Ana Sayfa Blog Sayfa 2459

Vatandaş poşet kullanımı konusunda ne düşünüyor?

Yapılan son araştırmada, poşetlerin satılması yüzde 57’lik bir düşüşe yol açtı. Ancak halen semt pazarlarında, küçük bakkallarda, fırınlarda, bazı mağazalarda ve marketlerin sebze-meyve reyonlarında plastik poşetler ücretsiz olarak verilmeye devam edildikçe uygulamanın bir işe yaramayacağını görmek gerekiyor.

Hatırlarsanız Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, 1 Ocak 2019’dan itibaren geçerli olmak koşuluyla “Geri Kazanım Katılım Payı Beyannamesi Genel Tebliği” ile 2872 sayılı Çevre Kanununa ekli (1) sayılı listede yer alan ürünlerden plastik poşetler için geri kazanım payı düzenlemesi yaptı. Artık poşetler için minimum 25 kuruş ücret ödendiği yeni bir döneme girdik. Buradan da sık sık belirttiğim gibi, bu düzenleme, poşetlerin kullanımında bir azalma meydana getirecektir. Nitekim altı aylık süreçteki etkiyi ölçmek için Eksen Araştırma ile birlikte yaptığımız araştırma bu düşüşün %57 civarında gerçekleştiğini ortaya koydu. Ancak bu azalmanın plastik kirliliğini azaltıp azaltmayacağı meçhul.

Bakanlığın yaptığı ve oldukça tartışma yaratan parayla poşet uygulamanın eksikliklerini, rezerv koyarak bir kenara bırakacak olursak, sonuçlarının ölçülmeyi hak ettiğini belirtmekte fayda var. Bu amaçla İstanbul merkezli bir araştırma şirketi olan Eksen Araştırma ile birlikte bir araştırma yaptık. Araştırma, İstanbul, İzmir ve Ankara’da 211 kişi ile yüz yüze görüşme yöntemiyle gerçekleştirildi. Örneklem, Türkiye’nin Aralık 2018 tarihli TÜİK nüfus verilerinden hareketle belirlendi. Araştırmanın hata payı da %6.

Araştırmaya Kimler Katıldı?

Araştırmaya katılan 211 kişinin %54’ü kadın, %46’sı erkek. Katılımcıların %53’ü İstanbul, %24’ü Ankara, %23’ü de İzmir illerinde ikamet ediyor.

 

Katılımcılara ait bazı demografik verileri ilk iki grafikte görebilirsiniz.

Uygulamaya genel bakış olumlu!

Vatandaşın, yürürlüğe giren ücretli poşet uygulamasına bakışı genel olarak olumlu olarak nitelendirilebilir.  %53 uygulamayı olumlu bulurken, %30.9’u olumsuz buluyor, %13.8’i de uygulamayı faydasız buluyor.  Uygulama %58 ile en fazla İzmir’de destekleniyor. Poşetlerin satılması altı aydır uygulanmasına rağmen %53’lük bir destek yakalamış durumda. Bunun ne kadar değişebilir olduğu ise ancak düzenli ölçümlerle mümkün.

Uygulama için alınan ücrete bakış (25 Kuruş)

Araştırmaya katılanların %46’sı poşet için alınan minimum ücreti yeterli bulurken, %40’ı yüksek olduğunu düşünüyor. Katılımcıların %11’i ise ücreti düşük buluyor. Burada şunu belirtmekte fayda var. Alınan ücreti yüksek bulanların çoğunluğu (%73 civarı) uygulamayı olumsuz ve faydasız bulanlardan oluşuyor. Yani temel direnç noktası ödenen para! Bu da demek oluyor ki olayın yapılış amacının çevre hassasiyeti olduğu vatandaş tarafından şüpheyle karşılanıyor ya da tam anlaşılamamış. Bir nevi vatandaş ikna edilememiş. Zira parayı yüksek bulan kitlenin büyük çoğunluğu (yaklaşık %61) uygulamanın amacının ek para kaynağı yaratmak olduğunu ya da çeşitli kesimleri zengin etme amacı taşıdığını düşünüyor. Bunun yanında ilginçtir ki bu kitle içerisinde uygulamanın çevre için yapıldığını düşünenler de var. Kısaca vatandaşın kafası karışık gibi.

Uygulamanın poşet kullanımına etkisi

1 Ocak’ta yürürlüğe giren uygulama ile poşet kullanımı her üç ilde de ciddi oranda düşüş göstermiş. Uygulama öncesi ortalama kişi başı bir alışverişte 3.5 poşet alınırken bu değer %57 düşerek 1.5’e inmiş. Bunun altı aylık bir süre için önemli bir düşüş olduğunu belirtmekte fayda var. Ancak vatandaş sadece poşetin paralı olduğu yerler için kullandığı poşet sayısını belirtiyor. Poşetin denetimsizce ücretsiz verildiği, manav, fırın, semt pazarları ve marketlerin sebze meyve reyonundan aldıkları poşetler bu hesaplamaya dahil değil. Bu da poşet kullanımındaki düşüşün çok fazla olmayabileceği ihtimalini doğuruyor.

Tek başına ücretli poşet uygulaması yetersiz!

Plastik poşetlerin ücretlendirilmesi ya da yasaklanması dünyanın birçok ülkesinde uzun süredir uygulanıyor. Hali hazırda dünya üzerindeki 32 ülkede plastik poşetler yasak, 18 ülkede ücrete tabi ve 17 ülkede ise kısmi olarak yasaklama ve ücretlendirme uygulaması mevcut. Genellikle plastiğin yarattığı çevre kirliliğine dair alınan önlemlerden ilki, plastik poşetleri sınırlandırılması, vergilendirilmesi ya da yasaklanması önlemi. Bu uygulamalar birçok ülkede poşet kullanımında ciddi azalmalar meydana getiriyor. Ancak bu uygulamanın tek başına plastik kirliliğine bir çözüm olamayacağını görmek gerekiyor. Zaten bunu gören ülkeler beraberinde tek kullanımlık plastiklerin sınırlandırılması ya da yasaklanması, plastik ambalajlara depozito getirilmesi ya da alternatif ürün çeşitliliğinin arttırılması gibi önlemleri de alıyor. Bunun yanında bilinçlendirme kampanyaları, farkındalık oluşturma etkinlikleri de bu yasaklar ya da sınırlandırmalarla birlikte uygulanıyor ki vatandaş olayın kapsamını kavrayabilsin.

Araştırma sonunda tespit edilen, poşet kullanımındaki %57’lik düşüş, şüphesiz ki oldukça önemli. Bunun plastik kirliliği açısından yadsınamaz bir faydası olduğu zaman içinde görülecektir. Ancak halen semt pazarlarında, küçük bakkallarda, fırınlarda, bazı mağazalarda ve marketlerin sebze-meyve reyonlarında plastik poşetler ücretsiz olarak verilmeye devam edildikçe uygulamanın bir işe yaramayacağını görmek gerekiyor.

(Yeşil Gazete)

Tarımsal üretim ve gıdaya erişimde yardımlaşma ve demokrasi – Hakan Ozan Erzincanlı

Belki de Sokrates bugün yaşasaydı, hem Türkiye Zeytin Yetiştiricileri Facebook grubu ve hem de BEES koop gibi yapıların varlığının, demokrasinin güvencesi olduğunu kabul ederdi.

11 haziran 2013’deki “Daha iyi bir tarım ve dünya için gerçek demokrasi şart” adlı makalemde şunları yazmışım:

“Dolayısı ile sizlere (gerek üniversitede, gerek televizyonda) tarım ile ilgili kafa karıştırıcı ve yanlış yanlış birçok bilgi ulaşacaktır ve siz bu bilgiler ile tarım ilacı alıp kullanmak, monokültür (tek tip) tarım alanları oluşturmak, traktör kullanmak, sulama yapmak, suni gübre kullanmak, hibrit tohum almanın iyi bir şey sanır; mesela ekolojik tarım ürünlerinin çok pahalı olmak zorunda olduğu ve asla Dünya’ yı beslemeyeceğine ikna edilirsiniz.”1

Geçen süre zarfında tespitlerimde yanılmadığımı düşünüyorum. Gelin görün ki makalenin başlığı ile ilgili yeni bir şey öğrendim. Tabii tüm bunları şart kipi çerçevesinde yazıyorum. (Şart kipi: Şart anlamı vardır. İkinci cümledeki işin olup olmaması birinci işin olup olmamasına bağlıdır.2)

Efendim benim en sevdiğim filozoflardan biri, belki de birincisi olan sayın Sokrates; demokrasiyi iyi bir yönetim biçimi olarak görmezmiş. Bu düşüncesinin sebebini sorduklarında anladığım kadarı ile şöyle cevap verirmiş: “Neyi nasıl seçeceğini öğrenmemiş, üstün hitabet teknikleri ile aldatılabilen bir halka demokrasi sunarsanız; size demokrasi gibi gösterilen diktatörlükler yaşayabilirsiniz.”

Açıkçası Sokrates’e tamamen haksızsın diyebilmek, günümüz dünyasına şöyle bir bakınca biraz zor öyle değil mi? Kimler tarafından nasıl yönetileceğini seçmekle yükümlü kişiler, ellerindeki “demokrasi” adlı aygıtın iyi bir kullanıcısı olamayabilirler. Mesela dünyanın gelmiş geçmiş en iyi, en güzel, en teknolojik arabasını kullanmanız gerekti diyelim… O aracın çok iyi olması sizin onu kullanabileceğiniz anlamına gelmez, değil mi? Büyük ihtimalle bu aracı kullanabilmek için belli bir kullanma kılavuzu bilgisine ve bu bilgiyi uygulayacak fiziksel beceriye sahip olmanız gerekecektir.

Aynen bunun gibi demokrasi de iyi ve teknolojik bir araçtır. Demokrasi adlı mekanizmanın işleyebilmesi için belirli bir kullanma kılavuzu vardır. Ve bu kılavuzun içeriğindeki tahminen en temel  ilkelerini bilmek gerekir sanıyorum:

Demokrasinin Temel İlkeleri

Milli Egemenlik: Yönetme yetkisinin millete ait olması demektir.

Seçme Seçilme Hakkı: Temsilciler seçimle belirlenir. Halk, temsilcilerine kendisi adına yönetme yetkisini belirli bir süre için verir.

Katılım: Yurttaşlar seçme ve seçilme haklarıyla yönetime iradesini yansıtır; bunun yanında sivil toplum kuruluşlarındaki etkinliğiyle hakların takipçisi olur.

Özgürlük: Özgürlük, bireyin, başkalarının haklarına zarar vermeden istediğini yapabilmesidir.

Eşitlik: Eşitlik, hakların kullanılmasında ayrım yapılmamasıdır.

Çoğulculuk: Demokraside her görüşe, anlayışa, inanışa saygı gösterilir.

Çoğunluk: Demokraside çoğunluk ilkesi aranır. Demokraside çoğunluğun yanında azınlığın da hakları korunur.

Hoşgörü: Demokrasi hoşgörü rejimidir. Farklılıklar ve farklı unsurlar demokraside birbirlerine tahammül etmeyi, birbirleriyle uzlaşmayı öğrenirler.

Hukuk Devleti: Hukuk Devletinde Yasalar anayasaya uygundur; yargı bağımsızdır.

Kuvvetler Ayrılığı: Kuvvetler ayrılığı ilkesi (yasama. yürütme, yargının ayrı organlarda temsil edilmesi) iktidar tekelini kıran bir uygulamalıdır.3

Buna göre yazımın başlığında “gerçek demokrasi” derken, aslında Sokrates’ in çekincelerine katıldığımı bugün anlıyorum.

Peki bu çekinceler nasıl giderilir?

Size bugün hayatımdan iki iyi örnek vermek istiyorum.

Birincisi, Facebook’ ta örgütlenen “Türkiye Zeytin Yetiştiricileri Grubu”.

‘Türkiye Zeytin Yetiştiricileri Grubu’

Bakınız benim de (sağolsunlar) danışma kurulu üyesi olma şerefine eriştiğim bu grubun açıklamasında neler yazıyor:

“Merhaba Arkadaşlar. Zeytin sahipsiz demiştik, bu bağlamda ilk adımımız atıyoruz. Şu an zeytincilikte en ciddi zorun olarak gördüğüm bir konu, sadece doğru budama ile verimde en az % 50 artış yakalanıyor . Zeytin ağaçlarımız bilhassa memecikler maalesef çok yaşlı .” Budamacı” takımının çoğu işi bilmiyor. On binlerce zeytin bahçesi görmüş bir mühendis olarak size yol gösterecek, yabancı ülkelerde bu işin nasıl yapıldığını anlatacak ve görsellerle sunumumuzu takviye edeceğiz .

Hedefimiz öncelikle İzmir genelinde örgütlenip Tüm Türkiye’ye açılmaktır. Bilhassa rica ediyorum, ZEYTİN AĞACI SAHİBİ OLMAYAN  yağ tüccarları sayfayı sadece takip edebilir, paylaşım yapmasın, fena yaparım inanın . Onların bir çok birliği, konseyi , ıvır zıvırı var. Burada sadece üreticinin sorunlarını dinleyip çözüm önereceğiz. Bize bir kaç üretici bile başlangıç için yeter, hedefimiz örnek bahçeler oluşturmak Büyük değil, en iyi olmak istiyoruz. Grubunuz hayırlı olsun.Kimseye davet gönderilmeyecektir, dileyen üyelik için başvurabilir.

Hedefimiz Zeytincilerinin ürettiği zeytin ve ürünlerinin kalite ve miktarını arttırmak, üreticiyi bilgilendirerek zenginleştirmek, dünya çapında bölgesel marka olmaktır.4

İşte bence demokrasi böyle işleyen bir yapı ile sağlanır ve yardımlaşma ile sorunlar çözülür.

İkincisi iyi örnek ise BEES Coop.

BEES Coop

2017 Kasım ayından beri Belçika’ da Brüksel’ de  yaşıyorum ve burada “iyi gıdaya, etik yoldan nasıl ulaşırız?” sorusu ailecek hep kafamızı kurcalamıştı. Elbette imkanlar dahilinde organik ve doğal ürünler alabilmeye çalıştık. Ancak bu ürünler organik ve/veya doğal oldukları kadar da etik ticaret ürünleri miydi? Ve bu ürünü edinmek için nasıl bir karbon ayak izi bırakmıştık, küresel ısınmaya nasıl bir etkimiz olmuştu? Bunların cevabını vermek zordu ve en önemlisi bunların tümünü dert edinen bir yapı ile karşılaşmamıştık. Taa ki ben ilk BEES Coop tanıtım seminerine katılana dek…

BEES Coop Belçika Brüksel Schaerbeek komünü şimdilik merkez olmak üzere genelde Brüksel’ de temelde gıda olmak üzere çeşitli ürünlere organik, iyi, dürüst ürünlere etik yoldan ulaşmayı amaç edinmiş bir grup Belçika’ lı tarafından kurulmuş bir kooperatif. Ben 2018’ de üye oldum ve kooperatifin kuruluş tarihi de sanırım 2017.

Kooperatifin adı çok anlamlı. Kooperatif üyelerinin genelinin dili fransızca ve süpermarketimiz de Brüksel’ in frankofon bölgesinde. Ancak Belçika’ da iki resmi dil var: Fransızca ve flamanca. Bir de tabii Schaerbeek bölgesi belgotürklerin (yani Belçika’ da yaşayan Türkiye asıllıların) en yoğun olduğu bölge. Yani sokakta türkçeden başka dil bilmeseniz, en azından turist olarak rahat rahat yaşayabilirsiniz.

Tüm bu bilgilere ve yorumlara göre isim çok anlamlı. Ancak geliniz BEES Coop kendini nasıl tanımlamış ona bakalım:

“Nereden geliyoruz?

Eylül 2014’te, çoğunlukla ADES Ağı’ndan (ADES Ağı, sosyal açıdan sorumlu, demokratik ve ekolojik bir topluma ulaşmak için hareket eden ve bu uğurda savaşan gençlerden oluşan bir ağdır.5 )bir grup vatandaş tarafından başlatılan BEES koop projesi, süpermarketin açılması üzerine çalışırken bir satın alma grubunun etrafında hızla gerçekleşti.

Labo-Market’ imiz sayesinde modelimizi bir yıldan uzun bir süredir test ediyoruz. BEES Labo-market, katılımcı bir dinamiğe ulaşmamızı sağladı ve bizi dağıtıcıların yönetimi konusunda eğitti.

Biz üyelerin yönetim, satın alma ve donanımımızı tamamlama çalışmalarında alışkanlık ve beceri kazanmamıza izin vermesi adına BEES koop süpermarketi, Eylül 2017’den Aralık 2017’ye kadar test aşamasındaydı.6

Sonsöz

Fazla bir şey anlatmayıp yorum da yapmayarak ve sözü de fazla uzatmayarak, sizi, bu iki yapıyı tanımaya davet ediyorum. Ancak kısa bir özet geçeyim. Bence bu iki yapı da demokrasinin, gerçek bir demokrasi olabilmesi için gerekli mekanizmaları içermektedir.

Belki de Sokrates bugün yaşasaydı, hem Türkiye Zeytin Yetiştiricileri Facebook grubu ve hem de BEES koop gibi yapıların varlığının, demokrasinin güvencesi olduğunu kabul ederdi. Eğer görüşünde inat ederse bile en azından, tarımsal üretim ve gıdaya erişimde yardımlaşma ve demokrasinin faydalı olduğunu kabul ettirebilirdik sanıyorum…

Kaynakça:

1http://www.tarimsal.com/makaleler/DAHA_IYI_BIR_TARIM_VE_DUNYA_ICIN_GERCEK_DEMOKRASI_SART.htm – İndirme: 10.07.19

2 http://www.turkcede.org/yeni-ogrenenlere-turkce-ogretimi/dilbilgisi-anlatimlari/370-dilek-sart-kipi.html  – İndirme: 10.07.19

3 http://www.sosyalbilge.com/index.php/vatandaslik-ve-insan-haklari/484-demokrasinin-temel-ilkeleri – İndirme: 10.07.2019 (alıntı kısaltılarak ancak değiştirilmeden yapılmıştır.)

4 https://ms-my.facebook.com/groups/1938063269588294/?ref=pages_profile_groups_tab&source_id=629948687213075 – İndirme: 10.07.19

5 http://www.reseauades.net/qui-sommes-nous/ – indirme: 10.07.2019 – fransızcadan türkçeye çeviren: Hakan Ozan Erzincanli,10.07.19

6 http://bees-coop.be/le-supermarche/pourquoi/ İndirme: 10.07.2019 –fransızcadan türkçeye çeviren: Hakan Ozan Erzincanli,10.07.19

(Yeşil Gazete)

İklim diyeti

Gece yarısı uyandım.

Ses duymadım ama yarı açık zihnim bir tuhaflık sezdi herhalde.

Haftalardır devam eden sıcağın etkisiyle hem balkon kapısı hem de karşısındaki pencere açıktı. Arkamı döndüm, kapıdan dışarı baktım ve anında zihnim açıldı. Bugüne kadar böyle bir şeyi ancak filmlerde gördüğümü söylemeliyim: Katman katman gökyüzü, sıradışı bir koreografi içinde aydınlanırken arada çakan kısa şimşekler!

Hani, sci fi filmlerde uzaylıların gelişi, dünyayı istila edişleri öncesi gibi.

“Ama tümü çok uzakta” diye düşündüm, “ses gelmediğine göre”. İkinci düşündüğümse cep telefonumla çekip çekemeyeceğim oldu, işe bak!

Buralarda bir inanış var, Mutlu’da; “bize yağmur anca Midilli’ye düşerse düşer, yoksa gelen her bulutu Kazdağı ile Madra dağı çeker” diye. Sahiden yağmur ancak her yere yağdığında bize yağıyor ve mayısla birlikte de kuru mevsim başlıyor, ta eylül ortasına kadar. Temmuzda yağmur, köylünün bilgisi, tecrübesi dahilinde pek de beklenir şey değil. Hemen mi buralı oldum ne, “bize gelmez bu, dağlar çeker” dedim kendi kendime. Hem aydınlanan gökyüzünü de görüyorum, “bulut falan yok burada!” Yine de olası rüzgara karşı önlem alayım diye düşündüm, indim alt kata. Bahçeye çıktım. Şezlongları topladım.

Ne kadar sürmüştür ki?

10 dakika?

Mümkün değil, tutmamıştır o kadar!

Yukarı çıkıp yeniden yatmaya hazırlanırken ben, rüzgar başladı ve az önce şimşeklerin aydınlattığı ufuk artık daha yakındı. Pencereyi kapatayım diye düşündüm. Hani, tek dalın kıpırdamadığı bir gece rüzgar yaratmak umuduyla balkon kapısına eşlik açtığımız pencereyi. Bizim pencereler giyotin usulde ve ağırca. Sol omzum hep netameli. Zaman aldı. Deyin ki iki dakika. Asla daha fazla değil. Kaşane de değil oturduğumuz, gitmem gelmem zaman alsın. Ama arkamı dönmeye fırsatım olmadı, inanamadığım kadar beni dehşete de düşüren bir hız ve şiddetle dolu taneleri çatıya inmeye başladı.

O anda çok şey yok insanın aklından geçen. Kurtarılması gerekenler çoktan kaybedilmişler, biliyorsun. Bostan, ağaçlar, köyün her yanındaki zeytinler (hem bu yıl nasıl da dolular, dallarda, diye geçti aklımdan), çatıdaki yavru serçeler… hiç yapacak şey yok.

Sıcaktan kendini banyonun taşlarına yapıştıran Sis kapının kenarından başını uzatmış, endişeyle. Uzandım, aldım kucağıma ve indik alt kata. Köyün meydanına bakıyor evimiz, sokak kapısını açtım. Bir tek kahve açık. Hüseyin de kalkmış besbelli ne oluyor diye. “Evi serinletir” dedim şuursuzca, hesapladım “fırtına batıdan geliyor, doğu yanında kapı”. Emniyette hissettim, açık bıraktım. Oysa ne emniyeti! Rüzgarın çatının tahtaları ve kiremitleri arasından tıslayan uğultusu bir taraftan, sözde tepelerini kapattığımız bacalardan inen taşlar diğer yandan ve takır takır, sanki “gözünün yaşına bakmam” diyerek çarpan dolunun kamçısı… insanın başının üzerinde dam olduğuna şükrettiği saatler bunlar. Kapa her şeyi ve şükret. Ama hayır. Anca bir şehirli kapıyı açar!

Uzun sürmedi. Belki bir üç dakika, bilemedin dört. Ama daha fazla değildir. Yağmura döndü dolu. Verandadaki ahşap iskemleleri alayım bari diye düşündüm, “ışık içinde ama gökyüzü”. Akıl işi değil, hiç değil. Kızım yapsa çok laf ederim, yine de hepi topu dört deyip attım kendimi dışarı. İki seferde topladım. Uzakta, dut ağacının altında sedir var. Yastıklar dedim bu kez ama gitmedim. Sanki şimşekten kapının önünde dursam kaçarım ama bahçede yakalanırım. Deli saçması. Dur işte içeride. Olan oldu zaten. Kuşlar, ağaçlar, bostan… kurtarılacak mal da mal olsa! Aklıma o zaman geldi üst kat balkon kapısını kapatmak. Yatağa kadar gelmiş yağmur, mini bir göl olmuş. Kaç dakikada oldu dedim. Hesap kurtaracak sanırsın. Balkon kapısını kapattım, aklım daha mı başımda acaba yeri su içinde bulunca… indim evin kapısını da kapattım. Verandada giderin kapağını açmak anca o zaman geldi aklıma, ilk onu yapmalıydım oysa. Şimşeklere rağmen aydınlatan gökyüzünü, gideri açtım. Kapıların önüne havluları yaydım. Yukarı çıktım, yağmurun yarattığı gölü kuruttum bulduğum her bezle. Köy evi burası, çatısı akar. Akacağını bildiğim yerlere emayeleri dizdim. Sonra da oturdum. Kucağımda Sis, neler oldu sıraya dizmeyi denedim. Kaç dakika oldu yarı uyanık o ufuktaki ışıkları göreli… belki 20? Bilemedin 25? Ama o kadar. Daha fazla değil.

Yağmur doluya yakın şiddetiyle bir yarım saat daha sürdü. Sis ve ben dinledik dışarıyı, kapılar kapalı. İçeride hiç değilse asayiş berkemal. Sonra çıktık yukarı. “Bu fırtına İstanbul’da olsaydı” diye düşündüm yatarken.

Dün akşam yaşanan afet hakkında görüşlerini bildiren Başkan Mesut Ergin: “Kentimizde dün gece 5 dakika süren hortum ve şiddeti yağış neticesinde, evlerin bahçesinde ve kamuya açık alanlarda 50’yi aşkın ağaç devrildi. Bu ağaçların bir çoğu arabaların üstüne düştü. Fırtına nedeniyle bazı evlerin çatısı uçtu. (Gazete Körfez)

Sabah sonbaharın güzel bir günü gibiydi ısı. Haftalardır 24-26 aralığında güne başlayan biri için 18 derece limonata keyfi yaratıyor bünyede. Kapının önü dut yaprağı. Çizmelerimi giydim, hala çiseleyen yağmura bir şapka ile cevap verip çıktım bahçeye.

Bostana baktım ilk. Kavun ve kabakların dalları yaprakları tarumar olmuş. Domateslere eşlik eden soğan çiçekleri kırılmış, domatesler sanki biri ısırmış da bırakmışcasına yaralı… gözüm gibi baktığım mısırların püskülleri uçmuş. Lavantaların kolu kanadı bükük.

Sonra döndüm ağaçlara… Dut, yeni dünya, kara incir delik deşik yapraklarıyla karşıladılar. Ceviz yere kaybetmiş onlarca meyvesini, her birinin üzerinde. Komşumuz Ali bey’in zeytini, yanındaki evin korumasına rağmen kaybetmiş bir dalını, bize düşmüş; bizim ana incir, tüm köyün çocukluğunu taşıyan incir, bir kalın dalını, üzerindeki yemişleriyle beraber bırakmış yere, hem de rüzgarın geldiği, fırtınanın ters yönünde kaldığı halde!

En dehşet zarar kiler diye kurduğumuz binanın sebebi, içinde taş fırını ve taş ocağı olan, henüz hakkını veremediğimiz için Vasıf’ın bahçe malzemelerini korumaya kullandığı işliğe gelmiş. Rüzgar ilk sıra kiremitleri arkaya atmış, kiremitlerin altına dökülmüş çimentoyu kurabiye gibi kırmış, yere indirmiş ve ne kompost karıştırmakta kullandığımız çatal kalmış, ne süpürgeler… sanki rüzgar özellikle oraya girmiş ve partilemiş! Telefon elimde olmasına rağmen fotoğrafını çekemedim, öyle dehşete düştüm. Sadece süpürdüm, topladım, temizledim.

Buna da şükür!

Tüm bunlar çarşambayı perşembeye bağlayan gece gerçekleşti. Zararı gözlemlediğim sabah haliyle perşembe. Bizim buraların iki büyük pazarından birinin günü ve şerefine köyden merkeze ekstra bir otobüs var. Onu yakalarım, inerken de dinlerim, zeytin ne alemde diye düşündüm. Neticede ben yeni köylü, zararım ne olacak ki! Bostan yeniden kurulur, çatı aktarılır, ağaçlar onarırlar yaralarını… zeytin ne alemde ama. Geçen yıl çok kazandırmadıydı mahsul ve bu yıl dolu dallar hep.

Diyorlar ama, “bir afad olmazsa.”

Sabahtan bahçeyi dolandım. Sediri kaldırdım, kılıfına dolan suları boşalttım yastıklarının, havalandırdım kurusunlar. Verandayı süpürdüm, yetmedi vakit. Otobüse atladım, pazara inmek üzere. Hala çiseleyen yağmur mu sebep, dün gece mi, yarı boş arabada konuşmaya başladık.

Hemen aşağımızda taştan yaptığı eviyle övünen komşum Halil bey, “avukatın arkasındaki zeytinlerin durumu fena, devletin bir destek çıkması gerekir” dedi, hemen. Henüz civarı dolaşmadığım için sakin dinledim, yolda göreceğiz zaten otobüsle geçerken. “Ticaret Odası isterse olur” dedi bizim kahveci. Her cumartesi Cunda’ya giden, o tarafı da Mutlu’yu da köyü sayan bir diğer komşum, “yok bir şey” dedi, “gidip bakacağım ama benim bahçede iki eşek zeytini, bir Ayvalık bir de Gemlik var, sapasağlamlar.” Ben Ali bey’in ağacı söyledim. Vah vahladılar. Otobüs hareket etti.

Bizim buranın yolu sahiden çok güzeldir. Otogarın karşısından sanırsın ki muhtarın işletmesinin arazisine giriyorsun, tabela köy değil işletme tabelasıdır çünkü ama kıvrıla kıvrıla 100 metre rakım kazanırken coğrafya, sen her yandan fışkıran 100 ila 300 yıllık zeytinlerin gövdelerine, yeşiline, aradan sızan çamlara, sürü oluşturmuş ve serbest gezen eşeklere ve atlara hayran baka baka tırmanırsın köye kadar. Her ne kadar kırmızı ve yüksek ve betondan bir bina karşılasa da köyde, o da muhtarın, yol boyu gördüğün yeter. Bilirsin burası bir zeytin coğrafyası. Burayı kırmızı binayla değil, yolla hatırlarsın.

Ben bu coğrafyaya körleşmemek için büyük gayret sarf ediyorum. Aynı Boğaz gibi. Bakmaya doyamayacağın ama baktıkça varlığını kanıksadıklarından bu ağaç denizi de…. Yedi kez mücadele ettim zeytincilerle omuz omuza, koruma kanunu değişmesin diye. Kızıma teyze saydığımı sildim, betondan bina dikti zira göbeğine. Zeytinciden öte zeytinci olabilirim kimi durumlarda, hani kraldan kralcı değilsem de ve yine de körleşebilirim bu güzelliğe. Biliyorum. O yüzden büyük bir özenle her geçişimde bakıyorum.

Perşembe sabahı ama hepimiz baktık.

Otobüsün şoförü de baktı.

Birbirimize göstere göstere baktık.

Bazı dallar inmiş, aynı komşumuz Ali bey’in ağacının başına gelen gibi. Yolun kimi kısmında hiç zarar yok, kimi kısmında daha fazla dal kırılmış. Yön hesapları yapıldı. Süreye şükredildi, “ya daha uzun sürseydi” diye.

Pazara indiğimde yarısı yoktu daha pazarcıların. Şimdi, elbette halden de malını toplayıp gelen var, Dikili’den, Altınova’dan ve Gömeç’ten tarlalardan da. Üretim bölgesi olduğu için erkenci patlıcanı ya da her daim peşinde olacağın patatesi değilse de mevsiminde, zamanında olanı civardan getiren tezgahlar çoğunlukta. Orada öğrendim, Dikili’ye ya da Gömeç’e hiç uğramadığını fırtınanın. Midilli’nin de anakarası sayıldığından gelmesi normal Yunanlı müşterilere bakıp, “dün gece denizde olanları düşündüm de, kabus yaşamışlardır” dedi yufkacım. Aklıma gelmemişti. Kahvede oturup sohbet ettiğim patatescim, Yörük Mehmet’i fena vurduğunu anlattı hortumun. O zaman duydum ilk, hortum çarptığını. “İpek Restoran nasılmış” dedim, iyi olduğunu söyledi. Biri daha Ayvalık yönüne bakıyor sanki, diğeri daha körfeze doğru ve bizim taş üzerinde taş kalmamış işlik gibi, neden oraya dolmuş diye merak ettim estiği yönü kavramaya çalışırken. Sonra otobüs duraklarının arkasında beklerken biraz daha aralandı gecenin hikayeleri. Yeni açılan gözlük dükkanlarından birinin camı patlamış, rafları inmiş yere. Görüntüleri gösterdiler, sanırsın deprem. Biraz ötesinde, okulun yanındaki pastanenin de önü harap, gösterilince fark ettim.

Eren aradı, İstanbul’dan ulaşmaya çalışıyor evine; pencere çıkmış yerinden, odada patlamış, bahçe perişanmış diye bir çırpıda anlattı, halimi hatırımı sorarken “elektrik var mı sizde” diye ekledi. Vardı çıkarken, “varayım, haber ederim” dedim. Gonca’yı aradım, “elektrikler mi kesik köyde” diye ve sabahtan beri kimsenin farkında olmadığı, aramızda hiç konuşulmamış olana uyandım: Mezarlığa yıldırım düşmüş, yıldırım bir ağacı devirmiş, ağaç da köyün alt kısmına giden elektrik kablolarını kopartmış.

Otobüs geldi, sırayla bindik. Aramızda en çok konuşulan mezarlık, selvilerin yıldırım çektiği ve neyse ki uzun sürmediği dolunun. Benimse aklımda herkesin kendisi, kendi tecrübesi kadar gördüğü her şeyi.

Fırtına, felaket ya da köyde söylendiği şekliyle “afad”… tepemde oldu, yıldırımın düştüğü mezarlık arkamda, zeytinler etrafımda. Batıdan geldiğini düşündüm, hatta kuzey batıdan, ufkum sebebiyle ve sonra gazetelerde asıl haberin Halkidiki olmasından da belki… oysa tüm görebildiğim kendi bahçeme inen dolu kadarmış.

* * *

Bu hafta yazım patlıcana dair olacaktı. Haftaların hazırlığını derliyordum düne kadar. Fırtına yolumu değiştirdi. Zira iklimi konuşmayı erteliyoruz hep, hani o bakmayı kanıksadığım Boğaz gibi, zaten burada, zaten konu zannedip.

Önce şu hortum neyin nesi, bir bakalım, tanıyalım. Hortum öncelikle bir rüzgar çeşidi. Havadaki basınç değişimlerine bağlı olarak oluşan, kendi ekseni etrafında dönerek hareket edebilen, yüksek hızlara ulaşabilen ve yıkıcı etkileri olan şiddetli bir rüzgâr çeşidi…

Hortumlar ani sıcaklık ve basınç değişimlerine bağlı olarak oluşurlar. Yeryüzünden buharlaşma ile yükselen sıcak hava yukarıya çıktığında kümülüs sınırında soğur ve bulutları oluşturur. Su buharı eğer çok hızlı şekilde yükselirse, kümülüs seviyesine çıktığında aradaki büyük sıcaklık farkından dolayı hızla soğur ve buradaki bulutlar tarafından emilmeye başlanır. Sıcak ve nemli hava yükseldikçe ve yukarıdaki soğuk bulutlar emdikçe kararsızlık meydana gelir. Sıcak olan bölgede birden basınç düştüğü için yüksekten alçağa yani soğuktan sıcağa doğru bir basınç değişimi olur ve şiddetli rüzgarlar oluşturur. Rüzgar ile soğuyan su buharı yoğunlaşarak ağırlaşır ve hava dönmeye başlar. Bu dönme hareketi hava yükselmesinin etkisiyle gittikçe dikey konuma gelir, spiral şekil alır ve hortum oluşur.”

Haliyle bölgemin beni uyutmayan iklimini kağıda dökmeye karar verdim. Okunması kolay bir şema olduğunu sanıyorum ve fakat açıklayayım:

Gerçekleşen sıcaklık, adı üzerinde, o gün ölçümler en yüksek ve en alçak neyi gösterdilerse, onun kayda alınmış hali. Burada en düşükle ilgili yeni yeni uyandığım bir sıradan gerçeğin altını çizmek isterim: Gece en düşük ısı 21 derece diye gördüğünüzde, o aslında saat sabaha karşi beş sularında gerçekleşen düşük! Güneşin batışı ısının düşmesi manasına gelmeyebiliyor. Bunları tarihsel ortalamanın üzerinde gerçekleştikleri her sefer bordoyla işaretledim. Ayrıca, gece ısısı 20 derecenin üzerinde seyretmişse, o günü sarı ile renklendirdim. Bunu yapma sebebim, gece gündüz arasındaki farkı kavramanın güçleştiği günlere dikkat çekmek. Uyumakta zorlandığımız, uyuduğumuz halde dinlenemediğimiz günler, bunlar.

Tarihsel ortalama, hepimizin bildiği mevsim normalleri demek ama ben son üç yüzyıldır normalleri bozduğumuz ve hava sıcaklığı kayıtlarının bu sürenin çok kısa/küçük bir döneminde tutulduğunun idrakıyla hiç bir şeyin normal olmadığını unutmayalım diye bozdum, yeni terminoloji çıkarttım başınıza. Gene burada sarıya boyadığım günler var. Göreceksiniz, bu günler, tarihsel olarak gece ısısının 20 derecenin üzerinde seyrettiği günler. Miktarlarda artış çok ne görünecek size de.

Mayıs ve Haziran 2019 gerçekleşen hava sıcaklığı ve tarihsel ortalamalarına bakacak olursak; Mayıs’ın 31 gününden 25’inde hava sıcaklıklarının mevsim normallerinin üzerinde ve hiç gözlenmemesi beklenen tropik gecelerin sayısının iki olduğunu görüyoruz. Haziranın ise 30 gününün 29’unda hava sıcaklıkları mevsim normallerinin üzerinde gerçekleşirken, 16 olması beklenir tropikal gece sayısı 26 olmuş.

Bu da ilk 10-11 günüyle temmuz. Serinleyen, “tarihsel ortalama”nın altında “gerçekleşen sıcaklık” gözlemlediğimiz ilk gün bu, bu iki ve buçuk aylık dönem içinde.

Şimdi, iklim bilimci değilim ancak hava ve deniz suyu sıcaklıklarındaki artışın hortumu tetiklediğini, benim evvelsi gece yaşadıklarımın henüz bir başlangıç olduğunu biliyor ancak Antalya’yı geçtim Karadeniz kıyılarını da vurmaya başlayan hortumların neden gerekli gayreti tetiklemediğini bilmiyorum.

Dolayısıyla patlıcanı gelecek yazı olarak kenara kaldırdım ve biraz durumun aciliyeti üzerine konuşalım istedim.

Dünya Meteoroloji Örgütü (WMO) 2015, 2016, 2017 ve 2018 yıllarının 170 yılın en sıcak geçen yılları olduğunu söylüyor. 2019’un hepsinden de sıcak olması bekleniyor. Ocak 2019, Avusturalya’nın 1910’dan bu yana gördüğü en sıcak ay olarak ilan edilirken; Avrupa merkezli Copernicus İklim Değişikliği Servisi (C3S), AB için hazırladığı bir raporda, 2019 Haziran’ının Avrupa’da kayıtlara geçen en sıcak haziran ayı olduğunu açıkladı. Bu bir şey değil; “Türkiye’nin 2013-2098 döneminde yılda ortalama 78 güne kadar sıcak hava dalgasının etkisinde kalabileceği belirtilerek, dalgalanmaların daha sık yaşanacağı bir periyota girilmesi bekleniyor.

Ve yetmezmiş gibi; yerkürenin en soğuk bölgelerinden Alaska’yı yakan sıcak hava dalgasını gazetelerde okuduysanız fotoğrafları da görmüşsünüzdür, son yüzyılın en yüksek ısısını kaydetti istasyonlar: 32.6

* * *

“Boğaziçi Üniversitesi Kandilli Rasathanesi Meteoroloji Laboratuvarı Başkanı Meteoroloji Mühendisi Adil Tek, sıcaklık artışının sebebinin küresel iklim değişikliği olduğunu kaydetti. Küredeki sıcaklıkların artmasıyla birlikte atmosferdeki suyun da buharlaşarak yağışlarla birlikte özellikle sıcaklıkların arttığını söyleyen Tek, “Bunun temel noktalarına gitmeye başlarsak, istenilen refah, artan nüfus büyük enerji taleplerine yol açıyor. Bu enerji talepleri de bizi enerji pazarına yönlendiriyor. Enerji pazarının da yüzde 80’i fosil yakıtlar. Fosil yakıtlar da karbondioksit üretiyor. Karbondioksit önemli bir sera gazı. Atmosferimizde sera etkisi gösteriyor ve sıcaklıkların hızla artmasına sebep oluyor. 100 yılın başından bu yana İstanbul’da sıcaklıklar 1- 1,5  derece arasında arttı” diye konuştu.” 

Adil Tek’in “istenilen refah” vurgusuna ne dersiniz?

Epey oluyor, Arkitera’ya bir röportaj için Serkan Ayazoğlu ile oturmuş ve Kuzey Ormanları’ndan balığa, gıda adaletinden indirimde alınan bilmem kaçıncı tshirt’e… bütüncül bir dille pratiklerimizi okumaya çalışmıştık. Hayatta verdiğim en yorgun fotoğrafları da paylaşmak pahasına, okumamış olanlara, link’i buraya bırakıyorum: “İndirimden Aldığımız Sekizinci Tişört ile 3. Köprü Arasında Dümdüz Bir Bağ Var”

* * *

“hümanistliğin de canı cehenneme, arap seviciliğinde. bunların büyük dedeleri bırakın müslümanlığı bizleri insan yerine bile koymamış, bunların daha küçük dedeleri bize savaş durumunda ihanet etmiş ve o dedelerin torunları ülkemizde her türlü pisliğin içine bulanmış durumdalar. taciz, tecavüz, hırsızlık, adam yaralama ve cinayet, kontrolsüz üreme, salgın hastalıklar, tüketim bozukluğu, ahlaki ve sosyal yozlaşma. insanımızı yaşadığı topraklardan soğuttu bu arsız, haysiyetsizler ne birincisi ne ygs’si ne lys’si.”

Yukarıdaki Suriye‘deki iç savaşın ardından mimar babası (şimdi mobilya atölyesinde işçi) ve öğretmen annesiyle (işsiz) birlikte Türkiye’ye gelen ve 2019 LGS’sinden birincilikle çıkan Muhammet Halil’e dair ekşi’de yer alan onlarca ırkçı ve tehlikeli girdiden sadece biri. Hani mimar olan babası bir mobilya atölyesinde çalışan, yerinden yurdundan kopartılmış, sürüklenirken yakaladığı başarıyla her vicdan sahibinin gözlerini yaşartacak olan Muhammet. Hani, istediği için değil, küresel iklim krizinin sıradan bir neticesi olan iç savaştan kaçan ailesiyle burada, mülteci statüsünde, yarını meçhul bir hayat yaşayan Muhammet.

Muhammet’inki güzel bir hikaye. Yoksa 1993’den 2018 Haziran’ına 35.000 kişinin savaştan, yoksulluktan (yani iklim krizinin artçı etkilerinden) dolayı Avrupa’ya kaçmaya çalışırken öldüğünü; önümüzdeki 30 yılda hangi bölgelerden kaç kişinin evini, barkını, ailesini, dostlarını, onu vareden coğrafyasını geride bırakarak göç edeceğini (ve eminim yüzde kaçının öleceğini) şimdiden biliyor ama mesela mülteci statüsü edinmeyi başarmış kaç çocuğun kayıp olduğunu ise bilemiyoruz. Açlık, savaş, ölüm korkusu gibi karşılıkları var iklim krizinin… bir botla karşı kıyıya varamadan önünde de boğulabilir çocuğun, vardığın ülkede, takibini yapamadığın sebeplerle de. Kırk katır mı, kırk satır mı? Muhammet’in başarısını kutlamayı bilmek mühim.

“Küresel ölçekte hububat verimleri %10 azaldı; bunun nedeni iklim değişikliğine bağlı olan aşırı sıcak dalgaları ve seller. Bunun sonucunda açlık artıyor ve insanlar yaşadıkları yerlerden ayrılmak zorunda kalıyor. Kıyılara yakın yaşayan 1 milyondan fazla insan, yükselen denizler ve daha güçlü fırtınalar nedeniyle evlerinden çıkmak zorunda kaldı; şayet süreç tersine dönmezse önümüzdeki yıllarda milyonlarca insanın da evlerini terk etmek zorunda kalmaları bekleniyor.”

Dünya Bankası Grubu’nun 19 Mart 2018’de yayınlanan ve iklim değişikliğinin göç üzerindeki etkilerini inceleyen raporuna göre 30 yıl içerisinde iklim değişikliğine bağlı sorunlar nedeniyle Sahra Afrikası’ndan 86, Güney Asya’dan 40 ve Güney Amerika’dan da 17 milyon insan yaşadıkları topraklardan göç etmek zorunda kalacak.

İklim krizi biliyoruz ki önümüzdeki 11 yılda 120 milyon kişinin (daha) yoksullaşmasına neden olacak. İklim krizi çok daha fazla kişiyi yaşama, beslenme, barınma ve su gibi temel insan haklarından mahrum bırakırken biliyoruz ki kitlesel göçler artacak.

“Yoksul ülkelerin yüzde 1’lik katkısı var dünyadaki kirlenmeye ama en fazla etkilenen onlar. Çünkü başka görünmeyen yönleri var. Bangladeş gibi yoksul bir ülkeyi ele alalım. Geniş bir nüfusu var. Ülkenin üçte biri yaklaşık olarak deniz seviyesinin altında yaşıyor. Deniz seviyeleri yükseliyor. Bu, insanların boğulacağı anlamına gelmiyor. Tarım yapamıyorsunuz. Çünkü tuzlu su basıyor ve çürütüyor her şeyi. Tuzlu suyla değil pirinç hiçbir şey yetiştiremezsiniz. Nereye gidecek bu insanlar?

Daha fazla savaş demek bu ama daha fazla duvar manasına da gelecek, belli ki.

Gencecik aktivist Greta Thunberg “Her gün yeryüzünden yaklaşık 200 canlı türünün yokolduğu altıncı kitlesel yokoluşun ortasında olduğumuzdan bahseden bir allahın kuluna da rastlanmıyor pek…” diyor. Türcülükten değil, körlüğümüzün miktarını gösterdiğinden ekleyeceğim: İnsan kendi bekasını da konuşmuyor, görmezden geliyor zaten.

* * *

Parçalı bir muhabbet oldu bu yazı…

Aralarda yıldızlar var ya. Genelde iki hafta boyunca yazıyı böyle kurarım, yayın gününe yakın birleşirler, hemhal olur, kelimeler cem eder. Bu kez hem son dakikada kotardım… hem de sıkıcı, ürkütücü, huzursuzluk verici konular bunlar, biliyorum. Bu muhabbet de böyle, bu sefer. Aciliyet hissettim.

İklim krizi üzerine yazılıyor, bolca üstelik. Birleşmiyor sanki hortumlarla, bir biri ardına çarpan sıcak hava dalgalarıyla iklim krizi ama. Oysa dümdüz ilişkiler bunlar. Net. 14-16 saate uzamış iş günlerimiz mi acaba diye düşünüyorum, yoksa plastiğe kayıtlı kredilerin baskısı mı? Birleşmiyor hiç biri. Keşke yıllardır yazıyor olsaydı Antalya’daki seraların işletmecileri, onları vuran hortumun etkilerini. Niye diye Antalya Yaş Meyve Sebze Hali araştırma yaptırsaydı, mesela. Değil mi? Ya da Karadenizli reis neden balık Boğaz’a girmiyor üzerine biraz kafa yorsaydı… İstanbul’daki Ayşe teyze de ta Antalya’dan gelen Şubat domatesinin yol masraflarına uyansaydı, o güç bela kazandığı kuruşların nasıl çarçur edildiğine kış vakti yaz keyfi yalanıyla ve bassaydı ıslak anne terliği ayarındaki küfrünü…

Oysa hepimiz endişeliyiz ve fakat pazarda torba istemediğime, tümünün petrol, tamamının savaş demek olduğunu ekleme gafletine düşersem (bir aktivist hep aktivist kalmaya mahkum) “vatan için ölürüm ben” diyen oğullarla çevrili etrafım. Birleşmiyor idrakında olduğumuz gerçek, ensemizde hissettiğimiz endişe ve pratiğimiz. Hatta dünden beri okuyorum sosyal medyada, Ayvalık’taki “afad”ın yansımalarını. Herkes “eli kırılasıcalar”a ileniyor, her yeri beton yaptılar diye. Yalan değil tabi de, Ayvalık’ta kömür yakılır ve yeni belediyenin sözü doğal gaz getirmek ilçeye. Yani… herşeyi biliyor ama tam bağlamına oturtamıyoruz sanki.

İstedim ki beni, yatağımda bulan fırtınadan çıkalım Muhammet’e kadar bağlamayı deneyelim meseleleri, hem de hani konuşmadığımız taraflarından. Arılardan, kutup ayılarından anlamıyorsak, yokoluş sürecine girmiş sayısız türden konuyu bağlayamıyorsak dedim, bir de böyle deneyelim.

Geç olmadan yapmamız gerek bu konuşmaları.

Uyutmayan sıcağı “sıcak hava dalgası”ndan öte konuşmamız gerek. Karadeniz’i vuran hortumlara, bizim tarafta HES’lerle, karşıda Rusya’da barajlarla akışı kesilmiş nehirlerin etkisini konuşmamız gerek. Sayısı her gün daha da azalan yeşil alanlara boca edilen betona dayalı bir ekonomiyi konuşmamız gerek. Ve tümünü gerçekte yaşadıklarımızla örtüştürerek yaşamayı denemeliyiz. Mesela biliyorsak ki, bu dünyanın yeşili yokoluyor, korumak için mücadele ettiğimiz kadar bir an önce ve bir çok ağaç dikmek için de örgütlenebilmeliyiz. Ya da biliyorsak ki fosil yakıt ciddi zarar, apartman toplantısı yapıp, bu kış daha az yakmak için komşuları örgütlemeyi deneyebilmeliyiz ve iş arkadaşlarımızın çocuklarıyla el ele, masa başında “eskimiş tshirtlerden pazar çantası” üretip annelerin plastik torba almasına ciddi bir engel yaratabilmeliyiz birlikte. Mahalle baskısı bu olsun, mesela. Benim aklıma gelmeyenleri ekleyin lütfen altına… yeter ki ne “eli kırılasıcalar”a verip veriştirelim sadece, ne de “büyükler”imizin aksiyon almasını bekleyelim.

Zira aksi durumda hikaye;

“Gece yarısı uyandım. Ses duymadım ama yarı açık zihnim bir tuhaflık sezdi herhalde. Haftalardır devam eden sıcağın etkisiyle hem balkon kapısı hem de karşısındaki pencere açıktı. Arkamı döndüm, anında uyandım. Bugüne kadar böyle bir şeyi ancak filmlerde gördüğümü söylemeliyim: çocukluğumdan beri bildiğim suratlar ama ellerinde silahlar var!”

diye başlayacak kimbilir hangimiz için yakın gelecekte..

İklim Diyeti

 

Şubat ayında domates gibi mevsimsiz ürünler yeme.

Ürünlerini 150 km kuralına göre seç, ne kadar yakın o kadar çok olsun tabağında, ne kadar uzak o kadar seyrek bulunsun.

Hayvansal ürün tüketme. Sahiden, onsuz da oluyor ve büyük fark yaratıyor. Birden vegan ol demiyorum, azaltarak başla ve durma. Devam et azaltmaya.

Artıklarına sahip çık; ya yeniden ek, ya kompost kur ya da yeni bir reçeteye dahil et.

Reçel, turşu ve benzeri saklama, ömür arttırma yöntemlerinde ustalaş.

Kendi ekmeğini yapmayı öğren, her türlü unla, her koşul altında ve oğlundan ayırma kızını, onlara da öğret.

Yıllık gıda harcamanı kaydet, yıl bazında akış planla ve üreticiden tüketiciye aracısız bu miktarları edinme yollarını araştır.

Her gün kendine yemek yaparken hatırlat, “şu anda göç ediyor ya da bir savaşın gölgesinde hayatta kalmaya çalışıyor olsaydık, elimde hangileri olmazdı?”

Şükret.

Çoğalt.

Ne yap et, paylaş.

(Yeşil Gazete)

 

Balık çiftliklerinde yetiştirilen balıklar yaşamaktan vazgeçiyor

‘Balık çiftliklerindeki balıkların yaklaşık dörtte birinde gelişim geriliği görülür ve tank yüzeyinde ölü gibi sürüklenirler. Bu balıklardan “bırakanlar” (İng. drop outs) olarak söz edilir; büyümeyi bırakanlar, yaşamayı bırakanlar, yani vazgeçenler.’

Balık çiftliklerinde gelişim geriliği gösteren ve tank yüzeyinde sürüklenen; “bırakan” balıklar üzerinde yapılan bir araştırmada, bu canlıların beyin kimyalarının aşırı stres altında ve depresyonda olan insanlarınki ile neredeyse tıpatıp aynı olduğu ortaya kondu. Bu balıklara büyümeyi, yaşamayı bırakanlar, yani vazgeçenler anlamında “Bırakanlar” (ing.drop outs) deniyor. Çalışmanın sonuçlarının paylaşıldığı ve Royal Society Open Science dergisinde yayımlanan makalenin yazarı Norveç Bergen Üniversitesi’nden Marco Vindas, “Balıklar karmaşık davranışlar sergileyebilen canlılardır ve beyin sistemleri insanlar da dahil olmak üzere, memelilerinki ile pek çok benzerlik taşır” dedi. Araştırmada, bırakan balıkların vücudunda, strese yanıt olarak salgılanan kortizol hormonu düzeylerinin çok yüksek olduğu saptandı. Ayrıca uyku, açlık, solunum ve ruhsal durum ile ilgili olan serotonerjik sistem etkinliğinin arttığı görüldü. Nöral sistemdeki bu sorunlar, depresyon ve diğer ağır zihinsel rahatsızlıklar ile ilişkilendiriliyor.

Vindas, “İntihara teşebbüs ettiklerini söyleyecek kadar ileri gidemem. Ama psikolojik açıdan konuşursak, kaldırabileceklerinin sınırında bulunuyorlar ve bu ortamda bulunmaya devam ettikleri için bu durum ölümleri ile sonuçlanıyor” diye konuştu.

Bilimfili’nin aktardığına göre, çiftlik balıkları son derece stresli bir ortamda yaşıyor. Yaban hayatında başa çıkmak için evrildikleri koşullardan bütünüyle farklı olan bu yaşam tarzı, balıklar üzerinde büyük bir psikolojik yük oluşturuyor. Kalabalık tanklar içinde tutulan ve diğer balıklarla doğada kaçınacakları etkileşimler içine girmeye zorlanan balıklar, yanı sıra insanlar tarafından elleniyor,  sadece belli anlarda yiyecek için kıyasıya bir mücadeleye girişiyor, ışıklardaki ve su derinliğindeki ani değişimlere maruz kalıyor. Tıpkı endüstriyel çiftliklerdeki tavuk, inek ve domuzlar gibi acı içinde bir yaşam sürüyorlar.

Daha önce yapılan çalışmalarda balıkların, bir zamanlar sandığımızdan çok daha yüksek bir zihinsel kapasiteye sahip oldukları anlaşılmıştı. Macquarie Üniversitesi’nden Dr.Culum Brown2014 tarihinde tamamladığı çalışmasında balıkların şaşırtıcı bilişsel yeteneklerini ayrıntılı olarak incelemiş ve bazı insan dışı primat türlerinden bile yüksek düzeyli becerilerinin olduğunu ortaya koymuştu. Norveç ekibinin yaptığı çalışma, bu canlıların gergin koşullarla başa çıkmaya çalışırken düştükleri durumların kimyasal ve dolayısıyla davranışsal sonuçlarının biz insanlardan hiç de farklı olmadığını bir kez daha ortaya koyuyor.

Kalıcı Güncel: Doğa

Sürdürülebilir yaşam anlayışı doğrultusunda uluslararası güncel performans pratiklerine alan açmaya, yeni yerleşkesi K2 Urla Nefes Alanı’nda devam eden Açık Stüdyo, insan ve doğa ilişkisini sorguladığı yeni projesi Kalıcı Güncel:Doğa ile 10 sanatçıyı bir araya getiriyor.

Proje, insanın yaşama ilişkin hoşnutsuzluklarının; varlığı açısından merkezi bir önem taşıyan, doğa ile kurduğu ilişkisinde oluşmuş aksaklıklardan kaynaklandığı düşüncesini öne sürüyor. Bu konsept doğrultusunda gerçekleştirilen Kalıcı Güncel: Doğa, atölye çalışmaları, performanslar ve tüm bu etkinlikleri içeren bir belgesel video yapımından oluşuyor.

Projenin atölye ve performans etkinlikleri 15 Temmuz – 1 Ağustos tarihlerinde. İlyas Hayta tarafından çekilecek aynı adlı belgesel filmin gösterimi ise eylül ayı içinde gerçekleştirilecek.

Kalıcı Güncel: Doğa kapsamında iki Avrupalı ve sekiz Türkiyeli sanatçı, dört farklı performans ve üç atölye çalışmasında bir araya gelecek. İki hafta boyunca alanda konaklayacak sanatçıların, tamamı insan ve doğa ilişkisi üzerine ürettikleri içeriklerin bazıları alana özel olarak yerinde tasarlanacak, bazılarıysa alana duyarlı biçimde yeniden yorumlanacak.

Bu yılki etkinliklerde, daha önce Açık Stüdyo ile işbirliği yapan Serenay Oğuz, Umut Sevgül, Metehan Kayan, Sarp Keskiner’in tasarım ve performanslarının yanı sıra, Aslı Bostancı ve Fatih Gençkal da ilk kez çalışmalarını paylaşacak. Programın konukları arasında Gaby Koch, Felix Bürkle , Bahar Nihal Ersözlü ve Süha Ertekin de bulunuyor.

It is happening.

Ücretsiz ve herkesin katılımına açık etkinliğin programı şöyle:

“Kalıcı Güncel: Doğa Beden, Zihin ve Ruh Bütünlüğüne Yönelik Çalışmalar 

15-20 Temmuz tarihlerinde;

Yetişkinler için

15.30-17.00  Fatih Gençkal ile Yoga;

17.30-19.00 Süha Ertekin ile Tai Chi;

Çocuklar için

15.30-16.30 Bahar Nihal Ersözlü ile Tai Chi ve Şiir (Küçük Tao Yolda okumalarıyla)

17.30-18.30 Bahar Nihal Ersözlü ile Tai Chi ve Şiir (Küçük Tao Yolda okumalarıyla)

“Ecological Body: Animal Instinct” Kontak Doğaçlama Performansı

20 Temmuz, saat 21.00’de, Gaby Koch ve Serenay Oğuz tarafından, müzisyen Sarp Keskiner’in katılımıyla.

“Di-Kine” Mekana Duyarlı Performans

20 Temmuz, saat 20.00’de ve 1 Ağustos saat 19.30’da, Metehan Kayan ve Umut Sevgül tarafından,

“Ses-Beden” Atölyesi

31 Temmuz’da saat 15.30-19.30 saatlerinde

1 Ağustos’ta 10.30-12.00 saatlerinde Aslı Bostancı tarafından,

“Calling Vaikhari” Ses-Beden Performansı

1 Ağustos, 20.30’da, Aslı Bostancı tarafından;

“The Wood Project – İzmir Mekana Duyarlı Performans

1 Ağustos, 21.30’da, Felix Bürkle, Metehan Kayan, Serenay Oğuz, Umut Sevgül tarafından, müzisyen Sarp Keskiner’in katılımıyla sunulacak.

Rezervasyon ve ulaşım için iletişim: [email protected]

Şiirden bedene…

Açık Stüdyo

Şafak Ersözlü ve Bahar Nihal Ersözlü tarafından güncel performans pratiklerine yeni alanlar açmak amacıyla 2016 yılında kuruldu. İzmir kent merkezindeki kara kutu tipi bir stüdyoda başlayan yolculuğuna, Urla’da devam eden ekip kendini bir performans araştırmaları inisiyatifi olarak tanımlıyor.

İnisiyatif, 2019 yılı itibariyle farklı alan ve konseptlerde projeler geliştirme olasılığını da akılda tutarak öncelikli çalışmalarını sürdürülebilir yaşam düşüncesi etrafında K2 Urla Nefes Alanı’na odaklıyor.

BOŞLUĞUN Palimpsesti.

Şafak Ersözlü ve Bahar Nihal Ersözlü’nün geçmiş deneyimleri arasında budalasultan kolektifi adı altında ürettikleri dört özgün eser ve Sanatta Görünürlük Festivali – İzmir adlı üç festival etkinlik yapımı bulunuyor.

Açık Stüdyo’nun geçmiş etkinlikleri arasında ise Yoshiko Chuma (ABD), Tijen Lawton (Belçika), Sybrig Dokter (İsveç), Matej Matejka (Polonya), Marilli Mastrantoni (Yunanistan) ile yürüttüğü uluslararası konuk sanatçı programları, Sanatta Görünürlük Festivali – İzmir & Sofia Underground International Performance Art Festival işbirliği etkinlik tasarım ve sunumları yer alıyor.

 

 

Diyarbakır’da Gezici Kadın Film Günleri başlıyor

Diyarbakır’da Gezici Kadın Film Günleri kapsamında dört film 14 ilçede seyirciyle buluşacak.

Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi, Mezopotamya Sinema Akademisi ve Ortadoğu Sinema Akademisi tarafından ortaklaşa düzenlenecek Gezici Kadın Film Günleri başlıyor. 13-19 Temmuz tarihlerinde gerçekleştirilecek etkinlikte yer alacak filmler, Diyarbakır’ın merkez Sur, Bağlar, Yenişehir, Kayapınar ve Kocaköy ile Eğil, Dicle, Çınar, Hazro, Ergani, Silvan, Lice, Kulp ve Bismil ilçelerinde izleyiciyle buluşacak. Etkinlik kapsamında Çağla Zencirci ve Guilloume Glovanetti imzalı “Sibel”, Vuslat Saraçoğlu’un yönettiği “Borç”, Emine Emel Balcı’nın yönetmenliğini üstlendiği “Nefesim Kesilene Kadar” ve Banu Sıvacı’nın “Güvercin” filmi gösterilecek.

Ortadoğu Sinema Akademisi Sinema Sanat Birimi üyesi Sidar Aslan, her gün iki ilçede filmleri kadınlarla buluşacaklarını belirterek, amaçlarının ilçelerde bulunan kadınlara ulaşmak olduğunu dile getirdi.

‘Kadın yönetmenlerin filmlerinin görünmesini sağlıyoruz’

Kadın yönetmenlerin yaptıkları filmlerin sinemalarda çok fazla yer almadığını belirten Aslan şunları söyledi: “Biz bu tür etkinliklerle kadın yönetmenlerin yaptıkları filmlerini kadınlar ile buluşturarak daha çok izlenmesini sağlıyoruz. Bu filmlerin içeriğine baktığımızda toplumsal sorunlara değinen ve kadınların gözüyle yapılan filmlerdir. Bazı ilçedeki kadınların bu filmleri izleme imkânları olmuyor. Biz bu filmleri kadınlara götürerek onlara izleme imkanı yaratacağız.”

Aslan, sadece kadınlara film izletmeyi amaçlamadıklarını aynı zamanda iletişim ağı da kurmayı istediklerini aktardı ve sözlerine şöyle devam etti: “Kadınlar için daha çok neler yapabiliriz konuşmak istiyoruz. Birbirimize haber vererek kadınlar bir araya getirerek filmlerimizi izlemek istiyoruz. Filmlerin içeriğinde bütün kadınlar kendini bulacaktır. Bütün kadınları gezici kadın film günlerimize bekliyoruz.”

Film günleri programı şöyle:

  • 13 Temmuz – 20.30’da Silvan’daki Kinya Navin parkında Sibel.
  • 13 Temmuz – 20.30’da Eğil Meydan’ında Borç, Kocaköy’deki Köşem bahçesinde Sibel.
  • 14 Temmuz – 20.30’da Ergani’deki Orman Parkı’nda ve Dicle’deki Belediye Parkı’nda Nefesim Kesilene Kadar.
  • 16 Temmuz -20.30’da Çınar’daki Nû Jiyan Parkı Amfi Tiyatrosu’nda Nefesim Kesilene Kadar, Bismil’deki  Kardeşlik Park ve Lice’deki Ceylan Önkol Parkı’nda Sibel.
  • 17 Temmuz – 20.30’da Hazro’daki İşkar Mahallesinde Sibel, Kulp’taki Merkez Yeni mahalle Halı Saha Kompleksi’nde Güvercin.
  • 18 Temmuz – 20.30’da Sur’daki Ben û Sen Parkı’nda Borç, Bağlar’daki Newroz Parkı’nda Sibel.
  • 19 Temmuz – 20.30’da Kayapınar’daki Tema Parkı’nda Nefesim Kesilene Kadar,  Bağlar’daki Koşuyolu Parkı’nda Güvercin.

Büyüklere feminist masallar

Pamuğun kalın, ipeğin ağır geldiği prensesin, kırk kat döşeğin altındaki bezelye tanesinden nasıl rahatsız olduğunu bilmeyenimiz yoktur. Meğer bu prenses düşündüğümüz kadar narin ve hassas bir kız değilmiş, sadece her şeye alerjik reaksiyon gösteren bir tene sahipmiş. Kralın çırılçıplak sokağa çıktığını ve ona kimselerin gerçeği söylemediğini gören küçük kız ise aslında, “Anne bak kral çıplak!” diye bağırmamış. Sessizce soyunmuş ve “Bak anne, ben bir kralım” demiş. Annesi de ona, “Aptal olma tatlım. Sadece erkek çocuklar kral olabilirler. Küçük kızların yapması gerekense o krallarla evlenmektir” diye karşılık vermiş. 

Prenses ve Bezelye Tanesi, Küçük Prens, Çirkin Ördek Yavrusu, Uyuyan Güzel gibi pek çok klasik masalı yeniden yorumlayan Hint yazar Suniti Namjoshi, Büyüklere Feminist Masallar adlı kitabında bu bildik hikayelere bambaşka bir noktadan yaklaşıyor ve hiç ummadık bir sonla tamamlıyor.

Güldünya Yayınları tarafından Türkçeye kazandırılan kitapta, Dişi Antropoit, Dikenli Gül, Rozetli Lezbiyen ve Halaları, Kısa Boylu İnsanın İtirafları, Fahişe ve Türevleri, Kadın Dev, Harika Cadı, Bunu Yapan Dişi Kurbağa Çıldırmış Olmalı, Balıkçının Karısı ya da Aptal Feminist, Erkeğin Odası, Erkek Yiyen Memeli, Lakayt Aşık, Kumsalda Yaşayan Kadın gibi birbirinden ilginç 205 masal bulunuyor.

Absürt yada kabul edilemez gördüğü konuları, kendine has bir biçemle kaleme alan ve bunu yaparken dilin gücünü sonuna kadar kullanan Namjoshi’nin kitabı bu hafta raflardaki yerini alıyor. Masalların içindeki mizah ve beklenmedik şekilde yazılmış sonlarıyla dikkat çeken kitabın feminist klasikler arasına gireceği belirtiliyor.

Bildiğin gibi değil!

1941 Yılında, Mumbai’da dünyaya gelen şair, masalcı ve akademisyen Suniti Namjoshi’nin, birçok romanı ve çocuk kitabı bulunuyor. 1972-1987 yıllarında Toronto Üniversitesi İngilizce bölümünde çalışan yazar, halen Britanya’da yaşıyor. Eserlerinde doğu ve batı kültürlerini birleştiren yazarın kitapları İspanyolca, İtalyanca, Çince, Hintçe, Korece ve Flemenkçe gibi dillere çevrilmiş.

1970 yılında, Britanya’da çalışmaya feminist akımlarla tanışan yazar, o tarihten bu yana fabller, şiirler, düz yazılar, otobiyografiler, çocuklar için öyküler yazıyor. Hem feminist hem de LGBTİ+ harekette yer alan Namjoshi, eserlerinde her türlü baskıyı, güç odaklarından gelen kısıtlamaları ve eşitsizliği eleştiriyor.

 

[Cadı Kazanı] Doğaya dönüş- Nuran Seyhan Bayer

Nihayet doğayla buluştum. Yazılarıma uzun bir süre ara vermemin nedeni de buydu.

  Doğaya Dönüş Heykeli, Anna Gillespie

İstanbul’un karmaşasından, gürültüsünden, ezcümle kent yaşamının artık dayanılmaz boyutlara ulaşmasından yorgun düşen bedenimi, gözlerimi, beynimi doğanın yeşiline bıraktım. Hiçbir şey için koşuşturmadan; kuşları, sincapları, kelebekleri, ağaçları izledim. Gözlerim adeta bayram yaptı, o kadar ki yakın gözlüğüyle okuyabildiklerimi, gözlüksüz okumaya başladım.

Radyoyu kapattım, ilk defa bir başka şeyi klasik müzik dinlemeye tercih ettim: Kuş sesleri, tavuk gıdaklamaları, gurktaki tavuğun bağırışları. Oysa İstanbul’da trafik gürültüsünü, korna seslerini, ambulansın çığlıklarını bastırmak için radyomun sesini sonuna kadar açardım,

Vakitsiz öttü ama horoz da katıldı doğanın müziğine. Başkemancı minicik bedeninden harika sesler çıkaran rengârenk kuşlardı. Bahçemi ziyaret eden kaplumbağa diktiklerimi kontrol ediyor olmalı, acemi çiftçinin denetleyicisi gibi dolanıp durdu. Kahvaltıma eşlik eden dalından koparıp tabağıma koyduğum biberi ısırdığımda, bugüne kadar yediğim (çocukluğum hariç) hiçbir biberin, bu tat rayihasına ulaşmadığını anladım.

Doğa; sıfır atık kavramının hayat bulduğu bir yaşam alanı. Hiçbir şey boşa gitmiyor. Ağaçtan topladığınız kayısılar güneşte reçel oluyor, enerji harcamadan. Fazlası yine güneşte kurutulup kışa saklanıyor. Ağacın ulaşamadığınız dallarında son kalanları ise sincap ziyaret ediyor. Sadece çekirdeğini yese de, onlar da boşa gitmiyor, çürüyenler ise toprağa karışıyor.

Dikim zamanını kaçırsam da bahçeye biraz sebze fideleri dikip, her gün özenle bakıp, gerektiğinde sulayıp, domatesin ilk çiçeğini açmasını, biberin beyaz çiçeğinin bibere dönüşmesini izlemenin, sabahları hiçbir özel ilgi istemeden toprakta kendiliğinden çıkan semizotlarını kahvaltı tabağıma koymanın,  Michelin Yıldızlı restoranda yemek yemekten daha keyifli olduğunu anladım.

Doğanın muhteşem döngüsünü izlerken, tüketim açısından kendinizi terbiye etmeyi de öğreniyorsunuz. İki büklüm bedenine rağmen, bahçesinde yetiştirdiği üç-beş sebzeyi her hafta pazara getiren ninenin, yaşamımız için bir brokerden, milletvekilinden, bankacıdan, mühendisten, doktordan, mimardan vb. daha değerli ve gerekli olduğunu anlamamanız için gözlerinizin değil, aklınızın kör olması lazım.

Doğada yaşayan hiçbir canlı, tabii insanlar dışında, aşırıya kaçmıyor, plastik tüketmiyor, büyük alışveriş merkezlerini arsızca talan etmiyor, paketlenmiş gıda diye bir kavram yok yaşamlarında ve doğmaya, yaşamaya ve döngünün gereği ölmeye devam ediyorlar.

Sebze ve meyve artıklarınızın (tabi pişmemiş) çöp kutusuna değil bahçenizde gübreye dönüştürdüğünüzde, ne kadar az çöp çıkarabileceğinizi anlıyorsunuz. Henüz kâğıt ve cam ayrıştırmasını yapamıyorum çünkü Bodrum belediyesinin yeteri kadar çöp ayrıştırma konteynerleri yok. Telefon görüşmelerim sonucunda en kısa zamanda ulaşabileceğim yerlere konulacağını umuyorum.

En acı olanda yaşadığım bölgede bunu kimsenin umursamayıp,  bugüne kadar belediyeden talepkar olmamaları. Aslında talebe de gerek olmamalı, bu yerel yönetimlerin birincil görevi. Sadece konteyner koymak değil, atıkların doğru ayrıştırılmasının denetlenmesi de gerekiyor. O her gittiğimizde gıptayla baktığımız Avrupa kentleri, tertemiz sokakları, yerde hiçbir poşetin görülmediği çöp kutuları; bilinçli halk ve görevini laikiyle yapan yerel yönetimlerin bir sonucu. Eğer halk bu konuda özenli ve bilinçli olmazsa Hollanda’nın Utrecht kentinde olduğu gibi, çöplerini doğru ayrıştırmayan haneler yüklü bir para cezasıyla karşılaşıyor. Yani anlayacağımız, “bu halktan hiçbir şey olmaz” söyleminin ne kadar boş ve anlamsız olduğu…

“Olanca kötülüğün, karanlığın içinde her şeye rağmen ışık vardır ve ışığa zaten en çok ‘karanlık zamanlar’da ihtiyaç duyarız. Her doğum bir mucize, her insan yeni bir başlangıçtır ve insanlar bir araya gelip ortak eylemde bulunabildikleri sürece umut da vardır. Dünya sevgisini mümkün kılan, içinde yaşadığımız dünya için sorumluluk alıp ortak eylemde bulunma yetimizdir.”
HANNAH ARENDT

(Yeşil Gazete)

İstanbul Caz Festivali’nde “Çocukça Bir Gün’

İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından, Garanti BBVA sponsorluğunda bu yıl 29 Haziran – 18 Temmuz 2019 tarihleri arasında gerçekleştirilen İstanbul Caz Festivali‘nin son dört yıldır, çocuklara özel düzenlediği günübirlik etkinliği Çocukça Bir Gün bugün Feriye‘de.

Çocukça Bir Gün bu yıl, Yürüyen Merdiven ve Tülay Günal ile Masalların Masalı performansıyla başlayacak programıyla çocuklara keyifli bir gün yaşatacak. Gün boyunca çizgi film gösterimleri, canlı müzik ve çeşitli sürprizlerle, çocuklar müzik ve sanatla iç içe dopdolu bir gün geçirecek. Etkinlik için bilet alanların rezervasyonla katılabileceği yaratıcı atölyelerin yanı sıra çeşitli ücretsiz atölye ve performanslar da gerçekleştirilecek.

Caz müziğinin farklı unsurlarını ve renkli dünyasını genç müzikseverlere tanıtmak için gökkuşağından ilham alarak Bernard van Leer Vakfı’nın desteğiyle hazırlanan İstanbul Caz Festivali çocuk kitabı Renk Renk Caz, Çocukça Bir Gün’de çocuklar ve ailelerle buluşacak. Renk Renk CazİKSV’nin farklı etkinlikleri kapsamında, Bernard van Leer Vakfı’nın desteğiyle yayımladığı dördüncü çocuk kitabı olacak.

Müzik atölyeleri

İstanbul Caz Festivali ve İKSV Alt Kat tarafından, İstanbul Kalkınma Ajansı’nın desteği ve Boğaziçi Üniversitesi’nin işbirliğiyle gerçekleştirilen Çocuk Atölyeleri Tasarım Programı kapsamında hazırlanan atölyeler, 26. İstanbul Caz Festivali’nin Çocukça Bir Gün programında yer buluyor.

Çocuk Atölyeleri Tasarım Programı kapsamında Erdem Topsakal’ın yürütücülüğünü üstlendiği Ritmik Beden Orkestrası’nda 9-12 yaş arasındaki çocuklar; çeşitli ritim ve beden perküsyonu çalışmaları yapacak ve profesyonel bir müzisyenin konserlere nasıl hazırlandığını da deneyimleme şansı bulacak.

Tüm seslerin buluştuğu Bu Kimin Sesi? atölyesinde ise 5-8 yaş arasındaki çocuklar, atölye yürütücüsü Ezgi Barhan’la birlikte temel ses egzersizleri yapacak. Birbirinden farklı seslerle oyunlar oynanacak atölyede, “çokseslilik” kavramı üzerine çalışılacak.

Avi Medina, Rüya Nesrin ve Sanat Deliorman tarafından yürütülen ve çocukların özgün yaratımlarıyla ekip ruhunu bir araya getiren Sihirli Caz Ormanı, Çocukça Bir Gün’de herkese açık özel bir performans sunacak. ASAM/SGDD ve Beyoğlu Sosyal Hizmetler Merkezi’nin işbirliğiyle İKSV Alt Kat’ta gerçekleştirilen on haftalık atölye programının ardından katılımcı çocuklar, Çocukça Bir Gün sahnesinde blues ezgilerinden ilham alan doğaçlama bir performansla izleyicileri caz ormanının büyüleyici dünyasına götürecek.

Cazdan İlham Alan Yaratıcı Atölyeler

Atölye Pikolo tarafından 5-8 yaş grubu için hazırlanan Geometrik Gitarlar Atölyesi’nde çocuklar, kübizm hakkında bilgi edinerek, İspanyol sanatçı Pablo Picasso’nun Guitar (1914) eserinden ilham alacak ve çeşitli malzemelerle kübist formlardan oluşan kendi geometrik gitarlarını tasarlayacaklar.

Atölye Pikolo’nun 9-12 yaş grubu için hazırladığı Mobil Notalar Atölyesi’nde ise, notalar kağıda değil, tellere dökülecek. Çocuklar bu atölyede durağan eserlerin aksine hareket ve devinimi öne çıkaran yapıtlarıyla bilinen modern heykelin öncüsü Alexander Calder’in sanat pratiğinden yola çıkacak ve büktükleri, katladıkları tellerle kendi notalarından oluşan mobil heykellerini yapacak.

Pace Çocuk Sanat Merkezi tarafından hazırlanan Seslerden Renklere Renklerden Çizgilere Takı Atölyesi 5-8 ve 9-12 yaş grupları için ayrı ayrı gerçekleştirilecek. İstanbul Caz Festivali’ndeki muhteşem sesler bu atölyede renklere, çizgilere, motiflere ve sonra da çok eğlenceli ve yaratıcı kolye, anahtarlık ve takılara dönüşecek. Atölyede çocuklar seslerin nasıl renklere ve çizgilere dönüşebileceğini yaratıcı düşünerek, tartışarak ve en önemlisi deneyerek keşfedecekler.

Atölyeler için kontenjan sınırlı olduğundan, bilet alan izleyicilerin etkinliğe gelmeden önce şuradan rezervasyon yaptırması gerekiyor: http://rezervasyon.iksv.org/icf2019/

Renk Renk Caz

Caz müziğinin farklı unsurlarını ve renkli dünyasını genç müzikseverlere tanıtmak için gökkuşağından ilham alarak hazırlanan İstanbul Caz Festivali çocuk kitabı Renk Renk Caz, Çocukça Bir Gün’de çocuklar ve ailelerle buluşuyor. Burcu Ural Kopan tarafından hazırlanan, Macide Damla Akyürek tarafından resimlenen kitaba, Batu Akyol, Feridun Ertaşkan, Yekta Kopan, Sibel Köse, Pelin Opcin, Hülya Tunçağ ve Buket Uzuner yazılarıyla, Kenan Doğulu, Cenk Erdoğan, Zuhal Focan, Harun İzer, Ozan Musluoğlu, Ayşe Tütüncü ve Fahrettin Yarkın da farklı sorulara verdikleri yanıtlarla katkıda bulunuyor. İKSV tarafından, Bernard van Leer Vakfı’nın desteğiyle yayımlanan dördüncü çocuk kitabı olan Renk Renk Caz, Çocukça Bir Gün’de özel bir etkinlikle tanıtılacak.

Renk Renk Caz kitabını 7 Temmuz itibariyle festival süresince konser saatlerinde etkinlik mekânlarından, festival sonrasında ise anlaşmalı kitabevleri ve İKSV Nejat Eczacıbaşı Binası’ndan ücretsiz olarak temin edebilirsiniz. İKSV çocuk kitapları ve bağlantılı etkinliklerle ilgili daha fazla bilgi için: [email protected]

Açık alanda ücretsiz atölyeler

Çocukça Bir Gün’de Feriye’nin bahçe alanında iki farklı ücretsiz atölye gün boyu devam edecek. Caza Renk Ver Atölyesi’nde çocuklar, Renk Renk Caz kitabının çizimlerinden oluşan duvar resmini farklı malzemelerle hep birlikte renklendirecek. Atölye alanında gün boyu “pop up” caz dinletileri de sunulacak.

Açık alanda ayrıca küçük çocukların algılarını geliştirecek, duygularını tetikleyecek seyyar bir oyun parkı olan HOP yer alacak.  İstanbul95, Superpool ve yerel belediyelerin ortak girişimi olan HOP ile ilgili daha fazla bilgi için: [email protected]

Türkiye’de Kadın ve Müzik

İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, kültür-sanat alanında yeni bir kitabı okuyucularla buluşturdu. Patricia Adkins Chiti ve Selen Gülün’ün derlediği ve Fahri Aral’ın yayına hazırladığı “Türkiye’de Kadın ve Müzik” kitabı raflardaki yerini aldı.

“Türkiye’de Kadın ve Müzik”, müzisyenler ve akademisyen yazarlarıyla Türkiye’de kadın bestecilerin tarihini ele alıyor. Patricia Adkins Chiti’nin sunumuyla açılan kitap üç bölümden oluşuyor. İlk bölüm Şirin Özgün’ün “Tanrıçalardan Tefçilere: Türkiye’de Kadınların Müziğinin Tarihine Bir Bakış” incelemesiyle başlıyor. İkinci kısımda ise “Osmanlı Müziğinde Kadınlar” Şehvar Beşiroğlu’nun kaleminden aktarılıyor. Osmanlı döneminden günümüze uzanan bu kapsamlı incelemenin sonunda yer alan “Türkiye’de Kadın Besteciler Sözlüğü” ise güncel bestecilere ilişkin ayrıntılı bir araştırmaya dayanıyor. İngilizce ve Türkçe yayımlanan eser bir başvuru kitabı olma özelliği taşıyor.