Birleşmiş Milletler, 2019 yılında 250 bin Suriyeli sığınmacının ülkesine döneceğini tahmin ediyor. BM ayrıca sığınmacıları ağırlayan ülkelerin desteklenmesi için 5,5 milyar dolarlık bağış çağrısı yaptı.
Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (BMMYK) 2019 yılında 250 bin Suriyelinin ülkesine geri döneceğini tahmin ettiğini açıkladı. BMMYK’nın Ortadoğu ve Kuzey Afrika direktörü Amin Awad, Cenevre’de düzenlediği basın toplantısında, “Bu sayı, (sığınmacıların) dönmelerini engelleyen unsurları ortadan kaldırma hızımıza göre artabilir de azalabilir de” ifadesini kullandı. Awad, sığınmacıların geri dönmelerinin önündeki en büyük engelin, kendilerine ve sahip oldukları mülklere dair resmi belgeleri elde edememeleri olduğunu belirtti.
BM yetkilisi, “Bu engellerin dışında, zorunlu askerlik çağrısına uymama ya da ordudayken saf değiştirme gibi durumlara ilişkin af konuları var” diye ekledi. Awad, sığınmacıların ülkelerine dönmesinin sağlanması için Suriye’de hem yerleşim hem de tarım alanlarındaki mayın ve patlamamış mühimmatın temizlenmesi gerektiğini de söyledi.
“Şu an genel anlamda savaş sona erdi. İdlib dâhil birkaç yer hariç. Orada da bildiğiniz üzere müzakere edilmiş bir ateşkes ve çatışmasızlık bölgesi var” açıklamasında bulunan Awad, “Suriye’deki durum düzeldikçe, sığınmacıların bir bölümü evlerine dönüyor” dedi.
BM, milyonlarca sığınmacıyı ağırlayan Türkiye, Ürdün, Lübnan, Irak ve Mısır’a mali destek sağlanması amacıyla 5,5 milyar dolar bağış toplanması gerektiğini de açıkladı. BM, “Bölgesel Mülteci ve Toparlanma Planı” kapsamında toplanması amaçlanan bağışa büyük oranda, Suriyeli sığınmacılara sağlık hizmeti, su, gıda ve eğitim desteği verilmesi için ihtiyaç olduğunu belirtti. Plan dâhilinde yapılacak yardımdan, ev sahibi ülkelerin Suriye krizinden etkilenen vatandaşları da yararlanacak. Bu kapsamda 3,9 milyon insan bulunduğu açıklandı.
Orijinal İnsan Hakları Bildirisi’nin Yeryüzünden bahsetmemesi anlaşılabilir bir durum – Yeryüzü, insanın hikâyesine bir arkaplan oluşturmaktaydı o zamanlar. O arkaplanın önünde binlerce yıl boyunca büyük dramlar sahneye konmuştu: tiranlıklar yükselmiş ve yıkılmış, savaşlar kazanılmış ve kaybedilmiş, sıradan insanlar ezilmiş ve ayaklanmıştı. “Çevre”diye bir kavram o tarihte pek az şey ifade ediyordu – gezegenin fiziksel sistemlerinin ürün yetiştirmek için gerekli olduğu apaçıktı, Yeryüzü kaynaklarının depolanabilir veya paylaşılabilir olduğu apaçıktı. Ama yeryüzü dekordu, oyunun kendisi değildi. Biz yiyecek depolamakta, mikroplarla savaşmakta ustalaştıkça, dünya savaşları da dizginlenemez şiddet gösterileriyle bizi dehşete düşürdükçe fizik dünya sanki bizden daha da uzaklaşmaktaydı. Fizik dünya yerine insanların, iyisiyle kötüsüyle birbirine neler yapabileceği konusuna odaklanma ihtiyacı duyuyorduk daha çok.
Ama şimdi bu değişti – hem de kesin biçimde. Evrensel bildiride dile getirilen tüm kaygılar – hoşgörüsüzlük, yoksulluk, sağlıksızlık, eğitim yetersizliği, oy kullanma hakkı, çalışma hayatı sorunları – her zamanki aciliyetini korumakla birlikte, bunlara şimdi bir de, pek dile getirilmese bile, hepsinden ağır basan ürkünç bir kaygı eklendi. Yeryüzüne neler edebileceğimizi ve bunun karşılığında, yaralı ve hasarlı dünyanın da bize neler edebileceğini (yavaş yavaş, hatta belki de çok geç) anlamaya başladık.
Bu farkındalık, 1948’den hemen sonraki yıllarda kafamıza dank etmeye başlamıştı – 1960’ların başlarına gelindiğinde Rachel Carson (Sessiz Bahar kitabıyla) “ilerleme”nin yaldızlarını kazıyıp silme gibi canalıcı bir işe girişmişti. Sözkonusu farkındalık dünyanın şimdiye kadar gördüğü en büyük hareketlerden birinin doğmasına yol açtı: Sakarca verilmiş bir ad taşıyan “çevrecilik”, bütün kıtalardan, inançlardan ve ırklardan insanları bir araya getirdi. Ama hâlâ iktidarlar üzerinde belli belirsiz bir gücü var: Şöyle ki, hiç kimse savaşı, açlığı ya da işsizliği “inkâr” etmezken, dünyanın yüce liderlerinin birçoğu gezegene zarar veremezmişiz numarası yapmaya devam ediyor.
Bu sahteciliğin kökü, gayet tabii, gezegene en çok zarar veren insanların ta kendilerinin servet ve kudretlerinde gizli. Mesela petrol endüstrisi: hani, uzun zamandır şu yerküre üzerindeki en zengin yegâne kuvvet olan, Kuzey kutbu erirken ve denizler yükselirken bile iklim değişikliğinin gerçek olmadığını bir kuşak boyu inatla öne süren petrol endüstrisi. Ya da tarım sektörü, ya da kimya endüstrisi, ya da başka sektörler – hepsi de kendilerinin sadece deklarasyonda güvence altına alınmış olan barınma, ısınma-aydınlanma ya da beslenme gibi insanî ihtiyaçları karşılamakta olduklarını ısrarla öne süren sektörler.
Şu halde yeni bir hakkı öne sürmek şart oldu artık: İnsanların, Yeryüzü sistemlerini yaralayacak-bereleyecek güçlere karşı korunması hakkını. Doğrusunu söylemek gerekirse, dayanıksız bir gezegende öteki hakların hiçbiri güvence altına alınamaz: Isınan bir gezegen gıda stoklarından siyasal özgürlüklere kadar herşeyi tehlikeye sokar. Bir bakıma, fizik dünyanın güvence altına alınması, gündemin birinci maddesi oluyor artık – bir eklenti filan değil.
Ne var ki karmaşık bir hak bu: gezegene zarar vermeme sorumluluğunu mütekabilen kendimize de yükleyen. Ya da, mutlaka yapmamız gerekenden gıdım fazlasını yapmamamızı zorunlu kılan. Üstelik, işi daha da karmaşık hale getiren bir olgu da var: sadece şu anda dünya yüzünde var olan insanları değil, gelecekte yaşayacak insanları da düşünmek zorundayız: Peloponez savaşı bugün artık insan hayatlarına mal olmuyor çünkü 2,500 yıl önce bitti o; hal böyleyken, bizim şu anda iklimde meydana getirdiğimiz tahribat, insanların hayatını bunun 10 katı kadar daha uzun bir süre yoksullaştıracak.
Bu hakkı daha da karmaşık hale getiren bir olgu da şu: mahv-ı perişan ettiğimiz, sadece insanlar değil: kâinatın geri kalanını da mahvetmekteyiz. Öyle anlaşılıyor ki, İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nin kaleme alındığı tarihte şu dünyayı bizimle paylaşmakta olan hayvanların yüzde 60’ından fazlasını yoketmişiz – kimlerin korumayı hak ettiği konusunda bakış açımızı genişletmenin zamanı gelmiş olabilir pekâlâ.
Bu “hak” uzun soluklu bir hedef değil, bir zorunluluk. İnsanlar olarak birbirimizi bir 70 yıl daha hırpalarsak bu iğrenç birşey olacaktır elbette, ama 2088 yılının insanları hâlâ değişim yapabilme kapasitesine sahip olacaklar gene de. Ama eğer Yeryüzünü bir yetmiş yıl daha hırpalarsak, tarihimizin bundan sonraki faslını amansız fizik, kimya ve biyoloji kanunları yazacaktır.
NOT: Vakanüvisiniz hakir, İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nin ilanının 70. yıldönümüne rastlayan bugünlerde Vakayinameyi kaleme alma vazifesini Nöbetçi Vakanüvis Bill McKibben’a devretmiş bulunuyor. Güle güle okuyunuz efendim.
Sokak hayvanlarına yönelik şiddete dikkat çekmek amacıyla Bartın’da açlık grevi yapan hayvan hakları savunucusu Sevim Arkan sağlık durumunun kötüye gitmesi üzerine hastaneye kaldırıldı.
Hayvan hakları savunucusu Arkan 30 Kasım’da Bartın şehir çöplüğünde sokak hayvanlarına yönelik şiddete dikkat çekmek üzere açlık grevine başlamıştı. Arkan bugün, fenalaşması üzerine 112 Acil Servis ekiplerine haber verdi. Şehir çöplüğüne gelen sağlık ekipleri Arkan’ı Bartın Devlet Hastanesi’ne kaldırdı.
AA’nın aktardığına göre Arkan açlık grevine son verdiğini belirtti ve sokak hayvanları için mücadele etmeye devam edeceğini kaydetti. Arkan “Benim amacım sokak hayvanlarına olan şiddete bir nebze de olsa dikkatli çekmekti. Hayvanlara yapılan şiddet kanunu çıkmazsa yine başlarım” dedi.
Amerika Meteoroloji Topluluğu (American Meteorogical Society – AMS) tarafından, Birleşmiş Milletler İklim Zirvesi’nde (COP24) yayımlanan rapora göre, iklim değişikliğinin 2017 yılında dünyada kuraklık, sel ve rekor kıran aşırı sıcaklarda rolü olduğu saptandı.
Araştırmaya göre, insan kaynaklı iklim değişikliği 2017 yılında Avrupa, Çin ve Güney Kore’deki sıcak hava dalgaları, ABD’deki Kaliforniya’daki yangınlar ve kuraklık, Güney Amerika ve Bangladeş’deki aşırı yağmurlar ve Doğu Afrika’da yaşanan kuraklıkta iklim değişikliğinin payı var.
2017 Aşırı Hava Olaylarının İklim Perspektifi isimli rapor, altı kıta ve iki okyanusta meydana gelen 17 aşırı hava olayının hakem denetimli analizinin yanı sıra 10 ülkeden 120 bilim insanının araştırmalarına da yer veriyor.
Raporun “2017 Aşırı Hava Olaylarının İklim Değişikliği Perspektifi” isimli yedinci sayısı, 2017 ve 2018’de Avustralya açıklarındaki Tasman Denizi’nde görülen yoğun deniz sıcak hava dalgaları da dahil olmak üzere, yüksek yüzey sıcaklıklarının insan kaynaklı iklim değişikliği olmadan meydana gelme olasılığının “esas itibarıyla imkansız” olduğunu ortaya koydu. Raporda Avustralya yangınları ve Uruguay selleri de incelendi.
Bu yıl, bilim insanlarının insan kaynaklı iklim değişikliğinin neden olduğu küresel ısınma olmadan yaşanması olanaksız aşırı hava olaylarını tanımladıkları ikinci yıl.
BAMS’ın Genel Yayın Yönetmeni Jeff Rosenfeld’e göre, “Bu atıf çalışmaları iklim değişikliğinin bize her yıl yeni ve daha aşırı düzeyde hava olayları yaşamamıza sebep olduğunu söylüyor. Bu bilimin verdiği mesaj ise medeniyetimizin değişin iklimimizle uyumsuzluğunun giderek arttığı yönünde.”
Raporda 2017’de altı kıta ve iki okyanusta meydana gelen 17 aşırı hava olayının hakem denetimli analizine yer veriliyor. 10 ülkeden 120 bilim insanı hem tarihsel gözlemlere hem de modellemelere bakarak, belirli aşırı hava olaylarının iklim değişikliği tarafından ne kadar etkilenmiş olabileceğini inceledi.
BAMS Editörü ve ABD Ulusal Okyanus ve Atmosfer Dairesi NOAA’dan Araştırmacı Martin Hoerling, incelenen olayların altı kıta ve bir yıla yayılmasına rağmen, birbirileriyle yakından bağlantılı olduğunun açıkça ortaya çıktığını ifade etti.
Hoering: “Bu araştırmalar, 20. Yüzyılın hava ve iklim şartlarından köklü şekilde uzaklaşacağımızı öngören IPCC’nin 1990 tarihli ilk raporundaki bilgileri doğrular nitelikte. İnsan faaliyetlerinin artık çeşitli aşırı hava olaylarına neden olduğu kanısı bilimsel araştırmalar tarafından da doğrulanıyor,” dedi.
İngilizce raporunun tamamını buradan okuyabilirsiniz.
The Guardian’da Jonathan Watts imzasıyla yayınlanan makaleyi Yeşil Gazete gönüllü çevirmeni Cansu Yılmaz’ın çevirisi ile paylaşıyoruz.
***
Biyoçeşitlilik sekreterine göre, dünyanın iklim değişikliği kadar tehlikeli bir “sessiz katili” durdurmak adına bir anlaşma sağlamak için iki yılı kaldı.
Birleşmiş Milletler’in biyoçeşitlilik sekreteri, önümüzdeki iki yıl içinde tüm dünyanın doğa üzerine yeni bir anlaşmayla durumu çözüme kavuşturmak zorunda olduğu, yoksa insanlığın kendi yok oluşunu belgeleyen ilk tür olabileceği konusunda uyarıyor.
Endonezya’da,bir palmiye ağacı imtiyazının yol açtığı ormansızlaşma.Fotoğraf: Ulet Ifansasti/Greenpeace.
Ekosistemlerin çöküşünü tartışmak üzere düzenlenen önemli bir uluslararası konferans öncesi, Cristiana Pașca Palmer, tüm ülkelerdeki insanların, küresel gıda üretimi,temiz su ve karbon birikiminde hayati önem taşıyan böceklerin, kuşların, bitkilerin ve memelilerin korunması amacıyla 2020 yılına kadar iddialı küresel hedefler hazırlamaları için hükümetlerine baskı yapması gerektiğini söyledi.
Guardian’a konuşan Pașca Palmer, “Biyoçeşitlilik kaybı sessiz bir katil,” ifadesinde bulundu. “Bu durum, insanların gündelik yaşamda etkilerini hissettikleri iklim değişikliğinden farklı. Biyoçeşitlilikle o kadar da görünür değil ama ne olduğunu hissetmeye başladığınız zaman iş işten geçmiş olabilir.”
Pașca Palmer, tüm insanlığın bağlı olduğu doğal yaşam destek sistemlerinin sürdürülmesinden sorumlu bir dünya kuruluşu olan BM Biyoçeşitlilik Kongresi’nin yönetici sekreteridir.
Bu kuruluşun üyeleri −195 ülke ve AB− dünya ekosistemlerinin ve vahşi yaşamın düzenlenmesi yolunda yeni bir çerçeve üzerinde tartışmaya başlamak amacıyla Mısır, Şarm El-Şeyh’te bu ay toplanacak. Bu toplantı, 2020 yılında Pekin’de gerçekleşecek bir sonraki konferansta iddialı yeni bir küresel anlaşma ile sonuçlanacağını Pașca Palmer’ın umduğu iki yıllık hummalı müzakereleri başlatacak.
Doğa Korumacılar, Paris iklim sözleşmesi ile aynı ağırlığı taşıyacak bir biyoçeşitlilik anlaşmasının zorunlu olduğunu düşünüyor. Ancak şimdiye kadar birçok bilim insanının, insanlığa karşı en az iklim değişikliğine eşdeğer bir tehdit oluşturduğunu söylemesine rağmen, bu konu çok az ilgi görmüştür.
Sekiz yıl önce, Aichi Biyoçeşitlilik Hedefleri kapsamında ülkeler, doğal yaşam alanlarının kaybını en azından yarıya indirecekleri, tüm sularda sürdürülebilir balıkçılığın yapılmasının sağlayacakları ve 2020 yılı itibariyle doğa koruma alanlarının dünya topraklarının %10’undan %17’sine genişletecekleri sözünü vermişlerdi. Ancak birçok ülke bu konuda geride kaldı ve daha fazla koruma alanı oluşturan ülkeler ise, onların devamlılığının sağlanması adına çok az şey yapmıştır. “Kağıt üstünde koruma alanları” artık Brezilya’dan Çin’e kadar pek çok yerde bulunabilir durumda.
Mesele, siyasi gündemde de geri planda. İklim zirvelerine kıyasla, birkaç devlet başkanı biyolojik çeşitlilik görüşmelerine katılıyor. Donald Trump’dan önce bile, ABD anlaşmayı onaylamayı reddetti ve sadece bir gözlemci gönderdi. ABD, Vatikan’nın yanı sıra katılmayan tek BM ülkesidir.
Pașca Palmer, az da olsa umudun olduğundan söz ediyor. Afrika ve Asya’daki bazı türler (çoğunluğu düşüşte olmasına rağmen) kurtarıldı ve Asya’da orman bitki örtüsü (başka yerlerde daha hızlı bir şekilde azalmış olmasına rağmen) % 2,5 oranında arttı. Deniz koruma alanları da genişledi.
Ancak genel itibariyle, ona göre tablo endişe verici. İklim değişikliği ve artan insan nüfusunun bir sonucu olarak önümüzdeki 30 yıl içinde habitat tahribatından, kimyasal kirlilikten ve istilacı türlerden kaynaklanan hali hazırda yüksek olan biyoçeşitlilik kaybı oranı hız kazanacak. 2050 yılına gelindiğinde, Afrika’nın kuş ve memeli türlerinin % 50’sinin kaybedileceği ve Asya balıkçılığının tamamen çökeceği bekleniyor. Bitkilerin ve deniz yaşamının kaybı, kısır bir döngü oluşturarak dünyanın karbon absorbe etme gücünü azaltacak.
Romanya’nın önceki çevre bakanı, “rakamlar şaşırtıcı” diyor.Sözlerine “Umarım kendi yok oluşumuzu belgeleyen ilk tür biz olmayız.” diye ekliyor.
Böylesi varoluşsal bir tehdide karşı zayıf hükümet tepkisine rağmen, “yaşamın altyapısı” olarak adlandırdığı şeyin karanlıkta kalmadığı hususunda iyimser olduğunu belirtti.
Umudun bir nedeni de, bilimsel kaygıların ve iş çevrelerinin artan ilgisinin bir noktada birleşmesiydi. Geçtiğimiz ay BM’nin en üst düzey iklim ve biyoçeşitlilik kurumları ve bilim insanları ilk ortak toplantıyı gerçekleştirdi. Orman muhafazası, ağaç dikimi, arazi restorasyonu ve toprak yönetimi gibi doğa temelli çözümlerin, Paris sözleşmesi verileri kapsamında küresel ısınmayı durdurmak için ihtiyaç duyulan karbon emiliminin üçte birini sağlayabileceğini ortaya çıkardılar. Gelecekte, BM’nin iki önemli iklim ve biyoçeşitlilik kolu ortak değerlendirmelerde bulunmalıdır. Ayrıca, bazı ülkelerdeki siyasetin yanlış yöne doğru hareket etmesine rağmen, Fransız devlet başkanı Emmanuel Macron’un, iklim sorununun biyoçeşitlilik kaybı durdurulmadan çözülemeyeceğini belirten ilk dünya lideri olması gibi olumlu gelişmeler olduğunu da kaydetti. Bu konu, Fransa’da gerçekleşecek olan bir sonraki G7 zirvesinin gündeminde olacak.
Onun ifadesine göre; “Gidişat değişiyor. Çok fazla iyi niyet var. Tehlikelerden haberdar olmalıyız ama bu bizi eylemsizlik halinde bırakmamalı. Durum, hala bizim elimizde ama eylem penceresi gitgide daralıyor. Doğayı desteklemek için daha yüksek düzeyde siyasi ve yurttaş iradesine ihtiyacımız var.”
Yeşil Düşünce Derneği tarafından her yıl düzenlenen Yeşil Diyalog buluşmalarının 15’incisi “Kırsal ve Kent Diyalogları” başlığıyla 15 Aralık’ta Cezayir Toplantı Salonu’nda düzenleniyor.
Etkinlikte “tüketici değil türetici mi olmak istiyorsunuz?, üretici mi olmak istiyorsunuz?, ekolojik olana doğru nasıl adım atabilirim?, kadın,mülteci, köylü ve kentliler olarak farklılıklarla bir arada olmanın yolları neler?” sorularına yanıt aranacak.
Herkesin katılımına açık ve ücretsiz gerçekleşecek olan etkinliğin duyurusunda, “Kentte ve kırsalda dayanışmacı, ekolojik, eşitlikçi alternatif alanlar yaratan bireysel ve kolektif girişimlerin hikaye ve etki alanlarını konuşmaya, yeni alanlara dair fikirleri buluşturmaya ve başka ortak alanlar için ağlar ve tanışıklıklar oluşturmaya niyet ettik. Bekliyoruz.” çağrısı yapıldı.
15. Yeşil Diyalog’un programına buradan erişim mümkün.
10.00 – 11.00 Kent Kır Arası Bağlara Genel Bakış: Kavramlar, Uygulamalar,Sorulacak Sorular Güneşin Aydemir (Yeşil Düşünce Derneği) — Kentsizler ve Köysüzler için Buluşma Rehberi Mehmet Ali Çalışkan (Yaşama Dair Vakıf – YADA) — Bir Arada barış içinde. Peki ama nasıl?
11.00 – 11.30 Ara: Muhabbet
11.30 – 12.30 Açık Oturum: Kenti ve Kırsalı Dönüştürmeye Dair Hikayeler ve Fikirler – Moderatörler: Oya Ayman (Gazeteci, Çiftçi) & Sevgi Mutlu (Yeşil Düşünce Derneği) – Alper Can Kılıç (EkoHarita) – Akif Burak Atlar (Şehir Plancıları Odası) – Burhan Eltan (Bir Tohum Vakfı) – Can Kazaz (Müzisyen, Anadolu Meraları) – Gonca Sadıki (Komşu Kapısı) – Gökmen Argun (BM GEF/SGP Ulusal Koordinatörü) – Özlem Işıl (Gıda Aktivisti) – Shirley Kaston (Maide Mutfak) – Uygar Özesmi (Good4Trust) – Yasemin Kırkağaçlıoğlu (Kokopelli Şehirde) – Zeynep Araboğlu (Bisikletli Kadın İnisiyatifi) – Katılımcılar
12.30 – 13.30 Ara: Yemek ve Muhabbet
13.30 – 15.00 Açık Oturum: Devam
15.00 – 15.30 Ara: Muhabbet
15.30 – 17.30 Diyalog Buluşması: Güncel Politika ve Yeşil Politik Alternatifler
Silivri Cezaevi’nde tutuklu bulunan Anadolu Kültür A.Ş. yönetim kurulu başkanı, insan hakları savunucusu ve iş insanı Osman Kavala’nın avukatı İlkan Koyuncu son dönemde bazı medya organlarında çıkan haberler ve Kavala’ya yöneltilen suçlamalarla ilgili açıklamalarda bulundu.
Koyuncu’nun açıklamasına göre İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından yürütülen soruşturmada Kavala’ya şu suçlamalar yöneltildi:
“Açık Toplum Vakfı Yönetim Kurulu üyesi ve Anadolu Kültür A.Ş. isimli şirketin sahibi Mehmet Osman Kavala 27 Mayıs 2013 tarihinde başlayan Gezi Parkı Olaylarını Türkiye geneline yaymak ve yurt genelinde kaos ve kargaşa ortamı meydana getirmek ve bu şekilde cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’ni ortadan kaldırmayı veya görevlerini yapmasını kısmen veya tamamen engellemeyi amaçladığı, Açık Toplum Vakfı ve Anadolu Kültür A.Ş. isimli vakıf ve şirketi kullanarak olayları finanse ve organize ettiği tespit edilmiştir.”
Bu suçlamaya karşılık Kavala’nın avukatı Koyuncu şu açıklamayı yaptı:
“İddiaların tümü temelsizdir”
“Küçük çapta bir Ergenekon kumpasını hatırlatan bu iddialar temelsizdir. Bazı yayın organlarında ısrarla belirtildiğinin aksine Açık Toplum Vakfı, Türk Mevzuatına göre kurulmuş bir vakıftır ve hukukumuzda bir vakfın, gerçek bir kişiye ait olabilmesi mümkün değildir. Bir tüzel kişi olan vakfın, sahibi veya hissedarı olunamamaktadır.
“Vakıfların mütevelli heyetleri ve yönetim kurulu gibi organları olabilmektedir ve müvekkilimiz Osman Kavala da Açık Toplum Vakfı’nın Yönetim Kurulu üyesidir. Yine mevzuatımız gereği vakıflar düzenli olarak incelenmekte ve tüm bağışlar hakkında Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne düzenli olarak bilgi verilmektedir.
“Açık Toplum Vakfı, ülkemizde yer alan tüm vakıflar gibi denetlenmiştir ve denetlenmektedir. Gezi Olaylarına ilişkin olarak yapılan bir ihbar sonucu bu konu özelinde ayrı bir denetim yapılmış ve ihbarın asılsız olduğu ortaya çıkmıştır. Kaldı ki, Açık Toplum Vakfı müvekkilimizin cezaevinde olması nedeniyle katılma imkânı olmadığı bir genel kurul neticesinde Türkiye’deki faaliyetlerini kendiliğinden durdurma kararı almıştır.
“Gezi finansmanı olarak değerlendirilebilecek kayıt yok”
“Açık Toplum Vakfı 2013 senesinde toplam 72 projeye destek vermiş olup, bu projelerden yalnızca 5 tanesi Anadolu Kültür’e ait projelerdir. Bu desteğin miktarı 202 bin TL’dir. Gerek Açık Toplum Vakfı’nın desteklediği projeler gerekse de diğer projeler kapsamında Gezi Olaylarının finansmanı olarak değerlendirilebilecek hiçbir destek söz konusu değildir.”
İlkan Koyuncu Osman Kavala’nın Gezi Olaylarına finansman sağladığı veya olayları yönettiğine ilişkin soyut iddialara karşı somut açıklamalarının yanı sıra tüm muhasebe kayıtlarını da ayrıntılı olarak soruşturma dosyasına sunulacağını söyledi. Koyuncu açıklamada yer verilen bilgilerin gerçeğin anlaşılmasına katkı sağlayacağını ümit ettiğini belirtti.
Nobel Barış Ödülü’ne layık görülen Kongolu jinekolog Mukwege ile Ezidi aktivist Murad, ödüllerini aldıkları törende savaşlarda cinsel şiddet mağduru olanların korunması için dünyaya çağrıda bulundu.
Törende birer konuşma yapan jinekolog Mukwege ve Ezidi aktivist Murad, savaşlar sırasında cinsel şiddet mağduru olanların korunması için dünyaya çağrıda bulundu ve özellikle kadın ile çocukların zor durumdaki hallerine ilgisizliği eleştirdi. Oslo’daki törende konuşan Kongolu Mukwege, “Eğer bir savaş verilmesi gerekiyorsa bu toplumumuzu yavaş yavaş tüketen ilgisizliğe karşı olmalıdır” dedi.
Cinsel şiddet mağduru kadınları tedavi eden ve mağdurlar için Panzi adında bir hastane kuran Mukwege tecavüzün yol açtığı fiziksel hasarın giderilmesi konusunda dünya genelinde önde gelen uzmanlardan biri olarak görülüyor.
Ağustos 2014’te Kuzey Irak’taki Sincar kenti yakınlarından kaçırılan Nadia Murad uzunca bir süre IŞİD tarafından rehin tutulmuş ve tecavüze uğramıştı. IŞİD’in elinden kurtulduktan sonra aktivist olan Murad, 2016 yılında Birleşmiş Milletler İyi Niyet Elçisi seçilmişti.
Halkların Demokratik Partisi (HDP) eski Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş Twitter hesabından avukatları aracılığıyla gündeme ilişkin açıklamalar yaptı.
Demirtaş, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) tahliye edilmesi yönünde verdiği karar için “Allah muhafaza, az kalsın dışarıyı boyluyorduk” dedi.
Kitap ve müzik tavsiyesinde bulunan Demirtaş, mesajlarında 31 Mart yerel seçimlerinde gençleri ve kadınları belediye başkanlığı ve meclis üyeliği için adaylık başvurusu yapmaya çağırdı.
Demirtaş 12 Aralık’ta Sincan’da görülecek duruşmaya da katılacağını hatırlattı. Demirtaş 4 Kasım 2016’dan bu yana Edirne F Tipi Cezaevi’nde.
Birleşmiş Milletler (BM) İklim Zirvesi (COP24), 2-14 Aralık tarihleri arasında Polonya’da devam ederken TEMA Vakfı yaptığı açıklama ile Türkiye’nin iklim değişikliği konusunda yapması gerekenlere dikkat çekti.
Son dönemde dünyanın karşı karşıya kaldığı en büyük tehlikenin iklim değişikliği olduğunu ifade eden TEMA Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Deniz Ataç, “İklim değişikliğinin etkilerini artık bugün yaşıyoruz. Özellikle son dönemde yaşanan kuraklık, seller, dolu gibi aşırı hava olayları hayatımızı doğrudan ve olumsuz etkiledi. Eğer önlem almazsak bu etkiler artarak sürecek. Germanwatch tarafından zirve kapsamında yayımlanan Küresel İklim Riski Endeksi’ne göre Türkiye’de 2017 yılında olan aşırı hava olayları toplamda 1,9 milyar dolar ekonomik hasara yol açtı. Ayrıca ülkemizde hava sıcaklıklarında hızlı değişmeler görülüyor. İklim modelleri gelecekte Türkiye ve çevresinde ortalama hava sıcaklıklarında önemli ve hızlı artışların olacağını gösteriyor. Bu şekilde devam edersek sağlıklı suya ve gıdaya erişimin zorlaştığı, havanın ve denizlerin kirlendiği, tüm kıyı ve kara yaşamının bozulduğu bir dünyada yaşamak zorunda kalacağız. Tüm canlı yaşamının birbirine bağlı olduğu düşünüldüğünde bu risklerden öncelikle biz insanlar etkileneceğiz” dedi.
Türkiye’nin iklim değişikliğinden en fazla etkilenecek bölgelerden biri olan Akdeniz havzasında yer aldığını belirten Deniz Ataç, “Olumsuz tabloya rağmen halen geç kalmış değiliz. Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli Ekim ayında yayımlanan 1,5 °C Küresel Isınma Özel Raporu ile sıcaklık artışının 2 °C yerine 1,5 °C’nin altında sınırlandırılması ile iklim değişikliğinin birçok etkisinin azaltılabileceğini ortaya koydu” diye konuştu.
İklim değişikliğiyle ilgili atılacak adımların ulusal ölçekte pek çok faydası bulunuyor. NewClimate Institute (NCI) ile CAN Europe (Avrupa İklim Ağı) tarafından Türkiye İklim Ağı’nın desteği ile hazırlanan “İklim Hareketine Geçmenin Yan Faydaları: Türkiye İklim Taahhüdünün Değerlendirmesi Raporu” Paris Anlaşması’na uyumlu politikaların Türkiye için daha güçlü ekonomi anlamına geldiğini göstermişti.
Raporda yapılan analiz, 1,5°C ve 2°C derece hedeflerine uygun bir şekilde, Türkiye’nin yüzde 100 yenilenebilir enerjiyi ve enerji verimliliğini önceliklendirdiği takdirde, fosil yakıtlara bağlı enerji ithalatından 23 milyar dolar tasarruf edebileceğini, 2030 yılına kadar hava kirliliğine bağlı toplam 35 bin ölümü engelleyebileceğini ve enerji sektöründe 64 bin yeni iş imkanı yaratabileceğini gösteriyor.