Ana Sayfa Blog Sayfa 2606

Noks’ta yeni sergi: “Ara Öğün”

NOKS Bağımsız Sanat Alanı, 17 Şubat- 17 Mart 2019 tarihleri arasında Mert Çağıl Türkay‘ın “Ara Öğün!” isimli ilk kişisel sergisi ile 2019 sezonunu açıyor.

Sergi, Mert Çağıl Türkay’ın toplumsal cinsiyet pratiklerinin inşasını parodileştirici bir biçimde ortaya koyan fotoğraf ve video işlerinden oluşuyor.

Ara Öğün kelime anlamı olarak günlük rutinin içinde yer almayan bir beslenme saatini ifade ettiği gibi olması gerekenin dışında bir zamanı ve eylemi de ifade eder. Alternatif, öznel bir eylemsellik içeren, anlamı belirsiz bir zaman dilimine taşıyan işleve de sahiptir. Belirlenmiş, düzenlenmiş ve hizaya sokulmuş öğünlerin dışında bağımsız bir kavramdır. Sergideki eserlerde de bu belirsizlikten yola çıkan, tahakküm kurmayan bir oluş şekli gözlemlenebilir. Otorite oluşturmayan bu oluş, bir queer eylem biçimidir. Ancak yine de bir belirteç işlevi üstlenmeden bunu yapar. Görüntüler ise kendi oluşları ile temsillerine devam eder. Ara öğün burada ve buraya özeldir.

Sergide bedenin performansı kimliğin ifade edilişi ve fotografik kurgunun biçimine yapılan müdahaleler neticesinde queer bir eylem olarak düşünülebilir. İzlenen bedenler eril bir güç gösterisinden öte kendine özel varoluşu ortaya koyan bağımsız bir akış içindedir. Yüz yüze geldiğimiz beden ve uzuvlar dolaysız bir kanıt işlevine sahiptir. Buradaki etkinlik erkeksi bir form ya da doku şekillendirmek üzerine değildir. Aksine eril olanın üstlendiği kavramları kazımak ve üstünlük taslamayan bir olma haline kavuşturmaktır. Suni bir eril temsil barındıran ögeler aracılığıyla bir anlam bozuculuk işlevi üstlenen fotoğraflar bu bağlamda queer performatif bir görsellik taşır.

Mert Çağıl Türkay’ın eserlerinde sıklıkla görülen eril beden, sosyal bağlamda kurulmuş olan tahakkümü yıkıma uğratmak ve dönüştürmek üzerinedir. Başkalaşımlar çıplak beden üzerine kurulmuş olan algıyı erotizmden uzaklaştırdığı gibi erillik üzerinden kurgulanmış olan erkeksi form içeriğini de yıkmayı amaçlar. Sanatçının eserlerindeki beden vurgusu çıplak olmanın ötesinde yalın bir tarafsızlık içindedir. Bu tarafsızlık hali Türkay’ın eserlerinde cinsiyet, ırk ve etnisite katmanlarını sanatçıya özel bir performansla barındırır.

Sergide yer alan bedenler queer eyleme ortaklık sağlayan bireylerdir. Bu ortaklık bir uzlaşma düzlemi değil, aksine bireyin özel ve herhangi bir kimliğe dâhil olmadan var olabilmesine imkân tanıyan hallerdir. Fotografik uzamda yer alan bedenler yeniden yeni bir tahakküm kurmak üzere bir imleme yolunda değildir. Queer olanı hem kapsayıcı hem de aktivist kılan akışkan bir oluş hali olarak sergide görebilmek mümkündür. 

.

(Yeşil Gazete)

“Geleceğin Sineması” yarışmasında verilen katkı iki misline çıkarıldı

T.C. Kültür ve Turizm BakanlığıSinema Genel Müdürlüğü ile TÜRSAK Vakfı tarafından 16 yıldır gerçekleştirilen Geleceğin Sineması yarışmasında verilen katkı iki misline çıkartıldı.

Türkiye Sinema ve Audiovisuel Kültür Vakfı (TÜRSAK) bu yıl maddi desteğe hak kazanan 10 projeye 6 bin TL ve bunların arasından seçilen üç projeye de post-prodüksiyon desteği verilecek.

Türkiye genelindeki tüm üniversitelerin sinema ve medya bölümlerinde eğitim gören ön lisans, lisans ve yüksek lisans öğrencilerine açık olan yarışmanın başvuruları geleceginsinemasi.tursak.org.tr adresinden gerçekleştirilecek.

Başvurular için son tarih 18 Mart 2019 olup ön eleme sonuçları 18 Nisan 2019 tarihinde açıklanacak. Çekilecek filmlerin son teslim tarihi 27 Mayıs 2019, ödüller ise 13 Haziran 2019 tarihinde gerçekleştirilecek tören ile sahiplerini bulacak.

.

(Yeşil Gazete)

L’Iinternationale’den yeni program “Our Many Europes [Avrupalarımız]

Avrupa müzeler konfederasyonu L’Internationale, beş yıllık The Uses of Art [Sanat Kullanımları] projesinin 2017’de tamamlanmasının ardından, Our Many Europes [Avrupalarımız]projesinin çalışmalarını başlattı.

Avrupa Birliği’nin Creative Europe programı tarafından desteklenen proje kapsamında, aralarında SALT’ın da bulunduğu üye kurumlar ve konfederasyon ortakları tarafından Mayıs 2022’ye dek konferans, sergi ve atölye gibi 40’tan fazla program gerçekleştirilmesi planlanıyor.

L’Internationale, hiyerarşik ve merkeziyetçi olmayan bir uluslararasıcılık üzerine kurulu bir konfederasyon; yerel olarak köklü, küresel olarak birbirine bağlı kültürel aracılarıyla farklılıklar ve yatay paylaşımlara değer veren bir sanat alanı öneriyor. Değişik coğrafyalardan yerel hikâyelerin birlikte okunabilmesi adına daha etkili araçlar ve yepyeni yöntemler sunmayı hedefliyor. Konfederasyon, yedi modern ve güncel sanat kurumu (M HKA, Antwerp; Moderna galerija (MG+MSUM), Ljubljana; Van Abbemuseum, Eindhoven; MACBA, Barselona; Muzeum Sztuki Nowoczesnej w Warszawie, Varşova; SALT Araştırma ve Programlar, İstanbul ve Ankara; Museo Reina Sofía, Madrid) ile iki iş birlikçi kurumdan (National College of Art and Design, Dublin; Valand Academy, University of Gothenburg, Göteborg) oluşuyor.

.

(Yeşil Gazete)

21 Şubat Dünya Anadil Günü: ‘Her iki haftada bir dil yok oluyor’

Birleşmiş Milletler (BM) Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO), 2000’de 21 Şubat tarihini Dünya Anadil Günü ilan etti. Bu gün, 19 yıldır dünyada dilsel farkındalık yaratmak ve çok dilliliği teşvik etmek için kutlanıyor.

Bu yıl ise 21 Şubat’ın farklı bir anlamı var. Zira BM, 2019’u da Dünya Yerli Dilleri Yılı ilan etmişti.

BM verilerine göre dünyada her iki haftada bir dil, içinde geliştiği entelektüel ve kültürel ortamla birlikte yok oluyor. Dünya üzerinde konuşulan dillerin yüzde 40’ı yok olma tehlikesi altında. Bütün dünyada 7 binden fazla dil konuşuluyor, 5 binden fazla “yerli” kültür yaşıyor, 370 milyondan fazla “yerli” insan yaşıyor.

Dünyada dilsel çeşitliliğin en yüksek olduğu ülke Papua Yeni Gine. Nüfusu 8 milyondan biraz fazla olan ülkede 800’den fazla dil konuşuluyor. Dilsel çeşitliliğin en düşük olduğu ülke ise Kuzey Kore. UNESCO verilerine göre ülkenin dilsel çeşitliliği yok.

UNESCO Dünya Tehlike Altındaki Diller Atlası Editörü Chris Molesey, yerli dilleri “tarih yazılmaya başladığından beri belirli bir coğrafyada konuşulan diller” olarak tanımlıyor.

Bu dillere sömürgeciliğin doğal sonucu olarak kendi konuşuldukları coğrafyalarda çoğunlukla kendilerinden daha baskın dillere nazaran azınlıkta kaldıkları için, “azınlık dilleri” de deniyor.

.

(BBC Türkçe)

Avrupa Konseyi ve Uluslararası Af Örgütü’nden Gezi İddianamesine sert tepki

Avrupa Konseyi İnsan Hakları Temsilcisi, Dunja Mijatovic, Gezi Parkı eylemlerine ilişkin aralarında Osman Kavala’nın da bulunduğu 16 şüpheliyle ilgili ağırlaştırılmış müebbet cezası talep edilmesinden “dehşete kapıldığını” söyledi.

Sosyal medya hesabından bir açıklama yapan Mijatovic, bu kişiler hakkında savcılık tarafından ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası talep edilmesinin “kabul edilemez olduğunu” bildirdi ve ilgili mahkemenin, iddianameyi reddetmesi umudunu dile getirdi.

Kavala’nın AİHM’e açtığı davaya müdahil taraf olarak katılacağını ve bu konuda hazırladığı mütalaasını mahkemeye ilettiğini kaydeden Mijatovic, Gezi olaylarına ilişkin görüşlerine de bu mütalaada yer verdiğine dikkati çekti.

Af Örgütü’nden açıklama: Osman Kavala ve Yiğit Aksakoğlu derhal serbest bırakılmalı!

Uluslararası Af Örgütü Türkiye Strateji ve Araştırma Direktörü Andrew Gardner, Osman Kavala ile 15 sivil toplum aktörü hakkında “Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmaya teşebbüs” suçlamasıyla ceza talep eden ve bugün mahkemeye sunulan iddianameye tepki gösterdi. Andrew Gardner açıklamasında “Mahkemeler tarafından asıl yargılanması gereken, hiçbir suç işlemeyen 16 sivil toplum aktörü değil; insanların temel haklarını reddeden yetkililer ve barışçıl protestoculara karşı şiddet kullanan polisler olmalıdır” ifadelerini kullandı.

Andrew Gardner, şunları söyledi:

“Bu saçma iddialar, tarihi yeniden yazmayı ve Türkiye’nin önde gelen sivil toplum aktörlerini susturmayı hedefliyor. Bu aktörler, Türkiye’nin ciddi şekilde aksayan hukuk sistemi tarafından yargılanma olasılığıyla karşı karşıyalar.”

“On binlerce insanın devletin baskılarına karşı barışçıl olarak toplandığı Gezi Parkı protestolarının üzerinden neredeyse altı yıl geçti. Söz konusu iddianamenin mahkeme tarafından kabulü halinde, sanıklar ağırlaştırılmış hapis cezasına çarptırılabilir.”

“Ağırlıklı olarak barışçıl protestolardan ve insanların temel haklarını kullanmasından ibaret olan Gezi protestoları, polisin keyfi ve istismar edici güç kullanımıyla karşı karşıya kalmıştı. Mahkemeler tarafından asıl yargılanması gereken, hiçbir suç işlemeyen 16 sivil toplum aktörü değil; insanların temel haklarını reddeden yetkililer ve barışçıl protestoculara karşı şiddet kullanan polisler olmalıdır.”

“Söz konusu suçlamalar düşürülmeli ve 16 aydır tutuklu bulunan Osman Kavala ile 4 aydır tutuklu bulunan Yiğit Aksakoğlu derhal serbest bırakılmalıdır.”

.

(Euronews, T24)

Avrupa Parlamentosu’ndan Türkiye ile üyelik müzakereleri askıya alınsın raporu

Avrupa Parlamentosu’nun (AP) Türkiye ile Avrupa Birliği (AB) arasındaki üyelik müzakerelerinin askıya alınmasını öneren karar tasarısı, parlamentonun Dışişleri Komisyonu’nda oy çokluğuyla kabul edildi.

Sosyal Demokrat (S&D) Grup üyesi Hollandalı parlamenter ve Türkiye raportörü Kati Piri tarafından kaleme alınan taslak rapor, Dışişleri Komisyonu tarafından üzerinde önemli değişiklikler gerçekleştirilerek 7’ye karşı 47 oyla kabul edildi. Komisyondaki nihai oylama öncesi AP’de temsil edilen belli başlı siyasi gruplar arasında uzlaşılarak hazırlanan 22 değişiklik önergesi de oy çokluğuyla kabul gördü.

Yolsuzluk, baskı, hak ihlalleri: Türkiye- AB üyelik müzakereleri askıya alınsın raporu

Avrupa Parlamentosu (AP) Dış İlişkiler Komitesi’nde Türkiye raporuna verilen değişiklik önerileri de oylamaya sunuldu ve 7 olumsuz oya karşı 47 evet oyu ile kabul edildi. Raporda Türkiye ile Avrupa Birliği (AB) arasındaki üyelik müzakerelerinin askıya alınması da önerildi. Oy çokluğuyla kabul edilen rapor ise 13 Mart’ta oylanacak.

AP’nin 12 Mart’ta Strasbourg’daki genel kurul oturumunda tartışılıp, 13 Mart’ta oylayacağı taslak karar metninin en önemli mesajını Türkiye ile AB arasındaki üyelik müzakerelerinin askıya alınması önerisi oluşturuyor.

Kati Piri taslak karar metinde bu bölümü “AP, müzakerelerin askıya alınması çağrısında bulunur” şeklinde formüle etti. Ancak siyasi gruplar Dışişleri Komisyonu’nda bu ifadeyi “AP müzakerelerin askıya alınması tavsiyesinde bulunur” şeklinde değiştirdi. Bu karara gerekçe olarak “demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü ve temel haklar alanlarındaki ciddi gerileme” gösteriliyor. Komisyondan geçen taslak metnin birçok paragrafında Türkiye’ye, üyesi olduğu Avrupa Konseyi ve AİHM’nin standart ve kararları hatırlatılmakta.

.

(DW Türkçe, Euronews)

Osman Kavala ve 15 hak savunucusu için ağırlaştırılmış müebbet talebi

Aralarında tutuklu Osman Kavala’nın da bulunduğu 16 kişi hakkında iddianame hazırlandı. 16 kişinin Gezi Parkı Eylemleri’ni düzenleyen “tepe yönetim” oldukları iddia ediliyor.

Gezi Parkı eylemlerine ilişkin soruşturmada iddianame hazırlandı. 477 gündür tutuklu bulunan Osman Kavala ve 16 Kasım 2018’de gözaltına alınıp tutuklanan Yiğit Aksakoğlu soruşturmada ismi geçen 16 kişi arasında.

Haklarında “hükümeti ortadan kaldırmaya teşebbüs” suçlaması yapılan diğer isimler şöyle: Ali Hakan Altınay, Ayşe Mücella Yapıcı, Ayşe Pınar Alabora, Can Dündar, Çiğdem Mater Utku, Gökçe Yılmaz, Handan Meltem Arıkan, Hanzade Hikmet Germiyanoğlu, İnanç Ekmekçi, Mehmet Ali Alabora, Mine Özerden, Şerafettin Can Atalay, Tayfun Kahraman ve Yiğit Ali Ekmekçi.

Üç bölümden oluşan 657 sayfalık iddianame tamamlandığı açıklamasını İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı gazetecilere verilen bilgilendirme toplantısında yaptı. İddianamede tüm isimlere ağırlaştırılmış müebbet istendi.

Suçlamalar

Savcılık açıklamasında yöneltilen suçlamalar şöyle sıralandı:

* Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmaya veya görevini yapmasını engellemeye teşebbüs etme (TCK 312/2),

* Mala zarar verme, nitelikli mala zarar verme,

* Tehlikeli maddelerin izinsiz olarak bulundurulması veya el değiştirilmesi,

* İbadethanelere ve mezarlıklara zarar verme,

6136 sayılı Ateşli Silahlar ve Bıçaklar Hakkında Kanuna muhalefet,

* Nitelikli yağma (TCK 149),

* Nitelikli yaralama (TCK 86),

* 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu’nuna muhalefet,

İddianame 2011’den başlatıldı

Haklarında suçlama yapılan kişilerin Gezi Parkı eylemlerine 2011’den itibaren hazırlık yaptıkları ve 16 kişinin “tepe yönetim” oldukları iddia ediliyor.

Savcılık açıklamasında Gezi Parkı Eylemleri için şu ifadeler kullanıldı:

“2013 yılında ülkemizde meydana gelen ve kamuoyunda Gezi Parkı olarak anılan ancak bir kalkışma olarak anılan hususlarla ilgili şüphelilerin söz konusu olayı 2011 yılından itibaren yönlendirme ve başlatmaya çalışmaları bu yönde hazırlık hareketlerinde bulunmaları ve 2013 yılında sahneye konulan bu kalkışma girişiminde olayların ve eylemlerin finansmanı ile koordinasyonun sağlanması hususundaki fiilleri iddianame konusu edinmiş olup yine şüphelilerin bu olayların tepe yönetiminde yer almaları sebebiyle bu kapsamda ülke genelinde meydana gelen şiddet olaylarınında TCK’nın 312/2 (hükümeti devirmeye teşebbüs) kapsamında dolaylı faik olmaları sebebiyle haklarında iddianame tanzim edilmiştir.”

Yakalama kararları

Açıklamada Osman Kavala ve Yiğit Aksakoğlu halen tutuklu bulunduğu. Ayşe Pınar Alabora, Can Dündar, Memet Ali Alabora, Gökçe Yılmaz Handan, Meltem Arıkan Hanzade, Hikmet Germiyanoğlu hakkında da yakalama kararı bulunduğu vurgulandı.

Kavala ve Aksakoğlu dışındaki diğer şüpheliler, iddianame kabul edilirse tutuksuz şekilde yargılanacaklar.

.

(Bianet)

Yeşil ticaret stratejisi ile küreselleşmeyi yeniden şekillendirme

Green European Journal‘da Katharina Dröge tarafından yayınlanan makaleyi Yeşil Gazete gönüllü çevirmenlerinden Sema Alpan Atamer‘in çevirisi ile yayınlıyoruz.

***

Dünya’nın alışverişinin çoğunu kontrol eden uluslararası ticaret sistemi, bir bakıma işçileri, tüketicileri ve çevreyi, küresel piyasalara hakim olan çok-uluslu şirketlerin baskısından korumaması nedeniyle tehdit altında. Bununla birlikte, kızgınlık ve itiraz dalgasının yükselmesine karşılık verecek yeşil yanıtlar, izolasyonist tuzaklardan kaçınmalı. İhtiyaç duyulan şey, ticaret anlaşmalarının cesurca gözden geçirilmesi ve iş dünyasının çıkarlarının gözetilmesinin yanında çevrenin korumasını ve sosyal hakları destekleyecek biçimde yazılmasıdır.

Önce Brexit, sonra Donald Trump ve daha sonra da Marine Le Pen’li ve güçlü bir AfD’li (Almanya için Alternatif) Fransa ve Almanya seçimleri. Avusturya ve İtalya’da zaten aşırı uçtan partiler hükümette yer almakta ve Macaristan’da Victor Orban yıllardır, devleti istediği gibi yeniden inşa edecek beyaz karta (Carte Blanche1) sahip. Milliyetçilikte ve aşırı sağ partilerde ani bir yükselme gözlemlemekteyiz.

Pek çok durumda bu milliyetçilik; ekonomik bağımsızlık, korumacılık ve ticari engeller arayışı ile el ele gitmekte. Karşımıza dikilen, ABD ile pratikte Dünya’nın geri kalan kısmı (ama daha en önemlisi Çin) arasındaki ticaret savaşları, son aylarda medyayı işgal etmiş durumda. Çoğunluk artan gümrük tarifelerinin sonuçlarından korkarken; ekonomik bakımdan bağımsız devletlerin bulunduğu zannedilen gerideki zamanlara nostaljiyle bakanların sayısı artıyor gibi gözüküyor.

Biz politikacılar olarak, bu karşı tepkiye duyulan açık arzudan hangi dersleri çıkarmalıyız? Kesin bir yanıt vermek karmaşık bir işken; sorunun bir kısmı da, Avrupa ve ABD’de politikacıların, bağlı oldukları partiden bağımsız olarak, küreselleşmiş bir ekonomi için yapısal değişim ve kurallar koyma konusundaki görevlerinden vazgeçmiş olmalarından kaynaklanıyor. Tüm sektörlerdeki kapanan iş yerlerine tatminkar bir yanıt geliştiremediler. Sürekli büyümekte olan çok-uluslu şirketlerin gücüne sahip değiller. Ne de küresel rekabet bağlamında işçilerin ve çevrenin sömürülmesine sınır ve önlem getirebildiler. Bu durum, milliyetçilerin üzerine atlayacakları bir boşluk yarattı.

Manasız bir şekilde, ABD ile ‘ticaret savaşı’ tartışmalarında en popüler önerilerden biri, AB-ABD Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığının (TTIP) yeniden canlandırılmasıydı. TTIP’den bahseden kimseler, sorunu hiç anlamış değiller. Bunu savunanlar, TTIP olsa, Başkan Trump’ın AB’yi gümrük tarifelerini arttırmakla tehdit edemeyeceğini iddia ediyorlar. Bu argüman kısa görüşlü. Başkan Trump, uluslararası anlaşmalara saygı göstermiyor. Bunu Paris İklim anlaşmasında, İran nükleer anlaşmasında ve Meksika ve Kanada’nın acı bir şekilde gerçeği kabullendikleri Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşmasında (NAFTA) açıkça gösterdi. Meksika ve Kanada’yı anlaşmayı sonlandırmakla tehdit ederek baskı altına soktu ve NAFTA’yı yeniden müzakereye sürükledi. Ayrıca, son bir kaç on yılda ticaret politikası farklı olsaydı, en başta Başkan Trump’la uğraşmak durumunda olmayabilirdik. TTIP benzeri ticaret anlaşmaları sorunun bir parçası.

TTIP, hüküm süren ticaret politikalarının bu kadar sorunlu olmasını sağlayacak her şeyi barındırıyor. Hiç bir kuralı olmayan kontrolsüz serbest ticareti teşvik ediyor, ama sadece büyük şirketlere tanınan her türlü haklarla. Aynı şey, halen AB’nin müzakere etmekte olduğu hemen her serbest ticaret anlaşması için geçerli.

TTIP gibi sözleşmeler, artık gümrüklerin indirilmesine değil, şirketlere mükemmel yatırım ortamları yaratmaya odaklanıyor. Bu amaçla son zamanlardaki ticaret anlaşmalarında yatırımcı-devlet-çatışma- çözme mekanizmaları (ISDS) denen maddeler yer alıyor. ISDS’de şirketler, “dolaylı kamulaştırma” veya “adil ve eşit muamele” gibi hukuk ibarelerine dayanarak devleti özel mahkemelerde dava edebiliyor. Bu ibarelerin muğlaklığından yararlanan bazı şirketler, eğer yasal düzenlemeler şirketlerin kar beklentilerini azaltıyorsa, tüketicileri veya çevreyi koruyan yeni yasalara saldırabildiler. Bu şekilde, ISDS şirketlere ayrıcalıklar yaratırken, kamusal düzenlemeleri baskı altına soktu. Aynı zamanda, ticaret anlaşmalarında çoğu kez sosyal ve çevresel standartlar bulunmaz. Bulunduğu durumlarda da, bu standartlara uyulmamasına karşı yaptırımlar yer almaz ve böylece standartlar değersiz hale gelir.

Bu türden anlaşmalarda ‘ihtiyatlılık ilkesi’ denen yaklaşım yer almaz. Avrupa’nın bu düzenleyici prensibi, riskli olması muhtemel ürünlerin zararsızlığı tamamen ispat edilmeden piyasaya sürülmemesini sağlar. Bu nedenle zararlı ürünlerin tüketicilere ulaşmamasını garantilemek için elzemdir ve ticaret anlaşmalarında bulunmaması, Avrupa tüketicilerini koruma uygulamalarını zayıflatır.

Süregelen ticaret politikaları; hızlı küreselleşme ve devasa çok-uluslu şirketlerle karşı karşıya kalan pek çok kişiye genel anlamda haksızlığa uğramışlık ve güçsüzlük duygusu verdi. Siyasetçiler şirketlerin gücünü en azından sınırlamak yerine, ticaret müzakere masalarında onlara yer verdiler. Aynı zamanda, ekonomi politikaları –ki hala Chicago ekonomi okulunun etkisi altında- başlardaki kendi düzenleyici ülkülerini giderek bıraktı. Donal Trump’ın kararnamaler çıkarmaktaki ve ekonomik milliyetçiliği geri getirmekteki iştahı, insanlar tarafından daha önceki hareketsizlik durumundan kopulması bakımından hoş karşılanabilir.

Küreselleşmeye şekil vermek için adil ticaret (fair trade)

Siyaset buna nasıl tepki verebilir? Ticaret politikası için yeşil strateji neye benzer? Açıkçası, korumacılık asla çözüm olamaz. Ticaret savaşlarının kazananı olmaz. Korumacılık, herkes için kötü, -ama en kötüsü de toplumdaki da en yoksullar için olan-, aşağı doğru bir spirale yol açar. Hepimiz, ticaretin genelde dağıtılacak pastayı büyüttüğünü kabul ederiz. Ancak, bugün hüküm süren ticaret politikaları, pastadan her birimizin alacağı payı büyütmüyor. Çoğu zaman en çok yararlanan, zaten en büyük paya sahip olanlar. Tüketicinin korunması ve çevre hesaba katılmıyor. O halde, küreselleşmeyi yeşil değerlerimize göre şekillendirmemize olanak tanıyan bir adil ticaret politikası tanımlamamız gerekiyor. Çevreyi iş dünyasının çıkarları için kurban etmek yerine koruyan bir ticaret politikası. İşçi haklarını zayıflatmak yerine güçlendiren bir ticaret politikası. Gerektiğinde devletin elini kolunu bağlamak yerine gerekli düzenlemeleri yapmasına olanak veren bir ticaret politikası. Tüketicileri riske atmak yerine koruyan bir ticaret politikası.

Bu hedeflere ulaşmak için bir yeşil ticaret stratejisi hangi ögelere ihtiyaç duyar? Yüksek standartlar ve siviller, devletler ve şirketler için eşit haklar içeren adil ticaret anlaşmaları, bir yeşil ticaret stratejisinin temel yapı taşlarıdır.

Başlangıç olarak, sadece Paris İklim Sözleşmesini ve Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Hedeflerini imzalamış olan ülkelerle ticaret anlaşması yapmalıyız. İkinci olarak, bu anlaşmalara uyulmasını garanti altına almak için bunlar, ticaret anlaşmasıyla da korunmalı. Adil ticaret anlaşmalarında, hem insanları, hem çevreyi korumak için güçlü sosyal, ekolojik ve insan hakları standartlarına ihtiyaç var. Bu standartlar, küresel rekabet için eşit şartlar yaratılmasını sağlayabilir. İşçileri veya çevreyi sömüren şirketler, işçi haklarına saygılı sürdürülebilir şirketlere zarar verecek biçimde fiyatlarda indirime gidiyorlar. Şayet ekolojik ve sosyal ucuzlatmayı tolere etmeyeceğimizi açık bir biçimde ortaya koyarsak, sürdürülebilir üretim için teşvikler yaratabiliriz. Mevcut ticaret anlaşmalarının aksine, sosyal, ekolojik haklar ve insan hakları; anlaşmanın eşit bir parçası getirilmeli ve bunların ihlali diğer maddeler gibi yaptırıma tabi olmalı veya dava edilebilmeli. Ayrıca, ISDS’nin yatırımcıların devletleri dava edebilmelerine ilişkin adaletsiz uygulamalarına son vermeliyiz. Ve tüketicileri korumak için de, yapılacak herhangi bir anlaşmada, ihtiyatlılık ilkesine metinde açıkça yer vererek ve kamusal hizmetleri liberalizasyondan muaf tutarak, anlaşmanın hiç bir bölümünün devletin gerekli düzenlemeleri yapmasına engel olamamasını garanti etmeliyiz.

Eğer gelecekteki ticaret anlaşmalarını bu gerekleri yerine getirecek şekilde tasarlarsak, çevreyle uyumlu bir adil ticaret ve şiddetle arzu ettiğimiz küreselleşmeyi şekillendirme yönünde dev bir adım atmış oluruz. Ancak, adil ticaret anlaşmaları, Trump ve Brexit’e oy vermiş insanları, milli izolasyonun yanlış bir çözüm olduğuna ikna etmek konusunda yeterli olacak mı? Muhtemelen hayır. Yurttaşları bugünün ekonomisinde güçlendirmek için bunun yanında akıllı bölgesel endüstriyel politikalar ve güçlü bir rekabet kontrolü da gerekecek.

Yapısal değişimi kolaylaştıracak proaktif politika

Teknik yenilikler ve ticarete sunumu, ara sıra ekonomide ani değişimlere neden olur. Dijital fotoğrafçılık ve smart telefonlar gibi yenilikler ekonominin sıçrama tahtaları oldu. Ancak, bazı piyasa oyuncuları onu kullanmada yeterince hızlı olamadı. Kodak ve Nokia sahnelerden kayboldu ve bu endüstrilere bağımlı bölgelerin tümü de onları takip etti. Aynı şekilde, ABD’nin ‘rust belt’ bölgesindeki2 şirketler ve işçiler, otomasyondan ve yurt dışından gelen rekabetten etkilendiler. Adil ticaret; üretimin, işçilerin veya çevrenin sömürüldüğü ülkelere kaydırılmasının özendirilmesini azaltır. Fakat ücretlerdeki, becerilerdeki ve kaynaklardaki farklılıklar, daima iş gücünün uluslararası bölünmesine ve üretimin küresel olarak yer değiştirmesine yol açacak.

Genelde, ekonomiler toplamda bu değişikliklerden yararlanır; bazı kaybedenler de ortaya çıkarır. Bu kaybedenler; şirketler, işçiler ve bölgeler olabilir. Eğer göz ardı edersek, onları popülistlerin ve milliyetçilerin ellerine iteriz. Dolayısıyla, siyaset zaman içindeki bu değişimleri anlamalı ve etkilenen bölgeler ve insanlar için gelecek fırsatları bulmalıdır. Ani değişim bir kere geldiğinde ve iflaslar, işten çıkarmalar yaygınlaştığında; artık çok geç olabilir. Öyleyse, insanlar daha hissetmeden önce yapısal değişimleri şekillendirmeye özgü planlar yapmak gerekir. Bu planlar bölgeden bölgeye değişebilir; ama muhafaza etme ve ileri eğitimin mutlaka bu planın bir parçası olması ve yaşamlarının ortasındaki insanlar için bile mümkün hale getirilmesi gerekir. Ayrıca bu bölgelerde devlet, şüphe götürmez bir misyonla, başvurulacak ilk yerin yatırımcısı ve inovasyonun destekçisi olmalıdır.

Bugüne kadar yapısal, bölgesel ve endüstriyel politikalar çoğu kez bir demet istikrarsız tedbirden ibaret oldu. Bunlar, belirli bölgelerdeki veya sektörlerdeki şirketlere teşvik verilmesinden; yeni bir kamu kuruluşunun, istihdamın çok düşük olduğu bir yerde kurulması gibi stratejik tayinlere kadar değişmekte. Küreselleşmenin ve teknolojik değişimlerin kaybedenlerine gelecekte refah sağlayabilmek için neyin gerçekten işe yarayacağını daha iyi analiz etmeye ihtiyacımız var ve yapısal politikalara gereken özeni göstermeliyiz.

Piyasanın gücünü dengelemek için güçlü rekabet

Daha iyi ticaret anlaşmalarıyla çok-uluslu şirketlere sınırlar koymak önemli, ama yeterli değil. Pazarın aşırı yoğunlaşması da bir sorun. Bu; gelir dağılımını, çevreyi ve hatta demokrasiyi etkiliyor. Dolayısıyla, güçlü rekabet politikası elzem.

Google ve Facebook gibi internet devleri, muazzam bir piyasa gücüne ve milyonlarca insanın verilerinin erişimine sahipler. Bu da onlara ekonomik gücün yanında, ABD’deki son seçimlerde görüldüğü gibi, siyasi güç de veriyor. Burada daha iyi düzenlemeler ve şirket birleşmelerinin daha sıkı kontrolü hakkında konuşmalıyız. Örneğin Avrupa Veri Koruma Yönetmeliği, tüketicilere verilerini bir dijital platformdan diğerine taşıma hakkı tanıdı ki, bu alandaki rekabet için temel şarttır. Ancak bu yeterli değil. Sosyal medyada ve ‘messenger’ piyasasında Facebook ve onun chat uygulaması WhatsApp, ‘ağ etkisi’ denen olgu yüzünden tartışma götürmeyecek biçimde piyasa liderleri. Durmadan büyüyen sayıda tüketicinin; arkadaşlarının ve tanıdıklarının çoğunun zaten kullandıkları, piyasadaki bir büyük platforma girmelerine yol açıyorlar. ‘Uyumlu çalışabilirlik (interoperability)’ bu çarkı kırabilir. Bu bazı hizmetleri gerektirir; örneğin aynen Gmail ve Yahoo’nun yaptığı gibi WhatsApp ve Threema arasında mesajların alış-verişi biçiminde.

Aynı zamanda şirket birleşmelerine sıkı bir kontrol getirmeliyiz. Gerçek şu ki, anti-tröst yetkililerinin Facebook’un, Instagram ve WhatsApp gibi yükselen rakiplerini satın almasına izin vermeleri büyük bir hataydı. Bundan çıkaracağımız derslerden biri, Avrupa düzeyindeki şirket birleşmelerinin kontrolünde eşik değerin aşağıya çekilmesidir. Rekabet politikası; ekonomik faktörler yanında, piyasa yoğunluğunun çevre veya gıda bağımsızlığı üzerindeki etkilerini de dikkate almalıdır. Bu gözden kaçırma nedeniyle, Bayer ve Monsanto’nun birleşmesi, dev şirketlerin tüm devletlerdeki gıda tedarikini kontrol edebilecek güce çıkacağını göstermekte. Son olarak, küreselleşme de rekabeti etkiledi. Ulusal ve hatta Avrupa rekabet yasaları, sıklıkla başka bir yerdeki, örneğin Çin’deki dev şirketlerin birleşmesini durduramıyor. Küresel rekabet politikası arzu edilebilir bir şey, ama başarılması zor. İlk adım, adil ticaret yasalarına bir rekabet bölümünün konması olabilir.

Popülizme karşı panzehir olarak ekonomi politikası

Milliyetçi egoizm, popülizm ve ticaret savaşları tehditi liberal Avrupa’yı baskı altına sokuyor. Trump’ın izolasyoncu politikaları, Dünya’nın geri kalanı ile daha fazla ticari entegrasyon ve TTIP’nin yeniden canlandırılmasını gündeme getirdi. Halbuki, mevcut ticaret politikasının işletmelere tanıdığı adil olmayan ayrıcalıklar çözüm olamaz; ancak sorunun bir parçası olabilir.

Şimdi zaman; çok-uluslu şirketler yerine, tüketicileri koruyacak çevre, işçiler ve insan hakları konularında yüksek standartlar getiren adil ticaret anlaşmaları için yeşil bir strateji zamanı. Uluslararası kurallara bağlı ticaretin korunması için AB, katılmak isteyen tüm ülkelerle adil ticaret için bir ittifak kurmalı; ancak bu ülkeler, Paris anlaşmasını ve çok taraflı kuralları kabul eden ülkeler olmalı. Ekonomideki ani değişikliklerin etkilerini azaltacak yapısal politikalar ve dev şirketlerin güçlerini sınırlayan bir uluslararası rekabet politikasının eşlik ettiği bu yeşil ekonomik strateji, mevcut izolasyon politikalarına karşıdır. Bununla birlikte, TTIP’nin ve mevcut ticaret anlaşmalarının aksine, hükümranlığı büyük şirketlere teslim etmez; küreselleşmeyi şekillendirmemize, inovasyonu ilerletmemize ve rekabeti korumamıza yardım eder.

.

Makalenin İngilizce Orijinali

Yazar: Katharina Dröge

Yeşil Gazete için çeviren: Sema Alpan Atamer

.

(Yeşil Gazete, Green European Journal)

Oturarak Voleybol Milli Takımı Avrupa Şampiyonası elemeleri için Hırvatistan’da

Türkiye Oturarak Voleybol Milli Takımı, Avrupa Şampiyonası’na katılma hakkı elde edebilmek için 21 – 24 Şubat tarihlerinde Hırvatistan’da yapılacak ön eleme maçlarında mücadele etmek üzere bu ülkeye hareket etti.

Hırvatistan’ın Porec şehrinde gerçekleşecek turnuvaya Türkiye’nin yanı sıra İtalya, Gürcistan, Slovenya, Çek Cumhuriyeti, Fransa ve Litvanya da katılıyor.

Turnuva sonusuna göre müsabakaları ilk iki sırada bitiren takımlar ise Macaristan’da düzenlenecek Avrupa Şampiyonası’na katılmaya hak kazanıyor.

Türkiye Oturarak Vıleybol takımının turnuvadaki maç programı ise şu şekilde:

21 Şubat Perşembe
15.00 Fransa-Türkiye

22 Şubat Cuma 
15.00 Türkiye-Gürcistan

23 Şubat Cumartesi 
10.15 Türkiye-İtalya

24 Şubat Pazar
10.00 Türkiye-Çekya

.

(Türkiye Paralimpik Komitesi Facebook Sayfası)

AKP ve hayvan hakları: “Piyasayı balans etmek” – Abdullah Onay

Bu yazı birikimdergisi.com/ dan alınmıştır

“En ağır şekilde cezalandırılsın bu vicdansızlar. Hayvanlara işkence eden, eziyet eden, o dilsiz canlıları katledip öldürenlere verilecek cezaları arttırın.” (Recep Tayyip Erdoğan)

AKP ne toplumun geniş kesimlerinde umut ve beklenti yarattığı kuruluş günlerinde ne toplumsal kutuplaşmanın meyvelerini toplayıp, toplumun yüzde 50’sinin tepkisini çektiği günlerde, hayvan haklarına dair bir düşünceye sahip olmadı. Bu Cumhuriyet tarihinin en uzun iktidarının hemen her meseleye dair, zaman zaman değişebilen fikirleri olsa da bu konuda, “bu da bizim düşüncemiz” diyebileceği, “Bizim medeniyetimiz” ile başlayan birkaç cümleden fazlası yok.

Şu sorulabilir elbet, “diğer partilerin bu konuda bir fikirleri var mı?” Buna olumlu bir cevap vermemiz mümkün değil, ama yazıda ele alacağımız, partilerden ziyade on altı yıllık iktidarın neleri yapıp neleri yapmadığı olacak.

İktidara geldiklerinde, uzun süredir Meclis bürokrasisinin sündürdüğü Hayvanları Koruma Kanunu’nu çıkarmak bu iktidara nasip oldu. Ama buna dair Genel Kurula getirilmiş kanunun kabulünden öte, beylik birkaç cümlenin dışında bir yaklaşım gösterildiğini söyleyemeyiz.

Başta rahmetli İsmet Sungurbey olmak üzere hayvan hakları savunucularının ısrarlı gayretleri sonucu hazırlanan tasarı, yine uzun dönem Meclis bürokrasisinin dehlizlerinde dolaştırılmış, “beş başbakan eskitmiş” ama bir türlü yasalaştırılamamıştı. 1 Temmuz 2004 tarihinde Resmî Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giren 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu’nun çıkışında, dönemin “AB mevzuatı kapsamı”na uyum sağlamanın rolünü de saymak gerekir. Nitekim, “Ev Hayvanlarının Korunmasına Dair Avrupa Sözleşmesi’nin onaylanması da bu dönemde, 2003’tedir.

AKP dönemi ile birlikte hayvan hakları savunulmasında artan gözle görülür bir dinamik var. Peki AKP iktidarı bu dinamiğin zorlamasına niye cevap vermiyor. (Diğer alanlarda lobicilik faaliyetlerinin iktidar nezdinde karşılık bulduğu söylenebilir.) Belki bunun kayda değer bir büyüklükte olmadığını düşünüyorlar. Oysa AKP Belediyeler eliyle, hayvansever oluşumları ile ilişkisini sürdürüyor, barınak yönetimleri, yardımlar vs. (CHP’li belediyeler de bundan pek farklı değil.) Bunu yeterli görüyor olabilirler ya da bu taleplere daha fazla karşılık vermenin pek siyasi getirisinin olmadığını, yani AKP’nin pragmatist anlayışı içinde, hayvan haklarına dair atacakları adımlarda bir “win-win” durumunun olmadığını hesaplıyor olabilirler.

Görünür hayvansever kitlenin büyük çoğunluğu, kent üst-orta sınıfların yoğun olduğu bölgelerde yaşıyor ve buralar muhalefetin oy depoları. Haliyle AKP yönetimi bu konuya yüklenmenin buralardaki siyasi tercihleri pek değiştiremeyeceğini de hesaplıyor olabilir. Bunlar AKP’nin pragmatizmi çerçevesinde değerlendirebileceğimiz veriler.

Peki kendi kitle-seçmen tabanı? Muhafazakâr-dindar hayvansever çok, ama muhafazakâr hayvansever oluşumlar yok. AKP tabanını oluşturan muhafazakâr-dindar kitle içinde azımsanmayacak sayıda sokak hayvanlarını besleyen insan var özellikle eski semtlerde. Bir tür Osmanlı’daki geleneği sürdürüyorlar. Ama bunun bir haklar manzumesi olduğu, bunun için mücadele edilmesine dair bir fikriyat yok, “ulul-emr”e dair bir tasarruf olarak görülüyor olabilir.

Muhafazakâr kanaat önderleri ise, İslâm ve hayvan hakları bahsinde en yakın Osmanlı’ya kadar geliyorlar, ama sonrası boşluk.[1] Günün şartlarına dair kurban dışında “içtihat”lar da yok. Ayrıca bu kesimde hayvanseverlere yönelik bir gıcık kapma durumu söz konusu. Özellikle kurban tartışmaları onları, laik-dindar çatışması çerçevesinde, ibadete yönelik bir saldırı olduğu fikrine sabitlemiş durumda.[2]

İktidardan uzak duran İslâmcı kesimlerde de bu konuya bir ilgi yok. (Örneğin “İslâm’da kurbanın olmadığı” iddiasını dile getiren İhsan Eliaçık, hayvan hakları savunucularına duyduğu sempatiyi dile getiriyor, ama konu doğrudan gündeminde yer almıyor.)[3]

“Yasa Ne Bekliyor?”

Mevcut yasanın bir süre sonra yetersizlikleri görülmüş ve yeni bir yasa ihtiyacı ortaya çıkmıştı. Her şey bir yana, hayvanlara yönelik şiddetin “kabahat” olarak görülmesi ile bu korumanın yapılamayacağı anlaşılmıştı. Nitekim, zamanının Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu’nun beş yıl sonra, yasanın getirilerini sayarken, “hayvan refahı ve korunması konusunda bir adım öndeyiz” demesinden de bunu anlıyoruz:

“Ev ve süs hayvanı satış yerleri kontrol altına alınıyorsa, Deney hayvanlarının kullanımı ile ilgili etik düzenlemeler getirildiyse, Hayvanat bahçelerindeki hayvanların refah düzeyi artırılıyorsa, Hayvanlara eziyet hukuken engelleniyorsa…” (5199 Sayılı Hayvanları Koruma’ya önsöz, 2009)

O hukukun eziyetleri engellemediği kısa sürede anlaşıldı. Komik para cezaları caydırıcı olmuyordu. Yeni bir yasa taslağı hazırlandı, yine bürokrasi-komisyon dehlizlerinde dolaşmaya başladı. Son anda araya sokuşturulan bir deney maddesi, büyük tepkilere yol açtı; Taksim’de 2012 yılında on binlerce hayvanseverin katıldığı protesto düzenlendi. Bu, yasanın çıkışını hızlandırmadı tam tersine sümen altı edilmesine yol açtı. O tarihten bu yana, yasa alt komisyonlar, üst komisyonlar vb. dolaşıp duruyor. Tayyip Erdoğan’ın 18 Ekim’de “Bu yasa hâlâ neyi bekliyor? Bir an önce çıkartın” talimatı da etkili olmadı. HAYTAP Genel Başkanı Ahmet Kemal Şenpolat da, bürokrasinin bu direnişine dikkat çekiyor: “Erdoğan, 2011 yılında Dolmabahçe Sarayı’nda yaptığımız toplantıda da buna benzer sözler vermişti. Aradan 7 yıl geçti. Hükümetler değişti. Ama bürokratlar maalesef onu dinlemiyorlar. Dinleselerdi bu yasa bir gecede bile geçebilirdi.”

Bu boyutu da var işin elbette, ama daha ziyade, buna asılacak, zorlayacak bir iktidar-muhalefet ilgisinin yokluğu söz konusu.[4]

Tayyip Erdoğan ve Hayvanlar

Partinin her şeyi sayılan önderi hakkında ayrı bir başlık açmak gerekir. Tayyip Erdoğan’ın hayvanlarla bir yakınlığının olmadığını tahmin ediyorum. Son günlerde dolaşan oğlunun bahçesindeki köpek Çiko ile çekilmiş videosunda, Çiko’ya salatalık ikram ediyor. Ama köpeğe davranışı ve köpeğin ona davranışı bir mesafenin varlığını gösteriyor. Yine 2017 Ağustos’unda Denizli’de bir seçim gezisinde otobüsten inip bir köpeği sevmesi var. Köpeklerle çocukluktan kalma bir ilişki olabilir. Genellikle sokaklarda çocuklar, köpeklere yakınlık duyar, oyun arkadaşlığı yaparlar, kedileri pek sevmezler. Bir de kümesteki keklikleri şemsiyesi ile “sevme” görüntüleri bilinir. Hediye edilen bir yavru kedi haberi vardı daha eskilerde, ama kedinin akıbetini bilmiyoruz tabii. Meşhur attan düşmesini de “korku” ile açıklayabiliriz, hayvanların bu durumlarda sezgileri çok güçlüdür. Bu yakınlaşmama belki eşi Emine Erdoğan’ın mezhebi itikadından da olabilir. Ama daha ziyade gördüğümüz “pür politik” kişilerde görülen bir durum diyebilir miyiz acaba? Mesela mukayese edebileceğimiz Süleyman Demirel’in de hayvanlarla ilişkisine dair bir görüntü bilmiyoruz. Oysa siyasete atıldığında lakabı “Çoban Sülü”dür. Bu lakap en azından çocukluğunda hayvanlarla bir yakınlığı olabileceğini düşündürür. Oysa onu sadece kurban kesiminde, koyunların başında ellerini açmış dua okurken görürüz. Siyasi liderlerde hayvanlarla yakınlık ender görülen durumdur. Mesela Bülent Ecevit’in evinde kedileri vardı. Ama bunun hayvan hakları yasasının çıkarılmasında bir katkısı olmadı.

Bu “pür politik”lik, pek duygulara yer vermemeyi doğuruyor, olabildiğince “nesnel”lik gerektiriyor, bir metal soğukluğu yaratıyor âdeta. Hayvan ile yakınlaşmama, belki, duygusallık içine düşmemeyi sağlıyor. Tüm bunlar elbette sadece kamuoyuna yansıyanlardan yaptığım çıkarımlar. Tayyip Erdoğan’ın ev hayatı pek gözler önünde değil.

İktidarı boyunca Tayyip Erdoğan klasiği diyebileceğimiz şu tarz ifadelerine bu konuda da rastlıyoruz: “Kusura bakmasınlar, hiç kimse bizimle hayvan sevgisi konusunda yarışamaz” (2 Mart 2009). Çevrecilikte, vb. alanlarda olduğu gibi, bu da bir yarıştır ona göre ve her yarışta hep öndedir.

Ama her şeyden önce, asıl ideolojik formasyonu, -din ve modern ideolojilerin temeli- “Önce insan”dan gelir. “Bizim hedefimiz önce insandır. İnsan refahı için atmamız gereken adımları atacağız” (2012). Bir ihtilaf çıktığında onun için tartışılmaz bir şeydir insanın önceliği. “Çevreciliği küçümsemiyorum. Bu işin de hastasıyım. Ama insana hizmeti her şeyin önünde tutuyorum” (2016). “Ağaçları söküyorlar dediler. İnsanoğluna su getiriyoruz kardeşim. Bir şeyler sökülecek tabii. Dağları deldik, tüneller yaptık” (2008). Bu konuda “asıl çevreci” olarak sık sık söylediği “şu kadar milyon ağaç diktik” skorları, kesilen ormanlarda tüm canlıları ile bir ekosistemin ortadan kaldırıldığını gizliyor. Buna karşı çıkanlara cevabı, “Ormansa sizleri ormanlara gönderelim, gidin ormanlarda yaşayın ama hiç olmazsa şehirlerdeki halkı rahatsız etmeyin”dir (2013).

Ağzından düşürmediği, “yaradılanı severiz yaradandan ötürü” de bir dolayım içerir. Kendi başına bir değer atfedilmez yaratılanlara, mademki, yaradan bunu münasip görmüştür; vazifedir, sevilecektir de.

“Sevgili peygamberimiz, kuşu ölen çocuğa baş sağlığına gidiyor. Biz böyle bir dinin, böyle bir medeniyetin mensuplarıyız.” Yeri geldiğinde referanslar din ve medeniyettir. Ama bir türlü günümüze gelinmez, icraatları sonucu var olan hayvan sömürüsüne dair dinî bir gerekçe bile aranmaz.

Ama bu medeniyet karşılaştırmasındaki “duyarlılık” “Batı”ya tepki göstermeye geldiğinde değişir: “Denizlerdeki fokların, balinaların, yaşam alanları konusundaki gösterdikleri duyarlılığı, 23 milyon Suriyelinin hayat hakkından esirgeyenlere yazıklar olsun” (2016).

Ya Diğerleri, Hayvan Olamayan Hayvanlar

Buraya kadar yazılanlar “hayvan” dendiğinde çoğunluğun aklına gelen türler. Oysa iktidarın on altı yıllık icraatları bakımından meselenin asıl can alıcı noktası “hayvan” statüsüne ulaşamayanlar. Ama ne yazık ki, “gıda sektörü”ndeki hayvanlar, hayvanseverler nezdinde bile henüz hayvan statüsüne erişemediler ki, et tüketimini arttırmaya, “sinekten yağ çıkarmaya” çalışan bir iktidara bu konuda sıra gelsin.

Bakalım kısaca bu canlıların başlarına gelenlere.

Ucuz et yedirme kapsamında, hayvancılık sektörü bu dönemde önemli boyutlara ulaştı. Sektörde büyük firmalar ortaya çıktı. Sektörün bu büyümesinde iktidarın önemli teşvikleri vardı kuşkusuz. Bir dönemin Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanı Faruk Çelik, Meclis’te bir soru önergesine verdiği cevapta, 2002 yılında 83 milyon lira olan desteğin, 2015’te 2,9 milyar liraya çıktığını; 2003-2015 döneminde ise 17,7 milyar lira destek sağlandığını açıkladı. Toplam destek miktarı içerisinde hayvancılığın payının 2002 yılında yüzde 4,4 iken, 2015 yılında yüzde 29’a çıkarıldığını da belirtti.

Uzun uzadıya rakamlara boğmayayım yazıyı, birkaç örnekle geçeyim:

İktidara geldiklerinde 660 bin ton olan tavuk eti üretimi, 2 milyon tona ulaştı. 50’den fazla hayvana sahip çiftlik sayısı, 4 binden 30 bine çıktı. Toplam süt üretimi 22 milyon tona çıktı. 2002 yılında 421 bin ton olan kırmızı et üretimi 1,5 milyon tona ulaştı. Kişi başına yıllık et tüketimi, 16,5 kg iken, 2018’de 32 kg’a çıktı. (Kuşkusuz bu rakamlar Tayyip Erdoğan’ın “ithale gider ve piyasayı balanse ederiz. Vatandaşımıza ucuz et yedirmekte kararlıyız” iddiası için yeterli gelmiyordur, hele zengin ülkelerin et tüketim oranlarına bakıyorsa!)

Canlı hayvan ithalatı önemli sayılara ulaştı. 2016 yılında, yarısı Uruguay ve Brezilya olmak üzere, 500 bin canlı hayvan, o uzun, eziyetli yolculuklarla ithal edildi. Hayvanlara yaşatılan bu eziyetin altında sadece ekonomik değil, “siyasi” gerekçeler de olduğunu bir dönemin Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanı Eşref Fakıbaba açıkladı: “Türkiye’nin çok büyük et ihtiyacından değil de genelde siyasi olarak ihracat yaptığınız ülkelerden ithalat da yapmak zorunda olduğunuz için bazı kalemlerde ister istemez böyle şeyler gündeme gelebiliyor. İthal edilecek bile olsa büyük seviyelerde değil, küçük seviyelerde olur.”

Ve tabii ki, doğada yaşayan canlıların avlanması. “Av turizmi” kapsamında çok sayıda hayvan binlerce turiste döviz karşılığı öldürtüldü. Av turizminin önemli getirisi olduğu anlaşıldı ama, “para eden” canlıların yaban hayatta neslinin tükenmesinden endişe de belirdi. “Bilinçsiz avcıları” bilinçlendirme gayretleri sürdürülüyor. Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürü Ahmet Özyanık paranın kokusunu almış ki, çıtayı yükseltiyor:

”Dünyadaki av turizm potansiyeli çok yüksek. Özellikle uluslararası düzeydeki av turizmi, çok zengin grupların katıldığı ya da onlara hitap eden bir turizm alanı. İnsanlar çok yüklü miktardaki paraları, o adrenalini yaşamak için gözden çıkarıyorlar. Özel uçak kaldıran uluslararası avcılar olduğunu biliyoruz. Türkiye’de de birkaç şirket bunları organize ediyor. Bu alanda, 2011 yılı içinde 25 milyon dolar civarında ülke ekonomisine katkı oldu. Av turizmi kapsamında 2023 hedefi olarak ülkeye yıllık 1 milyar dolar gelir getirmeyi öngörüyoruz.”

Yine deney hayvanları sayısında da büyük artışlar var bu dönemde. Hangi alana bakarsak bakalım hayvan sömürüsünün büyümüş rakamları ile karşılaşırız.

Sonuç olarak, AKP, metalaşmanın yeryüzüne hakim kılındığı, toplumun bütün kılcal damarlarına yayıldığı, küresel ekonomiye entegrasyonunun büyük mesafe katettiği döneme ustalıkla ayak uydurmuş bir parti. “Dünyanın en büyük on ekonomisi arasına girme” hedefinin ağırlığı, doğanın sömürüsüne dayanıyor. Büyüyen ekonominin en önemli kalemlerinden biri de artan hayvan sömürüsü. (Hayvansal üretim değerinin toplamda 200 milyar liraya ulaştığını belirtelim. Bir fikir vermesi açısından da 2002’de bitkisel üretim 32 milyar-hayvansal üretim 19 milyarken bitkisel üretim 2017’de 139 milyara ulaşırken, hayvansal üretimin öne geçtiği ve makasın gittikçe açıldığını görürüz.)

Hayvan hakları mücadelesinin iktidardan bu konuda beklenti içine girmesi çok anlamlı değil. Her şeyi “maddiyata” tahvil etmiş iktidarın bu tür “lüks”lere kendiliğinden kulak kabartma ihtimali yok. AKP’nin “bizim medeniyetimiz…”i sadece söylem düzeyinde kalıyor. Bunu zorlayacak bir dinamik ise ne parti içinde ne muhafazakâr kitlelerde mevcut.

Evet “ecdadımız” hayvanlar konusunda merhamet sahibi idi, ama torunları için aynı şeyi söylemek mümkün değil!


[1] Hukuka vurgu yapması bakımından aykırı bir örnek için bkz. Özlem Albayrak, https://www.yenisafak.com/yazarlar/ozlemalbayrak/hayvanlara-iskence-artik-durdurulsun-2048600

[2] Bir müptezellik örneği ama yine de bir temsiliyeti vardır. Bir Dilipak yapımı, her tür demogojinin dibi; hızını alamayıp, hayvan hakları hareketini İsrail’e bile bağlıyor. http://www.yeniakit.com.tr/yazarlar/abdurrahman-dilipak/kurban-3237.html

[3] Mesela, Mücahit Gültekin, hayvan hakları mücadelesinin arkasında bir üst akıl arar: “İnsanın varlık alemi içindeki yeri, insanın yeniden tanımlanması, konumlandırılması ve ilahi ontolojik sınıflandırmanın çözülmesiyle ilgilidir.” Kadına şiddeti reddedemediklerinden aileyi kaybettiklerini, “hayvana şiddet” meselesinde uyanık davranıp, “insanlığı” kaybetmemelerini önerir! Şunu da ifade etmek isterim, meseleyi kendi inancı çerçevesinde tartışma gayreti bile, kayda değer. http://www.islamianaliz.com/yazi/hayvana-siddet-haberleri-ne-anlama-geliyor-yukselen-hayvan-sevgimizin-psiko-politik-bir-analizi-3636#sthash.tVaQmi06.RhZqblxL.dpbs

[4] Bu arada geçerken belirtelim. Yasaların çıkarılması sürecine dair de bir fikir versin: İlk yasanın son halinde, “sahipli hayvanlar”ın da kısırlaştırılması maddesi vardır O dönemki Çevre Komisyonu Başkanı Ahmet Münir Erkal sonrasını şöyle anlatır: “Getirdiğimiz tasarının ilk halinde -altkomisyona havale edilen metinde- kısırlaştırma esastı; fakat, daha sonra bazı milletvekili arkadaşlarımızca, bunun yapılmaması konusunda, çok ısrarla, bize, komisyon üyelerine birtakım tavsiyelerde bulunuldu. Bunun üzerine, o arkadaşlarımızın da görüşlerinin bir araya getirilmesi açısından, bir orta yol bulunması gündeme geldi ve dolayısıyla ‘teşviki esastır’ diyerek, güçlendirilme anlamında bir ifade kullanılmıştır.”

Bu yazı birikimdergisi.com/ dan alınmıştır

.

.

Abdullah Onay