeler değil. Körüklendiğinde, bir süre bundan birileri yararlanmış gibi görünse de, bir sonraki aşamada ülkenin bütününü felç edecek gelişmeler. Aynı zamanda kaçınılmaz “mukadder” gelişmeler de değil. Belirli konjonktürlerin yaratılmış olmasına (bütün tarafların katkılarıyla) ve bu konjonktürlerin belirli biçimlerde sömürülmüş olmasına bağlı gelişmeler bunlar; yani, git gide zorlaşmasına rağmen, politikaların değişmesiyle yükü hafifletilebilir.

Çözüm, “Benim dediğimi tekrarla. Çözelim” diyerek bulunamaz (MHP gibi “muhalefet” yapmaya çağırmak gibi kemik örneklerle.) Çözüm, dediğim gibi, bütün zorluklarına rağmen, demokratikleşmeden geçiyor. Susturarak “birlik”, asıl onarılmaz “bölünme”yi getirir.

Ama ufukta böyle bir irade görünmüyor.

 

Murat Belge – t24.com.tr     

“Görünmez katil” hava kirliliği Dakar’ı esir aldı: Kentte turuncu alarm

Dünya Sağlık Örgütü’nün “görünmez katil” olarak tanımladığı hava kirliliği Dakar’ı alarma geçirdi.

Senegal’in başkenti Dakar’da gelecek 48 saatte yoğun hava kirliliği gözlemleneceği bildirildi.

Senegal Hava Kalite Yönetim Merkezinden yapılan açıklamada, havada bulunan zehirli partikül miktarının fazla olacağı, bu nedenle “turuncu alarm” verildiği duyuruldu.

Başkentteki Katedral bölgesinde zararlı partiküllerin metreküp başına 600 mikrograma kadar çıkacağı belirtilen açıklamada, solunum yolu rahatsızlığı olanların, çocuklar ile yaşlıların gerekmedikçe evlerinden çıkmamaları tavsiye edildi.

Dünya Sağlık Örgütüne (DSÖ) göre, insan sağlığına tehdit oluşturmaması için 1 metreküp havanın en fazla 25 mikrogram zehirli partikül içermesi gerekiyor.

21 Asya ülkesinde 803.000’den fazla erken ölüm vakası yaşandı

Dünya Bankası, Dünya Sağlık Örgütü (WHO), University College London ve Tsinghua Universitesi gibi 26 küresel kurum ve kuruluşun hazırladığı “Lancet Gerisayımı: Sağlık ve İklim Değişikliğindeki İlerlemelerin Takibi” adı verilen çalışma, iklim değişikliğinin dünyanın küresel ölçekte şimdiden insan sağlığına geri dönülmez zararlar verdiğini bilimsel veriler ile ortaya koymuştu.

Geçtiğimiz yıl fosil yakıt tüketiminin insan nüfusuna olan etkisine de yer verilen rapora göre, 2015’te kömürle enerji üretimi ve ulaşım ve konutlarda fosil yakıt kullanımına bağlı hava kirliliği nedeniyle 21 Asya ülkesinde 803.000’den fazla erken ölüm ve önlenebilir ölüm vakası yaşandı.

Dünya Sağlık Örgütü’ne göre dünyada hava kirliliği en yüksek olan şehirler arasında İran’ın Zabol kenti, Hindistan’ın Gwalior ve Allahabad kentleri ve Suudi Arabistan’ın Riyad ve Al Jubail kentleri bulunuyor.

Türk Toraks Derneği’nin geçtiğimiz yıl paylaştığı verilere göre ise Türkiye ulusal mevzuat sınır değerlerine göre 81 ilin 53’ü hava kirliliğinde sınıfta kaldı. Derneğin açıklamalarına göre Türkiye’de hava kirliliği nedeniyle her yıl 32 bin kişi hayatını kaybediyor.

Türkiye’de 81 ilden 53’ü hava kirliliğinde sınıfta kaldı!

İstanbul, Bursa ve Kırklareli’nde sağlığımızı tehdit eden hava kirliliği oranlarını inceledik

Hava kirliliği sperm kalitesini düşürüyor, apandisit vakalarını artıyor

 

(Mynet, Yeşil Gazete)

“3. havalimanı inşaatında 400 işçi öldü” iddiası Meclis’te

11 Şubat’ta Cumhuriyet gazetesinin Mehmet Kızmaz imzalı manşet haberinde,  Çatalca, Göktürk Arnavutköy kavşağında ve Terkos Gölü’ne yakın bir alanda inşa edilen İstanbul’un yeni (üçüncü) havalimanı inşaatında bugüne kadar 400 işçinin hayatını kaybettiği öne sürülmüştü.

Havalimanı inşaatının en başından beri çalışan hafriyat kamyonu şoförü C.’nin iddialarına yer verilen haberde Anadolu’dan gelen işçilerin ailelerine para verilerek susturulduğu iddia edilmişti.

İşçi ölümleri iddiası CHP Genel Başkan Yardımcısı Veli Ağbaba tarafından Meclis’e taşındı.

Ağbaba, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Jülide Sarıeroğlu’nun cevaplaması talebiyle Meclis’e soru önergesi verdi.

CHP Genel Başkan Yardımcısı Ağbaba, inşaatta kaç kişinin hayatını kaybettiğini, alanda toplam kaç firmanın faaliyet gösterdiğini ve geçmişte bu şirketlerde iş cinayeti vakalarının gerçekleşip gerçekleşmediğini sordu.

Biyolojik çeşitlilik ve ekolojik dengeyi yok edecek

Doğa savunucuları bölgenin ekosistemi için büyük tehdit oluşturduğu için 3’üncü havalimanı projesine karşı çıkıyor.

Binlerce ağacın havaalanı inşaatı için kesildiği projenin, 70’i aşkın sulak alan ve Alibeyköy barajını besleyen üç dereyi yok edeceğinden, çevredeki orman, tarım arazisi ve sulak bölgelerin betona boğulacağından, bölgenin canlı yaşamını, yaban hayatını ve kuş yollarını ciddi ölçüde olumsuz etkileyeceğinden, bölgenin İstanbul’un akciğerleri ve karbon yutak alanları olması sebebiyle biyolojik çeşitlilik ve ekolojik dengenin yok edilmesinin sadece İstanbul’da yaşayanları değil gelecek nesilleri ve bütün bölgeyi etkileyeceğinden endişe ediliyor.

Yeni İstanbul: 3. Havalimanı projesiyle artık denizden balık yerine moloz çıkıyor!

3. havalimanı inşaatına yeni maden izni verildi: 107 bin ağaç daha kesilecek!

Kemerlerinizi bağlayın; 3. Havaalanı ile düşüşe geçiyoruz! – Baran Alp Uncu

 

(T24, Yeşil Gazete)

Casuslukla suçlanan İranlı doğa savunucusu gözaltında hayatını kaybetti

İran gözaltında hayatını kaybeden çevreci aktivist ve akademisyen Dr. Kavous Seyed Emami (63) için ağlıyor.

Doğa savuncusu akademisyen ve aktivist Kavous Seyed Emami

24 Ocak’ta gözaltına alınan ve 9 Şubat tarihinde gözaltında bulunduğu hapishanede intihar ettiği iddia edilen Emami casusluk yapmak ve devletin sırlarını satmakla suçlanıyordu. Emami’nin ölümünün Cuma günü haber edilmesinin ardından kamuoyu baskısı nedeniyle bir açıklama yapmak zorunda kalan İran Ulusal Güvenlik Konseyi sekreteri Ali Shamkhani su hakkı, kadın hakları, çevre ve engelli hakları gibi konularda çalışan sivil toplum kuruluşlarının faaliyetlerinin etrafında şüphe oluştuğunu ve bunun araştırıldığını söyledi. Shamkani ile birlikte diğer resmi yetkili ağızlar da önümüzdeki günlerde daha fazla tutuklamanın olacağını belirtti[1].

İran’da sokak protestoları – 2 Ocak 2018

Aynı tarihlerde yedi çevre aktivisti ve gazeteci (Amir-Hossein Khaleghi, Houman Jowkar, Morad Tahbaz, Niloufar Bayani, Sepideh Kashani, Taher Ghadirian ve Sam Rajabi) daha gözaltına alındı.  Başka tutuklular da var. Tutukluların aileleri, çevreciler ve akademisyenlerin topladığı imzalar 12 Şubat günü Parlamentoya teslim edilerek, bu insanların avukat tutma ve haberleşme gibi en temel insan haklarını kullanabilmeleri için talepte bulunuldu.  Ayrıca sosyal medya kanallarında da büyüyen protestolar sürüyor. Ancak 2018 başlarında İran’ın 80 şehrine yayılan sokak protestolarının sonrasında hâkim olan mevcut politik atmosferde sokak eylemleri tutukluların hayatlarını daha büyük riske sokabileceği endişesiyle yapılmıyor. Çevre kirliliği, su kıtlığı ve sulak alanların kurutulması gibi çevresel faktörlerin bu halk isyanlarında en önemli rolü oynadığına inanıyor[2].

Türkiye’de de doğanın hakkını savunanlar öldürüldü

Finike’de (Antalya) öldürülen çevre aktivisti Ali Ulvi ve Aysin Büyüknohutçu çifti

Türkiye’de ise 9 Mayıs 2017 tarihinde Antalya’nın Finike İlçesi’nde taş ve mermer ocaklarına karşı verdikleri mücadeleyle bilinen Ali Ulvi ve Aysin Büyüknohutçu çifti evlerinde ölü bulunduklarında da olayın basit bir gasp ve hırsızlık olduğu söylenmişti. Ancak çevreci kimlikleriyle tanınan çift daha şirketin tehditleri ve gözdağlarına maruz kalmıştı. Öldürülmelerinden kısa süre önce de evlerinin yakınında çıkan şüpheli bir yangın vakası yaşanmıştı. Kamuoyu baskısı ile çok geçmeden katil zanlısı Ali Yumaç gözaltına alındı.  Yumaç cezaevinden gönderdiği bir mektupta, kapatılan mermer ocağında çalışan bir kişinin cinayetler için 50 bin TL teklif ettiğini, 3 bin TL’sini ödediğini ifade ederek “10 gün içersinde param gelmez ise görüşürüz. İpleriniz cebimizde haberiniz olsun” diye yazmıştı[3]. Katil zanlısı bir süre sonra cezaevinde intihar etmişti.

Dünya’nın 2017 çevre aktivistleri ölümleri bilançosu

Doğa ve halkı için mücadele veren Honduraslı Berta Caceres 3 Mart 2016 öldürülmüştü.

Her sene yüzlerce insan yaşam alanlarını yok eden hidrolik projelere, madencilik faaliyetlerine, ağaç kesimlerine ve yoğun tarım projelerine karşı seslerini yükselttikleri için öldürülüyor. İngiltere merkezli bir STK olan Global Witness her sene güncellediği verilerle dünyada çevre mücadelesi verirken öldürülen insanları anlatıyor. Tabi bu veriler sadece medyaya yansımış ölümleri içeriyor. Bazı ülkelerde olup biten şiddeti kapsamıyor. Doğaya ve onu savunan insanlara karşı şiddet piramidinin sadece en tepesinde olan ölümlü vakaları ele alıyor. Ölüm nedeni belli olmayan, yaralanan, topraklarını kaybettikleri için göçe zorlanıp yoksullaşan ve tehdit altında yaşayan insanların sayısı bu verilere dâhil değil.

Global Witness verilerine göre 2017 yılında öldürülen çevreciler

Global Witness verilerine göre geçtiğimiz sene (2017) dünyanın dört bir yanında şirketlerin ve devletlerin toprak ve su gaspına karşı gelen 197 insan sadece yaşam haklarını savundukları için öldürüldü. Dünyanın İran ve Türkiye gibi bazı ülkelerini kapsamayan yukarıdaki harita durumun vahametini gözler önüne seriyor.

Daha iyi bir gelecek için mücadele bitmeyecek

Şimdi İran’da nefesler tutulmuş bekleniyor. İran’da pek çok insan söz konusu tutuklamaları daha iyi bir geleceğe dair umudu öldürmek için atılmış bir tokat gibi görüyor. İranlı gençler için rol modeli olan bu yurttaşların itibarlarını yerle bir ederek, hükümet aslında en başta gençliğe gözdağı vermek istiyor. Ama umutlar bitmeyecek.

İran’ı 2012’de görmüştüm. O zamanlar kurumakta olan şimdilerdeyse neredeyse tamamen çöle dönüşmüş Urmiye Gölü içindi bu ziyaret. Bir zamanlar on binlerce göçmen kuşa, balığa, kurda kuşa ev olan gölü korumak için düzenlenen bir protestoya giderken yolda tutuklanan ve 2,5 senesini hapiste geçiren genç Elman’la gölün adıyla anılan Urmiye kentinde tanışmıştım. “Bu göl uğrunda 2,5 sene yatacak kadar önemli mi?” diye sorduğumda “Bizim için kadının hakkı, erkeğin hakkı, gölün hakkı, kurdun kuşun hakkı ve anadilde eğitim hakkı bir bütün. Bunları hiç ayrı düşünmedik ki” demişti Elman[4].

Evet, gerçekten de öyleydi. Gölü topraktan, doğayı insandan ayrı görmek saçmalıktı. İran’da vahşi yaşamı koruyan insanları Türkiye’de ormanı ve nehirlerini koruyan insanlardan ayrı görmek de öyle. Honduraslı Berta Caceres ile İranlı Kavous Seyed Emami dünya denilen tek ülkenin vatandaşlarıydı. Dünya daha güzel  ve adil bir yer olsun diye mücadele veren insanları birleştiren doğa tekti ve bütündü. Tıpkı hepimizin hem çocuğu, hem de ana babası olduğumuz insanlık ailesi gibi.

Son notlar

[1] BBC İran (11 Şubat 2018) bbc.com/persian/live/

[2] Guardian (12 Şubat 2018). Iranian academics demand answers from president over death of jailed activist. https://www.theguardian.com/world/2018/feb/12/renowned-canadian-iranian-environmental-activist-dies-in-jail-in-tehran

[3] Hürriyet (11 Mayıs 2017). Çevreci Büyüknohutçu çifti cinayetinin şüphelisi itiraf etti. http://www.hurriyet.com.tr/cevreci-buyuknohutcu-cifti-cinayetinin-suphelisi-itiraf-etti-40454160

[4] Akgün İlhan (Mart 2013). Express Dergisi. Urmu der ki “Susuzam”. http://akgunilhan.blogspot.com.tr/2016/07/birlikte-var-olmak-ya-da-tek-tek-yok.html

 

Akgün İlhan

Türkiye arazilerinin yüzde 80’ine yakın bir kısmı orta ve yüksek çölleşme riski altında

Erozyon ve buna bağlı çölleşme Türkiye’yi tehdit etmeye devam ediyor.

Orman ve Su İşleri Bakanlığı’nın talimatıyla Çölleşme ve Erozyonla Mücadele (ÇEM) Genel Müdürlüğü  ve TÜBİTAK-BİLGEM tarafından yürütülen proje, Türkiye’nin çölleşme riski haritasını ortaya koydu.

Rapora göre Türkiye arazilerinin yüzde 80’ine yakın bir kısmı orta ve yüksek çölleşme riski altında bulunuyor.

2013 tarihinde imzalanan “Havza İzleme ve Değerlendirme Sisteminin Geliştirilmesi Projesi” kapsamında gerçekleştirilen “Türkiye çölleşme modelinin (TÇM) Oluşturulması” çalışmasının teknik özeti yayımlandı.

Özer Akdemir’in Evrensel’de çıkan haberine göre, çölleşmenin, “fiziksel, biyolojik, politik, sosyal, kültürel ve ekonomik etmenlerin karmaşık etkileşimleri sonucunda ortaya çıkan bir süreç” olarak tanımlandığı teknik özette TÇM oluşturmak için iklim, su, toprak, arazi örtüsü ve arazi kullanımı, topoğrafya ve jeomorfoloji, sosyoekonomi ve yönetimi başlıklarında 7 ayrı kriter göz önüne alındı.

Çölleşme riski olan havzalar

2016-2017 yıllarında gerçekleştirilen arazi çalışmaları kapsamında gözden geçirilerek yeniden düzenlenen Türkiye çölleşme riski haritasında büyük hidrolojik havzalarından, Aras, Batı Karadeniz, Konya Kapalı, Marmara ve Meriç-Ergene havzaları dışındaki tüm akarsu havzası alanlarının en az yüzde 15’ine karşılık gelen bölümünün Orta-yüksek çölleşme risk birleşim grubuna girdiği ortaya kondu.

Arazisinin en az yüzde 15’lik bölümünde Yüksek-düşük düzeyde çölleşme riskinin etkili olduğu öngörülen havzalar şunlar: Akarçay, Burdur, Büyük Menderes, Doğu Akdeniz, Doğu Karadeniz, Fırat-Dicle, Konya Kapalı, Kızılırmak, Küçük Menderes, Sakarya ve Seyhan.

Türkiye’nin yarısı yüksek çölleşme riskinde

İki yıl süren çalışmalar sonucu oluşturulan Türkiye çölleşme risk haritasına göre Türkiye arazisinin yüzde 12.7’si zayıf, yüzde 53.2’ü orta, yüzde 25.5’i ise yüksek çölleşme risk sınıfında yer alıyor.

Türkiye arazisinin yüzde 8.6’sı ise diğer alanlar sınıfında (1750 m ve üzeri ‘buzul ve kalıcı kar’, ‘kayalık’ ve ‘seyrek bitki alanları”) kalmakta.

Üç farklı çölleşme risk sınıfı (zayıf-orta-yüksek) altında 3 farklı düzeyde (düşük-orta-yüksek) gruplandırılan çölleşme riskine göre orta-yüksek risk birleşiminde yer alan arazi oranı yüzde 23.1.

Raporda eğer bu alanlarda hızlı ve etkin önlemler alınmazsa yakın bir gelecekte “Yüksek çölleşme risk sınıfı içerisinde kalması kaçınılmazdır” deniliyor.

Teknik raporda “Günümüzde Türkiye yüz ölçümünün yaklaşık yarısının (yüzde 48.6), yüksek çölleşme riski altında olduğu değerlendirmesi yapılabilir” deniliyor.

Rapor çölleşme ve arazi bozulumuyla mücadelede başarılı adımların (politika, önlem ve uygulamalar) atılması durumunda, yüksek-düşük risk grubunda yer alan yüzde 16.5 oranındaki bir alanın çölleşme riskinin orta risk sınıfına düşürülmesinin de olanaklı olduğu ileri sürülüyor.

Raporda, yalnız iklim etmeninin dikkate alınması durumunda bile, Türkiye arazisinin yaklaşık yüzde 45’inin çölleşme süreçlerinden etkilendiği ifade edildi.

Nihai rapor daha sonra yayımlanacak

Rapora TÜBİTAK uzmanı olarak katkıda bulunan Emekli Öğretim Üyesi Prof. Dr. Murat Türkeş, çok su tüketen, suları kirleten, çevreyi tahrip eden madencilik, sanayi vs. faaliyetlerin bu rapordaki gerçeklere uygun şekilde planlanması gerektiği görüşünde.

Türkeş, “Diğer yandan iklim değişikliği ile mücadeleyi aynı başlık altında ele almak, biraz iklim değişikliği konusunu sulandırabilir.” dedi.

Öte yandan içinde bulunduğumuz yıl içinde de Türkiye’nin iki farklı iklim bölgesinde daha doğrulama ve kalibrasyon çalışması yapılacak ve nihai rapor bu çalışmaların ardından yayımlanacak.

 

(Evrensel)