Ana Sayfa Blog Sayfa 1955

Belçika yanlışlıkla aldığı 100 m2’lik toprağı Hollanda’ya iade etti

Belçika yanlışlıkla aldığı 100 metrekarelik toprağı Hollanda’ya geri iade etti. Söz konusu yanlışlık Belçika’nın Anvers eyaletine bağlı Essen şehrinde yapılan yol işaretleme çalışmaları sırasında ortaya çıktı.

Sınırların korunmasından sorumlu komisyon, sınır hattının Hollanda sınırının bir metre ilerisine taştığını fark etti.

‘Daha önce akarsu ile işaretlenmişti’

Essen Belediye Başkanı Gaston Van Tichelt VRT’ye yaptığı açıklamada daha önce tarihi sınırın bir akarsu ile belirlendiğini bu yüzden de bir işaretleme yapmanın mümkün olmadığını söyledi.

Belediye başkanı “Akıntı gidince bir şey yapmamız gerekti. O yüzden de Belçika’da görünen 100 metrekarelik alanı Hollanda topraklarına iade ettik” dedi.

Bölge halkı etkilenmeyecek

Yapılan açıklamaya göre sınırın taşınmasının bölgedeki halka herhangi bir etkisi olmayacak. Yani herhangi bir Belçika vatandaşı bir gün uyanıp evinin Hollanda’da olduğunu öğrenmeyecek.

Ancak sınırda bulunan Kamusal Sosyal Eylem Merkezi (CPAS) binasının birkaç metrekaresi artık Hollanda sınırında olacak.

Essen’den bir sözcü “Sınır kağıt üzerinde her zaman doğruydu ancak yanlış olan sadece sokak manzarasıydı. Şimdi sınır olması gerektiği yerde” ifadelerini kullandı.

 

[İstanbul Sözleşmesi-2] ‘Ayrımcılık yapanlar artık koltuğunda kalamamalı’

Dosya Haber: Esin İleri

Birinci bölüm için tıklayın

Hükümet tarafından İstanbul Sözleşmesi’nden (İS) çekilme niyetine gerekçe olarak gösterilen ve özellikle vurgulanan nokta yalnızca kadınlar için değil, her insan için geçerli olan bir genel ayrımcılık yasağı öneren sözleşmenin 4’ncü maddesi ve özellikle de içindeki “cinsel yönelim” ibaresiydi.

Söz konusu maddeye göre, Türkiye’nin de aralarında bulunduğu imzacı devletler, sözleşmede yer alan tüm hükümleri “cinsiyet, toplumsal cinsiyet, ırk, renk, dil, din, siyasi veya başka tür görüş, ulusal veya sosyal köken, bir ulusal azınlıkla bağlantılı olma, mülk, doğum, cinsel yönelim, toplumsal cinsiyet kimliği, sağlık durumu, engellilik, medeni hal, göçmen veya mülteci statüsü veya başka bir statü gibi herhangi bir temele dayalı olarak” hiç kimseye ayrımcılık yapmaksızın uygulamayı kabul ediyor.

Örneğin, hükümete yakınlığıyla bilinen KADEM, bir taraftan İS’yi sahiplenirken bir taraftan da Twitter hesabından “Konumumuz, aileye verdiğimiz değer ve neslin devamlılığının önemi açısından tehdit olarak gördüğümüz eşcinsel hareketler ile yan yana anılmayı kabul etmiyoruz.” açıklamasını yaptı.

Hükümet kanadından “toplumun hassasiyeti” öne sürülerek sözleşmeye karşı açıklamalar yapılırken, MetroPOLL Araştırma Şirketi’nin sözleşmeyle ilgili yaptığı araştırmanın sonucuna göre, halkın yüzde 63.6’sı hükümetin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmesini onaylamadığını beyan etti.

İstanbul Sözleşmesi’nin gündeme getirmesinin altında yatan nedenleri, sözleşmenin gündelik hayattaki önemini, sözleşmeden çekilmenin Türkiye için ne demek olduğunu ve olası bir çekilmenin prosedürleri konusunda görüşlerini almak için mikrofonu akademisyen, avukat ve kadın hakları savunucularına tuttuğumuz dosyanın ikinci bölümünde sorularımızı, toplumsal cinsiyet alanında çalışan Humboldt Universitesi’nden akademisyen Nil Mutluer ve hem Türkiyeli hem de göçmen kadınlarla çalışma yapan Kadınlarla Dayanışma Vakfı’ndan (KADAV) Sanem Öztürk’e yönelttik.

Nil Mutluer: Bundan sonra tartışmalar LGBTI+’lara karşı yürütülmeye çalışılacak

Nil Mutluer.

-Türkiye’de kadın ve LGBTİ+’ların toplumsal cinsiyet eşitliği için verdiği mücadelede hangi noktadayız? 

İstanbul Sözleşmesi üzerinden yürütülen tartışma bugün sadece Türkiye’de değil, dünyada da yükselen otoriterleşme ve tahakküm politikaları karşısında yürütülen eşitlik ve özgürlük mücadelesinin bedene bürünmüş bir örneği. Türkiye’deki siyasi iktidar İstanbul Sözleşmesi çerçevesindeki tartışmalarla cinsiyet ve cinsel yönelim konusunda özellikle 2011’den bu yana çizmeye çalıştığı sınırı bir kere daha hatırlatmakla kalmadı, aynı zamanda, kürtaj ve erken yaşta evlilik gibi konularda bir araya getiremediği tabanının durduğu noktayı da yeniden kontrol etmek istedi.

Tabanında anlamlı bir kesim kadına yönelik şiddeti ortadan kaldırma meselesine sahip çıktı. Böylece, siyasi iktidarın kadın haklarının insan hakları olarak ele alınmasına karşı yürüttüğü politika bir kez daha başarılı olamadı. Ancak, sözleşmenin özellikle cinsiyet ve cinsel yönelim tanımı çevresinde oldukça çarptırılarak yürütülen tartışmalar bir tehlikeyi net bir şekilde ortaya çıkardı.

İstanbul Sözleşmesi tartışmaları ile kazanılmış hakları kaybetme tehlikesi yaşıyoruz. Geri çekilme yerine eşitliğin sağlanması için ve cinsiyet ayrımcılığına karşı hangi adımların atılmasına ihtiyaç var?

İktidarın tabanını ortaklaştırabileceği homofobik ve transfobik bir zemin var. Kuvvetle muhtemeldir ki, bundan sonra ilerleyecek tartışmalar bu zeminden, LGBTI+’lara karşı yürütülmeye çalışılacaktır. Bu doğrultuda, kadın ve LGBTI+ hareketleri heteronormatif erkek egemenliğe ve homo/transfobiye karşı birlikte, ödün vermeden, güçlü ve istikrarlı bir şekilde mücadele etmeye devam etmeliler. Türkiye’deki cinsiyet temelli hareketlerin bugüne kadar kazandığı haklar düşünüldüğünde ben bu mücadelenin de başarıya ulaşacağını düşünüyorum ve inanıyorum.

Sanem Öztürk: Kimse kadınlara ‘kültür böyle’ masalını okumasın

Sanem Öztürk.

İS yalnızca Türkiyeli değil, göçmen, sığınmacı, mülteci, hukuki durumu ne olursa olsun tüm kadınlar için bağlayıcı ve koruma sağlayan bir sözleşme. Sözleşmenin KADAV’ın da sahada çalıştığı kadınlar açısından önemi nedir, biraz bahsedebilir misin?

KADAV’ın Afrika ülkelerinden, eski Sovyet ülkelerinden, farklı Ortadoğu ülkelerinden hatta Japonya’dan gelip Türkiye’de yaşayan ve başta şiddet olmak üzere çeşitli sorunları nedeniyle KADAV’a başvuran danışanları var. Bunun altını çizmek şu açıdan önemli: Göçmenlik söz konusu olduğunda farklı kategorilerle karşı karşıya kalıyoruz. Örneğin geçici koruma altında olan bir Suriyeli ile uluslararası koruma altında olan bir göçmen ya da herhangi bir koruma altında olmayan belgesiz bir kadın aynı olanaklardan yararlanamayabiliyor. Bu açıdan İstanbul Sözleşmesi’ndeki göç ve mülteciliğe odaklanan maddeler ayrıca önem kazanıyor.

Sahada çalıştığımız göçmen kadınlar açısından İstanbul Sözleşmesi’nin etkin bir şekilde uygulanıyor olması her şeyden önce göçmen ya da mülteci bir kadının yaşadığı şiddeti şikâyet edebilmesi demek. Dünyanın her yerinde şiddet alanında çalışan kadınlar olarak şu noktada ortaklaşıyoruz: Bir kadının yaşadığı şiddetten kurtulmak için bir adım atması, resmi kurumlara şikayette bulunması, hukuki yollara başvurup bir süreç başlatması zaten çok zor. Yurttaşı olduğumuz ülkede yaşıyorken bile çok zor. Göçmenlik bu zorluğu katlayan bir durum.

Göçmen bir kadın olmanın zorluğu katlayan noktalarını biraz açabilir misin?

Öncelikle cinsiyet temelli şiddet göçün sebeplerinden biri. Aynı zamanda sonuçlarından biri de. Cinsiyeti ya da cinsel yönelimi nedeniyle göç edildiği gibi göç yollarında da sivillerin, insan kaçakçılarının, silahlı grupların, kamu görevlilerinin şiddet ve istismarına uğruyor insanlar. Hedef ülkeye varıldığında şiddet sarmalından bir anda çıkılmıyor.

Hayatın her alanı kadınlar için şiddet riski içeriyor, göçmen bir kadın için bu riskler ciddi düzeyde artıyor. Üstelik daha fazla koruma altında olan yurttaş kadınların bile şiddete maruz kaldıklarında çeşitli adımlarda ne tür sorunlarla karşılaştıklarını hepimiz biliyoruz. 2015 yılı sonundan beri sahada bir araya geldiğimiz, atölyeler yaptığımız, bize yaşadıklarını anlatan binlerce göçmen ve mülteci kadının tanıklıklarını dinledik; her adımda aşağılayıcı bakışlarla, önyargıyla, ayrımcılıkla karşılaşıyor kadınlar. Resmi tutanak bile tutmayan, kadınları karakol kapısından geri çeviren polisleri, “kocandır barışırsın, tercüman yok” diyen polisleri, darp raporu almaya gitmiş kadınlara “gelmeseydiniz siz de buraya” diyen hastane çalışanlarını biliyoruz. Sığınaklarda ayrımcılık yaşadığı için her gün şiddet gördüğü eve geri dönen kadınlarla karşılaşıyoruz.

Göçmen kadınların karşılaştığı zorluklarla mücadelede ne gibi adımlar atılması lazım?

İstanbul Sözleşmesi’nin etkin bir şekilde uygulandığı bir ülkede göçmen bir kadın öncelikle şiddet durumunda hangi adımları atması gerektiğini bilecek, çünkü devlet İstanbul Sözleşmesi’ni ve Türkiye’de kadınları koruyan ilgili yasaları, yurttaş ya da değil, tüm kadınların biliyor olması için çaba göstermek zorunda olacak. Çok dilli materyaller hazırlayacak, eğitim verecek, ilgili kurum personellerini eğitecek, görevi ihmal eden memurlar için gerçek yaptırımlar geliştirecek, vs.

Ama tabii en başta göç meselesine yönelik bu “polisiye” bakış açısını bir gözden geçirecek. Zira göç ve iltica temel insan haklarıdır ve artık göçmen bir dünyada yaşıyoruz. Bu geçici bir durum değil, bundan böyle dünya daha önce hiç olmadığı kadar insan sirkülasyonuyla karşı karşıya olan bir yer. Dolayısıyla göçe dair ezberlediğimiz ne varsa yeniden düşünmek zorundayız. Göçmenlerle, bilhassa göçmen kadınlarla yakından çalışan kurumların personelinin bu bakış açısıyla beslenmesi gerekiyor artık. İstanbul Sözleşmesi’nin göçmen kadınlar özelinde etkin uygulanması, aynı zamanda göçmen ve mülteci düşmanlığına ve zenofobiye karşı da mücadele anlamına geliyor bu bakımdan.

Türkiye’de İstanbul Sözleşmesi’ne de referans veren 6284 Sayılı Kanun her ne kadar yurttaş ya da göçmen ayrımı yapmıyor olsa da göçmen ve mülteci kadınların şiddetten korunmasına yönelik özel maddeler içermiyor. Bu bakımdan İstanbul Sözleşmesi’nin 59, 60 ve 61. maddeleri daha da önem kazanıyor. Şiddetin bir iltica sebebi olarak altının çizilmesi çok çok önemli. Ayrıca şiddet gören göçmen bir kadının hukuki statüsünün bu çerçevede düzenlenmesinden söz ediyoruz ki hukuki statüsü olmayan göçmen kadınların daha önce erişemedikleri mekanizmalara erişmeleri anlamına da geliyor.

İstanbul Sözleşmesi tartışmalarından anlıyoruz ki, TCK 103, 6284 gibi kanun maddelerine ve nafaka meselesine dair düzenlemeler var sırada. Bu bağlamda, kazanılmış hakları kaybetmek söz konusu. Bu bağlamda kadın hareketinin öncelikli meseleleri nelerdir?

Türkiyeli kadınların da göçmen kadınların da bu ülkedeki öncelikli sorunu şiddetin farklı biçimleri. Farklı illerde, farklı yaş ve eğitim gruplarından çok sayıda kadınla atölyeler gerçekleştirmiş biri olarak şiddet ve istismarın en belirgin sorun olduğunu söyleyebilirim. Farklı şekillerde gösteriyor kendini elbette. Ne yazık ki çocuk cinsel istismarı halen şiddetin ciddi bir biçimi olarak sürüyor, önlemeye çalışmak bir yana “kültür böyle” gibi sebeplerle affetmenin önü açılmaya çalışılıyor. Hangi kültürmüş o? Nedir bu kültür, değişmez midir?

Kadın hareketinin yüzyıllardır bütün dünyada yapmayı sürdürdüğü şey tam da bu değişim için mücadele etmek değil mi? Sadece kendi ailemizdeki kadınların birkaç kuşağına göz atsak aslında bu değişimin –kadınların çabasıyla- nasıl süregiden bir şey olduğunu görebiliriz. Belki yavaş değişir, ama mutlaka değişir. Dolayısıyla kimse kadınlara bu “kültür böyle n’apalım” masalını okumasın artık. Bunun özellikle altını çizmek istedim, zira kazanılmış haklarımıza yapılan her saldırının altında bu kültür bahanesi var. Aile değerleri, kutsal yuva, kültürel kimliğimiz, vesaire… Kadın ıstırap çekebilir ama aileye zeval gelmesin… Şiddetin kadın ve çocukların hayatına kâbus gibi çöktüğü bir ailenin nesi yuva olabilir?

İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmenin aksine bugün şiddete ayrımcılığa karşı, eşitliği sağlamak amacıyla ne gibi önemler alınmalı ne gibi yasalar yürürlüğe konmalıdır?

İlk atılması gereken adım şiddetin eşitsizlikten kaynaklandığını görmek, eşitsizliği ortadan kaldırmaya yönelik ciddi adımlar atmak. Hayatın tüm alanlarını cinsiyet eşitliğinin gözetileceği biçimde yeniden düzenlemek. Cinsiyet ayrımcılığına karşı sert önlemler geliştirmek. Türkiye bu anlamda çığırından çıkmış bir ülke. Her düzeyde kamu görevlisi kadınla erkeğin filan filan sebepten eşit olamayacağını bangır bangır bağırıp görevine devam edebiliyor, hatta terfi alıyor. Ayrımcılıkla böyle mücadele edilmez. Kadın düşmanı herkesin o koltuğu işgal edemeyeceğini bilmesi gerekiyor. En kıdemsiz memurdan en üst düzey devlet yetkilisine kadar herkes cinsiyet ve cinsel yönelim temelli ayrımcılık yaparak o mevkide kalamayacağını anlamalı.

Medya, akademi, özel sektör, bütünüyle bu mücadelenin bir parçası olmalı. Eğitim müfredatı bütünüyle gözden geçirilmeli. Mevcut yasalar etkin uygulanmalı, eksik yasal boşluk kadın alanında yıllardır mücadele eden hukukçuların hazırlayacağı yasalarla doldurulmalı. Kimse kadınlar adına konuşmamalı. Evet, zaman alacak, zorlu geçecek ama başlamak zorundayız. Ben kadın hareketinde çok büyük bir güç olduğunu biliyorum, bu güç sadece sayısal bir güç değil. Haklı olduğumuzu bilmekten kaynaklanıyor. Bir iktidar konumuna sıkı sıkıya yapışıp onu paylaşmaya yanaşmayanların karşısına dikilip eşitlik talep etme gücü buradan geliyor.

 

 

 

Protestoların dinmediği Belarus gazetecilere kapatılıyor

Protestoları takip eden gazetecilere yönelik engellemeler de sürüyor. Gözaltına alınan haberciler olduğu gibi, çoğu yabancı medya kuruluşları için çalışan en az 17 Belaruslu gazetecinin basın akreditasyonunun iptal edildiği öğrenildi. Dışişleri Bakanlığı’nın, protestoları izlemek üzere ülkeye giriş yapmak isteyen isteyen basın mensuplarını da reddettiği belirtildi.

Akreditasyonu iptal edilenler arasında BBC Rusça servisinin iki muhabiri de bulunuyor. BBC olayla ilgili bir mesaj yayınlayarak “bağımsız gazeteciliği engellemeye çalışan uygulamayı” kınadı. Almanya da akreditasyon iptali üzerine Berlin’deki Belarus büyükelçisini Dışişleri Bakanlığı’na çağırdı.

Protestoculardan ‘hediyeler’

Gösterileri organize edenler ve muhalefet liderlerinin çağrıları üzerine eylemciler Lukaşenko’nun doğum günü için ‘hediyelerle’ protestolara katıldı. Bir protestocunun kartondan bir klozet yaptığı, başka birin ise üzerinde ‘siyasi ceset’ yazılı bir tabut getirdiği kaydedildi. 

Av ihalesine Danıştay’dan iptal: Erzincan’daki yaban keçileri şimdilik kurtuldu

Erzincan‘da toplam 26 yaban keçisinin avlanması için Tarım ve Orman Bakanlığı’nca açılan ihaleye Erzincan İdare Mahkemesi tarafından yürütmeyi durdurma kararı verildi.

Davayı açanlardan Veteriner Hekim Askar Altınöz, kararın ardından “Yaban yaşam canlıları için yaşamak haktır, bizler yaşatmak için varız ve yaşatmaya da devam edeceğiz” dedi. Erzincan Doğa ve Sokak Hayvanları Koruma Derneği Başkanı Güler Öztürk ise “her cana sahip çıktıklarını ve çıkmaya devam edeceklerini” söyledi.

‘Nesli yok edecek her türlü müdahale yasaktır’

Tarım ve Orman Bakanlığı 13’üncü Bölge Müdürlüğü‘ne bağlı Erzincan Şube Müdürlüğü tarafından 3 Temmuz 2020 tarihinde yedi parti halinde toplam 26 adet yaban keçisinin avlanması için yapılan ihaleye karşı dava açılmıştı.

Yürütmeyi durdurma gerekçesinde “Nesli yok olma tehlikesi altında bulunan tür ve bunların yaşama ortamlarının korunması esastır. Bir hayvan neslini yok edecek her türlü müdahale yasaktır” maddesinin ihlal edildiği ifade edildi.

Aşı üreticileri ne yapmak istiyor?

Yaşadığımız pandemi günlerinde herkesin gözü kulağı aşı haberlerinde… Atılan normalleşme adımlarından sonra hemen hemen tüm ülkelerde yeniden günlük vaka sayılarında artış görülmesi, yaklaşan sonbahar aylarında beklenen ikinci dalga nedeniyle Covid-19’a karşı çeşitli ülkelerin ilaç firmaları tarafından geliştirilmeye çalışılan aşının önemi daha da arttı.

The New York Times’da yayınlanan bir habere göre dünya üzerinde 36 aşı insanlar üzerinde klinik denemeler aşamasında, 89 aşı ise henüz klinik öncesi geliştirilme döneminde… Bilindiği gibi ciddi aşı çalışmaları geçtiğimiz ocak ayında başlamıştı. Aşı geliştirilirken ilk aşama klinik öncesi dönem. Bu dönemde aşı laboratuvarda hücreler üzerinde test ediliyor ve ardından farelere verilip bağışıklık yanıtı oluşturup oluşturmadığına bakılıyor. Daha sonra klinik çalışmalar başlıyor. Bu aşamada az sayıda insanda aşının bağışıklık oluşturup oluşturmadığı izleniyor. İkinci aşamada daha fazla insana verilen aşının çeşitli yaş gruplarındaki farklı etkileri izleniyor. Son aşama olan faz 3 ise belki de en özellikli aşama. Bu aşamada binlerce kişiye uygulanan aşının etkinliği gözlemleniyor.

ABD’de kurulu saygın bir gıda ve ilaç kuruluşu olan FDA,Covid-19’a karşı geliştirilen bir aşının etkili olarak kabul edilebilmesi için aşılanan kişilerin en az % 50’sini virüse karşı koruması gerektiğinin altını çiziyor. Bu aşamaya ulaşabilen Almanya ve İngiltere’de kurulu az sayıdaki ilaç firması ve araştırma enstitüsü,virüsle karşılaşma şansı yüksek denek bulabilmek için harıl harıl salgını kontrol altına alamamış ülke arıyor. Rusya ve Çin gibi ülkeler ise bu faz çalışmasını adeta hiç yapmadan aşılarını piyasaya vermeye çalışıyor.Bilim insanları bir aşının güvenilir olarak geliştirilip kullanıma verilmesinin 2021 ilkbaharından önce imkansız olduğunu iddia ediyorlar.

İşte tam bu noktada bilim adamlarının bu öngörüsünü doğrularcasına geliştirdikleri aşılarda 3’üncü  faz aşamasına gelen bazı Avrupalı ilaç firmalarından ilginç bir adım geldi. 2021 yılbaşından önce ürettikleri aşıyı öncelikle Avrupa piyasasına vermeye hazırlanan bu firmalar Avrupa Komisyonu’ndan ‘hukuksal muafiyet’ istedi. Şirketlerin talebi, araştırma ve geliştirme sürecinin çok kısaldığını gerekçe göstererek Avrupa Birliği’nden aşılarından dolayı ileride doğabilecek tazminatlar ve hukuki sorumluluklardan muaf tutulmaları. Aşı üreticilerinin de içinde örgütlendiği Avrupa Farmasötik Dernekleri Federasyonu Avrupa Birliği üyesi ülkelere gönderdiği mektupta, özetle “Korona virüsü aşısının geliştirme ve yaygınlaştırma konusundaki hızı ve ölçeği, normalde kapsamlı klinik deneyler ve deneyim yoluyla elde edilebilecek yeteri kadar kanıt üretmeyi imkansız hale getiriyor. Bu durum kaçınılmaz riskleri beraberinde getirecek”  diyor. 

Riski kim üstlenecek?

Avrupa Komisyonu’ndan konuyla ilgili yapılan açıklamada ise hasta güvenliği korunurken, olabildiğince hızlı hareket edileceği belirtiliyor. Yani talebin kesin olarak ret edildiğine dair bir ifade yok. Avrupalı ünlü bir ilaç firmasının hekim ve halk sağlığı uzmanı da olan üst düzey yöneticilerinden biri de firmaların bu başvurusunu savunuyor:

“Bunun aşı fiyatları üzerine kaçınılmaz ve direkt etkisi var. Bu aşıların bir kısmı şimdiye kadar denenmemiş yöntemlerle hazırlanıyor. Ayrıca tarihte hiç bir aşı ya da tedavi bu kadar kısa zamanda geliştirilip bunca insanın üzerinde bu kadar kısa süre içinde uygulanmak zorunda kalınmadı. Burada bilinmeyen ve değerlendirilmesi güç bir risk olduğun kesin. Ancak bu riskin alternatifi aşıyı uygulayanları bir 10 yıl kadar izlemek, bu arada da Covid-19 kapma riskini kabul etmek… Sorun bilmediğimiz bu riski kollektif olarak hepimizin (hükümetler, firmalar, bireylerin) mi alacağı, yoksa tüm riski firmaların sırtlamasının mı isteneceği. Aşının hem çok kısa zamanda geliştirilip üretilip bunca insana uygulanmasını isteyip hem de olası tüm sonuçlarını firmalara yükleyeceksek, aşıyı istediğimiz gibi maliyetine ya da çok düşük kar oranıyla vermeleri olası değil. Bundan sonra olası istenmeyen sonuçların getireceği mali yükü de hesaba katmaları gerekecek. Olaya realistik ve çok yönlü bakmak gerekir. ABD bu seferlik firmalara hukuki muafiyet verdi, AB ne yapacak göreceğiz.”

Öte yandan Avrupa İlaç Ajansı’nın hasta temsilinden sorumlu üyesi Yannis Natsis, ‘Böyle bir karar, insanların aşıya güvenini azaltır’ diyor.

Ancak aşılar firmalar tarafından ülkelere maliyetine verilmiyor. Belli bir kar ekleniyor. Basına yansıyan haberler firmaların şimdiden doz başına üç eurodan yirmi euroya kadar uzanan fiyat aralıklarında ülkelerle pazarlık yaptığı ve birbirleriyle ‘piyasayı’ kapmak için kıyasıya rekabet içinde olduğunu gösteriyor. Ayrıca AB Komisyonu’nun aşı geliştirmek için çalışan bazı Avrupalı ilaç firmalarına ve araştırma enstitülerine mali destekte de bulunduğu biliniyor.

Üstelik piyasaya verilecek aşının ücretini kimin karşılayacağı bilinmiyor. Ülkeden ülkeye değişmekle birlikte çok sayıda ülkede aşı ücretlerinin ‘tüketiciler’ tarafından karşılanması bekleniyor. Tüm dünyayı saran pandemi nedeniyle işini, aşını,  sağlığını kaybeden milyonlar şimdi de güvenilirliğinden ve koruyuculuğundan üreticisinin bile tam olarak emin olmadığı Covid-19 aşısını ücret ödeyerek olmak durumunda…Önümüzdeki on yıl aşı ile ilgili bir yan etki ile karşılaşırsa, üreticisinden hesap sorma hakkı da baştan elinden alınmaya çalışılıyor.

İlaç firmasının üst düzey yöneticisin ifade ettiği gibi aceleyle geliştirilen aşının riski ya firma, hükümetler ve bireyler arasında paylaştırılacak ya da 2-3 yıldan önce piyasaya aşı verilmeyecek. Fakat yaşananlar erken üretim aşı için hükümetler tarafından ilaç firmalarının korunacağını; riskin tüm boyutlarıyla sokaktaki insanın omuzlarına bırakılacağını gösteriyor. Bir kez daha bu sistemin içinde kaybeden sokaklardaki insan oluyor…

Pandeminin ilk günlerinde salgın sonrası asla her şeyin eskisi gibi olmayacağını, dengelerin emekten yana değişeceğini düşünmüştük. Şimdilik yanılmışız; sistem kendinin doğa sömürüsü sonucu ortaya çıkan pandemiden şimdiye kadar yararlanmasını bildi. Aşıda hukuksal muafiyet tartışmaları da bunun küçük bir örneği sadece…

Patlayan havai fişek fabrikası için bilirkişi raporu: Önlem yok, depolar ruhsatsız, üretim fazla

Sakarya’nın Hendek ilçesinde bulunan Büyük Coşkunlar Havai Fişek Fabrikası’nda, yedi işçinin öldüğü 114 işçinin yaralandığı patlamayla ilgili bilirkişi raporu tamamlandı. 3 Temmuz’da meydana gelen iş cinayetinin göz göre göre geldiğini ortaya koyan rapora göre maliyeti yüksek olduğu için kullanılması gereken fan yerine başka maliyeti düşük fan kullanıldı, taşıma elektrik kullanıldı, işçilerin bazılarına antistatik ayakkabı verilmedi, depolama ve üretim tüzüğe aykırı yapıldı. Ruhsatsız bir şekilde kapasitesi arttırılan depolar için ek önlemler de alınmadı. 

Evrensel’den Murat Uysal’ın aktardığına göre, Hendek Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından yürütülen soruşturma kapsamında hazırlanan raporda, elektrik iç tesisleri yönetmeliğine göre patlama tehlikesi olan yerler için uyulması gereken azami kuralların fabrika yönetimi  tarafından çiğnendiğine dikkat çekildi. Raporda, binalarda havalandırma amacıyla bulunan fanlarda olası bir yangını ya da patlamayı önlemek, çıkan yangının elektrik akımıyla yayılmasını engellemek amacıyla sızdırmaz özellikte elektrik panoları kullanılması gerekirken, maliyet gerekçe gösterilip ev tipi pano kullanıldığı belirtildi. 

Fabrikanın elektrikçisi R.E. ifadesinde alınmayan tedbirleri şöyle anlattı:

“Bu bölgenin yakınında bulunan misket üretimi yapılan M.S.Ç’nin çalıştığı bölümünde elektrik tesisatı bundan yaklaşık 4.5 yıl önce ufak bir arıza çıkardığından dolayı hepsi yenilendi. Ancak M.S.Ç’nin çalıştığı ham madde ilacı eleme yeri dört bölümden oluşmaktaydı. Buralarda fan yoktu. Ben M.S.Ç’nin çalıştığı bölüm tehlikeli olduğu için burada bulunan fanın sızdırmaz cinsi fanla değiştirilmesi için öneri verdim. Müdür Kimyager A, Ustabaşı H. fabrika sahibi Yaşar Coşkun önce tamam değiştirelim dediler ancak maliyeti 12 bin 500 TL tutunca benim tüm uyarılarıma rağmen fanı değiştirmekten vazgeçtiler.”

Ruhsatsız yapılar, taşıma elektrik

Bilirkişi raporunda kuralsızlığın en çok açığa çıktığı yerler olarak fabrika içerisinde tespit edilen ruhsatsız yapılar gösterildi. Buna göre, ruhsatsız yapılarda mevzuata aykırı olarak, patlama riskinin olmadığı bölgeden uzatma kablosuyla elektrik taşındığı ayrıca patlama riski olan bölgelerde kıvılcıma sebep olacak hiçbir araçla girilmemesi gerekirken elektrikli su sebiline rastlandığı ifade edildi.

Tehlike bölgesinde statik elektrik riskine karşı çalışanlara verilmesi gereken antistatik kişisel koruyucunun tüm çalışanlara verilmediğinin tespit edildiği raporda, sahada yapılan çalışmalarda bulunan iş ayakkabılarının bir kısmının antistatik olduğu, bir kısmının olmadığı görüldü.

Ruhsat yok üretim var

Tanıkların ifadesine göre depolarda mevzuata aykırı birikim de yapıldı. İşyeri kayıtlarında 10-30 ton arası görünen patlayıcı miktarının araştırmalar sonucunda 46 ton olduğu saptandı. İnşaat mühendislerinin tespitlerine göre ruhsatsız bir şekilde kapasitesi arttırılan depolar için ek önlemler alınmadı.

Raporda Çin Mahallesi olarak bilinen bölgede yer alan 300 metrekarelik 8 büyük deponun herhangi bir olası patlama, parlama ve yangın etkilerine karşı yapısal anlamda hiçbir önlem alınmadığı, hepsinin patlamadan sonra büyük yangından kullanılamaz hale geldiklerinden açıkça anlaşıldığı aktarıldı. Söz konusu depolar arasında 8-10 metre mesafe bırakıldığı ve bu depolar arasında tedbir amaçlı herhangi bir duvarın yapılmadığı gibi güvenlik mesafelerine de dikkat edilmediği tespit edildi.

Patlamanın ardından MÜSİAD Genel Merkezi, aynı zamanda MÜSİAD Sakarya Şube Başkanı olan patron Yaşar Coşkun’a moral yemeği düzenlemişti. Tepkilerin ardından gözaltına alınan fabrika sahipleri, Ali Rıza Ergenç Coşkun adli kontrol uygulamasıyla serbest bırakılırken, oğlu Yaşar Coşkun ise tutuklanmıştı.Fabrika sahipleri verdikleri ifadede patlama nedeniyle işçileri suçlamıştı.

İşçilere fazla üretim için baskı yapılmadığını iddia eden Coşkun, “İşçilere baskı yapılmaz. Herkesin üreteceği mal standarttır. Bu iddialar, medyanın veya müştekilere tazminat davalarında vekillik etmek isteyen avukatların ve sigorta şirketlerinin yönlendirmesi sonucu verdikleri ifadelerdir” demişti. 

Türkiye ekonomisi ikinci çeyrekte yüzde 9.9 küçüldü

TÜİK’in açıkladığı büyüme istatistiklerine göre koronavirüs salgınının etkisinin en yoğun hissedildiği yılın ikinci çeyreğinde Türkiye yüzde 9.9 küçüldü. Beklentiler yüzde 11 daralmayı işaret ediyordu. Ekonomi bir önceki çeyreğe göre ise yüzde 11 daraldı.

Sanayi sektöründe küçülme yüzde 16.5

Sektörlerde en yüksek küçülme yüzde 25 ile hizmet sektöründe olurken, sanayi sektörü ise yüzde 16.5 daraldı. Sanayi yüzde 16,5, inşaat sektörü yüzde 2,7, hizmetler yüzde 25, mesleki, idari ve destek hizmet faaliyetleri yüzde 16,5, kamu yönetimi, eğitim, insan sağlığı ve sosyal hizmet faaliyetleri yüzde 2,4 ve diğer hizmet faaliyetleri yüzde 18,0 daraldı. 

Gayrisafi Yurt İçi Hasıla’yı (GSYH) oluşturan faaliyetler incelendiğinde, 2020 yılı ikinci çeyreğinde bir önceki yıla göre zincirlenmiş hacim endeksi olarak; tarım yüzde 4,0, bilgi ve iletişim faaliyetleri yüzde 11,0, finans ve sigorta faaliyetleri yüzde 27,8, gayrimenkul faaliyetleri yüzde 1,7 büyüdü.

Yılın bir önceki çeyreğine göre bakıldığında ise, mevsim ve takvim etkilerinden arındırılmış GSYH zincirlenmiş hacim endeksi, yüzde 11,0 azaldı.

GSYH 1 trilyon 41 milyar 643 milyon TL 

Takvim etkisinden arındırılmış GSYH zincirlenmiş hacim endeksi, 2020 yılı ikinci çeyreğinde bir önceki yılın aynı çeyreğine göre yüzde 10,0 azaldı.

Üretim yöntemiyle GSYH tahmini, 2020 yılının ikinci çeyreğinde cari fiyatlarla bir önceki yılın aynı çeyreğine göre yüzde 1,3 artarak 1 trilyon 41 milyar 643 milyon TL oldu. GSYH’nin ikinci çeyrek değeri cari fiyatlarla ABD doları bazında 153 milyar 180 milyon olarak gerçekleşti.

Tüketim harcamaları yüzde 8.6 düştü

Devletin nihai tüketim harcamaları, 2020 yılının ikinci çeyreğinde bir önceki yılın aynı çeyreğine göre zincirlenmiş hacim endeksi olarak yüzde 0,8 azaldı. Yerleşik hane halklarının tüketim harcamaları yüzde 8,6, gayrisafi sabit sermaye oluşumu yüzde 6,1 azaldı.

Mal ve hizmet ithalatı da 2020 yılının ikinci çeyreğinde bir önceki yılın aynı çeyreğine göre zincirlenmiş hacim endeksi olarak yüzde 6,3, ihracatı ise yüzde 35,3 azaldı.

İşgücü ödemeleri, 2020 yılının ikinci çeyreğinde bir önceki yılın aynı çeyreğine göre yüzde 0,5 artarken net işletme artığı/karma gelir yüzde 2,4 azaldı.

İşgücü ödemelerinin cari fiyatlarla Gayrisafi Katma Değer içerisindeki payı geçen yılın ikinci çeyreğinde yüzde 36,7 iken bu oran 2020 yılında yüzde 36,8 oldu. Net işletme artığı/karma gelirin payı ise yüzde 45,0’dan yüzde 43,9’a düştü.

Mimar Sinan’ın yaratıcılık dehasını anlatmaktaki zorluk

İstanbul Büyükşehir Belediyesi Üsküdar Meydanı’na Mimar Sinan anıtı yerleştirmeye karar vermiş. Bu amaçla da bir yarışma süreci başlatılmış. Büyükşehir’in düzenlediği yarışmanın seçici kuruluna baktığınızda alanlarında saygınlık kazanmış tarihçilerin, mimarların, sanat yöneticilerinin olduğu görülüyor. Seçici kurul üyelerinden bir bölümü Büyükşehir Belediye Başkanı ve Genel Sekreteri ile Üsküdar meydanında bir tetkik gezisi yapmışlar. 

İmamoğlu yarışmanın amacını, gerekçesini anlatırken “Mimar Sinan’ın dehasını, kişiliğini çok iyi anlatmamız, hissettirmemiz gerekir” diye bir açıklamada bulunmuş. Seçici kurul üyelerinden biri ise “İşimiz yarışmacılarınkinden zor” diye cevap vermiş.

Mimar Sinan’ın anlatılma ihtiyacı ile bu ihtiyacın karşılanması konusundaki zorluk öğrenciliğimden beri hep ilgimi çekmiştir. Bir taraftan sürekli onun yaratıcılık dehasından söz edilir. Diğer taraftan mimarlığın güncel anlamıyla ilgili eylemlilikler tarafı boş kalır. Gerçekleştirdiği tasarımlar, mimari fikirler hakkında bir bilgi yoktur. Yalnızca onun tasarlamış olduğu düşünülen anıt yapılar, idari işlemlere dair belgeler tanıtılır ve yorumlanır.      

Sureti bilinmeyen birinin anıtını yapmak…

Zorluğun zannedersem birinci nedeni, Mimar Sinan’ın bildiğimiz gibi bir mimar ya da mühendis olmaması. Mimar Sinan neredeyse elli yaşına kadar savaşlara katılmış, bir asker olarak görev yapmış.  Buradaki deneyiminin ve sonraki deneyiminin bugünkü mimarlıkla bir benzerliği yok. Ne Mimar Sinan’dan kalan projeler ne de mimarlık üzerine yazılar.

İkincisi ise daha pratik bir neden: Geçmişte hiç bir sureti, imajı bulunmayan bir tarihi şahsiyetinin anıtını yapmak. Avrupa’da neoklasik döneme geçildiğinde, ulusdevletler icad edilirken elde hazır bir yöntem vardı. Rönesans’tan beri krallar, kraliçeler, soylular hatta önemli şahsiyetler resmediliyordu. Bu yüzden onların, tarihi şahsiyetlerin heykellerini yapmak, meydanlara yerleştirmek çok zor olmadı.

İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu, jüri üyeleriyle birlikte anıtın yerleştirileceği meydanı gezdi.

Modern dönemlerde inşa edilen bu tür milli şahsiyetler evet, mitolojik özellikler kazanırlar (*). Ancak bu temsillerin tamamen kurmaca olmalarından kaynaklanmaz. Elde mutlaka birtakım belgeler, bilgiler bulunur. Bunlar dönemin kavramlarıyla yeniden anlamlandırılır.  Tıpkı Mimar Sinan’ın “mimar” kimliğinin günümüzde projeler hazırlayan, bir mimarlık bürosu yöneten bir kişi olarak algılanması gibi.  Yani inşa edilen kimlikler kurgusaldır ancak gene de gerçeklikle ilişkili olmaları amaçlanır.  Neredeyse 50 yaşına kadar mimarlık faaliyetleri ile ilgisi olmayan bir kişinin “yaratıcılık dehası” olarak adlandırılmasında bir tuhaflık olmalı.

‘Mimar Sinan’ın heykelini uydurup yapmak caiz değildir’

Avrupa kapitalizmle neoklasik dünyaya adım atmadan, yani kimlikleri inşa etmeden önce modernleşmenin “kuluçka dönemi” sayılabilecek Rönesans‘ı yaşamıştı. Rönesans yalnızca mekan tasvirlerinin benzerlikler, mütekabiliyetler üzerinden değil, dini olmayan figürlerin, yöneticilerin, soyluların tasvirlerinin yapılmasına imkan tanımıştı.

Türkiye’de ya da biraz daha genişleterek söylersek Osmanlı modernleşme döneminde Avrupa kapitalizmi örnek alınarak, ya da ondan kopyalanan bir modelle geliştirilen milli kimlik inşasının oldukça önemli bir problemi (dile getirildiği gibi zorluğu) var.

Buradaki milliyetçiliğin onu taklit etmesi bu yüzden oldukça problemli bir konu. Arada Rönesans benzeri bir dönem olmadığı için Türk Büyükleri’nin elde iyi kötü birer tasviri yok. Olanlar da zamanında Avrupalı diplomatların yanlarında getirdikleri ressamların yaptıkları çalışmalar. Eğer sanattan, kültürden söz ediyorsanız bunlarda bu milli şahsiyetler yer almış olmalı. Ama yok. Çünkü modernleşme sürecinde olduğu gibi imajların gerçekliğe dair bir iddiasının olması beklenmiyor. İmajlar da tıpkı diğer temsil faaliyetleri gibi yan yana duruyor. Bizi içerikleri hakkında bilgilendiriyorlar ama nesnelerinin yerine geçmiyorlar.  Evet, elbette ki elde birtakım minyatür gibi çizimler var ama bunlar başka şeylerle, mekanla bir mütekabiliyet taşımıyorlar.

Nitekim aynı zorluk Cumhuriyet döneminin başlangıcında da yaşanmış.

1935 yılında Atatürk, Türk Tarih Kurumu‘na çektiği bir telgrafla “Mimar Sinan’ın heykelini yapınız” talimatını vermiş.

Nitekim Atatürk aynı kaygıyla olmalı, bu talimatı verirken aynı zamanda “Mimar Sinan’ın heykelini uydurup yapmak caiz değildir” demiş. Bunun üzerine Mimar Sinan’n mezarı açılmış, kafatası incelenmiş ondan ölçü alarak yüz profili çıkarılması için. Ayrıca Kayseri’de doğduğu köy olan Ağırnas‘a gidilmiş, oradaki insanların fotoğrafları çekilmiş.  Orada Ermeni kalmamış olsa da, yüz tipolojilerinin analiz edilmesi için. Görüldüğü gibi bilimsel yöntemlerle yaklaşılmış. Bu özelliklere göre Tarih Kurumu ilk heykeli yapmış. Heykel Atatürk’e sunulmuş. Atatürk heykeli görür görmez “tamam olmuş, Mimar Sinan böyledir” demiş. Bunlar çok da anlaşılmaz kaygılar değil. Modern dünyanın gerçeklik üretimine uygun, bilimsel yöntemler.

İmaj yokluğunda milliyetçiliğin patolojik semptomları 

19’ncu yüzyılda, modernleşme ile birlikte Osmanlı kimliği icad edildiğinde benzer bir geçmiş yoktu. Bu yüzden sultanlar, partrikler, paşalar, zenginleşen sınıflar, bankerler resimlerini yaptırmaya giriştiler, girişmesine. Ama bu arada resimsiz, imajsız geçen koskoca yüzyıllar ne olacaktı? Milliyetçilik asla “şimdiki zaman”la haşır neşir olmakla başlayamazdı.

Ordu Belediyesi’nin yaptırdığı Türk büyükleri büstlerinde, Ertuğrul Gazi için bir dizide onu canlandıran oyuncunun heykelinin dikildi. Tepkiler üzerine kusuru bulanan iki yönetici görevden alındı, heykel kaldırıldı.

Mimar Sinan örneğinde de görüldüğü gibi ortada herhangi bir resim yok. Bu durumda örneğin Ordu‘da yaşandığı gibi “Türk Büyükleri” heykelinin dizi oyuncusunu tasvir etmesi gibi bir olayın yaşanması çok doğal. Çünkü hangi imaja referans vereceksiniz? Eldeki en gerçekçi imaj, dizideki oyuncunun ta kendisi. O da kendisine rol verilirken seçilmiyor mu? O neden bir referans olmasın?

Şöyle bir itirazı duyar gibiyim: Günümüzde, güncel sanatta illa da kişinin kendisine ulaşmak gerekmiyor. Elde bir belgenin, tasvirin olması hiç gerekli değil. Önemli olan günümüze kalan yapılardan, belgelerin bize mesaj olarak ilettikleri. Yani yorumlar fikirler, kavramlar. Tamam da, böyle yapınca sanatı yönlendiren milliyetçiliği, siyasal kurguları, dışarıda bırakmıyorsunuz ki? Yalnızca görmezden geliyorsunuz.

Seçici kurul bu zorlu işin içinden nasıl çıkacak?

“Türk Büyükleri”nin heykellerini yaptırmak sekülerleşemeyen bir devletin, neoklasik dünyanın semptomu. Milliyetçilik ya da modernleşme her şeyden önce benzerlikleri modele dönüştüren bir operasyona ihtiyaç duyar. İmajların kopya olduğunu gizleyebilmek, kitleleri kandırmak için. Mimar Sinan imajı da ister istemez bir model olmak zorunda. Çünkü imaj modele dönüşmeden, gerçeklikle hayali bir ilişki kurmadan arzu uyandırmaz. 

Çare yok. Salt retorik yeterli olmaz. İmaj yokluğunda milliyetçiliğin uydurmak gibi patolojik semptomları ortaya çıkar. Örneğin bu yüzden okulların koridorlarına yerleştirilen “Türk Büyükleri” temalı temsiller şimdi olduğu gibi dizilerden değil, genellikle çizgi romanlardan alınmıştır. 

Mimar Sinan’ın imajını değil, yaptıklarını ele alalım. Onlar yapıldıkları aşamalarda hiç bir zaman model, yani tasarımsal bir nesne halini almamışlar. Yani Mimar Sinan’ın da modern bir mimar gibi model üzerinde çalışan bir mimar (ya da mühendis) olduğunu varsaymak, uydurma bir şey.

Ancak asıl mesele böylece örtülmüş oldu: “Türk Mimarisi” dedikleri şey. Oysa neoklasik dünyanın bu paradoksunu anlamadan modernliği üretmek imkansız. Bu yüzden Mimar Sinan imajı mimarlığın etnisite temelinde arındırılmasından öte bir işlev görmedi. Seküler olmayan sembolik elit onun bir devşirme olduğunu bile bile bu imajı “yabancı” dedikleri Müslüman olmayan mimarları dışlamak için kullandı. İdeoloji böyle bir şey. Böylece onun “yaratıcılık dehası ve görkemi” zannedersem dar bir alana hapsoldu. Büyükşehir Belediyesi Mimar Sinan’ı adına aşure dağıtma gibi eylemliliklerle anmaya çalıştı (**).

Görüldüğü gibi imaj, temsil eyleminin kendisi (Althusserci anlamda) maddi bir rol oynuyor. Bir yapının rölövesini çıkarıldığında ve bunu da Mimar Sinan’ın tasarladığını söylendiği anda bir gerçeklik üretilmiş oluyor. Böylece çok farklı ilişkiler içinde üretilmiş, 19. yüzyılda modernleşme içinde ortaya çıkan mimari temsil teknikleri kullanılmamış  olsa da bunların bir önemi kalmıyor. İmaj muhataplarını içerik üzerinde konuşmaya zorluyor. Buna karşılık kendisini silikleştiriyor. İmaj bir ideoloji makinesi gibi dönüştürücü bir güç üretiyor. Kapitalist ilişkilerin sorgulanmasını engelliyor, onu doğallaştırıyor. 

Bu imajın üretimini gerçekleştireni seçkinleştiriyor, millet kavramı etrafında sınıfsal çelişkileri gizliyor.  Bunun da ötesinde dışlayıcı ve ötekileştirici bir milli kültürelpolitik alan inşa ediyor. Dolayısı ile imajın tutarlı ya da tutarsız olduğunu dair bir tartışmanın bir anlamı yok. Eğer imaj kendi başına ideolojik bir rol oynuyorsa, bunu sorgulamak da “ikona kırıcılığı” gibi bir role soyunmak oluyor. Zannedersem zorluk da burada.  

Yarışma şartnamesinde sanatçılardan, mimarlardan bir anıt/heykel dikmelerini isteseler, belki yönetimin ihtiyacını karşılamış olacaklar.  Öngörmeseler,  yani ideoloji ile bir “kopuş” amaçlasalar, bu defa da devletin gücünden imtiyaz sahibi olan milliyetçiliğin, sembolik iktidarın saldırısı ile karşılaşacaklar. Ama gene de güncel sanatın meselesinin bu zorluğun üstesinden gelme çabası olduğunu düşünüyorum. Bakalım bu güzide seçici kurul bu zorlu işin içinden nasıl çıkacak?

*

Notlar:

 * Mimar Sinan Anıtı Yarışması seçici kurul üyesi olan Uğur Tanyeli “Tarihsel ve Muhayyel Mimar Sinan” başlıklı yazısında Roland Barthes‘ın “modern mitolojiler” olarak adlandırdığı  kavrama referans veriyor. Ona göre antik mitolojilerden farklı olarak modern mitolojiler rasyonel olarak açıklaması yapılabilen ama göndermesi rasyonel olmayan bir duruma, bir efsane üretimine tekabül ediyor. Bakınız: Tarihsel ve Muhayyel Mimar Sinan. PROF. DR. UĞUR TANYELİ. (6 Nisan 2019 tarihinde Kayseri BÜSAM. Şehir Akademi’de Mimar Sinan Okumaları.

** Bir başka örnek de Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Mimar Sinan Araştırma Merkezi 2014 yılında düzenlediği yarışma: “Mimar Sinan temalı anı objesi, yani hediyelik eşya yarışması”.  Bu işi üniversiteye yaptıran, yani “sponsor” olan da fuarcılık alanında faaliyet gösteren bir ticari firma. Anladığım kadarıyla tasarlanacak olan yılbaşında falan dağıtılan kağıt ağırlığı, kalemlik gibi eşyalar. (Ancak bütün uğraşlarıma rağmen  Mimar Sinan’ı tanıtmak için kullanılacağı belirtilen bu objelerin ne yazık ki herhangi bir fotoğrafına ya da örneğine rastlayamadım.)

Oysa bir bilim kurumunun öncelikle amacının bu meseleyi, inşa edilen kimliğin mimarlıkta nasıl bir ideolojik rol oynadığını, nasıl bir sosyopolitik dönüşüm yarattığını araştırmak, tarihyazımını sorgulamak olmasını beklenir, değil mi? Ama hayır. Etkinliğin adı bile daha baştan ne yapılacağını dikte ediyor.  Tıpkı din gibi diğer ideolojik yeniden üretimle ilgili kurumlarda olduğu gibi,  devletin bilim ve sanat kurumu seküler bir görüntü altında, ters bir işlev görüyor. 

 

Portland’da Trump yanlıları ve ırkçılık karşıtları çatıştı: Bir kişi hayatını kaybetti

ABD‘nin Orgeon eyaletine bağlı Portland kentinde ırkçılık karşıtları ve ABD Başkanı Donald Trump‘ı destekleyenler arasında çatışma çıktı. Çatışmada bir kişi silahla vurularak öldürüldü. Polis, öldürülen kişinin kimliği konusunda bilgi vermedi.

Çatışmalar, Trump’ı destekleyen yaklaşık 600 araçlık konvoyun üç aydır gösterilerin sürdüğü Portland’a gelmesi üzerine başladı.

Gazetecilerin olay yerinden çektiği görüntülerde Trump destekçilerinin araçlarından göstericilere paintball silahı ile ateş ettiği, protestocuların da çeşitli nesneleri fırlatarak karşılık verdiği görüldü.

‘Tüm seçenekler masada’

Arbede sırasında bir kişi silahla vurularak öldü. Ölen kişinin aşırı sağ grup Patriot Prayer’in işaretinin bulunduğu bir şapka taktığı öne sürülürken, olayın iki grup arasındaki çatışmayla bağlantısı araştırılıyor.

Portland polisi ölen kişinin kimliği ya da vurulup vurulmadığıyla ilgili açıklama yapmadı.

ABC News’a konuşan ABD İç Güvenlik Bakan Vekili Chad Wolf, Federal birliklerin yeniden kente gönderilip gönderilmeyeceği sorusuna, Portland’la ilgili olarak, tüm seçeneklerin masada olduğunu söyleyerek yanıt verdi. Wolf, yasaların uygulanmasını isteyen yerel ve federal yetkililerin görevlerini getirmelerine izin verilmediğini belirtti.

Mayıs’tan beri devam ediyor

George Floyd’un 25 Mayıs’ta öldürülmesinin ardından Portland’da 29 Mayıs’ta başlayan gösteriler halen devam ediyor.

Portland’da 25 Ağustos’ta yaklaşık 200 protestocudan oluşan bir grup gece saatlerinde kentteki polis merkezine yürümüştü. Caddeki bir çöp konteynırını ateşe veren göstericiler, bina etrafında tedbir alan polislere taş, şişe ve benzeri nesneler fırlatmıştı.

Temmuz’da da göstericiler kentteki mahkeme binasını ateşe vermişti. 

Ankara Nallıhan’da çıkan orman yangını gece boyunca kontrol altına alınamadı

Ankara‘nın Nallıhan ilçesindeki ormanlık alanda Pazar günü 15.00 sıralarında yangın çıktı. Gece boyunca kontrol altına alınamayan yangının söndürülmesi için ekipler çalışmalarını karadan ve havadan sürdürüyor.

DHA’nın aktardığına göre ilçeye bağlı Yeşilyurt ve Belenören Mahallesi yakınlarındaki ormanlık alanda çıkan yangını fark eden mahalle sakinleri, durumu itfaiyeye bildirdi.

Rüzgarın etkisiyle büyüdü

Bölgeye Orman Genel Müdürlüğü ekipleri sevk edildi. Ekiplerin müdahale ettiği yangın, rüzgarın da etkisiyle büyüdü. Ankara Büyükşehir Belediyesi itfaiye ekipleri ile mahalle sakinlerinin de destek verdiği çalışmalar gün boyu sürdü.

Fotoğraf: DHA

Sabah müdahale tekrar başladı

Yangının büyümesi üzerine bölgeye sevk edilen helikopter de havadan müdahale etti. Tüm müdahalelere rağmen kontrol altına alınmayan yangın, gece boyunca devam etti. Havanın kararması ile birlikte yaklaşık 350 kişilik ekip, gece boyunca yangını söndürmek için karadan müdahale etti.

Yangın dünden beri devam ederken, bugün saat 07.00’de havadan müdahale için yangın söndürme helikopterleri yeniden havalandı. Çok sayıda ekip de yangının kontrol altına alınabilmesi için karadan müdahaleyi sürdürüyor.