Ana Sayfa Blog Sayfa 2607

Felaketler ve tasarım: Felaket sonrasında şüphe duymamız gereken şey – Korhan Gümüş

0

Felaketlerin gerçekliğe çarpma, temas etme anları olduğu sıklıkla dile getirilir. Bir yarık açtıkları ve bu yarıktan bir takım bilgilerin ortalığa saçıldığı. Sanki gerçeklik (bir an için de olsa) karşımızda belirir. Anlam gösterenler arasındaki ilişkide üretilir, oysa ortaya dökülenler gerçekler değil, semptomlardır. Normların tekrarlanan matrisler olarak sınıfsal bağlamlarından kopmadıklarını, asimetrik bir kamu düzenini yeniden ürettiklerini ve işaretsizleştirilenin aynı mekanizmalar içinde bakışımlı bir kamu düzenine taşındığını, temsil ediliyormuş gibi olduklarını gösterirler.

Felaketler hem semptomları, yani işaretleri, hem de onları gerçeklik kurguları ile ilişkilendiren bağlantı noktalarını ortaya çıkarır. Bu karşılaşma anı gerçeklik hakkında değil, başka bir şey hakkında fikir verir: Geçerli olan gerçeklik kurgusunun sorunlu olduğunu. Ancak çoğu zaman bunun gerçeklik olarak algılanması, kurumlarıyla,işleyişleri ve eylemlilikleri ile bu kurgunun sürekliliğini sağlayan şeydir. Var olan kurgulama sistemini yeniden üretir. Çünkü felaket öncesinde olduğu gibi, sonrasında da dile getirilebilen şeyler, ne kadar zorlarsak zorlayalım, gerçekler değildir, kurgulardır. 

Gerçeklik, gözleri kamaştırır ve kimi zaman da tersine bir işlev görür, geleceğe taşınan işleyişlerin izlerini siler.

Çünkü felaketlerin ortaya çıkardığı şey gerçeklik değil, gerçeklik kurgularıdır. Sorun gerçekliğin bir nedensellik içinde geçmişe itilmesidir. Sorun başlangıçta, felaketlerin öncesine uzanmaktadır. Gerçekliğin bu istisnai durumu onun aynı zamanda neden engellenemediğine de işaret eder: Gerçeklik kurgularının neden sorgulanamadığına.

“Bina çürükmüş, üç kat izni varmış, üzerine ruhsat dışı kaçak katlar çıkılmış. Yapı denetimsiz, gelişigüzel inşa edilmiş. Enkaz kalıntılarındaki midye kabuklarından anlaşılıyor ki inşaatta ayıklanmadan, yıkanmadan deniz kumu kullanılmış. Beton mukavemeti düşükmüş. Hatta zemin kat kolonlarının bazıları kaldırılmış… Hatta yıkılan apartmandaki daire sahipler İmar Barışı için başvurmuşlar…

Anlam sürekli semptomlar (gösterenler) arasındaki ilişkide yeniden kurgulanır: Felaket neleri gösterir? Birilerinin, kamunun, belediyenin denetim görevini yapmadıklarını. Daha başka neleri gösterir? Proje hatalarını gösterir. Sorumluların proje ve uygulama normlarına uymadıklarını, gerekli olanı yapmadıklarını, görevlerini ihmal ettiklerini… Kimi zaman basında suçlular, sorumlular aranır. Konuyla ilgili kişiler yaşanan felaketlerin kendilerini haklı çıkardığını söylerler. Hatta kimi zaman semptomlar nedenlere dönüştürülür. Yöneticiler konuyu yakından takip ettiklerini göstermek için kayıp yakınları, yaralılar ile ilgilenirler. Hatta Kartal’daki örnekteki gibi yıkılan binanın çevresindeki başka  yapılarda da sorunlar tespit edilir. Yıkılmalarına karar verilir.

Semptomların alternatif gerçeklik kurgularını silmek için kullanımı üzerine bir örnek:

99 depreminden sonra üniversitelerin katılımı ile hazırlanan Deprem Master Planı’nın 22 sayfalık katılım bölümü dahi katılımla hazırlanmamıştı. Bu bölümde kamu otoritesine televizyon kanallarını kullanması, halkı eğitmesi öneriliyordu. Böylece tuhaf bir şekilde “Master Plan”ı hazırlayan koskoca kurumlar “sivil toplum katılımı” bölümünü hazırlarken dahi kendi burunlarının dibindeki yapıyı bile görememişlerdi. Çünkü felaket sonrası sivil girişimler, bağımsız kişiler hiç de böyle bir yönetim deneyimine sahip olmadıkları halde kamu yönetiminin yerine getiremediği koordinasyon işlevini üstlenmişlerdi. Bütün kanallara, hatta resmi kurumlara dahi bilgi bu ağın içinden ulaşıyordu. Hiç bir deneyimleri olmamasına rağmen ilk günden itibaren esnek bir ilişki yapısıyla yönetim ihtiyaçlarını karşılar hale gelmişlerdi. Buna karşılık sonradan bölgeye gönderilen vali yardımcıları, bürokratlar uzun bir süre işlevsiz oturdular. Ta ki bütçeler harekete geçene, ihaleler, resmi kurumsal işleyişler başlayana kadar.  “Sivil Koordinasyon” adı verilen yapı ile kamunun işleyişi arasında öyle bir nitelik farkı vardı ki, resmi kuruluşlar adına bölgede çalışanlar kendi yaptırdıkları geçici barınakları değil, sivillerin neredeyse yarı fiyatına mal ettikleri ama çok daha nitelikli geçici barınakları tercih ettiler. Deprem sonrası büyük bütçelerle hazırlanan bu Master Plan’ı hazırlayanlar katılım bölümünü hazırlarken sivillerin sürece nasıl katıldığını, gönüllü insan kaynaklarını nasıl seferber ettiğini ve nasıl bu işi başardıklarını bile merak etmemişlerdi. Hazırladıkları “Master Plan”da katılımdan söz ederken bile gene kendi bildikleri nesneleştirici,  merkezci ve tek yönlü bir ilişki biçimini tekrarlıyorlardı. Bu yüzden bu çalışma depreme güya bir çözüm olarak Büyükşehir billboard tanıtım materyellerinde yer aldı ve unutuldu.  

Semptomlar ile kurgular arasındaki ilişkilerin neden kurulmadığına dair ikinci örnek:

Kimi zaman çöken bir binanın beton enkazının altında ezilerek can veren insanların suçlandıkları görülür. Bunun nedeni kendi yarattıkları sonuçla yüzleşememek, bağlantıları kurmayı reddetmek. Oysa durum tam tersi de olabilir. Bu ikinci örnek semptomlar arasındaki nedensellik bağlarını sorgulamayı hedefliyor.

12 Kasım’daki felaketten sonra Düzce’deki yardım çalışmalarına katılan bir kişinin bir yıkıntının önünden geçerken sürekli titreme nöbetleri geçirdiğini fark etmiştim. Kendisini tanıyan kişiler “bu yıkıntı onun eşini ve çocuğunu kaybettiği yapının enkazı” dediler. Kendisi o saatte işte olduğu için felaketten kurtulmuştu. Aradan epey bir süre geçti. Onun ilk defa konuşmaya başladığını gördüm. Sürekli “bilseydim yapar mıydım” deyip duruyordu. Bana şöyle açıkladılar: “Enkazın olduğu yerde geçmişte iki katlı eski evleri varmış. Çocukları olduktan sonra bir müteahhite vermiş. İki katlı yapının yerine bir apartman yapılmış. Ancak deprem anında zeminde sıvılaşma olmuş, yapı yıkılmış. Adamcağızın niyeti ailesine daha iyi yaşam koşulları sağlamakmış.” Zannedersem bu kayıptaki rolünden dolayı kendisini suçlayıp, bu sözü söyleyip duruyordu. Evet, insanlar bilmiyorlar. Zeminin deprem anında çok katlı bir yapıyı taşıyamayacağını bilmiyorlar. Satın aldıkları, kiraladıkları, inşa ettirdikleri binaların depreme dayanıklı olup olmadığını bilmiyorlar.

Kurgular arasındaki ilişkilerin sorgulanmasına dair üçüncü örnek:

99 depreminden sonra bölgeye gelen Dünya Bankası uzmanı Randolph Langenbach şöyle bir gözlemini aktarmıştı: “Felaketten sonra, havalar soğumasına rağmen, binaları ayakta kalan insanların, modern apartman şeklinde yapılmış bu evlere girmediklerini gördüm. Bu insanlar eski, ahşap çatkılı, hımış dolgulu evlerine geri döndüler, yerleşim alanlarının dışındaki kırsal bölgelere göç ettiler. Bu yapıların olduğu yerleşim alanlarında nüfus artışı oldu.”

Bu gözlemin ortaya koyduğu şey, plansız ve projesiz yapılmış geleneksel yapıların depreme daha dayanıklı olduklarının halk tarafından bilindiğiydi.

Bu plansız ve projesiz inşaat tekniklerinde risk bilgisi yapma eylemliliğinin içindedir. Yapılaşma normları, plan ve projeler ile değil, kuşaktan kuşağa aktarılan yapma bilgileri ile evler inşa edilir. Buna karşılık modern dediğimiz yapılaşma tekniklerinde risk bilgisi yapma eylemine içkin değildir. Mekan eylemlilikleri, gösterenleri temsil eden gösterenler yani inşa eylemini temsil eden kurgular içinde yer alır. Geleneksel inşa faaliyetlerindeki gibi doğrudan bir aktarım söz konusu değildir.

Söylediğim gibi tartıştığımız konu felaketlerin gerçeklere değil, gerçekleri nasıl algıladığımız kurgulardaki kopuşlara işaret ettiği. Felaketler bize gerçekleri değil, kurguların üzerinde yeniden (sonuçsuz ve sınırsız bir biçimde) düşünmemiz gerektiğini gösterirler. Bu yüzden felaket anlarının yalnızca bize çıplak gerçekleri gösterdiğini iddia etmek, onların ontolojik kurgularını ihmal etmeye, hatta onlar üzerinde düşünmemizi engellemeye yol açabilir. Felaketin ortaya çıkardığı şeyin çıplak bir gerçeklik olduğunu iddia etmek, dile getirilebilen, simgeselleştirilen gerçeklik kurgusundaki bir sürekliliğe işaret edebilir. Deprem felaketleri sonrasında gerçekleşen kurumsal işleyişler çoğu zaman gerçekliği aynı kurgulama kipi içine taşıma eylemlilikleri olarak görülebilir.

Sonuç: Felaket sonrasında şüphe duymamız gereken şey

Gerçekliğin kendisinden söz etmenin kamu gücünün kullanımı açısından felaket sonrası ortaya çıkan farklı eylemlilik biçimlerini kontrol etmeye, karışıklığı engellemeye çalışma çabası olarak da değerlendirmek mümkün. Bu da kurumsal davranışların içinde felaketin işaret ettiği sorunların hafızalardan silinmeye çalışılmasına, yokmuş gibi yapılmasına yol açabilir. Gerçekliğin kurgusu içindeki bu edilgenlik farklı bir zamansallık içinde mevcut durumun muhafaza edilmesine, ortaya çıkan sorunun izole edilmesine yönelik bir işlev görebilir. Hatta gerçeklikle temasın kurgulardan bağımsız olarak, gerçeğin kendisi olduğunu iddia etmenin bir tür bir geri dönüş biçimi olduğunu, süreç odaklı bir teması dışladığını ve felaketin zihin dünyasında açtığı yarığı kapatma çabası olduğu bile iddia edilebilir.

Çok iyi biliyorum ki yaşanan felaketten sonra yalın (ya da çıplak) gerçek karşısında sınırsız ve sonuçsuz bir temastan ve hala kurgulardan söz etmek kolay kabul edilebilecek bir şey değil. Ancak bir çok siyasal vakada olduğu gibi, sorun imgelerin yeniden üretimindeki karışıklıktan kaynaklanıyor. Zihinsel eylemlilik değil, “çıplak gerçeklik” halini aldığı takdirde bilgi asimetrisi yeniden üretiliyor. Evet, yaşanan felaketin gerçekliği karşısında gerçeklik kurgularındaki sorunlara işaret etmek kolay değil. Yarıktan gerçeklik ortaya saçıldığında kolayca onları dile getirmek varken. Ancak zannedersem felaket sonrasında şüphe duymamız gereken şey de tam bu. Felaket sonrasında kamusal sorumluluk üstlenmiş meslek insanlarının en büyük zaafı yalnızca o yarıkta, yalnızca o an içinde apaçık görünen sorunları dile getirebilme imkanı.

Şurası muhakkak ki felaket sonrası harekete geçen, yardıma koşan sıradan insanlar bunu kimse onlara görev verdiği için değil, kendiliğinden ve bir şey söylemeden yaparlar. Onlar bunu ne olduğunu zaten bildikleri için yaparlar. Oysa kamusal sorumluluk üstlenmiş kurumların, uzmanların ürettikleri şey farklıdır. Onların ürettiği bilgi kurgusaldır. Sözgelimi eğer planlarda, projelerde belli normlar öngörülüyorsa, bu normların neden uygulanmadığı da onların sorumluluğundadır. Bu nedenle müşterek alanları düzenleyen işleyişlerin kurgularla gerçekleştiğini kabul etmek gerekir. Bu kurgular normlar oluşturulmasına yol açarlar. Kurguların statüsü üstdil hüviyetindedir, yani göstereni gösterene bağlayan bir temsil. Buna karşılık öznenin dışında üstdil yoktur. Bu yüzden dışından bakıldığında bilgi bir norm olarak değil, dil olarak algılanır. Normlar şiddet aracılığıyla biçimlenirler.

Müşterek alanı düzenleyen normların, planların işlev görebilmeleri için arizi olarak değil, sürekli olarak temsil alanından kopmaları, sınırsız ve sonuçsuz bir temasla, uygulamalı olarak canlı tutulmaları gerekir. Normların uygulanışının, yönetimlerin kural koyma vasfının olmasının koşulu onların belli bir matrise bağlı kalarak tekrarlanması değil, simgeselleştirilemeyenle temasının sürekli ve sınırsız olması gerekir.

Sembolik şiddet rejimi için temas etmemek, temsil edilmeyeni işaretsizleştirmek bir kural ise, kritik bir düşünce için öznelliğini fark etme, gizlememe, bilinmeyen ve temsil edilmeyenle sürekli bir temas arayışı, neredeyse bilme eylemini öznenin kendisini imha etmesine kadar götürebilecek zorlayıcı bir ilişki, merak, eksik kalanı anlamaya çalışma çabası normaldir. 

Buradaki problem daha komplekstir, çünkü kurgulama dinamiğinin kökeninde temassızlık değil, temas bulunur. Agamben’den hareketle bu birbiriyle tamamen ters olan, biri temas diğeri temassızlık üzerine kurulu iki ayrı tasarım ontolojisinin birincisine zannnedersem “kutsal”, diğerine “dünyevileşmiş” diyebiliriz.

Semptomlar ancak bu sınırsız temas arayışı ile simgeselleştirme eyleminin dünyevileştirilmesine yol açacak sonuçlar yaratabilir.

Korhan Gümüş

Türkiye AİHM’de bir günde dört dava kaybetti

Türkiye dün (19 Şubat 2019 Salı) Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde (AİHM) görülen dört davadan dördünü de kaybetti. İlk dava, devletin işkence ve kötü muamelesine maruz kalan Kemal Gömi’nin davasıydı.

1993 yılında Dev-Sol üyesi olmak ve anayasal düzeni silah zoruyla değiştirmeye teşebbüs etmekle suçlanan Gömi, 1997’de idam cezası almış, idamın kaldırılmasıyla birlikte ceza ağırlaştırılmış müebbete çevrilmişti.

Bolu F Tipi Cezaevi’nde tek kişilik hücrede olan Gömi’ye 2003 yılında Adli Tıp Kurumu’nca “psikosomatik bozukluk” teşhisi kondu. Adli Tıp Kurumu, 22 Eylül 2010’da Gömi’ye “rezidüel şizofreni” teşhisi koyarak “Hapishane koşullarında yaşayamaz, Cumhurbaşkanlığı affına uygundur” şeklinde 9269 numaralı raporunu verdi.

Avukatı Özkan Köylüoğlu, bu raporla birlikte, Gömi’nin cezasının kaldırılması için 25 Şubat 2011’de Cumhurbaşkanlığı’na sunulmak üzere Adalet Bakanlığı’na dilekçe verdiklerini açıkladı. Ancak başvuruları reddedildi.

Bunun üzerine avukatları 2011’de AİHM’e başvurdu. Mahkeme 8 yıl sonra kararını açıklayarak Türkiye’nin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) işkence ve kötü muameleyi yasaklayan maddesini çiğnediğine hükmetti. Türkiye, Gömi’ye 10 bin euro da tazminat ödeyecek.

İkinci dava arsasına el koyulan Ilımdar Çataltepe’nin açtığı davaydı. AİHM Türkiye’nin özel mülkiyetin ihlali suçunu işlediğine hükmederek başvurucuya 295 bin euro maddi, 5 bin euro manevi, 3 bin euro da mahkeme masrafı ödemesine karar verdi.

Üçüncü dava camilerin elektrik faturalarının ödenirken cemevlerinin faturalarının ödenmemesine karşı CEM Vakfı’nın açtığı davaydı. AİHM daha önce Türkiye’nin ayrımcılık yaptığına ve düşünce, vicdan ve din özgürlüğünü ihlal ettiğine hükmetmişti.

AİHM, Türkiye’nin CEM Vakfı’na 44 bin 400 euro maddi ve 10 bin euro manevi tazminat ödemesine karar vermiş, Türkiye ise mahkemeye başvurarak maddi tazminatın 22 bin 300 euroya düşürülmesini talep etmişti.

AİHM bugün verdiği kararda bu başvuruyu reddetti ve CEM Vakfı’na toplam 54 bin 400 euro ödenmesine hükmetti.

Dördüncü davada ise PKK üyesi olmakla suçlanan Ruşen Bayar’ın başvurusu görüldü. Bayar 2004’te başlayan davada 2009 yılında mahkum olmuş, ceza 2010’da onanmıştı.

AİHM Türkiye’nin yargılama sırasında, aralarında makul yargılama süresi, ifade verirken avukata erişim hakkı, suç ile itham edilen kişilerin hakları, hak ve özgürlükleri ihlal edilen kişilerin başvuru yapma hakkının da bulunduğu 8 ayrı ihlal gerçekleştirdiğine hükmetti ve Bayar’a 5 bin 300 euro manevi, 2 bin 309 euro da maddi tazminat ödenmesine hükmetti.

Böylece Türkiye’nin bugün AİHM’de kaybettiği davalar nedeniyle ödeyeceği tazminat 375 bin euroyu (yaklaşık 2 milyon 240 Türk lirasını) aştı.

AİHM, Perşembe günü de Hasankeyf hakkında bir karar açıklayacak.

.

(Artı Gerçek, BBC Türkçe)

Pera Müzesi’nden “Zaman Değişmeli” sergisine paralel etkinlikler

Pera Müzesi20 – 28 Şubat 2019 tarihleri arasında “Zaman Değişmeli” sergisi kapsamında bir dizi etkinlik düzenliyor.

Etkinlikler kapsamında Prof. Dr. Kaan H. Ökten “Varoluş ve Zaman”, sanatçı ve akademisyen Şeref Erol “Form Olarak Zaman Üzerine Çözümsel Yaklaşımlar” başlığı taşıyan birer konuşma gerçekleştirirken, Edebiyat ve Kültür Dergisi altZine iş birliğiyle zaman temalı metin okuma etkinliği düzenleniyor. Konuşma etkinlikleri Pera Müzesi Oditoryumu’nda, “Zaman Üzerine Metin Okuması” ise Pera Café’de ücretsiz sunuluyor. 

İlk etkinliği Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Felsefe Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Kaan H. Ökten’in katılacağı “Varoluş ve Zaman” başlıklı konuşma  oluşturuyor. Ökten, konuşmada, tarih boyunca çeşitli şekillerde yorumlanan ve açıklanan zaman kavramını mercek altına alarak, zamanın varoluşsal perspektiflerini içeriden bir bakışla betimleyip, varlığın saha ve olanaklarını irdeleyecek. Etkinlik, 20 Şubat Çarşamba günü, saat 18:30’da başlayacak. “Zaman Değişmeli” sergisi kapsamında gerçekleştirilen ikinci etkinliği ise sanatçı ve akademisyen Şeref Erol’un katılacağı “Form Olarak Zaman Üzerine Çözümsel Yaklaşımlar” başlıklı konuşma oluşturuyor. Konuşmasında zaman kavramını, mantık, matematik ve felsefe bağlamında irdeleyecek olan Erol, kavramı kimi düşünsel süreçleri ilişkilendirerek ele alacak. Etkinlik, 28 Şubat Perşembe günü, saat 18:30’da gerçekleşecek.

Dizinin son etkinliğini, Edebiyat ve Kültür Dergisi altZine iş birliğiyle düzenlenen zaman temalı metin okumaları oluşturuyor. Etkinlik kapsamında, 2018 yılı boyunca yayınlanan zaman teması etrafında şekillenen dört sayıdan seçilen metinler, yazarlarının sesinden dinleyicisiyle buluşacak. Etkinlikte Hande Ortaç dört sayıya yayılan göç, eve dönüş, çocukluk gibi konuları işleyen polisiye öyküsünün “Kemik 1: Navigasyon” başlıklı ilk bölümünü; Emir Çubukçu, bir kaybın ardından yaşadığı düğümü çözmeye çalışan bir adamın hikâyesini anlattığı “Masada Kılçıklar”ı; İlay Bilgili, bir adamın hatıralarını sorgularken geçmişinden gelen acılara tanıklık edilen “Panta Rhei”yi ve Ulya Soley, bir pazar akşamı ormanda yürüyüşe çıkan ve bir daha asla görülmeyen Jim Thompson’ın kayboluşunun ardındaki esrarengiz hikâyeyi ele alan “Jim Thompson’ın Esrarengiz Kayboluşu” isimli öyküyü seslendirecek. Etkinlik, 23 Şubat Cumartesi günü, saat 13:00’de başlayacak.

.

(Yeşil Gazete)

Performistanbul “Canlı Sanat Araştırma Alanı” hayata geçiyor

Uluslararası performans sanatı platformu Performistanbul, çeşitli kültür sanat kurumlarıyla iş birliği içinde gerçekleştirdiği çalışmalarını ‘mekânsız’ kimliği ile farklı mekânlarda sürdürmeye devam ederken, yepyeni bir sayfa açarak bu alana yeni bir soluk getirmeyi hedefliyor.

Platform, canlı sanat alanında bir çok kaynağa ev sahipliği yapacak, performans sanatının eğitimi ve gelişimi konusunda önemli bir rolü̈ olacak Canlı Sanat Araştırma Alanı‘nı hayata geçmeye hazırlanıyor.

Uluslararası canlı sanat arşivi, dokümantasyonu ve yayınlarından oluşacak 7000’in üzerinde kaynağı bir araya getirecek olan PCSAA, Londra’da bulunan Live Art Development Agency (LADA)’yi model alarak çalışılmalarını sürdürüyor. Bu doğrultuda, LADA’da hali hazırda var olan, uluslararası sanatçıların performanslarının dijital dokümantasyonu arşiv koleksiyonuna ekleniyor. Ayrıca, 500’e yakın uluslararası performans sanatçısıyla iletişim kuruldu ve 100’ün üzerinde sanatçıdan arşiv ve dokümantasyon bağışları toplanmaya başlandı. Bu sayının giderek artması adına yerel ve uluslararası performans sanatçılarından veya üretimlerinde performans sanatına yer veren sanatçılardan kitap ve arşiv bağışı bekleniyor. SAHA Derneği’nin Bağımsız Sanat İnisiyatiflerinin Sürdürülebilirliğine Yönelik Destek Fonu 2018 – 2019 kapsamında destek verdiği inisiyatiflerden biri olan Performistanbul, aldığı destek ile PCSAA’nın gelişimi için çalışmalarını devam ettiriyor.

Bu yıl içerisinde başlayacak Performistanbul yayın dizisi ile önemli kaynakların Türkçeleştirilmesi ve performans sanatı alanında yeni yayınların oluşturulması için de çalışmalar devam ediyor.
Kütüphane ve dijital arşivin yanı sıra mekânda, canlı süreç̧ ile performans sanatını odağına alan farklı türde etkinlikler de düzenlenmesi planlanıyor. Mart ayından itibaren, Performistanbul Canlı Sanat Araştırma Alanı’nda eğitim seminerleri, söyleşiler ve atölyeler gerçekleştirilecek.

Canlı Sanat Araştırma Alanı İçin Yine İhtiyaç: Sen!

2018 yılında gerçekleşen İHTİYAÇ: SEN, birinci yıl dönümünde dijital bir arşive dönüşüyor. Performistanbul Canlı Sanat Araştırma Alanı 20 Şubat – 20 Mart 2019 tarihleri arasında yeniden kapılarını açıyor.

Performistanbul ’un İhtiyaç̧: Sen başlığı altında sunduğu, 16 Şubat – 16 Mart 2018 tarihleri arasında gerçekleşen ve 28 gün boyunca 24 saat aralıksız devam eden 672 saatlik canlı sürecin arşivi, deneysel dijital arşiv olarak sergilenerek izleyiciyle tekrardan buluşuyor.

Simge Burhanoğlu’nun küratörlüğünde, 10 Performistanbul sanatçısının gerçekleştirdiği 9 performans, izleyicileri sanatçılarla karşılıklı beslenebilecekleri kendilerine ait bir yer bulmalarını amaçlayan, canlı sürece odaklanmaya çağıran ve hayatın içinden bir deneye davet ediyordu.

Performistanbul, bu deneyimi, hem yasayanlar hem de kaçıranlar için farklı bir boyuta taşıyarak ihtiyaç̧: Sen’e inşaat sürecinde ev sahipliği yapan Canlı Sanat Araştırma Alanı’nın kapılarını bu kez dönüşmüş hali ile 20 Şubat – 20 Mart 2019 tarihleri arasında tekrar açıyor. Araştırma alanına dönüştürülen yenilenmiş̧ mekânda, performansların dokümantasyon videoları izleyicilerle ilk defa paylaşılacak. Ayrıca sanatçıların performans süreçleri boyunca biriktirdikleri obje, tuttukları günlük, çektikleri fotoğraf gibi ‘kalıntılara’ hem dijital arşivden hem fiziksel olarak ulaşılabilecek. Bu sürecin sonunda da dijital arşiv internet üzerinden ulaşılabilir hale getirilecek.

Çarşamba, Perşembe ve Cumartesi günleri ziyaretçilere açık olacak mekânda, video gösterimlerinin yanı sıra, Mart ayı boyunca sanatçılar ve farklı disiplinlerden davetlilerle konuşmalar gerçekleştirilecek. Konuşmaların bir kısmında, İhtiyaç̧: Sen’de gerçekleşen performansların içerikleri ve sanatçı/izleyici deneyimleri/ilişkisi ele alınırken, sanatta dijital deneyim, dijital arşiv, sanatın dijitalleştirilmesi, performans sanatının arşivlenmesi gibi konular işlenecek.

.

(Yeşil Gazete)

3. Kadıköy Çevre Festivali’ne başvurular açıldı

Kentte Ekolojik Yaşam temasının öne çıkarılacağı ve bu sene 3.sü düzenlenecek Kadıköy Çevre Festivali’ne başvurular açıldı. Son başvuru tarihi ise 11 Mart 2019.

Festivalde atölye, söyleşi, tiyatro, film gösterimi, kitap okuma, drama, sergi, konser gibi herkesin ilgisini çekebilecek çok sayıda etkinlik yer alacak.

Doğaya duyarlı ve farkındalık oluşturmak isteyen tüm demokratik kitle örgütlerinin, sivil toplum kuruluşlarının, platform ve inisiyatiflerin katılımına açık olan Kadıköy Çevre Festivali’ne başvurular başladı. 

İlki 2017 yılında düzenlenen ve her yıl yaklaşık 20 bin kişinin ziyaret ettiği festival bu yıl da Selamiçeşme Özgürlük Parkı’nda yapılacak.

24 – 26 Mayıs 2019 tarihlerinde 3 gün boyunca sürecek çevre festivali, doğayı odağına alan tüm bileşenleri bir kez daha bir araya getiriyor.

Katılımcı kurumların stantları ile yer aldığı festival programı yine katılımcılarla birlikte oluşturuluyor. “Kentte Ekolojik Yaşam” temasının öne çıkarılacağı festivalde atölye, söyleşi, tiyatro, film gösterimi, kitap okuma, drama, sergi, konser gibi herkesin ilgisini çekebilecek çok sayıda etkinlik yer alacak.

Festivalde stant açmak, etkinlik düzenlemek (atölyeler, konserler, paneller, tiyatrolar, doğa gözlemleri gibi) isteyen herkesin  cevrefestivali.kadikoy.bel.tr/ adresindeki başvuru formunu doldurması yeterli.

.

(Sivil Sayfalar)

SineBU, Europa Cinemas ağına dâhil oldu

Boğaziçi Üniversitesi kampüsü içinde sinemanın en iyi örneklerinin izlenebildiği SineBU, Avrupa Konseyi’nin kültürel girişimleri desteklemek için oluşturduğu Eurimages fonundan destek aldı.

Sadece Boğaziçi Üniversitesi mensupları ve öğrencilerine değil tüm İstanbul halkına açık olan SineBUEurimages desteğiyle Türkiye’de yalnızca 15 sinema salonunun dâhil olduğu Europa Cinemas ağına katıldı. SineBU aynı zamanda İstanbul’da bu ağa dâhil olan 3. sinema salonu oldu.

SineBU, 2015 yılından bu yana dünya sinemasından en seçkin vizyon filmlerini perdesine taşıyor. SineBU şimdi de Türkiye’de 15 sinema salonun dâhil olduğu Europa Cinemas ağına katılmayı ve Eurimages fonundan yararlanmaya hak kazandı. Çoğunlukla Avrupa Birliği kökenli filmlerin temsilini artırmak amacıyla Avrupa Konseyi bünyesinde karşılıksız olarak verilen Eurimages fonu, 38 üye ülkedeki sinema salonlarına da destek sağlıyor.

.

(Yeşil Gazete)

Ekolojik Yaşam Buluşmaları’nın Şubat ayındaki konuğu Oya Ayman

Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği 23 Şubat Cumartesi günü İzmir’de Ekolojik Yaşam Buluşması gerçekleştiriyor. Oya Ayman’ın konuşmacı olarak katılacağı buluşma saat 11.00’da İzmir Sanat Kültürpark-Gençlik Tiyatrosu’nda.

Oya Ayman’ın söyleşisi sırasında, “Kentten kıra yakından bakış; kır ve köyle ilişkimizi yeniden gözden geçirmek üzere bir sohbet; köyle, toprakla ve tarımla nasıl bir ilişki kuruyoruz?; Toprakla, suyla, iklimlerle, mevsimlerle ve kırsalda yaşayan diğer türlerle bağımızı nasıl güçlendirebiliriz?; Kır ile kent arasındaki dayanışmaya neden ihtiyacımız var? ve tüketicilikten  türteticiliğel nasıl adım atabiliriz? ” konuları ele alınacak.

Herkesin katılımına açık şekilde düzenlendiğini ve ücretsiz olduğu belirtilen söyleşi 14:00’de ise sona erecek.

.

(Sivil Sayfalar)

Cerattepe’nin yıldönümünde 6 ilde eylem: Cerattepe’den vazgeçmeyeceğiz!

Artvin’in Cerattepe bölgesinde yürütülen madencilik faaliyetlerine karşı çıkan vatandaşlar, 3 yıl önceki olayların yıl dönümünde; Artvin, Bursa, İstanbul, Ankara, İzmir ve İzmit’te bir araya gelerek basın açıklaması yaptılar. Açıklamalarda “Artvin halkının mücadelesi her zorluğa karşı sürecek” denildi.

Artvin’de 16 Şubat 2016’da, maden şirketi araçlarının bölgeye gitmesini engelleyen gruba güvenlik güçlerinin müdahalesi sonrası çıkan olayların 3’üncü yıl dönümünde Yeşil Artvin Derneği üyeleri Halit Paşa Meydanı’nda toplanarak basın açıklaması yaptı.

Yeşil Artvin Derneği Başkanı Nur Neşe Karahan

Yeşil Artvin Derneği Başkanı Nur Neşe Karahan, konuşmasında Artvin halkının Cerattepe mücadelesini sürdürdüğünü belirterek, “Hukuksal olarak halen 730 kişi ile başvurduğumuz Anayasa Mahkemesi’nde başvurumuz inceleniyor. Maden şirketinin 32 hektarlık alan için ÇED izni almış olmasına rağmen 240 hektarlık alanı kapsamına aldı. Rize İdare Mahkemesi’nde açmış olduğumuz dava ise 2018 yılı Aralık ayında sonuçlanmış olup bu yasa dışı izin verilmesi işleminin iptaline karar verilmiştir. Bu karar başından bu yana maden şirketinin ÇED izni alınan alanla yetinmeyeceği, bir kanser hücresi gibi yayılacağı ve bütün Artvin coğrafyasını işgal ederek bize yaşam alanı bırakmayacağı yönündeki söylediklerimizin ne kadar haklı olduğunu göstermesinin yanı sıra mücadelenin bitmediğini, mücadele edenlerin mutlaka kazanacağını, yaşam hakkı mücadelesinin kutsal bir mücadele olduğunu göstermesi açısından büyük önem taşımakta olup bütün halkımız için bir moral ve motivasyon kaynağı olmuştur” dedi.

Karahan, Cerattepe bölgesindeki su kaynaklarının maden şirketine verildiğini öne sürerek,  pazartesi günü dava açacaklarını söyledi. Açıklamanın ardından grup ‘Artvin´de maden istemiyoruz´ sloganları atarak dağıldı.

.

(Sözcü)

Türkiye’nin ilk ve tek kurtarılmış çiftlik hayvanları barınağı Angel’s Farm Sanctuary

Türkiyenin ilk ve tek kurtarılmış çiftlik hayvanları barınağı Angel’s Farm Sanctuary’in kurucusu Sibel Çakır, barınağın kuruluşundan bugüne hikayesini anlattı.

BBC Türkçe’den Aylin Yazan’ın haberine göre barınaktaki yaklaşık 20 türden 700’e yakın ‘kurtarılmış’ hayvan İzmir’deki Angels Farm Sanctuary’de yeni hayatlarını yaşıyor. Hayvanlarn bazıları kesimhanelerden, bazıları kozmetik sanayiinden kurtarılan boğalar, kümes hayvanları, tavşanlar, tecavüze uğramış eşekler, kediler…

Çakır, hayatını çiftlik hayvanlarını kurtarmaya adamaya ilkokul 1. sınıftayken, baktığı kuzunun kurban bayramında kesilmesinin ardından karar vermiş. Barınak ise 23 yıl Ankara’da hizmet verdikten sonra, 2 yıl önce İzmir’e taşınmış.

Çakır barınağı ilk açtıklarında kendilerine deli muamelesi yapıldığını söylüyor ve “‘Bunlar korunur mu? Bunları kes, sat, paraya çevir’ gibi tepkiler alıyorduk. Ama ben yılmadım” diyor.

Barınağın giderleri çiftlikte ve çevredeki dağ köylerinde yetiştirilen organik ürünlerden, Çakır’ın yaptığı tasarım ürünlerden ve az bir meblağ da olsa bağışçılardan karşılanıyor.

Hayatını hayvanlara adamış olan Çakır, hükümetin üzerinde çalıştığı yeni “Hayvanları Koruma Kanunu”nundan da çok umutlu olmadığını söylüyor ve ekliyor: “Devlet yetkililerimize her zaman sesleniyoruz, ‘bu ülkede aklı başında birçok hayvansever var. Onlarla oturun, 2-3 gün toplantı yapın, onların fikirlerini alın, sonra bu yasaları çıkartın’ diye. Bu konulardan uzak insanların mecliste toplanıp ‘işte bu böyle olacak, şöyle olacak’ demeleriyle çıkan kanunlada ne yazık ki başarıya ulaşamayacağız.”

.

(BBC Türkçe)

Cizrespor’a Antalya’da ırkçı saldırı: Oyuncular darp edildi

Spor Toto 3. Lig ekiplerinden Cizrespor, bu hafta Antalya’da oynadığı Serik Belediye Spor maçında, taraftarın ırkçı saldırısına maruz kaldı. Müsabaka başlamadan önce taraftarlar Cizrespor aleyhine ırkçı tezahüratlarda bulunurken 1-1 biten karşılaşmanın sonrasında ise Cizrespor’un 3 oyuncusu ve kaleci hocası darp edildi. Cizrespor futbolcuları karşılaşma sonrası zırhlı araçlarla stattan ayrılmak zorunda kaldı.

‘Cizrespor’un golünün ardından skor tabelası bayrakla kapatıldı’

Cizrespor Külüp Başkanı Maruf Sefinç, Cizrespor kafilesinin stada girişinde çalan Tarkan’ın hareketli bir parçasının daha sonra ‘Ölürüm Türkiyem’ şarkısıyla değiştirildiğini ifade etti. Başkan Sefinç, Cizrespor 1-0 öne geçtiğinde skor tabelası ekranının ‘Türk bayrağı’ ile kapatıldığını söyledi. Maçın ardından Serik Belediyespor’un Sinan Kalaycı ve Alican Tez adlı 2 futbolcusunun Cizrespor’un kaleci antrenörüne saldırarak yumruk attığını söyleyen Cizrespor Başkanı Maruf Sefinç, statta rehin kaldıklarını ifade etti.

Maçın ardından Cizrespor taraftar grubunun twitter hesabından yayınlanan mesajla saldırıyı kınayanlar, “Serik’te maç bitiminde saldırıya uğradık ve stadtan futbolcularımız zırhlı araçla ayrılıyor. Yabancı sınırını günlerdir konuşuyorsunuz. Gittiği her deplasmanda yabancılaştırılan Cizre’yi konuşacak mısınız?” diye sordu.

Olaylı karşılaşmanın ardından sosyal paylaşım sitesi Instagram’dan açıklama yapan Serik Belediyespor Kulübü Yönetim Kurulu, saldırının nedeninin “Cizrespor teknik heyetinden bazı kişilerin hakemin üzerine yürümesi ve tribünlere dönüp küfür etmesi” olduğu iddiasında bulundu.

.

(Artı Gerçek)