Ana Sayfa Blog Sayfa 2608

Benim kuşağım dünyanın canına okudu: Büyüklerine karşı gelen o çocukları selamlıyorum – George Monbiot

Bu yazı acikradyo.com.tr/ den alınmıştır

Gençlik İklim İçin Grevde (The Youth Strike 4 Climate) hareketi, bana 30 yıllık mücadelem boyunca hissetmediğim kadar büyük bir umut verdi. Bu hafta gelene kadar herşeyin bittiği düşüncesindeydim. Bizi yönetenlerin kayıtsızlığı, kin ve düşmanlığı, bir de kendi kuşağımın çoğunluğunun pasifliği ortada olduğuna göre, iklim yıkımının ve ekolojik çöküşün artık kaçınılmaz olduğunu düşünüyordum. Şimdi ise, uzun yıllardan beri ilk defa bunları geri döndürebileceğimizi sanıyorum.

Benim kuşağım da, ondan önceki kuşak da sizi sınıfta bıraktı. Biz kuşaklararası adaletin şu temel ilkesini kavramayı başaramadık: İnsan hayatına indirim oranları uygulayamazsınız. Yani, henüz doğmamış birinin hayatı, halihazırda yaşayan birinin hayatından daha düşük değerde olamaz. Biz sizin hayatınızın bir önemi yokmuş, karşımıza çıkan tüm kaynaklar sadece ve sadece bizimmiş ve onları gelecek kuşaklar üzerindeki etkileri ne olursa olsun canımızın istediği gibi tepe tepe kullanabilirmişiz gibi yaşadık. Böyle yapmakla bir yamyam ekonomisi yarattık: kendi açgözlülüğümüzü doyurmak için sizin geleceğinizi yedik.

Benim kuşağımın bütün mensuplarının eşit derecede suçlu olmadığı doğru. Kabaca söylersek bizimkisi, psikopatların yönettiği diğerkâmlar toplumu. Şaşılacak derecede zengin bir avuç insanın ve onların yemlediği tahripkâr politikacıların yaşam destek sistemlerimizi ezip geçmesine izin verdik. Bazılarımız ötekilerden daha fazla suçluysa da, yönetici zümrelere karşı çıkmaktan ve onların gayrımeşru iktidarını alaşağı etmekten âciz kalmamız, kolektif bir fiyasko. Hep birlikte size miras bıraktığımız dünya – kesin ve kararlı eylemler olmaksızın – yakında barınılır olmaktan çıkabilir.

Her Allah’ın günü evde size “Kendi pisliğini kendin temizlersin” deriz. “Kendi hayatlarınızın sorumluluğunu kendiniz alacaksınız” deriz. Ne var ki bu ilkeleri kendimize uygulamayı başaramadık. Ortalığı berbat ettikten sonra, bu pisliği sizin temizleyeceğinizi umarak çekip gidiyoruz işte.

Bazılarımız sahiden denedi. Sizin şu anda yapmakta olduğunuzu kendi kuşağımıza telkin etmek için yıllarca uğraştık. Ama genel olarak asık suratlarla ve silkilen omuzlarla karşılandık. Yıllar ve yıllar boyunca benim yaşımdaki insanların çoğu ortada bir sorun olduğunu inkâr edip durdu. İklim yıkımının meydana gelmekte olduğunu inkâr edip durdu. Türlerin yokoluşu sürecinin meydana geldiğini inkâr edip durdu. Dünyanın yaşayan sistemlerinin çöküşe gitmekte olduğunu inkâr edip durdu.

Bütün bunları inkâr ettiler çünkü kabul etmeleri, iyi diye baktıkları herşeyi sorgulamaları anlamına gelecekti. Eğer bilim doğru idiyse, arabaları doğru olamazdı. Eğer bilim doğru idiyse, yabancı ülkelerdeki tatilleri doğru olamazdı. Ekonomik büyüme de, yükselen tüketim eğrileri de, doğru olduğuna inanmak üzere yetiştirildikleri tüm sistem de yanlış olmak zorundaydı. Bilim yanlışmış ve kendi hayatları doğruymuş gibi gibi yapmak, bilimin doğru, kendi hayatlarınınsa yanlış olduğunu kabul etmekten daha kolaydı.

Birkaç yıl önce birşey değişti. Aynı insanların bilimi inkâr etmek yerine, şöyle demeye başladıklarını duyuyordum artık:“Tamam, bu bir gerçek. Ama şimdi artık bu konuda birşey yapmak için çok geç.” Baştaki inkârları ile sondaki çaresizlikleri arasında “Bu gerçek, öyleyse harekete geçmeliyiz” dedikleri bir an bile olmadı. Umutsuzluğa düşmeleri de inkârcılığın bir başka biçimi; herşeye eskisi gibi devam edebileceklerine dair kendilerini ikna etmelerinin bir başka yoluydu aslında. Harekete geçmenin bir anlamı yok idiyse eğer, en derin inançlarını sorgulamaya da ihtiyaçları yok demekti. Benim kuşağımın inkârcılığı, bencilliği ve kısa vadede azami kâr çıkarcılığı yüzünden şimdi bu, elimizdeki son şans artık.

Torunlarımın yaşlandıklarında başlarına geleceğinden korktuğum felaketler daha şimdiden olmakta: çöken böcek popülasyonları, kitlesel yokoluş, orman yangınları, kuraklıklar, sıcak dalgaları, seller. Size miras bıraktığımız dünya bu işte. Tüketimimiz arş-ı âlâya çıkarken dikkate almayı ihmal ettiğimiz o doğmamış kuşaklar arasında sizinki ilk kuşak oluyor.

Ama aramızda uzun yıllardır bu mücadele içinde bulunanlar sizleri terk etmeyecek. Siz “Hodri Meydan!” dediniz ve biz de buna cevaben ayağa kalkmalıyız. Sizinle dayanışma içinde olacağız. Biz yaşlıyız, siz de gençsiniz, ama buna rağmen bize siz öncülük edeceksiniz. Size en azından bu kadarını borçluyuz.

Sizin azim ve kararlığınızla bizim tecrübemizi bir araya getirerek, bizleri felaketin eşiğine – ve hatta ötesine – getirmiş bu hayat-inkârcısı sistemi alaşağı edebilecek büyüklükte bir hareket inşa edebiliriz. Elbirliği ile, farklı bir yolu, hepimizin bağlı olduğu doğal dünyayı savunan o hayat-verici sistemi talep etmeliyiz. Siz çocuklarımızı onurlandıran, henüz doğmamış olanların hayatlarına da eşit derecede değer veren bir sistemi. Elbirliği ile öyle bir hareket inşa edelim ki o hareket karşı konulmaz olsun – olacaktır da.

.

Çeviren: Ömer Madra

Bu yazı acikradyo.com.tr/ den alınmıştır

.

George Monbiot

Ayvalık’ın kalem kabukluları ‘pinalar’ ölüyor

Ayvalık’ta “Pina” olarak bilinen Pinna nobilis (kalem kabuklu yumuşakçalar) Avrupa kökenli bir parazitin tehdidi altında. Birkaç yıl önce “Pina tarlası” olarak anılan deniz meraları şimdi hızla “Pina mezarlığı”na dönüyor.

Mine Okur’un papalina.org’da yer alan haberine göre birkaç yıl önce pinalara musallat olan gizemli bir parazit ilk olarak İspanya kıyılarında görüldüğü belirtildi. Parazitin bulaştığı popülasyonda ölüm oranı %99’u buluyor. İspanya’da parazitle ilgili araştırmalar yürüten bilim insanları enfekte olan canlıların sindirim bezlerinde bulunan yeni bir haplosporidian parazit türüne dikkat çekiyorlar.

Parazitin pinaların yok olmasına nasıl yol açtığı ise henüz netlik kazanmış değil, ancak bilim insanları pinaların sindirim sistemine saldırdığını ve kabuklarını kapatamaz hale getirdiğini tespit ettiler. Parazit zamanla sindirim bezlerinin tıkayarak canlının ölümüne neden oluyor. Kabuklarını kapatamayan pinalar bir yandan hastalıkla boğuşurken bir yandan da diğer canlıların açık hedefi haline geliyor. Popülasyona bulaşan parazit canlıların hayatta kalma şansını da ortadan kaldırıyor.

Uluslararası Doğa Koruma Birliği’nden Maria Del Mar Otero bir yıldan kısa sürede İspanya kıyılarının yok olduğunu Fransa, Malta, Tunus ve İtalya’nın bazı bölgelerinin de parazitten etkilendiğini söylüyor.

.

(Papalina.org)

25 ilde patates ekimi yasaklandı

Fiyatı artan sebzeler arasında yerini alan patatesin, 25 ildeki toplam 141 bin 650 dekar alanda üretiminin yasaklandığı ortaya çıktı.

Son günlerde fiyatı artan sebzeler arsında yerini alan patatesin, Tokat ile beraber 25 ildeki toplam 141 bin 650 dekar alanda üretiminin yasaklandığı öğrenildi. Yasaklama kararı CHP Niğde Milletvekili Ömer Fethi Gürer’in soru önergesine, Bakan Pakdemirli’nin verdiği cevapla ortaya çıktı.

Bakan Pakdemirli soru önergesine verdiği cevapta, aralarında ülkede en çok patates üretimi yapılan illerinde bulunduğu 25 ilde karantina etmeni olan Patates Siğili Hastalığı, Patates ve Domateste Bakteriyel Solgunluk, Patates Kahverengi Çürüklüğü, Patates Halka Çürüklüğü ve Patates Kist Nematodlan nedeniyle dikim yasağı uygulandığını ifade etti.


Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli

Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli, ülkede karantinaya tabi zararlı organizma tespiti nedeniyle 141 bin 650 dekar patates üretim alanında patates ekiminin yasaklandığını bildirdi.  Patates ekimi yasaklanan bölgelerde münavebe önerildiğini ve alternatif ürün eken üreticilere destekleme ödemesi yapıldığını belirten Pakdemirli;  Adana, Afyonkarahisar, Aksaray, Amasya, Artvin, Balıkesir, Bilecik, Bolu, Çanakkale, Erzurum, Eskişehir, Gümüşhane, Hatay, Iğdır, İzmir, Kahramanmaraş, Kastamonu, Kayseri, Konya, Nevşehir, Ordu, Sivas, Tokat, Trabzon gibi illerdeki bazı bölgelerde karantina nedeniyle patates ekiminin yasaklandığını ifade etti. 

.

(İleri Haber)

Greta tüm dünya çocuklarını 15 Mart’ta iklim için okul grevine çağırıyor

Greta Thunberg’in Ağustos 2018’de İsveç Parlamentosu önünde başlattığı “Gelecek için Cuma Günleri” olarak anılan okul grevleri Avrupa’nın dört bir yanında giderek büyümeye devam ediyor. 15 yaşında genç bir aktivistin kendi girişimi ile başlattığı grevlere her cuma binlerce çocuk okula gitmeyerek destek veriyor. İklim için liderlerin harekete geçmesini talep eden çocuklar Hollanda, Belçika, İsviçre,  Almanya, İskoçya, İrlanda, ve Avustralya’da her hafta greve gidiyor. Greta, tüm çocukları 15 Mart’ta küresel greve de çağırıyor.

İklim Haber’de yer alan habere göre İsveçli genç aktivist Greta Thunberg, tüm çocukları 15 Mart’ta küresel greve çağırdı. En son Davos’a katılan Thunberg, oradan da liderlere “Evimiz yanıyor ama biz bu konuda hiçbir şey yapmıyoruz” demişti. Thunberg, kendisini eleştirenlere uzun bir cevap yazmış ve okul grevlerine neden başladığını detaylı bir biçimde açıklamıştı.

Greta Thunberg

Okul grevine ise bugün yeni iki ülke başkentinden gençler de katılıyor ve grevler Fransa ve İngiltere’ye de yayılıyor. Thunberg ise yaptığı açıklamada şunları söylüyor: “İngiltere’de okul grevi hareketine bu hafta bu kadar geniş katılım gösterilmesinin harika olduğunu düşünüyorum. Bir süredir İskoçya ve İrlanda’da okul grevi yapan birçok gerçek kahraman var. Örneğin, Holly Gillibrand ve Cork’ta unutulmaz ‘kral çıplak’ pankartını açan gençler gibi.Yeterince insanın durumun ne kadar absürt olduğunun farkına vardığını düşünüyorum. İnsanlık tarihinin en büyük krizinin ortasındayız ve bunu önlemek için aslında hiçbir şey yapılmıyor. Bu gördüklerimizin büyük değişimlerin başlangıcı olduğunu ve bunun çok ümit verici olduğunu düşünüyorum. Gelecek hafta trenle ilk önce Brüksel’e, ardından da Paris’e gideceğim ve Cuma günü Fransa’da başlayan okul grevlerine katılacağım.”

Okul grevlerinden etkilenen Fransız üniversite öğrencileri de Eylül ayında önemli bir bildiri yayımlamıştı. Çevre için Uyarı Alarmı – Öğrenci Manifestosu’na Polytechnique, AgroParis Tech, Sciences Po, HEC gibi önde gelen okullar da dahil da olmak üzere toplam 300 okuldan 26.000 kişi imza atmıştı. Manifesto’nun yerel versiyonları şimdiden Belçika ve İsveç’te yayımlandı. Sırada Almanya ve Birleşik Krallık var.

Ülkelerde Hangi Gelişmeler Yaşanıyor?

Fransa

Fransa’da Paris bölgesinden başlıca üniversitelerin temsilcileri, Jussieu Üniversite’sinde 8 Şubat 2019’da genel kurul toplantısında bir araya gelerek 15 Şubat 2019 itibari ile her Cuma greve çıkma kararı aldı.

Grev kararını alan genel kurul, 12 Şubat’ta “İklim İçin Gençlik Manifestosu” yayımlayarak, 15 Şubat’tan itibaren her Cuma günü grev yapma ve “hükümete ev ödevi vermek” niyetinde olduklarını açıkladı. Açıklamada, “Her Cuma, sabah yerel kurullarda toplanıp arkasından, öğleden sonra birlikte eylem yapacağız” denildi.

Fransa’da sivil itaatsizlik eylemleri de gündemde ve hareketin 15 Mart’ta başlaması beklenen “Gelecek için Küresel İklim Grevi” arifesinde büyüyerek Fransa’nın diğer şehirlerine yayılması bekleniyor. Fransa’da “Arap Baharı”na atıf yapan gençler, “İklim Baharı” çağrısı yapıyor.

Youth For Climate France eş kurucusu Romaric Thurel, Fransa’daki eylemler ile ilgili şunları söylüyor: “Neye karşı mücadele ediyoruz? Bizi beşikte saran bu korku, politik, ekonomik ve çevresel krizlerin ötesini görmemizi engelliyor ve gelecek hayallerimizi çalıyor. Bu korku sınırları, sosyal çevre ve politik inançları aşarak, evrensel bir kızgınlığa dönüşüyor. Çocuklarıma gerçek, neşeli ve şiddetsiz bir ekolojik dönüşümden bahsetmek istiyorum ve her gün bunun için mücadele ediyorum. Ancak, hayatları mahvolacak yüz milyonlarca kişinin eylemsizlik ve içi boş taahhütler karşısındaki tepkisi nasıl olacak? ‘İklim Baharı’ tatlı bir hayal değil, iklim aciliyetine cevap verilmesi için bir zorunluluk.”

Birleşik Krallık

Birleşik Krallık’taki eylem, Greta Thunberg’den esinlenerek, aralarında YouthStrike4Climate, UK Student Climate Newtwork (Birleşik Krallık Öğrenci İklim Ağı) ve UK Youth Climate Coalition’ın (Birleşik Krallık Gençlik İklim Koalisyonu) da bulunduğu çok sayıda gençlik grubu tarafından sosyal medya üzerinden örgütlendi.

Eylemin Londra, Brighton, Glasgow, Cardiff ve Exeter dahil olmak üzere, Britanya’nın dört bir yanından 40’ın üzerinde kasaba ve şehirde gerçekleşmesi bekleniyor. Eylemin odağında ortaöğretim kurumları olsa da, üniversitelerin de dahil olduğu anlaşılıyor. Basına yaptıkları açıklamalarda organizatörler, yarınki ilk grev için binlerce insan beklendiğini ve hareketin 15 Mart 2019’daki küresel grevde çok daha büyük bir eyleme dönüşeceğine inandıklarını belirtti.

Bu arada, öğrencilerin bugün greve çıkacak olması, şimdiden Birleşik Krallık Medyası’nda tartışma konusu oldu. Ülke yasalarına göre, öğrencilerin grev hakkı bulunmuyor ve greve katılan gençler okul yoklamasında yok sayılacaklar. Eğitim Bakanlığı, ders yapılıp yapılmaması konusunda ise her okulun kendi kararını vereceğini ama genel kuralın derse sadece “olağandışı koşullar”da ara verilebileceğini ifade etti. Ulusal Okul Müdürleri Birliği ise bir basın açıklaması ile öğrencilere destek verdi.

Ayrıca 200’den fazla akademisyen de yayınladıkları açık mektupla eyleme destek verdiklerini ifade etmişti. Akademisyenler, ilgili mektupta şu ifadeleri kullanmıştı: Extinction Rebellion (Yokoluş İsyanı) gibi birçok örgüt, ekolojik krizin gerçeklerini kamuoyunu dikkatine sunmak için çalışıyor.Bu trajik ve olağandışı olayları göz önünde bulundurarak, Birleşik Krallık hükümetinden iklim eylemi talep etmek için 15 Şubat’ta okul grevi yapmayı planlayan ve aralarında geleceğin akademisyenlerinin de bulunduğu öğrencilere tam destek veriyoruz. İklim konusunda orantılı ve acil eyleme geçilmediği takdirde, öğrencilerin onlara bırakacağımız gelecek konusunda kızgın olmaya hakları var. Greta Thunberg ve dünyanın dört bir yanından diğer grevci öğrencilerin değerli eylemlerinden esinlenen çocuklarımızın seslerini duyurmalarından iftihar ediyoruz.”

Öğrenciler, hükümetten, iklim değişikliği konusunda acil durum ilan etmesini talep ediyor. Talep aynı zamanda ülkenin 2030 yılından önce karbon emisyonlarını sıfırlamasını da içeriyor.

Almanya

Almanya’da da haftalardır çocuklar başta başkent Berlin olmak üzere birçok şehirde cuma günleri okul grevi yapıyor. Almanya’daki hareket kendini Gelecek için Cumalar olarak adlandırıyor. İlk grevin 18 Ocak 2019’da yapıldığı ülkede 150’den fazla yerel grup okul grevlerine destek veriyor. 18 Ocak’taki bu eyleme, 50 farklı şehirden 30 binden fazla çocuk katılmıştı.

Almanya aynı zamanda 25 Ocak’ta özel bir greve de ev sahipliği yaptı. Almanya Kömür Komisyonu’nun toplandığı ve 2038’e kadar kömürü terk etme kararı aldığı günde Berlin’de 10 binden fazla çocuk grev yaptı. Çocuklar kömür komisyonuna açık mektup verdi ve Almanya Ekonomi Bakanı ile görüşme yaptı.

Çocukların eylemi Alman basınında da ses getirdi. Çocuklar tüm basın kuruluşlarına mülakat verdi ve talk show’lara katıldı. Grevler hakkında tüm medya kuruluşlarında özel haberler yapıldı.

Bu arada Almanya’da okul grevleri konusunda hukuki bir düzenleme bulunmuyor. Grevlerin hukuki olarak toplanma özgürlüğü ve devletin eğitim görevi arasında bir çelişki yarattığı ifade ediliyor. Yapılan bir kamuoyu araştırmasına göre Alman toplumu ise grevlere açık ara destek veriyor. Almanlar aynı zamanda çocukların bu grevler için cezalandırılmaması gerektiğini ifade ediyor.

.

(İklim Haber)

Gediz Deltası’nın UNESCO Dünya Doğa Mirası olması için kampanya başlatıldı

İzmir Gediz Deltası’nın UNESCO Dünya Doğa Mirası olarak kabul edilmesi ve içerisindeki binlerce canlıyla beraber hiçbir zarar görmeden yaşamaya devam etmesi için Doğa Derneği tarafından bir imza kampanyası başlatıldı. Kampanyaya gedizmirasimizdir.org/ adresi üzerinden katılım mümkün.

İz Gazete’den Asya Yaşarikiz’in haberine göre Doğa Derneği, İzmir’in eşsiz doğa cenneti olan Gediz Deltası için bir kampanya başlattı. Deltanın UNESCO Dünya Doğa Mirası kabul edilmesi için başlatılan kampanya sosyal medyadan duyuruldu.

Gediz Deltası UNESCO’nun tüm kriterlerine sahip

Tabiat Varlıklarını Koruma Müdürlüğüne çağrıda bulunulan kampanyada Gediz Deltası’nın UNESCO Dünya Doğa Mirası olması için tüm kriterlere sahip olduğu açıklandı. Prof. Dr. Ahmet Karataş, Yrd. Doç. Erol Kesici ve Doğa Derneği Koruma Programı Koordinatörü Itri Levent Erkol’un hazırladığı rapora göre, Gediz Deltası, eşsiz doğal güzelliklere ve estetik öneme sahip olması, önemli fizyografik özellikler göstermesi, kara, tatlı su, kıyı ve deniz ekosistemleri ile canlı topluluklarının gelişiminde önem taşıması ve tehlike altındaki türleri içeren yaşam alanlarına sahip olması özellikleriyle UNESCO Dünya Doğa Mirası koşullarını bire bir sağlıyor. Bir alanın UNESCO Dünya Doğa Mirası Listesi’ne dahil edilebilmesi için ise Dünya Miras Komitesi tarafından belirlenen olağanüstü evrensel değerini ölçen dört doğal kriterden sadece birini karşılaması yeterli. Türkiye’de bugüne kadar on yedi kültürel ve iki karma Dünya Mirası ilan edilmiş olmakla beraber, UNESCO Dünya Doğa Mirası statüsüne sahip bir alan henüz bulunmuyor. 

Ramsar doğa koruma alanlarından da biri

Gediz Deltası, flamingolar başta olmak üzere çok sayıda kuş türünün dünyadaki en önemli yaşama alanlarından biri. Türkiye’deki on dört uluslararası öneme sahip Ramsar Alanı’ndan biri olan delta, aynı zamanda Doğal Sit Alanı olarak da korunuyor. Türkiye’nin en büyük yüz ölçümüne sahip kıyı sulak alanlarından birisi olan Gediz Deltası önemli bir doğa alanı olması nedeniyle dünya mirası açısından da çok önemli.

Konu hakkında açıklama yapan Doğa Derneği Genel Koordinatörü Dicle Tuba Kılıç “1979 yılında Grand Canyon, 2000 yılında Amazon Yağmur Ormanları ve geçtiğimiz yıllarda daha birçok doğal alan bulundukları ülkelerde UNESCO Dünya Doğa Mirası ilan edildi. Türkiye’de ise Kızılırmak Deltası ve Tuz Gölü büyük uğraşlar ve çalışmalar sonucunda bugün UNESCO Dünya Mirası Geçici Listesi’nde, Türkiye’nin UNESCO Dünya Doğal Mirası olmak için asıl listeye girmeyi bekliyor.  İzmir’in Gediz Deltası tıpkı bu alanlar gibi dünya ölçeğinde değerli bir doğa mirası. Akademisyenler tarafından hazırlanan bilimsel raporlar Gediz Deltası’nın UNESCO Dünya Doğa Mirası unvanını fazlasıyla hak ettiğini ortaya koyuyor. Bu yüzden başta Tabiat Varlıkları Koruma Genel Müdürlüğü ve İzmir Büyükşehir Belediyesi olmak üzere tüm ilgili kurumlardan talebimiz Gediz Deltası’nın UNESCO listesine alınması için gerekli başvuruların yapılması. Böylesine değerli bir doğal alan, hiçbir zarar gelmeden yaşatılmalı, İzmir halkına ve gelecek nesillere UNESCO Dünya Doğa Mirası olarak armağan edilmelidir. Bu nedenle herkesi Gediz Deltası ile ilgili imza kampanyamıza katılmaya davet ediyoruz” dedi.

Bölge körfez geçiş projesi tehdidi altında

Gediz-Deltasi-nin-UNESCO-Dunya-Doga-Mirasi-olmasi-icin-kampanya-baslatildi-izgazete-izmir

Gediz Deltası’nın UNESCO Dünya Doğa Mirası olması önemli. Zira bölge AKP hükümetinin projelerinden biri olan Körfez Geçiş Projesi nedeniyle tehlike altında. TMMOB, EGEÇEP, Doğa Derneği ve 85 yurttaşın projeye karşı açtığı dava ile İzmir Körfez Geçiş Projesi Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) raporu iptal edildi. İzmir 3. İdare Mahkemesi’nin 30.10.2018 tarihli kararında, alanın koruma statülerine sahip olduğuna dikkat çekilmiş, flamingoların besin zincirinin en önemli halkasını oluşturan artemiaların bölgeden yok olmasına yol açabileceği ve bunun da sonuç olarak birbirine hassas dengelerle bağlı bir ekosistemin proje ile zarar görebileceği gibi çarpıcı detaylara yer verilmişti. 

Proje, İzmir’i doğal yapısından uzaklaştıracağı, parça parça plan değişiklikleri ile yüksek rant artışlarının önünü açacağı ve kıyıların betona teslim edildiği bir proje olarak değerlendiriliyor. Bölgenin UNESCO Dünya Doğa Mirası ilan edilmesi bu yüzden büyük önem taşıyor. Kampanyayı desteklemek için gedizmirasimizdir.org adresini ziyaret edebilirsiniz.

.

(İz Gazete)

[Botanitopya] Dünya tarihini değiştiren bir bitki: Patates – Benan Kapucu

Açık Radyo’da her Pazar 10:30 – 11:00 saatleri arasında yayınlanan Botanitopya‘yı hazırlayıp sunan Benan Kapucu, 2019 itibarı ile programda daha önce yer verdiği konuları Yeşil Gazete okurları için de paylaşıyor. 

“Bitkiler âleminin tuhaf ve muhteşem dünyasını belgeleyen botanik sanatına dair her şeyin konuşulacağı bir program” şiarı ile Açık Radyo’da yer alan programın podcastlerine bu bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.

***

4 – Dünya tarihini değiştiren bir bitki: Patates

Patates, dünya tarihini değiştiren bir bitki. Bir kıtayı kurtardığı gibi, bir ülkeyi de perişan etti, insanlarının açlıktan ölmesine neden oldu. Bu iki uçta gidip gelen patatesin hikayesi, insanoğlunun toplumsal tarihiyle iç içe.

“Dünya tarihini değiştirdiği” söylemi abartılı gibi gelse de tarihsel bulgular bize bunu gösteriyor. William H. McNeil, 1999’da yazdığı, ‘Patates dünya tarihini nasıl değiştirdi?’ makalesinde, Amerika kıtasından gelen patatesin, 1770’li yıllarda kıtlık ve açlık çeken Kuzey Avrupa’yı yok olmaktan kurtardığını, zenginleştirdiğini ve bugünkü devletlerin kurulmasına ön ayak olduğunu söylüyor. Onun iddiasına göre “Patates tahıla nazaran dört kat daha fazla karbonhidrat içerdiği için Avrupa’da hızlı nüfus artışına neden olan, kıtanın sanayileşmesini sağlayan ve bugünkü uygarlığın temelini oluşturan” bir bitki.

Anayurdu And Dağlarının etekleri…

Patatesin anayurdu, And Dağlarının eteklerindeki Peru ve Bolivya vadileri. 1530’larda İspanyol istilacıların kurbanı olmadan önce And Dağları halkı, İnka uygarlığında yaşıyorlardı. Patates türleri gibi, ekip topladıkları kültür bitkilerini de atalarından miras almışlardı. Bu topraklarda patatesin geçmişi MÖ 8000 yılına kadar uzanıyor; yetişen 300 çeşit patates türünün sadece 2’si ya da 3’ü kültüre alınmış Avrupa’da.

İnka topraklarını ele geçiren İspanyol komutan Francisco Pizarro’nun ordusunda tarihçi ve botanikçi Pedro Cieza de Leon da vardır. Leon, 1553 yılında yazdığı “Cronica del Peru” kitabında Quito bölgesinde “küçük bakla” dediği fasulyeyi ve patatesi bulduğunu yazmış. Pizarro, 1560 yılında tam tamına 99 yumruyu Avrupa’ya getirmiş ve İspanya Kralı II. Felipe’ye sunmuş. Kısa süre sonra Patates, Avrupa’daki pek çok botanik bahçesinde, özellikle de Kutsal Roma-Germen İmparatorluğunun topraklarında boy göstermeye başlamış. Patatesi ilk kayda geçirenlerden biri  Viyana’daki botanik bahçesinin müdürü Carolus Clusius. Belçikalı sanatçı Philippe de Sevres’e çizdirdiği suluboya resim (1589), patatesin Avrupa’da çizilmiş ilk resmi olarak Belçika Anvers’deki Plantin-Moretus Müzesi’nde sergileniyor. 1601 yılında Clusius, Rararium Plantarum Historia adlı kitabında patatesin gastronomik özelliklerine de övgüler düzmüş.

Solanum tuberosum

Solanum tuberosum

Patatesi ilk olarak botanik literatürüne geçiren ise İsviçreli botanik ve anatomi bilgini Gaspard Bauhin. 1591’de  Patlıcangiller (Solanaceae)familyasına ait olarak sınıflandırdığı bitkiye Latince Solanum tuberosum” adını vermiş. Birkaç yıl sonra İngiliz şifacı John Gerard’ın Bitkilerin Tarihi (1597)kitabında  ve İtalyan şifacı Pietri Andrea Mattioli (1598)’nin şifalı bitkiler kitabında ilk kez İngilizce “potato” adını kullandığını görüyoruz. Potato,  And dilindeki “batata”, İspanyolca, “patata”dan İngilizce’ye uyarlanmış.  Almanca’daki “kartoffel” ve Fransızca’daki “pomme de terre” ise “toprak elması” anlamına geliyor.

Patates’i botanik literatürüne geçiren ilk kişi İsviçreli botanik ve anatomi bilgini Gaspard Bauhin. 1591’de Patlıcangiller (Solanaceae) familyasına ait olarak sınıflandırdığı bitkiye Latince “Solanum tuberosum” adını vermiş.

Patatesle ilgili en eski tarif Alman yemek kitabında karşımıza çıkıyor. Bohemya ve Macaristan’da çalıştıktan sonra saray aşçılığı yapan Marx Rumpolt’un Ein New Kochbuch (1582) kitabından bir tarif: “Toprak elmaları. Soyun ve küçük parçalara ayırın. Suda iyice kaynattıktan sonra bir kumaşın üstüne iyice bastırın. Küçük parçalar halinde domuz pastırmasıyla kızartın. Altına biraz süt ekleyerek lezzetlendirin…”

Patates Avrupa topraklarına giriyor

Patates Avrupa’ya sadece İspanya değil, İngiltere üzerinden de yayılmış. Britanya’ya ilk getirenler arasında iki kişinin adı geçiyor: İngiltere kraliçesi 1. Elizabeth himayesinde yolculuklara çıkan korsan ve kaşif Sir Francis Drake ve  1580’lerde Sir Walter Leigh’in firmasıyla Amerika’ya seyahat eden astronom ve matematikçi Thomas Harriot.

Patatesin Avrupa’ya girmesiyle birlikte 1600’lerin başında Rönesans sahnelerinde de boy göstermeye başlıyor.  Shakespeare’in 1602’de yayımladığı “Windsor’un Şen Kadınları” oyununda, şantaj için kadınları baştan çıkaran Falstaff, yine kadınlar tarafından tuzağa düşürülür ve ona başında boynuzlarla Avcı Herne kılığı içinde Windsor Ormanı’nda beklemesi söylenir. Falstaff başına geleceklerden habersiz, o son sahnede Mistress Ford’a şöyle seslenir: “Kısa kuyruklu Maralım! Gökten patates yağsın, yeşil yapraklar türküsüyle gürlesin gökler, dolu yerine şeker, kar yerine lokum yağsın.”

Avrupalılar bu bitkiyle 1537’de  tanışmış ama Patatesin bu topraklarda hakimiyetini ilan etmesi zorlu bir süreçten sonra gerçekleşmiş. Kuzey Avrupalılar başta patatese kuşkuyla yaklaşmışlar, hatta bazı Protestanlar Kutsal Kitap’ta ondan söz edilmediği gerekçesiyle reddetmişler. Güzelavratotuyla (belladonna) aynı familyadan geldiği için zehirli olduğu düşünülüyormuş. “Şeytanın yiyeceği” bile denmiş.  İskoçlar patatesi ne ekmiş ne de yemişler.

Tarlalarda da henüz çok yaygın değildir. Patates, ekvatoral bir bölgenin yüksek kesimlerinden, gündüzlerin 12 saat sürdüğü bir yerden geliyordu. Avrupa’da don olayı yüzünden günlerin daha uzun olduğu yaz aylarında patates ekilmiş ama bitki çok az yumru vermiş.

Çok fazla süren ışıklı dönemler patatesin ritmine uymayınca, iki yüzyıl boyunca işler kötü gider ama 18. yüzyıl boyunca 19. yüzyıl başına dek birçok Avrupalı botanik bilimci, Avrupa ve Kuzey Amerika iklimine daha uygun yeni varyeteler geliştirmekle uğraşmışlar. Bitki de iklime alışmış; gün ışığı sorununu çözmek için Ekvatorun daha güneyindeki Şili’den getirilen örnekler geliştirilmiş. Önce Fransa ve Almanya’da sonra İrlanda’da yetiştirilmeye başlamış.

Patates Almanya’da

Patatesin Almanya’da yaygınlaşmasını sağlayan kişi uzun dönem Prusya’da hüküm süren II. Friedrich (1712-1786) olmuş. Onun hükümranlığı döneminde Yedi Yıl Savaşı’ndan çıkan (1763) ülkede açlık krizi de baş göstermiş. Kral, beslenme ile tarım üretimi sorununu birlikte çözmek istemiş ve savaşta ele geçirdiği bereketli topraklarda, kolay yetiştirilen besleyici bir bitki olduğunu bildiği patatesin yetiştirilmesini emretmiş. Köylüler patates ekmeye zorlanırken zaman zaman devreye ordu da sokulmuş. Ordunun resmen patates üreticiliğine girmesiyle patates yalnız Prusya’nın değil, yirmi yıl içinde tüm Avrupa’nın temel besin maddesi olmuş.

Patatesin Almanya’da yaygınlaşmasını sağlayan kişi uzun dönem Prusya’da hüküm süren II. Friedrich (1712-1786) olmuş

II. Friedrich’in patates politikası ekilebilir toprağı olan neredeyse bütün Avrupa ülkeleri tarafından da benimsenmiş; İsveç, Norveç, Polonya ve Rusya’ya da patates böylece yayılmış. Bu ülkelere “biraz güçlükle de olsa” Balkan bölgesi de katılmış. Patatesin zehirli olduğuna ve dinen kabul görmediğine inanıldığı için patatese direniş de vardır elbette.  “1802 yılında bir sınır komutanının, patates ekmeyi reddeden Sırp ve Hırvatları” dayak cezasıyla tehdit ettiğini yazan belgeler bulunuyor. Yeni topraklara patates ekileceği zaman 1817’de Venedik’te de patatese direniş olmuş.  Buğday ticareti yapanlar, düzenlerinin bozulacağından kaygılanır. Onlara, ekimin sınırlı yapılacağı için ticaretlerinin olumsuz etkilenmeyeceği, pazarlarda buğdayın satışına her zamanki gibi devam edileceği teminatı verilir ve sorun çözülür. Böylece Patates İtalya’da da yaygınlaşmış olur.  

Fransa patates ile tanışıyor

Patatesi Fransa’ya tanıtan kişi ise Yedi Yıl Savaşları sırasında Almanlara esir düşen Antoine-Augustin Parmentier adlı Fransız bir eczacı. Esir kampında sırf patates yiyerek hayatta kalmayı başarmış; esaretten kurtulup ülkesine dönünce (1763), ömrünün geri kalan kısmını, hayatını kurtaran patatesi tanıtmaya ve aklamaya adamış.

Patatesi Fransa’ya tanıtan kişi ise Yedi Yıl Savaşları sırasında Almanlara esir düşen Antoine-Augustin Parmentier adlı Fransız bir eczacı

1700’lerin sonuna doğru Fransa’yı kırıp geçiren bir kıtlık yaşanınca (1769 ve 1770) 16. Louis ve Marie Antoinette bu yumrulu bitkiyi halka benimsetme görevini Parmentier’ye vermiş (1778). Diğer halklar gibi Fransızlar da çeşitli bahanelerle patatesi hor görüyor; “yoksul ekmeği”, “domuz ekmeği” diye anıyor, bu bitkinin hastalık yaptığına inanıyorlardı.

Kral, patatese “asaletinden bir nebze ödünç vermesinin” iyi olacağını düşünüp, 50 hektarlık bir kraliyet arazısıne patates ektirmiş; çok değerli bir bitki yetiştiriliyormuş gibi, geceleri araziyi koruması için en değerli muhafızlarını görevlendirmiş. Maria Antoinette saçına patates çiçekleri takmaya başlamış.  Bu da amaçlandığı gibi halkın ilgisini çekmiş. Fransız devriminden sonra da “yurttaş Parmentier” imzasıyla, Patates ve Yerelması Tarımı Üzerine Araştırma (1789) yayımlanmış. Sonrası çok çabuk gelir. Kurucu Meclis “devrimci” kabul edilen bitkiyi yetiştirmeleri için köylüleri o kadar destekler (1793) ki patates büyük bir hızla Fransızların en önemli tarım ürünlerinden birine dönüşür.

Vincent van Gogh – Patates Yiyenler tablosu

Patatesin gündelik yaşamdaki yerine bakarken, Vincent van Gogh’un en ünlü resimlerinden birini de analım. Hollanda’da Nyuen kasabasındaki izlenimlerini resmettiği 1885 tarihli Patates Yiyenler tablosuna “beş para etmez” dedikleri için kardeşi Theo’ya gönderdiği mektupta şöyle der: “Asıl candan belirtmek istediğim fikir şudur: Lambanın altında patateslerini tabağa el uzatarak yiyen bu insanlar, aynı ellerle toprağı da işlemişler. Resmimin, çiftçinin elleriyle çalışmasını ve bu kadar namusluca kazandığı besini yüceltmesini istedim. Biz uygar insanların yaşayışından bambaşka bir yaşayışı canlandırmasını istedim. Onun için herkesin bu resmi güzel ya da başarılı bulmasını istemek aklımdan bile geçmiyor.”

Patates kıtlığı

Uygarlığı kurtarması bir yana, patates, tarihin en büyük facialarından birinin de sebebi oldu. Patatese bağlı olarak kıtlık ilk önce Almanya’da yaşanmış. 1840’lı yıllarda Almanya’da patates üretimine zarar veren bir küf hastalığı ortaya çıkmış. Ama patates yanında başka tarım ürünleri de halkın beslenme ihtiyacına yanıt verdiği için Almanya’yı fazla sarsmadan ve uzun da sürmeden atlatılır. Patates bağımlılığı önlemler sayesinde daha ölçülü ve sınırlıydı. Oysa İrlanda için durum hiç öyle olmaz.

17. yüzyılda İrlanda’ya getirildiğinde patates, ülkenin esas ürünü olur. 17. yüzyıl sonunda neredeyse bütün İrlanda patates tarlasına dönüşür. O zaman İrlanda, İngiliz toprağıdır. İngiliz soyluları mülk sahibi oldukları arazileri yerli halka kiraya veriyorlar, paralarını ve ürünü alıyorlardı. 1844 yılında Amerika’dan Dublin’e gelen bir gemi, yükü olan patates tohumluklarıyla birlikte adaya Phytophthora infestans mantarını da getirince üretim, kolay yayılan mantar hastalığı yüzünden üçte bir oranında düşer. Sadece üretimin düşmesi değil, daha büyük bir faciaya da yol açar bu durum. 1846 yılında patates mantarı zehirlenmesinden on binlerce insan ölünce ve patates üretimi de yüzde 90 oranında azalır.

Kıtlık, halkın tohumlukları da yemesi ve tüketmesine yol açar ve 1847’de neredeyse hiçbir yerde ekim de yapılamaz. Her gün binlerce insan bu sefer açlıktan ölmeye başlar. Adadan kaçış başlar. İrlanda zaten “Yeni Dünya”ya göç veren bir ülkedir; ama kıtlık nedeniyle Amerika’ya gidebilen gemiler yetmez olmuş; binlerce irili ufaklı tekneye doluşmuş insanlar da adayı terk eder. Avrupa tarihinde apansız ortaya çıkan bu göçü “önleme” uygulaması başlatılır. “Akdeniz ölümleri”nin benzeri olan tarihin büyük ve süreli facialarından biri yaşanır; yıllar boyunca sayısız gemi ve tekne batırılır; binlerce insan denizde boğulur. Kaç kişinin kurban edildiğine dar tam sayıyı kimse bilmiyor. 1852 yılında hafifleyen, 1860’ta sonlanan ve bir milyondan fazla ölümle biten patates faciası, ülke dışına 2 milyon kadar İrlandalı’nın gitmesine neden olur.

1841’de 8 milyondan fazla olan İrlanda nüfusu, 5 milyonun altına iner. Yıkımın sonunda patates tarlaları otlağa dönüştürüldü. Yüzyılın üçüncü çeyreğinden sonra İrlanda önemli bir et ve yün satıcısı olacaktı.

Patates kıtlığı ile başlayan Türkiye – İrlanda dostluğu

Kraliçe Viktorya ve Padişah Abdülmecid

Kıtlık yıllarında, o sırada padişah olan Abdülmecid (1839-61) imparatorluk ekonomik zorluklar içinde olmasına rağmen bin Sterlinlik bir bağış yapmış; Kraliçe Viktorya’dan gizli olarak 1847’de adaya beş nakliye gemisiyle buğday ve başka tahıllar da sevk etmiş. Abluka altındaki Dublin limanına giremeyen gemiler, yüklerini ancak Drogheda limanına indirebilir. Türkiye-İrlanda dostluğu da o yıllara dayanıyor. 1900’lerin başında kurulan Drogheda futbol kulübünün ambleminde bu yüzden Osmanlı-Türk simgesi olan “ay-yıldız” vardır.  İrlanda’daki Kıtlık ve Açlık Müzesi’nde Türk yardımına geniş yer ayırmış.  

Patates Anadolu topraklarına giriyor

Peki, Patates Türkiye’ye nasıl girmiş? 1850 yılında Rusya ‘dan Kafkasya yolu ile Türkiye ‘ye girmiş ve ilk olarak Doğu Anadolu ve Karadeniz bölgesi yaylalarında yetiştirilmeye başlanmış. Yerel dilde Lazca’da “kartofi” denmesi de bunu kanıtlıyor. 1876 yılında patatesin, Adapazarı bölgesinde yetiştirilmesinde Hüdevandigar valisi Ahmet Vefik Paşa‘nın büyük rolü olmuş. Patates, toprak kokan bir ürün olduğu için çok ilgi görmemiş ama 15 yıl boyunca öşürden muaf tutularak ziraati yaygınlaştırılmaya çalışılmış.

Türkiye’nin patates bitkisine önemli katkıları var; patates türlerinin çoğaltılması bunlardan en önemli olanı. Nevşehir ve Niğde illerinde ve başka çok yerde uzun sürelerden beridir yetiştiriciliği yapılıyor. Trabzon patatesi, Adapazarı patatesi, Niğde patatesi gibi yetiştiği ile ya da bölgeye göre adlandırılıyor. Ödemiş’te yetişen Çukaragöz patatesi, kırmızı patates, Malta ya da Kayseri patatesi de denen sarıkız patatesi gibi özel adı olan çeşitleri de var.

İrlanda patates hasadını tahrip eden mantar hastalığı ve benzer hastalıklar bugün de yetiştiricilere sorun çıkarıyor ama yeni patates varyeteleri hastalıklara karşı daha dayanıklı. Çaprazlama çalışmaları sayesinde bitkinin yetiştiği iklimsel bölgeler iyice genişlemiş durumda. Besin değerinin yüksek olması, her tür iklimde ve toprakta kolay yetiştirilmesi, toprağın altında yetiştiği için çevresel şartlardan çok az etkilenmesi, kolay saklanabilmesi gibi özellikleri sayesinde patates günümüzde dünyanın her yerinde, en gözde bitkilerden biri artık.

***

1 – Bereket sembolü pirincin hikayesi

2 – Bitki zekası ve ağaçların gizli dili

3 – Ölmez ağaç zeytin

.

.

Benan Kapucu

Karıncaların Günbatımı

Zaven Biberyan’ın romanı “Karıncaların Günbatımı”  Sirvart Malhasyan’ın çevirisiyle Aras Yayıncılık’ta yayımlandı.

Bu görsel boş bir alt niteliğe sahip; dosya adı mm.jpg

Karıncaların Günbatımı, Ermenice romanın 20. yüzyıldaki zirvelerinden biri. Biberyan, başyapıtı olarak kabul edilen bu romanında, bir aile ekseninde Türkiyeli Ermenilerin 1940’lı ve 50’li yıllardaki yaşamından bir kesit sunuyor. “Varlık Vergisi” uygulaması altında ezilen, varını yoğunu kaybeden bir baba, bu güç koşulları onun yüzüne vuran aile bireyleri ve üç buçuk yıllık zorlu Nafıa askerliği günlerinden sonra geri döndüğünde hiçbir şeyi bıraktığı gibi bulamayan oğul Baret.

Yazar, Baret karakterinde, bir delikanlının hızla değişen toplumsal koşullara uyum mücadelesini ve bireysel çatışmalarını çarpıcı, yalın bir dille sunarken ülkedeki siyasi gelişmelerin azınlıkları nasıl etkilediğini farklı roman karakterlerinin ağzından bire bir ortaya koyuyor.

Yalnızlar ve Meteliksiz Âşıklar romanlarıyla büyük beğeni kazanan Zaven Biberyan, Karıncaların Günbatımı’ nda, Felaket’in şekillendirdiği ruhların akıp giden hayata bağlanmakta yaşadığı zorlukları, ailenin dönüp dolaşıp fertlerini ve kendini yok eden karanlık yanını, on yılda bir büyük bir siyasi sarsıntıyla kesintiyle uğrayan güvenlik duygusunun insanlar üzerinde yarattığı tahribatı adeta bir tragedya canlılığıyla anlatıyor. Gözden geçirilmiş ve eksiksiz metniyle yayımladığımız Karıncaların Günbatımı, Türkiye edebiyatının da en önemli romanlarından biri olmaya aday. Kitap, daha önce Babam Aşkale’ye Gitmedi adıyla yayımlanmıştı.

Kitaptan bir bölüm:  

Hilda’yı hiç bu kadar yumuşak, bu kadar sevimli, bu kadar “kız evlat” olarak görmemişti. Azniv Hanım odaya girdiği andan itibaren Hilda hemen deri değiştirmiş, tanınmaz olmuştu. “Anacığım”lar… Azniv Hanım gülüşüyle, bakışlarıyla Hilda’ya olan hayranlığını belli ediyordu. Hilda şimdiye kadar Arus’a “anacığım” ne kelime, “anne” diye bile seslenmemişti. Baret, dönüşünden beri bu kelimeyi duymamıştı ablasının ağzından. Hilda’nın da kendi ağzından aynı kelimeyi duymadığını düşünmedi… Zaten anasının dilinde de Hilda’nın adı “ablan”dı.

Ben de gidişatı beğenmiyorum. Garip bir şey oldu bu Kıbrıs Sorunu. Orada ne düşünüyorlar bu sorun hakkında, beyefendi?

Orada Kıbrıs Sorunu diye bir şey yok, hanımefendi.

Gerçekten de “ora”da bunca senedir Kıbrıs Sorunu olmamıştı. Kore Sorunu’nu kendilerine daha yakın bulmuşlardı. Giden vardı, ölen vardı. Kıbrıs Sorunu gazetelerde, dünyanın herhangi bir yerinde, yabancı bir ülkede geçen, dış politika kapsamında bir haber gibi olmuştu “kendileri” için. Şimdi sanki yolculuğa çıkmış, o yabancı ülkeye gitmiş de, okuduğu olayın birdenbire içine düşmüş gibi hissediyordu kendini.

Azniv Hanım bir an düşünceli bir ifadeyle sustu. Belki de kulağı iyi duymadığından, duyduğunu hazmetmek için böyle yapıyordu.

Zaten kuşkulu olan da bu. Yoktan var oldu sorun. Bir şey çıkacak bunun altından.”

Haybeden de buna benzer bir şey söylemişti.

Arus muzaffer bir edayla Hilda’ya baktı ve bu görüşü destekleyip kendince belirlemelerde bulundu.

Göreceksin, bir şeyler olacak. İki parça malımız kaldı, eğer karışıklık olursa onlar da zarar görecek.

Anacığım, aklını böyle şeylerle yorma.

Baret yine irkildi, henüz “anacığım”lara, “anne”lere alışamamıştı.

Arus başını inatla sallıyordu. Azniv Hanım gülümsedi.

Yıllardan beri böyle gelmiş, böyle gider. İnsan denen yaratık alışmıştır, ama her yıkımdan sonra da inşa etmediği görülmemiştir.

 …

“Karınca gibi,” diye mırıldandı Baret.

***

Zaven Biberyan, 1921’de İstanbul Kadıköy’de doğdu. Kadıköy Aramyan-Uncuyan ve Dibar Gırtaran (Sultanyan) Ermeni ilkokulları, Saint Joseph Lisesi ve İstanbul Ticari İlimler Akademisi’nde öğrenim gördü. 1941’de Yirmi Sınıf (Kura) asker toplanırken, o da askere alındı ve Nafıa hizmetine verildi. Üç buçuk yıl süren askerlik dönüşü Jamanak gazetesinde yayınlanan “Krisdoneutyan Vağhcanı” [Hıristiyanlığın Sonu] adlı yazı dizisi büyük gürültü kopardı, dizinin yayını durduruldu. Nor Lur [Yeni Haber] ve Nor Or [Yeni Gün] gazetelerinde, daha sonra da Jamanak gazetesi yayın kurulunda görev aldı. Sosyalist düşüncelerinden dolayı gelen baskılar sonucu gazeteden ayrılmak zorunda kaldı. 1946’da kovuşturmaya uğrayıp hapis yatan, daha sonra bulduğu işlerden de baskılar sonucu ayrılmak zorunda kalan Biberyan, sonunda ülkeyi terk etmeye karar verip 1949’da Beyrut’a gitti. Orada gazetecilik mesleğini, Ermenice yayınlanan Zartonk [Uyanış] ve Ararat’ın yazı işlerinde görev alarak sürdürdü. Siyasi durumun iyileştiğini düşünerek, yaşamını güç koşullarda sürdürdüğü Beyrut’tan ayrılıp 1953’te İstanbul’a döndü. 1964’te yayınlamaya başladığı Nor Tar [Yeni Yüzyıl] adlı siyasi ve edebi dergi maddi sıkıntılar nedeniyle kapandı. 1960’lı yılların sonunda Meydan Larousse Büyük Lügat ve Ansiklopedi’nin redaksiyon kurulunda yer aldı. Türkiye İşçi Partisi’nden 1965 genel seçimlerinde İstanbul milletvekili adayı oldu ancak milletvekili seçilemedi.1968 yerel seçimlerinde ise aynı partiden İstanbul Belediye Meclisi üyeliğine seçildi ve meclis başkan yardımcılığı yaptı. Ülser hastalığına yakalanan Biberyan 4 Ekim 1984’te yaşama veda etti ve Şişli Ermeni Mezarlığı aydınlar bölümüne gömüldü.

1970’te Jamanak gazetesinde tefrika edilen, ölümünden birkaç hafta önce ise kitap olarak yayınlanan romanı Mırçünneru verçaluysı [Karıncaların Günbatımı] onun başyapıtı sayılır. Bu kitap Türkçeye Babam Aşkale’ye Gitmedi (1998’de) çevrilmiş, diğer romanlarından Lıgırdadzı, Yalnızlar (2000’de), Angudi siraharner ise Meteliksiz Âşıklar (2017’de) adıyla yayımlanmıştır. 

.(Yeşil Gazete)

Umutsuz Asla – Özlem Çuhadar

“Adımı unutsan da umudu asla” Refik Durbaş      

 Bazen bir karamsarlık rüzgârı alıp savurur hassas yürekleri. Seyirci olmaya zorlanınca gözler bütün olup bitene ve de sıradanlaşınca artık tüm acılar, umut beyhude bir sözcüğe dönüşür o zaman. İşte ben de Nietzsche’nin umut konusundaki görüşlerine katıldığımı, artık bununla oyalanmak istemediğimi, hele de Albert Caraco’nun yazdığı “Kaos ’un Kutsal Kitabı” adlı eseri okuduktan sonra umuttan iyice uzaklaştığımı hatta bu kitapta da yazıldığı gibi bundan böyle umuttan söz edenleri düşman olarak göreceğimi itiraf ederken kendime; yine sevdiğim eserlere yaslanıyor, şiirlere sığınıyorum. Sakın unutma diyorum içimdeki çocuğa, umutsuz asla!   

 Ümit sözcüğünü, Ülkü Dergisi’nde yazdığı dönemde umut olarak kullanıp Türkçeye kazandıran Yaşar Kemal, “ İnsan, umutsuzluktan umut üreterek bugüne kadar gelmiştir” der. İnsanlık tarihi, zalimlerin yıkımlarına karşı mücadelenin de tarihidir unutma. Yaşar Kemal’in romanlarına baktığımızda da şartlar ne kadar çetin olursa olsun, hep bir iyiliğe, güzelliğe, aydınlığa yöneliş umudu görmez miyiz? Sanatçıyı, edebiyatçıyı ayakta tutan; ona yaşama ve üretme coşkusu veren tılsım, çoğunlukla daha farklı bir yaşam olabileceğini gösterebilme umudu değil midir? Küçük Kara Balık’la başlayalım mesela; bu masalı okuduğunda nasıl bir keşfetme arzusuyla dolduğunu, bize sunulan yaşamla asla yetinmememiz gerektiğini nasıl da sorguladığını sakın unutma!               

 “… balıkların çoğu yaşlandıkları zaman ömürlerini boşu boşuna geçirdiklerinden yakınırlar. Sürekli sızlanır, lanet okur, her şeyden şikâyet ederler. Ben bilmek istiyorum; gerçekten de yaşamak dediğimiz şey şu bir avuç yerde yaşlanıncaya kadar dolaşıp durmaktan mı ibaret; yoksa dünyada başka şekilde yaşamak da mümkün mü?”  

Çevresindeki insanların bütün uyarılarına, geleneklerin baskısına, yasaklara rağmen uçma denemelerinden vazgeçmeyen Martı Jonathan’ın özgürleşme mücadelesi sana ışık tutmaya devam etsin yine.     

“… yaşamın gerçek anlamını arayan, bulmaya çalışan bir martıdan daha sorumluluk sahibi biri olabilir mi? Bin yıldır yaptığımız tek şey balık peşinde koşmak. Artık yaşamak için bir nedenimiz olmalı: öğrenmek, keşfetmek, özgür olmak gibi.  Bana bir şans verin, öğrendiklerimi size göstereyim.”

Her yaşta keyifle okunabilecek bir kitabın kahramanını, “Küçük Prens”i  hatırla.  Onun büyüklerin dünyasında neleri yadırgadığını, arayışlarını;  bir şeyi sahiplenebilmenin ona emek vermekle mümkün olabileceği çıkarımına nasıl ulaştığını sakın unutma!

 “…   herhangi biri, benim gülümün de size benzediğini söyleyebilir. Ama benim gülüm sizin her birinizden çok daha önemlidir. Çünkü ben onu suladım. Ve onu camdan bir korunakla korudum. Önüne bir perde gererek rüzgârın onu üşütmesini engelledim…”

Acılardan damıtılarak, yaşam tecrübesiyle harmanlanan dizeleri, şiirleri unutma. Unutma, direnişin ozanı Ahmed Arif’i! Oğlu Filinta’nın aktardığı bilgilere göre umutsuzluğa kapılanlara çok kızan Ahmed Arif, “umutsuzluk yasak” dermiş; “hele sanatçıysan, umutsuzluk yasak, bizatihi umudun kendisi sen olacaksın.”

“Biz ki, yarınıyız halkın/ umudu yüz akıyız/ hıncı, namusu/ şafakları/ taaaa şafakları/ hey canım/ kalbim dinamit kuyusu”

“Sesimi Arıyorum” şiirinde, “Don vuran ağaç sürgün verecek / Kaya çatlayacak, tohum yeşerecektir,” diye haykıran umudun ve emeğin şairi Sennur Sezer’i ve onun özellikle de Sabah Türküsü adlı şiirini defalarca okumayı unutma!

(…)

“Hey hey de hey!/Bir sabahın üç kapısı var göğe/ Biri korku/ Çal yere/ Emek senin umut senin/ Korku ne?/ Yeter ki ellerin ellere kavuşsun.”

“yeter ki kararmasın sol memenin altındaki cevahir” diye seslenen Nâzım’ın dizelerinde dolaşırken, havanın kurşun gibi ağır, toprak gibi gebe olduğunu sezmeyi; kurşun eritme çağrısına kulak vermeyi unutma

“karanfili elden ele dolaştırıp sevdayı büyütmenin” (*) ya da Ülkü Tamer’in deyişiyle “kar altında deniz düşü kurmayı” meslek edinmenin umut olduğunu sakın unutma.

Pandora’nın kutusunda saklı kaldığına inanılan, Kafdağı’nın ardında aranılan umudun aslında yaşamın her anında yanımızda olduğunu unutma. Bencilce duyguların ötesinde, bir simidi paylaşabilmek kadar heyecan verici olan umut; yine kana kana içip de bir çeşmeden doymamaya benzer. Umut;  boyacı fırçasında, simitçi tablasında, yaşamı var eden emekçinin ellerinde, alnının terindedir.  Bir çiftçinin tohum atarken toprağa yağmurudur, güneşidir ya da bir ressamın yaşamı naklederken tuvale konuşmasıdır renklerin diliyle…

Unutma! Yokluğun gölgesinde “ben” olma çabası, katıksız sofralarda başı dumanlı, savaşın ortasında, yoksulluğun girdabında ağlayan bir çocuğun her bir damla yaşında, direnişin çiçeği kardelendir umut.

Doğadaki muazzam evrimde gizlidir belki de. Açlığın kader olmadığına inanmak, sımsıkı sarılmak yaşama, kimseyi basamak yapmadan yükselmektir zirveye. Umut; haksız yere ekmeği elinden çalınanın, işini- ekmeğini istemesi kadar doğal,  vicdanın bireyde olması gerektiğini savunmak ve “çocuklar öldürülmesin” diyebilmek kadar haklı; Ruhi Su türkülerinde, şiirlerinde olduğu gibi daha eşit,  daha onurlu, daha insanca günlerin türküsünü tutturmak kadar güzeldir.

Hey, içimdeki çocuk! Umut tacirlerine inat, gülen gözlerindeki ışıltıyı kaybetmemen gerektiğini sakın unutma!

.

Özlem Çuhadar Koşal 

* Edip Cansever, Yerçekimli Karanfil

[Cadı Kazanı] Dünyada üretilen gıdaların üçte biri yenmiyor – Nuran Seyhan Bayer

Dünyada üretilen gıdaların üçte biri yenmiyor. Tedarik zincirinin her halkasında yapılan israfın karşılığı bir trilyon dolar ve her gün israf edilen bir milyon tondan fazla yiyecek var. Oysa günümüzde 800 milyon insan açlık çekiyor, bunların çoğu da çocuk.

Tarım sistemi, gıda üretim tarzı ve beslenme tarzındaki müsriflik sonucunda üretici sürekli yanlış ürün üretirken, tüketici de doğru ürüne ulaşamıyor. Amerika’da bile her 5 çocuktan biri yeterli beslenmiyor, gerisini siz düşünün. Oysa ortalama bir Amerikalı aile her yıl bu nedenle 1500 doları çöpe atıyor. Tabi ülkemizde bu tür araştırmalar yerine “ hamasi siyaset” yapıldığı için neyi ne kadar israf ettiğimizi ve bunun için cebimizden ne kadar para çıktığını bilmiyoruz. Akademisyenlerin çoğu da zaten, bunlara kafa yormak, araştırma yapmak yerine televizyonlarda statükonun bekçiliğine soyunarak kadro kapmak, rektör, dekan olmak peşindeler.

Dünyanın birçok ülkesinde bu konulara kafa yoran, vicdanlarını cüzdanlarında taşımayan akademisyenler, sivil toplum örgütleri ve oralarda gönüllü çalışan insanlar da olmasa, gelecek için bir ışık da olamayacak ama var.

Dan Barber, Mario Batali, Massimo Bottura ve Danny Bowien gibi dünyanın en etkili şeflerinin gözünden, çoğu insanın atık olarak görüp reddettiği gıdaları sürdürülebilir yemeklere dönüştürüyorlar ve açılan “REFFETTERIO” yani yemekhaneler vasıtasıyla da yüz binlerce insana yemek sağlıyorlar. Bizdeki aş evleri gibi diyeceğim ama içerik ve sunuş hayli farklı. Bu yemekhaneler neredeyse şık bir restoran gibi ve burada yiyenlere “farklı-öteki” olduklarını hissettirmeyen bir anlayışla dizayn edilmiş her şey…

Öncü Massimo Batura İtalya’dakilerden sonra Londra, Rio ve Paris’teki refettorioları açmasına yardımcı olmak için dünya çapında istekli ortaklar aradı ve Redzepi, Ferran Adrià ve Ana Roš gibi ünlü şef arkadaşları yardım etmeyi teklif ettiler. Sonuç 45 bin ton atık gıdadan yapılan 450.000’den fazla yemek 830 gönüllü insan sayesinde ihtiyaç sahibi 150 bin insanı doyurdu.

Bottura, dünyanın en iyi 50 şefi listesinin en üstündeki yerini bir kez daha hak etti ancak bu hak ediş sadece restoranlarında  güzel bir ortamda  çok şanslı insanlara şık yemekler sunmakla değil,  aynı zamanda daha az aranan malzemelerle yani atık yiyecek malzemeleriyle yapılan yemekleri eşit derecede keyifli bir ortamda, daha az şanslı olanlara yemek sunmakla oldu. Massimo Batura sadece bir kişi olarak yola çıktı, hayalini gerçekleştirdi ve şimdi binlerce gönüllü, sivil toplum örgütü, onlarca dünya çapında ünlü hatta Michelin yıldızlı şeflerle “gıda israfını” bir nebze olsun durdurmayı başardı.

Başka uygulamalar da var tabii, gıda israfını önlemek için. Örneğin Londra’da olduğu gibi, halka açık “buzdolapları” var. Bu dolaplara evde fazla olan, yiyemeyeceğiniz sebze meyveleri, yemekleri koyuyorsunuz, ihtiyaç sahipleri gelip alıyor. Sadece kişi bazında değil marketler, pazarcılar, balıkçılar da katılıyor bu harekete, gün sonunda satılamayanlar, ufak tefek yara-bereleri olan meyve sebzeler, raf ömrünü ( ki bu bazı gıdalar için anlamsız bir uygulama) tamamlamış kuru gıdalar, ne ararsanız var bu Dolaplarda. Tatile mi çıkacaksınız, dolabınızda da bozulacak yiyecekler var ve ne yapacağınızı bilemediğiniz için çöpe değil ihtiyaç sahiplerine veriyorsunuz, bu kadar basit. Yerel yönetimlerin kolayca projelendireceği bu girişimler umarım ülkemizde de olur.

“Gıda israfını durdurabiliriz, dünyayı besleyebiliriz ”diyen Battura’nın  “Bread is Gold-Ekmek Altındır ”adlı bir de kitabı var. Ekmeğe saygı, onu öpüp alnımıza koymakla değil, israf etmemekle ya da ihtiyacı olanlara ulaştırmakla olur.

Yerel yönetim seçimleri kapıya dayanmışken, sebze meyve fiyatları herkesin ulaşabileceği düzeyde değilken, tonlarca ekmek israfı varken aslında tek “beka” sorunumuz,  insanların ve tabii öncelikle çocukların, insanca yaşamaları için güvenli barınma ve gıdaya ulaşabilme haklarıdır.

Olanca kötülüğün, karanlığın içinde her şeye rağmen ışık vardır ve ışığa zaten en çok ‘karanlık zamanlar’da ihtiyaç duyarız. Her doğum bir mucize, her insan yeni bir başlangıçtır ve insanlar bir araya gelip ortak eylemde bulunabildikleri sürece umut da vardır. Dünya sevgisini mümkün kılan, içinde yaşadığımız dünya için sorumluluk alıp ortak eylemde bulunma yetimizdir.”
                                                                        HANNAH ARENDT

.

Nuran Seyhan Bayer

26. İstanbul Caz Festivali, genç caz müzisyenlerini festivale katılmaya çağırıyor

İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından Garanti Bankası sponsorluğunda Temmuz ayında gerçekleştirilecek 26. İstanbul Caz Festivali, genç caz müzisyenlerini festivale katılmaya çağırıyor. Genç Caz başvuruları için son tarih 10 Mayıs 2019.

İstanbul Caz Festivali kapsamında bu yıl 17. kez düzenlenen Genç Caz konserleri için başvurular başladı. Türkiye’de amatör veya yarı profesyonel olarak müzikle ilgilenen genç müzisyen ve topluluklara festival programında yer alabilecekleri bir platform oluşturan Genç Caz, caz ve benzeri müzik türlerine ilgi duyan genç müzisyenleri teşvik etmeyi ve profesyonel müzik dünyasına hazırlamayı amaçlıyor.

Genç müzisyenler seçmelere klasik ya da çağdaş caz türlerindeki çalışmalarının yanı sıra, blues, funk, soul ya da caz etkileşimli yerel müzik ve benzeri tarzlardaki demoları ile katılabiliyor. Repertuar, adayların kendi özgün bestelerinin yanı sıra caz standartlarının veya başka parçaların yorumlarından da oluşabilir. Genç Caz’a profesyonel bir albüm yayımlamamış ve müzisyenleri 30 yaşın altında olan topluluklar başvurabiliyor.

Genç Caz Seçici Kurulu tarafından,başvuruların arasından belirlenecek on topluluk, 26 Mayıs Pazar günü Salon İKSV’de halka açık yapılacak değerlendirme konserlerine davet edilecek. Değerlendirme konserlerinde seçici kurul, 15’er dakikadan oluşacak canlı performansları izleyerek 26. İstanbul Caz Festivali’nde yer alacak isimleri belirleyecek. Kazananlar, festivalin bu yıl da programında olan Parklarda Caz etkinliği kapsamında düzenlenecek ücretsiz Genç Caz konserlerinde yer almaya hak kazanacak. Bu isimler ayrıca, festival kitapçığı ve festivalin resmi web sitesinde, festival sanatçıları içerisinde yer alacaklar.

Audioban İşbirliğiyle Genç Cazcılara Eğitimler

Bu yıl ilk kez İstanbul Caz Festivali, Genç Caz kapsamında Audioban ile işbirliğine gidiyor. Yeni ve alternatif sanatçıları ve müzik sahnesinin farklı alanlarında çalışan isimleri, çeşitli mekânlarda kurguladığı etkinliklerde dinleyiciyle ve birbirleriyle buluşturan Audioban, Genç Caz’a başvuran tüm müzisyenlerin katılımına açık üç atölye ve ustalık sınıfı gerçekleştirecek. 10-26 Mayıs 2019 tarihleri arasında Audioban ofisinde alanında yetkin isimlerle, Albüm Yapım Aşamaları-Caz ProdüksiyonStream/Dijital Haklar ve Perfomans Pratikleri ve Sahneleme konularında eğitimler düzenlenecek. Eğitimlerin yanı sıra İstanbul Caz Festivali ve Audioban, Genç Caz 2019 programına başvuran gruplarla farklı kurgularda işbirliği yapmaya devam edecek. Audioban geçtiğimiz günlerde 2018 Genç Caz seçmelerinde dereceye girip İstanbul Caz Festivali’nde de yer alan ekiplerden The Kites grubunun ilk albümünü yayımlamıştı.

Genç Caz Hakkında

Genç Caz Seçici Kurulu’nda müzisyen Aycan Teztel, müzisyen Ayşe Tütüncü, müzisyen Cenk Erdoğan, müzisyen Ceyda Köybaşıoğlu, müzik yazarı Feridun Ertaşkan, müzisyen Harun Tekin, müzik yazarı ve yapımcı Hülya Tunçağ, müzisyen Volkan Öktem,gazeteci Yekta Kopan ve İstanbul Caz Festivali Direktörü Harun İzer yer alıyor.

Genç Caz konserleri, geçen on altı yıl içerisinde 70’in üzerinde genç caz sanatçı ya da topluluğuna dünyaca ünlü caz sanatçılarıyla aynı festivalde yer alma imkânı sağladı. Bunun yanı sıra sanatçılar İstanbul Caz Festivali sonrasında başka festivallere katıldılar ve Türkiye ile yurt dışındaki çeşitli caz kulüplerinde sahne alma fırsatı yakaladılar. Geçtiğimiz yıllarda yolu Genç Caz’dan geçenler arasında; Gevende, Mikado, Ece Göksu, Ozan Musluoğlu, Batuhan Şallıel ve Anıl Şallıel, Volkan Topakoğlu, Yaşam Hancılar, Cihan Mürtezaoğlu, Deniz Taşar, Çağrı Sertel, Ekin Cengizkan, Başak Yavuz, Tolga Erzurumlu, Eylül Biçer, Can Tutuğ, Sanat Deliorman, The Kites, Cazzip Project ve İpek Dinç gibi müzisyen ve topluluklar yer alıyor.

.

(Yeşil Gazete)