Türkiye’de ilk Ulusal Gençlik Çevre Zirvesi, genç iklim aktivistlerince düzenleniyor. Birleşmiş Milletler Çevre Programı‘nın (UNEP) desteğiyle düzenlenecek Zirve’de Türkiye’nin çevre politikaları değerlendirilecek, çözüm önerileri masaya yatırılacak ve atölyeler düzenlenecek.
Youth Environment Assembly, (Gençlik Çevre Kurulu/Zirvesi) veya YEA her yıl Birleşmiş Milletler Çevre Programı kapsamında düzenlenen, dünyadaki en büyük gençlik organizasyonu.
Organizasyon sayesinde birçok farklı ülkeden gençler bir araya gelerek çevre sorunlarını tartışıp raporluyor ve bu raporlar BM bünyesinde gençler tarafından sunuluyor.
İlk kez Türkiye’de düzenlenecek
Ülke ve komünite bazındaki sorunların daha iyi ele alınabilmesi için ise her yıl UNEP tarafından seçilen ülkelerde lokal olarak bir çevre gençlik zirvesi düzenleniyor. Bu zirvenin raporları ise UNEP’e iletiliyor ve daha sonrasında global gençlik çevre kurulunda bir temsilci tarafından sunumu yapılıyor.
“İklim Öncüleri” olarak Türkiye’de ilk kez bir Ulusal Gençlik Çevre Zirvesi’nin düzenlenmesine öncülük ettiklerini belirten genç aktivistler, Türkiye özelindeki raporlama sürecine katılmak isteyenleri başvuru yapmaya çağırdı.
Marmara Denizi’nin kabusu haline gelen musilaj İstanbul’da yeniden kendini gösterdi.
Deniz salyası olarak da bilinen müsilaj Mart 2021’de Marmara ve Ege Denizi‘nde ortaya çıkmış insan faaliyetlerinin etkisi denize müsilaj olarak yansımıştı. Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı tarafından Çanakkale, Balıkesir, Bursa, Yalova, Kocaeli, İstanbul ve Tekirdağ’da temizleme çalışmaları başlatılmıştı. Marmara’nın kabusu bu kez de Maltepe’de görüldü.
İHA’nın aktardığına göre; Maltepe sahili açıklarında müsilaj tabakası havadan çekilen görüntülerle ortaya çıktı.
Müsilaj geçen hafta da Çanakkale’de görülmüştü. Çanakkale Kent Konseyi Başkanı ve Cevatpaşa Mahalle Muhtarı Evren Kızoğlu, 12 Şubat Cumartesi günü müsilajın Nara Burnu açıklarında yeniden kendini göstermesini cep telefonuyla kayıt altına almıştı.
Müsilaj mercanlarla süngerleri olumsuz etkiledi
AA’nın aktardığında göre; İstanbul Üniversitesi’nden bilim insanlarının yürüttükleri TÜBİTAK destekli araştırmanın ilk verilerine göre müsilaj, Marmara’daki mercanları ve süngerleri olumsuz yönde etkiledi.
İÜ Su Bilimleri Fakültesi Deniz ve İçsu Kaynakları Yönetimi Bölümü Deniz Biyolojisi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Doç. Dr. Nur Eda Topçu ve ekibi, yürüttükleri TÜBİTAK projesi kapsamında “Müsilaj sonrası ne hayatta kalmış“, “Ne kadar var”, “Nerede dağılım gösteriyor” sorularının cevaplarını aradı.
Marmara Denizi Prens Adaları bölgesinde ‘mercan bahçesi‘ olarak tanımlanabilecek kadar güzel alanlar bulunduğunu anlatan Doç. Dr. Topçu, dünyada sadece Akdeniz’de bulunan türlerin bu bölgede de yer aldığını söyledi. Bazı bölgelerde mercan kalmadığını anlatan Doç. Dr. Topçu şunları söyledi:
“Özellikle kırmızı gorgon, balıkçılık etkisiyle 1970’lerden beri azalmakta olan bir tür. Sonradan başka etkilerle daha çok azaldı, özellikle kıyı faaliyetlerinden dolayı. Şimdi müsilajdan ötürü bitmek üzere artık. Kırmızı gorgon uzun ömürlü, yavaş büyüyen ve düşük üreme yeteneğine sahip bir tür. Aynı zamanda müthiş bir ekosistem inşacısı. Sarı gorgon da aynı şekilde önemli anahtar türlerden biridir.”
‘Kırmızı gorgon kayıpları geri gelmiyor’
Kırmızı gorgon kayıplarının geri gelmediğini, bu türün yavaş yavaş bu bölgeden silineceğini ifade eden Doç. Dr. Topçu, yaptıkları dalış sonrası ilk gözlemlerini şöyle aktardı:
“Sarı gorgonlar şimdilik hayattalar, umarım onları da kaybetmeyiz. Bir de derin deniz türleri var. Bunlar neyse ki diğer türler gibi o kadar uzun ömürlü ve yavaş büyüyen türler değiller. Hem ömürleri kısa hem de daha hızlı büyüyorlar.”
Küçük boylarda yılda 10 santimetreye varan bir büyüme tespit ettiklerini belirten Doç. Dr. Topçu, “Dolayısıyla hızlı bir şekilde geri gelebiliyor fırsat verirsek. 2015’te bir tane bile kalmadı bazı yerlerde. Geçen sene görmeye başlamıştık, tam artmaya başladı derken üstüne müsilaj geldi” Şu anda müsilajın etkilerini anlamaya, bunlar ortama ne yaptı bunu takip etmeye çalışıyoruz. Projemiz kapsamında hem mercanlara hem süngerlere hem hidrozoalara bakıyoruz” dedi.
Ne olmuştu?
Marmara Denizi’nde deniz salyası olarak bilinen müsilajın ardından ölümcül gaz hidrojen sülfür de tespit edilmişti. Uzmanlar denize girilmesi ve balık özellikle kabuklu deniz ürünlerinin tüketimi konusunda uyarmıştı.
Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı, müsilajı temizlemek için bir eylem planı oluşturmuştu. Çalışmalar için ayrıca Bilim Kurulu kurulmuştu. Karadeniz ve Ege’de de görülen müsilaj Yunanistan kıyılarına da ulaşmıştı.
Bilim insanları, Covid-19 salgını nedeniyle emisyonlarda gerçekleşen hızlı düşüşün, 2020’de Çin‘deki rekor yağışlarda kilit rol oynadığını söylüyor.
Sera gazlarının ve aerosol adı verilen küçük parçacıkların azalması, sağanak yağışları artıran atmosferik değişikliklere neden oldu.
Yaşanan sel felaketlerinde yüzlerce insan ölürken milyonlarca insan da yaz aylarında ikametlerinden tahliye edilmek zorunda kaldı. Ancak emisyonlardaki uzun vadeli kesintilerin benzer olayları tetiklemesinin olası olmadığı düşünülüyor.
2020’de yaşanan sel felaketleri ve iklim krizi
Çin’in doğusunda birçok yerde Haziran ve Temmuz 2020’de şiddetli sel felaketleri yaşandı. Araştırmacılar, emisyonlardaki azalmanın yaz mevsiminde düşen yağmurların yaklaşık üçte birine sebebiyet verdiğini söylüyor.
Yangtze Nehri‘ne 1961’den bu yana görülen en yoğun yağış düştü. Nehrin Haziran ve Temmuz aylarında aldığı yağışta önceki 41 yılın ortalamasına kıyasla yüzde 79’luk bir artış yaşandı.
Uluslararası bir ekibin ortaya koyduğu teoriye göre; Covid-19 salgını sırasında gerçekleştiren karantinaların neden olduğu sera gazı ve aerosol emisyonlarındaki ani düşüş, yoğun sağanakların ana nedeni.
Nature Communications dergisinde yayımlanan araştırmanın yazarları son 40 yılda Çin’in doğusunda ve merkez bölgelerinde yaz yağışlarının atmosferdeki aerosol miktarındaki artıştan dolayı önemli ölçüde azaldığını ortaya koyuyor.
Araştırmacılara göre; genellikle kömürün yanması ile ilişkili olan parçacıkların, daha az yağışla sonuçlanan büyük ölçekli fırtınaların oluşumunun azalmasına neden olabiliyor.
Sera gazı emisyonlarıyla pandemi karantinalarının ilişkisi
Yeni çalışma, 2020’de bu parçacıkların yokluğunun ve daha düşük sera gazı emisyonlarının tam tersi bir etkiye sebep olarak yağmurda büyük bir artışa neden olduğunu gösteriyor. Bununla birlikte, pandemi karantinalarını sellere bağlayan olaylar zinciri oldukça karmaşık. Çin’in Nanjing Enformasyon Bilimi ve Teknolojileri Üniversitesi‘nden başyazar Prof. Yang Yang, “Aerosollerin azalması nedeniyle karalar ısındı, diğer yandan sera gazlarındaki azalma nedeniyle okyanuslar soğudu. Bu da yaz aylarında kara-deniz sıcaklık farkını artırdı” ifadelerini kullandı. Bu da yaz aylarında kara-deniz sıcaklık farkını artırdı” dedi ve ekledi:
“Bu da Güney Çin – Filipinler Denizi üzerindeki deniz seviyesi basıncını artırdı ve Çin’in doğusuna nemli hava getiren rüzgarları yoğunlaştırdı. Ardından sağanak yağışlar görüldü.”
‘Pandemi iklim sisteminde ani değişikliğe neden oldu’
Dünyanın dört bir yanındaki hükümetlerin çoğu enerji sistemlerini fosil yakıtlardan arındırarak küresel ısınmanın büyük bir bölümünden sorumlu olan gazların ve aerosollerin salımlarını azaltmaya çalışıyor. Peki bu değişiklikleri yapmanın 2020’de Çin’de yaşananlar gibi aşırı hava olaylarını tetikleme tehlikesi var mı? Prof. Yang, “Bu iyi bir soru” diyor ve ekliyor:
“Covid-19 pandemisinin etkisiyle 2020’nin başlarında salımlar önemli ölçüde azaldığı için iklim sisteminin çeşitli bileşenlerinde hızlı ve ani bir değişikliğe neden oldu.
“İklim sistemindeki böylesine ani değişiklikler, politikalarla öngörüldüğü gibi sürekli ancak kademeli salım azaltımlarının sonucunda ortaya çıkacak değişikliklerden çok farklı olacaktır.”
Tek kullanımlık plastiklere karşı insanların tutumlarını ölçen yeni bir anket çalışmasına göre, katılanların %90’ı, plastik kirliliği krizini etkili bir şekilde ele almak için küresel bir plastik sözleşmesinin önemli olduğuna inanıyor. Türkiye’de katılımcıların % 89’u ‘BM Sözleşmesi gerekli’ diyor.
Küresel araştırma şirketi Ipsos’un Plastic Free Vakfı için aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 28 ülkede, 16 – 74 yaş grubundaki 20 bin 513 kişinin katılımıyla gerçekleştirdiği anketin sonuçları açıklandı. Sonuçlar Dünya Doğayı Koruma Vakfı (WWF) işbirliğiyle analiz edilerek bir rapor yayımlandı. Rapor, dünya kamuoyunun tek kullanımlık plastiğe ilişkin tutumu ortaya kondu.
Katılımcıların yüzde 90’ı ‘BM Sözleşmesi gerekli’diyor
Çarpıcı veriler içeren ve alanında ilk olan rapora göre, ankete katılanların dörtte üçü tek kullanımlık plastiklerin en kısa sürede yasaklanması gerektiğini düşünüyor.
Katılımcıların % 85’i plastik ambalajların azaltılması, yeniden kullanılması ve geri dönüştürülmesinden üreticilerin ve perakendecilerin sorumlu olması gerektiği konusunda hemfikir.
Ankete katılanların % 82’si ise mümkün olduğunca az plastik ambalaj içeren ürünler satın almak istediğini belirtiyor. Satın alma alışkanlıklarına ilişkin bu soruya aynı cevabı verenlerin sayısında pandemi öncesine kıyasla % 7’lik bir artış olduğu dikkat çekiyor.
Ankete katılan her 10 kişiden dokuzu ise plastik kirliliği krizi ile etkili bir şekilde mücadele edebilmek için küresel bir Birleşmiş Milletler (BM) Sözleşmesi’nin önemli olduğu görüşünde. % 90’ı bulan düzeyindeki bu toplumsal talebin, yasal olarak bağlayıcı bir küresel anlaşmanın kabul edilmesiyle sonuçlanması bekleniyor.
Türkiye vatandaşlarının yüzde 89’u ‘sözleşme’den yana
Söz konusu araştırmanın gerçekleştirildiği 28 ülke arasında Arjantin, Avustralya, Belçika, Kanada, Fransa, Almanya, Macaristan, İtalya, Japonya, Hollanda, Polonya, Güney Kore, İspanya, İsveç, İngiltere, ABD, Brezilya, Şili, Kolombiya, Macaristan, Hindistan, Malezya, Peru, Polonya, Rusya, Suudi Arabistan, Güney Afrika ve Türkiye yer alıyor. Türkiye’de katılımcıların %89’u “BM Sözleşmesi gerekli” diyor.
WWF ve Plastic Free Vakfı, BM üye ülkelerini bu ayın sonunda düzenlenecek BM Çevre Asamblesi’nde plastik kirliliğine karşı halkın talebini yansıtan ve yasal olarak bağlayıcı bir küresel sözleşme için müzakereleri başlatmaya çağırdı. BM’den plastiklerin yaşam döngüsünün tamamını kapsayan ve uygulama alanı geniş bir anlaşma kararı çıkmazsa, plastik kirliliği krizini kısa sürede çözmenin mümkün olmayacağı belirtiliyor.
Pasinli: Plastik çöp krizini çözmek için son şansımız
Çalışmanın sonuçlarını yorumlayan WWF-Türkiye Genel Müdürü Aslı Pasinli, kutuplardan en ücra adalara, deniz yüzeyinden en derin okyanus çukuruna kadar plastik kirliliği ile karşı karşıya olduğumuzu hatırlatarak şunları söyledi:
“Her yıl yaklaşık 19 ila 23 milyon ton plastik denizlere karışıyor. Tüm dünya liderlerine çok geç olmadan harekete geçmeleri için çağrıda bulunuyoruz. Dünyanın dört bir yanında insanlar görüşlerini açıkça belirttiler. 2030’a kadar plastik kirliliğine bir son vermek üzere, plastik yaşam döngüsünün tamamını ele alan ve yasal bağlayıcılığı olan kuralların ve düzenlemelerin yer aldığı küresel bir plastik anlaşması kabul etmek için liderlerin önünde önemli bir fırsat, üzerlerinde de büyük bir sorumluluk var. Plastik çöp krizini çözmek için son şansımız bu.”
Araştırmanın sonuçları aşırı plastik tüketimi ve kirlilik sorunu katlanarak arttıkça, krizle ilgili kamuoyu bilinci ve kaygı düzeyinin de arttığını ortaya koyuyor. WWF’in uluslararası düzeyde yayımladığı “Denizlerdeki Plastik Kirliliğinin Denizel Türler, Biyolojik Çeşitlilik ve Ekosistemler Üzerindeki Etkileri” başlıklı son raporu da ekolojik riskleri ortaya koyarak denizlerdeki plastik kirliliği 2050’ye kadar dört katına çıkacağına; 2100 yılına kadar mikroplastiklerde 50 kat artış görülebileceğine dikkat çekiyor.
Plastic Free Vakfı Kurucusu ve İcra Direktörü Rebecca Prince-Ruiz de araştırmayı değerlendirerek şu değerlendirmeyi yaptı:
“İnsanların büyüyen plastik kirliliği krizinden son derece kaygı duyduğunu biliyoruz. 2021’de tüm dünyada yaklaşık 140 milyon kişi ‘Plastiksiz Temmuz’ hareketine katıldı. Ancak bireysel eylem yeterli değil. İnsan ve çevre sağlığının plastik kirliliği tehdidi altında olmaması için plastiklerle ilişkimizi yeniden çerçeveleyen net ve iddialı kurallar ve hedefler konması gerekir. Anket, dünyanın dört bir yanından pek çok insanın karar alıcılara eylem çağrısında bulunduğunu açıkça gösterdi.”
“Tek kullanımlık plastiklere karşı tutumlar” konulu anketin sonuçlarına buradan ulaşabilirsiniz.
Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin‘in, Donetsk ve Luhansk bölgelerini resmen tanıma kararıyla başlattığı askeri hareket sonrası bugün açıklamalarda bulunan Ukrayna Devlet Başkanı Vladimir Zelensky, “NATO ülkesi olup olmamamız fark etmez, bize acilen yardım etmelisiniz” diyerek yardım istedi.
Zelenski’nin Moskova‘ya yaptırımlardan birinin, Almanya‘ya giden ve henüz kullanıma açılmayan Kuzey Akım 2 Doğal Gaz Boru Hattı’nın kapatılması talebine Almanya Başbakanı Olaf Scholz‘dan olumlu yanıt geldi. Scholz, “Rusya‘nın son hamleleri sebebiyle, Kuzey Akım hattının onaylanmasının devam edemez” dedi.
Scholz Berlin’de gazetecilere verdiği demeçte, hükümetinin Moskova’nın Ukrayna’daki eylemlerine yanıt olarak önlem aldığını söyledi. Karar, ABD ve bazı Avrupa ülkelerinden gelen baskılara rağmen uzun süredir projenin fişini çekmeye direnen Alman hükümeti için önemli bir hamle. Washington yıllardır Rusya’dan Almanya’ya doğal gaz taşıyan başka bir boru hattı inşa etmenin, Avrupa’nın Rus enerji kaynaklarına olan bağımlılığını artırdığını savunuyordu.
Almanya, enerji ihtiyacının yaklaşık dörtte birini doğal gazdan karşılıyor; bu pay, ülkenin son üç nükleer santralini kapatması ve kömür kullanımını aşamalı olarak bırakmasıyla önümüzdeki yıllarda artacak. Almanya’da kullanılan doğalgazın yaklaşık yarısı Rusya’dan geliyor.
“Savaş olacağını düşünmüyorum”
Estonya başkanı ile birlikte yaptığı basın açıklamasında “Rusya’nın Luhansk ve Donetsk’i tanıması Ukrayna’ya saldırısı için temel oluşturuyor” diyen Zelensky, savaş ihtimalini düşünmediklerini, yine de her ihtimale hazırlandıklarını belirtti.
Ukrayna Savunma bakanı Oleksii Reznikov “Kremlin, Sovyetler Birliği‘ni canlandırmak için yeni bir adım attı” ifadesini kullandı ve topraklarını korumaya hazır olduklarını söyledi.
AB yaptırımları konuşuyor
Avrupa Birliği Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Josep Borrell, ‘Rusya’nın tam teşekküllü bir işgal olmasa da Ukrayna topraklarında’ olduğunu söyleyerek , “AB yaptırımlarla cevap verecek” dedi.
AB Dışişleri Bakanları ve AB üyesi ülkelerin büyükelçileri bugünkü toplantılarla Rusya’ya uygulanacak yaptırımları tartışacak. BM Güvenlik Konseyi de acil koduyla toplandı.
Fotoğraf: AA
İngiltere’nin Sağlık Bakanı Sajid Javid‘in, Rusya’nın Ukrayna’yı resmen işgal ettiğini belirten açıklamalarının ardından İngiltere Başbakanı Boris Johnson da Rusya’nın ‘irrasyonel’ hamlelerine devam edeceğine inanıyoruz” diye konuştu. Johnson, İngiltere‘nin yaptırımlarının Rusya’nın ekonomik çıkarlarını hedef alacağını aktardı.
Türkiye: Kabul edilemez
Cumhurbaşkanı Recep TayyipErdoğan ise konuya ilişkin açıklamasında Türkiye‘nin de bir Karadeniz ülkesi olarak önlem aldığını belirterek, Zelensky’ye yardıma hazır olduklarını söyledi. Erdoğan, “Rusya’nın sözde Donetsk ve Luhansk Cumhuriyetleri’ni tanıma kararını kabul edilemez olarak değerlendiriyoruz. Taraflara sağduyu ve uluslararası hukuka riayet çağrımızı yineliyoruz” dedi.
Parti grup toplantısında, ayrılıkçı bölgelerin tanınması kararını yangına körükle gitmek olduğunu söyleyen MHP lideri Devlet Bahçeli de Ukrayna’nın toprak bütünlüğüne saygı çağrısı yaptı.
UNESCO Dünya Mirası Listesi‘ne aday gösterilen, doğal güzelliği ve turizm yatırımlarıyla her geçen gün ilginin arttığı Tortum Şelalesi‘nde su kalmadı. Türkiye’nin 11’inci sakin kenti seçilen Uzundere ilçesinde 18’inci yüzyılda meydana gelen heyelan sonucu oluşan, 21 metre genişliği, 48 metre yüksekliğiyle yılda 15 bine yakın yerli ve yabancı turisti ağırlayan şelalenin can suyu HES ihalesini alan firma tarafından kesildi.
Özelleştirme İdaresi Başkanlığı tarafından 8 Aralık 2021 tarihinde yapılan ihaleyle Uzundere ilçesindeki Tortum HES’i alan firma, onarım ve tadilat yapacağını belirterek Tortum Şelalesi’ne giden can suyunu kesti. Erzurum’da başta DSİ olmak üzere ilgili kurumlara yazı gönderen firma, bildiriminde şu bilgilere yer verdi:
“Tortum HES tesisimizin sanat yapıları, su alma, iletim kanalı ve tüneli, can suyunun ve ulaşım yollarında oluşan uzun ve süreli bakımsızlık nedeniyle meydana gelen tahribatların onarılması için yıkılan bozulan yerlerin eski haline getirilmesi gibi birtakım çalışmalar planlanmaktadır. Yukarıda bahsi geçen planlamış olduğumuz çalışmalarda tesisin mevcut yapısında onarıma yönelik çalışmalar yapılacak olup, ilave bir iş yapılmayacaktır.”
HES ihalesini alan firma 2010 yılında Danıştay 6’ncı Dairesi tarafından belirlenen saniyede 3,5 metreküp olan can suyunu bakım onarım gerekçesiyle kesti. Kış mevsimiyle suyu da az olan şelale, kesinti sebebiyle tamamen susuz kaldı.
Tortum Şelalesi’nde işletmecilik yapan Şaban Ata, yaklaşık iki aydır suyu azalan Tortum Şelalesi’nin suyunun tamamen kesildiğini söyledi. Konuyla ilgili olarak Erzurum Valiliği başta olmak üzere HES ihalesini alan firma ve diğer kuruluşlarla irtibata geçtiklerini ifade eden Ata, Danıştay kararıyla belirlenen can suyunun bir an evvel verilmesini istediklerini söyledi. Özelleştirmeden Tortum HES’i alan firmanın onarım ve tadilat sonucunda suyu bırakacağını açıkladığını ifade eden Ata, sorun sebebiyle ziyaretçi sayısının da azaldığını kaydetti.
Balıklı köyü yakınlarındaki dağda 18’inci yüzyılda meydana gelen heyelan sonucu oluşan Tortum Şelalesi, Türkiye’nin en büyük şelalesi olma özelliğini taşıyor. 21 metre genişliği, 48 metre yüksekliği ile dünyanın da en büyük şelalelerinden biri olan Tortum’da, yılda yaklaşık 15 bin yerli ve yabancı turist ağırlanıyor.
Yıllarca tadilat yapılmadığı için harabeye dönen Tortum Şelalesi’ne iki yıl önce Vali Okay Memiş’in talimatı ile 5 milyon liraya mal olan yürüyüş yolları yapılmıştı. Bu kapsamda merdiven sistemi kuruldu, köprü yapıldı, ferforjelerle güvenlik sağlandı, gece gelecek ziyaretçiler için de ışıklandırma sistemleri yapıldı.
Özel işletme tarafından Avrupa Birliği (AB) projesi ile günübirlik ziyaretçilere hizmet verilmek üzere 4 milyon 200 bin lira daha harcanarak, modern tesis hazırlandı. Büyükşehir Belediyesi de yolları asfaltlayıp, çevrenin ağaçlandırılmasını sağladı.
Can suyu neden önemli?
Akarsular üzerine inşa edilen HES’ler, suyun akış hızını, akış miktarını, akarsuyun derinliğini ve taban yapısını önemli ölçüde değiştirir. Bunlar nehir ekosistemlerinin sağlığı için kritik unsurlar. Akarsu yatağına bırakılan suyun miktarı, doğal hayatın sürekliliği açısından hayati öneme sahip.HES’lerden nehirlere az oranda su bırakılması sucul canlıların yok olmasına, beslenme, üreme ve göç davranışlarında kısıtlamalara neden olur.
WWF-Türkiye HES’lerin doğal akış rejimini değiştirmesinin sonuçlarını şöyle açıklıyor:
Doğal akış rejiminin değiştirilmesi akarsulardaki sucul türlerini dramatik derecede etkiler. Aynı zamanda, düzenli su akışına uyum göstermiş kara canlıları da etkilenir.
HES işletimi nedeniyle akarsu yatağına bırakılan suyun azalması sonucunda ortam nemi azalır. Yer altı suları yeterince beslenemez. Bu durum, bitki örtüsünü ve bunlarla yakın ilişkili biyolojik çeşitliliği olumsuz etkiler.
Akarsu yakınlarındaki bitki örtüsünün sel azaltıcı bir işlevi vardır. HES işletimi sonucunda azalmış bitki örtüsü aynı zamanda taşkın kontrolünün de azalması anlamına gelir.
Akarsudaki suyun derinliğinin azalması, balıkların su içindeki hareketlerini olumsuz etkiler.
Akarsuyun derinliğinin azalması, su sıcaklığını etkiler. Suyun sıcaklığı, balık için sınırlayıcı bir faktördür. Örneğin alabalık soğuk su türüdür ve 15°C’nin üzerindeki sıcaklıklarda hayatta kalması mümkün değildir. Su derinliğinin azalması nedeniyle su sıcaklığının 15 °C’nin üzerine çıkması alabalık popülasyonlarını tehlikeye sokar.
HES nedeniyle su akış hızındaki değişim, dere yatağı bileşenlerini değiştirir çünkü su, farklı hızlarda, farklı büyüklükte maddeler taşır. Bu nedenle, suyun akış hızındaki değişiklik, su kalitesini değiştirir.
Sucul türler, yaşam tercihlerini, suyun sıcaklığına, su kalitesine, su derinliğine ve su hızına göre yaptığından, suyun akış hızına yapılan müdahale, sucul yaşamın kompozisyon ve dağılımını etkiler.
Türkiye’deki HES işletimi sırasında dere yatağına bırakılması öngörülen su miktarına “can suyu” deniliyor. “Su Kullanım Hakkına Dair Yönetmelik” gereğince, HES kuran şirketler, doğal hayatın idamesini sağlayacak miktarda suyu dere yatağına bırakmakla yükümlü. Yönetmelikte, dere yatağına bırakılacak can suyu miktarı, “HES projesine esas alınan derenin son on yıllık ortalama akışının en az %10’u” olarak saptanmış durumda. Ancak ÇED sürecinde ekolojik ihtiyaçları tespit ederek bu miktarın arttırılıp arttırılmaması gerektiği şirketlerin insiyatifine bırakılmış.
Can suyu yerine ‘Çevresel Akış Uygulaması’
Uzmanlar, nehirlerin sağlığını korumak ve ekolojik hizmetleri desteklemek için can suyu uygulaması yeterli olmadığına, bunun yerine “Çevresel Akış” adı verilen uygulamaların tercih edilmesi gerektiğine dikkat çekiyor. Çevresel akış, tek bir yöntem değil, farklı nehir sistemlerinde su ihtiyacını bilimsel olarak değerlendirme metotlarına verilen genel bir isim ve bunun hesaplanmasında kullanılan 200’ü aşkın metot bulunuyor. Farklı coğrafya ve iklimsel koşullardaki nehirlerle ilgili ayrı ayrı hesaplanması gerekiyor.
Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli (IPCC), dört kısımdan oluşan Altıncı Değerlendirme Raporu’nun (AR6) ikinci kısmını bu ay yayımlıyor. Çalışma Grubu II (WGII) raporu, 2014’te yayımlanan 5. Değerlendirme’nin (AR5) ardından iklim etkilerine ve bu etkilere ne ölçüde uyum sağlanabileceğine ilişkin en kapsamlı inceleme olacak.
Hükümetlerin satır satır onaylaması ve temel oluşturan bilimsel raporun kabulü, hem bilim hem de politika camiasında yüksek güvenilirlik sağlarken hükümetlerin de süreci sahiplenmesini beraberinde getiriyor.
Rapor özetinde iklim değişikliğinin insanlar ve ekosistemler üzerinde yarattığı etkilerin şu anda nasıl algılandığı ele alınıyor. WGII’nin, daha önceki IPCC raporlarına kıyasla ekonomi ve sosyal bilimlerden daha fazla faydalanacağı ve sosyal adaletin iklim değişikliğine uyum sağlamadaki önemli rolünün altını daha kalın çizgilerle çizeceği belirtiliyor.
Kamuya açık literatüre dayalı olarak hazırlanan bilgilendirme, AR5’ten bu yana iklim değişikliğinin etkileri ve iklim değişikliğine uyum sağlama hakkındaki bilgi birikiminde gerçekleşen önemli ilerlemelerden bazılarını ele alıyor.
İklim değişikliği, insanları ve ekosistemleri ciddi şekilde etkiliyor
BM’de görev yapan António Guterres tarafından insanlık açısından “kırmızı kod” ilan edilen bu durum için raporda şüpheye yer bırakılmadı. İklim değişikliği, tartışmasız bir biçimde insan faaliyetlerinin bir sonucudur ve 1,1 °C seviyesindeki güncel küresel ısınma nedeniyle dünya genelinde yakıcı sıcaklıklar, kuraklıklar ve taşkınlar gibi aşırı hava olayları da dahil olmak üzere etkilerde artış gözlemleniyor. Rapor, iklim sisteminin ani yanıtları ve kritik eşikleri (buzulların erimesinde yılda yaklaşık 600 Gt düzeyindeki artış) hakkında da uyarıda bulunuyor.
1,5°C hakkındaki Özel Rapor (SR1.5), ısınmanın 1,5 °C seviyesinde kalması durumunda bile dünyanın şiddetli iklim etkileriyle karşı karşıya kalacağını, 2 °C seviyesinde ve daha yüksek seviyelerde söz konusu etkilerin çok daha kötü bir hal alacağı vurgulandı. Yakın zamanda yapılan araştırmalara göre 1,5 °C’lik sıcaklık sınırının aşılması, türlerin ve bölgesel iklim ve bitki örtüsünün kaybedilmesi gibi insanlar açısından gıda güvenliğini de içeren ciddi sonuçlar barındıran geri dönülmez etkilere yol açabileceği için beklenti, WGII’nin bu riskleri açıklama ve genel hatlarıyla özetleme konularına özel önem vereceği yönünde oldu.
AR6, 2014 tarihli son IPCC değerlendirmesine kıyasla bölgesel etkilere daha fazla odaklanacak ve küresel etkilerin bölgesel bazda kendini nasıl gösterdiği konusunda gelişmiş modellerden ve bilgi birikiminden faydalanacak. WGI, dünyanın farklı bölgeleri için öngörülen başlıca fiziksel iklim etkilerini daha önce açıkladı. Örneğin, Afrika kıtasında şu anda dünya ortalamasının üstünde yüksek ısınma ve deniz seviyesi artışı görülüyor.
‘Gelecek on yılda daha şiddetli hava olayları meydana gelecek’
AR5’ten bu yana iklim değişikliğinin fiziksel etkilerini sosyoekonomik ve hukuki sonuçlara bağlama amacı taşıyan daha fazla araştırma gerçekleştirildi. WGI raporunda yer alan bulguların üstüne koyarak hazırlanan WGII, daha ayrıntılı bir çalışma ortaya koyarak iklim değişikliğinin insanlar, ekosistemler ve ekonomi üzerindeki zarar verici etkilerini açıklayacak ve iklim değişikliğinin bağımlı olduğumuz geçim kaynaklarına ve sistemlere nasıl zarar verdiğini gösterecek.
Aşırı hava olayları, daha önce benzeri görülmemiş hasarlara yol açıyor
AR5 WGII raporundan bu yana, iklim değişikliğinin yol açtığı veya daha şiddetli hale getirdiği aşırı hava olayları geniş kapsamlı ve şiddetli hasarlara yol açtı. Son IPCC raporundan bu yana iklim biliminde gerçekleşen başlıca gelişmelerden biri, “ilişkilendirme literatürünün” genişletilmesi oldu. İlişkilendirme çalışmaları, bize iklim değişikliğinin belirli bir aşırı hava olayını daha olası veya daha yoğun hale getirip getirmediğini ve getirdiyse bunu nasıl yaptığını açıklayabilir. Genişletilmiş ilişkilendirme literatürü yakıcı sıcaklıkların, kuraklıkların, tropik siklonların ve hatta çekirge sürülerinin, insan faaliyetlerinden kaynaklanan iklim değişikliği ile doğrudan bağlantılı olduğunu gösteriyor.
Aşırı hava olaylarının çoğu insan kaynaklı
Dünyanın 2021’de karşı karşıya kaldığı aşırı hava olaylarının çoğunun insan kaynaklı iklim değişikliği ile ilişkili olduğu tespit edildi. Haziran 2021’de Pasifik Kıyısı’nda yaşanan yakıcı sıcaklığın iklim değişikliği olmadan ortaya çıkmasının neredeyse imkansız olduğu belirlendi.
Ayrıca, dünyadaki en yoksul ve en savunmasız kişilerin, ölüm ve aşırı hava olaylarının yol açtığı diğer sağlık sorunları dahil olmak üzere daha büyük risklere maruz kaldığının da açık olduğu gürüldü.
Aşırı hava olaylarının ruh sağlığına etkisi
Geride kalan on yıl içinde taşkın, kuraklık ve fırtına kaynaklı ölüm sayısı, az etkilenen ülkelere (batı ve kuzey Avrupa’da bulunan ülkeler gibi) kıyasla en fazla etkilenen ülkelerde 15 kata kadar daha yüksek oldu. En fazla etkilenen ülkeler, Afrika’nın çoğu bölgesinde ve Orta Amerika’nın büyük kısmında yer alıyor. 1970 ile 2019 yılları arasında dünya genelinde hava, iklim ve su tehlikeleri nedeniyle meydana gelen ölümlerin yüzde 91’inden fazlası gelişmekte olan ülkelerde yaşandı. Yeni araştırmalar, aşırı hava olaylarının ruh sağlığı üzerindeki etkisinin de arttığını gösteriyor. Travma sonrası stres bozukluğu, anksiyete, yas ve hayatta kalma sendromu, insanlarda aşırı hava olayları sonrası gözlemlenen ruh sağlığı sorunlarından bir kısmını teşkil ediliyor.
İklim krizi etkileri göçü tetikleyebilir
Kaynak kıtlığının daha sık görülür hale gelmesi, aşırı hava olaylarının altyapılara hasar vermesi, hastalık salgınlarının görülme sıklığının ve şiddetinin artması, insanların kitleler halinde göç etmesini tetikleyecek bir etmen olabilir. İnsan nüfusu, dar iklim bantlarında yoğunlaşmış durumda. İnsanların çoğu yıllık ortalama sıcaklığın 11 °C ile 15 °C arasında olduğu yerlerde, küçük bir kısmı ise yıllık ortalama sıcaklığın 20 °C ila 25 °C arasında olduğu yerlerde yaşıyor.
Sadece artan sıcaklıkların beraberinde getirdiği iklim tehlikeleri nedeniyle 3,5 milyar kişinin medeniyete altı bin yıldır beşiklik yapmış iklim kuşaklarının dışında yaşamaya mecbur kalacağı öngörülüyor. Yükselen sıcaklıkların AB’ye yapılan sığınma başvurularını yüzde 28 oranında artırması bekleniyor.
İki ada daha kaybolma tehlikesiyle karşı karşıya ve bu adalarda daha büyük ülkelere doğru bir göç dalgası başladı. Buna rağmen, iklim değişikliğinin sonucu olarak yerlerinden edilen ve göç etmek zorunda kalan insanların nasıl korunacağına ilişkin hiçbir uluslararası anlaşma mevcut değil. 2015’te Yeni Zelanda’ya mülteci statüsü için başvuruda bulunan Kiribatili bir aile, zorunlu göçlerinin nedeni olarak iklim değişikliğini gösterdi. Ailenin başvurusu Yeni Zelanda Göç ve Koruma Divanı, Temyiz Mahkemesi ve Yargıtay tarafından başlangıçta reddedildi.
Yapılan araştırmalar, insan kaynaklı iklim değişikliğinin dünyanın toplam nüfusunun yüzde 85’inin yaşadığı dünya genelindeki kara alanlarının yüzde 80’inde görülebileceğini gösteriyor. Bu etkiler, iklim etkileri nedeniyle güvenliği gittikçe artan oranda riske giren küresel tedarik zincirleri aracılığıyla ulusal sınırları da aşacaktır. ABD’de tedarik zincirlerinin doğal afetler nedeniyle maruz kaldığı yıllık maliyetler 2020’de 95 milyar ABD doları tutarındaki rekor seviyeye yükseldi. Bu maliyetler artmaya devam edecek. Örneğin McKinsey, küresel yarı iletken arzında (küresel teknoloji sektörü açısından kritik önem taşır) bir kasırga dolayısıyla görülecek bir çöküşün iklim değişikliği nedeniyle 2040’ta dört kata kadar daha büyük bir etki yaratacağını öngörüyor.
Gıda üretim sistemleri baskı altında
Gıda üretim sistemleri de daha fazla baskı altındadır. İnsan faaliyetleri dünya topraklarının zaten yüzde 75’ini değiştirmiş durumda ve şu anda tatlı su kaynaklarının neredeyse yüzde 75’i ekin ve besi hayvanı üretiminde kullanılıyor. Bugün dünyanın toplam kara alanının yüzde 25’i toprak niteliğini yitirmiş durumda. 1970’lerden bu yana küresel tarım ürünleri üretiminin yüzde 300 oranında artması nedeniyle toprakların niteliğini yitirmesi, küresel kara yüzeyinin yüzde 23’ünün verimliliğini azaldı.
IPCC’nin Arazi Özel Raporu (SRCCL), tarımsal arazilerde yaşanan toprak erozyonu hızının toprak oluşum hızından 10 ila 20 kat (sürülmemiş toprak) ile 100 katın üzerinde (geleneksel toprak sürme) daha yüksek olduğunu öngörüyor. Bilim insanları, büyük ölçüde sürdürülebilir olmayan tarım uygulamalarına bağlı olarak her yıl 24 milyar ton dolayında verimli toprağın kaybedildiğini belirtiyor. Bu eğilimin sürmesi halinde 2050’de dünyanın kara alanlarının yüzde 95’i toprak niteliğini kaybetmiş hale gelebilir. İklim değişikliğinin etkilerini diğer etkilerden ayıran çalışmalar, aşağı enlemlerde bulunan çoğu bölgede (mısır ve buğday gibi) bazı ekinlerin veriminin düştüğünü ortaya koydu.
Artan sıcaklıklar, gıda üretimini etkilemeye devam edecek ve 2050’ye kadar ısınmanın miktarına bağlı olarak tahıl maliyetlerini tahminen yüzde 29’u bulan oranlarda artıracak. Bu fiyat artışları, dünya genelinde tüketicileri etkileyecek ve özellikle düşük gelirli tüketiciler yetersiz beslenme riskiyle karşı karşıya kalacak.
Bir milyon hayvan ve bitki türü yok olma tehdidiyle karşı karşıya
İklim değişikliğinin ve toprağın niteliğini yitirmesinin bir sonucu olarak bir milyon hayvan ve bitki türü şu anda yok olma tehdidiyle karşı karşıyadır ve Biyoçeşitlilik ve Ekosistem Hizmetleri Hükümetler Arası Bilim-Politika Platformu’na (IPBES) göre bu tehdit, söz konusu türlerin insanlık tarihinde görülmemiş kadar büyük bir kısmı için sadece birkaç on yıl içinde gerçeğe dönüşebilir.
Bugün karaların sadece yüzde 15’i ve okyanusların yüzde 8’inin hemen altında bir kısmı bir tür ekosistem koruması altında. IPBES, ekosistemlerin kaybedilmesinin insan topluluklarının iklim etkilerine karşı daha savunmasız kalmasına yol açtığı sonucuna vardı. İklim değişikliğinin toprak kullanımı değişikliği, ormanların yok edilmesi, altyapı geliştirme, kaynak çıkartma, aşırı balık avlama ve kirlilik gibi iklimle ilgili olmayan baskı unsurlarıyla sürekli şekilde bir araya gelmesi, ekosistemleri ve insanların geçim kaynaklarını tehdit etmeye devam edecek.
İklim değişikliği şu anda Uluslararası Doğayı Koruma Birliği’nin (IUCN) Nesli Tükenme Tehlikesi Altında Olan Türlerin Kırmızı Listesi’nde yer alan en az 10 bin 967 türü etkiledi. Bramble Cay melomys (bir kemirgen cinsi), iklim değişikliğinin doğrudan bir sonucu olarak nesli tükendiği bildirilen ilk memelidir.
AR5’ten bu yana daha fazla sayıda araştırma, iklim değişikliğinden gerek güney gerekse kuzey yarı kürede hem ekonomik hem de sosyal açıdan en büyük zararı en fazla ötekileştirilmiş kesimlerin göreceğini tespit etmiştir. İklim değişikliği, dünyanın en savunmasız ülkelerinde yüzde 64 düzeyinde GSYİH kayıplarına yol açabilir ve iklim değişikliğinin etkileri, ötekileştirmeyi ve adaletsizliği daha da ileri boyutlara taşıyabilir.
Yeni yapılan araştırmalar, küresel ölçekte yoksul kentli nüfusun kırılganlıklarını göstermektedir. Bir araştırmaya göre, sera gazı emisyonlarının mevcut ivmeyle artmaya devam etmesi durumunda dünya genelinde 215 milyon yoksul kentli 35 °C’nin üstünde ortalama yaz sıcaklıklarına maruz kalacak. Bu, bugünkü değerlere kıyasla sekiz katlık bir artışı ifade ediyor ve sıcaklık kaynaklı ölüm riskini artırıyor.
Bilim insanları, “bileşik aşırı olayların” ısınan bir dünyada daha yaygın görüleceğini ve bu olayların büyük olasılıkla tek başına meydana gelen olaylara kıyasla daha fazla acıya neden olacağını belirtiyor. Bileşik aşırı olaylar, birden fazla sayıda iklim tehlikesinin (aşırı sıcaklık ve yağış gibi) aynı yerde aynı zamanda meydana geldiği, birden fazla bölgeyi aynı anda etkilediği veya bir dizi halinde sırayla meydana geldiği (genellikle ardışık olaylar olarak anılır) durumları ifade ediyor.
İklim tehlikeleri; kirlilik, habitat parçalanması ve çevresel bozulma gibi insan kaynaklı etkiler nedeniyle de bir araya gelebilir. Örneğin, eş zamanlı kuraklık ve yakıcı sıcaklık olaylarında artış, son on yıl içinde özellikle güney ve orta Afrika’da gözlemlenmiştir ve bu bileşik olayların etkisi, iklim değişikliğinin bir sonucu olarak daha uzun süreli olabiliyor. Başlangıçtaki bir sıcaklık artışı ardışık iklim etkilerini tetikleyebilir. Örneğin, toprağın neminin azalmasına neden olan sürekli yüksek sıcaklıklar bitkilerin büyümesini baskılayacak, bu durum da düşen yağış miktarının azalmasına ve dolayısıyla daha fazla kuraklığa yol açarak “geri besleme döngüsü” olarak bilinen durumun artmasına neden olacak. Kaliforniya’da son yıllarda kuraklıklar ve yakıcı sıcaklıklar yangınlara yol açmış ve bazı durumlarda bu olayların ardından ağır yağışlar ve toprak kaymaları görülmüştür.
Kıyılardan taşınma zorunluluğu
İklim değişikliği, aşırı hava olayları, göç ve çatışma arasındaki karmaşık bağlantıları inceleyen akademik literatür de genişledi. Sudan’ın Darfur bölgesinde yaşanan iç savaş çatışmaya bir örnektir ve araştırmacılar bu çatışmayı iklim değişikliğinin kötüleştirdiğini ve hatta tetiklediğini düşünüyor. 1983-84 yıllarında yaşanan bir kuraklık, 100 binden fazla kişinin ölümüne neden olan bir kıtlığa ve özellikle güney Darfur’a doğru bir ekolojik kitlesel göçe yol açtı.
İnsanlar farklı bölgelere göç ettikleri için etnik kutuplaşma bölgesel ahengi bozmuş ve çatışmayı tetiklemiştir. Göç, tek bir nedene bağlanamayacak kadar karmaşık bir konu. Bununla birlikte, araştırmacılar küçük ada ülkelerinin sahil şehirlerinin iklim değişikliği nedeniyle karşı karşıya kalacakları artan göç risklerine odaklandı. Bir tahmine göre, deniz seviyelerinin 0,3 ile 1,7 metre arasında bir değerde yükselmesi halinde 17 milyon ile 72 milyon arasında insan, kıyılardaki yerleşim birimlerinden taşınmak zorunda kalacak.
Uyum sağlama hayati önem taşısa da çok daha fazlasının yapılması gerekiyor
AR5’ten bu yana, uyum sağlama faaliyetlerinde devletler, işletmeler ve sivil toplum tarafından gerçekleştirilenleri de içeren bir artış görülmüştür ve bu faaliyetlerin çoğu, aşırı hava olaylarına karşılık olarak gerçekleştirildi. Örneğin, DSÖ ve Londra Tropik Tıp Okulu tarafından gerçekleştirilen ve AB Komisyonu tarafından finanse edilen bir proje, Avrupa’da afete müdahale anlayışından taşkınlar için risk yönetimine geçiş ihtiyacını ortaya koyuyor.
Risk yönetimi, daha iyi uyarı sistemlerini ve sağlık koruma önlemlerini de içeriyor. Ancak, tüm sektörlerde uyum sağlama seçenekleri bulunmasına ve bu seçenekler iklim değişikliği risklerini azaltabilecek olmasına rağmen, uyum sağlama konusunda mevcut sistemler üzerinde uzmanların ihtiyaç duyduğumuzu söylediğidönüştürücü nitelikteki değişiklikler yerine ağırlıklı olarak küçük değişiklikler yapıldı.
Uyum sağlama ile biyoçeşitlilik birbirleriyle yakından ilişkili ve doğa tabanlı çözümlerin (NbS) hayata geçirilmesi, doğa ve insanlara sunduğu katkılar için iklim değişikliğine uyum sağlama açısından ortak faydalar yaratabilir. Bununla birlikte, iklim etkilerini azaltma politikasının yerel olmayan tek türlü tarım uygulamalarıyla ağaçlandırma gibi düşük biyoçeşitlilik değerine sahip doğa tabanlı çözümleri teşvik etmesi halinde, bu uygulamanın getirileri ve götürüleri olabilir.
2021’de IPBES ve IPCC, “iklim değişikliğinin ve biyoçeşitlilik kaybının karşılıklı olarak güçlendirilmesinin, bu sorunlardan birinin tatmin edici şekilde çözüme kavuşturulabilmesi için diğerinin de göz önünde bulundurulması gerektiği anlamına geldiğini” tespit etti.
Benzer şekilde bilim insanları da mangrovların dünya genelinde 6 milyar ton karbonu depoladığını, mangrov ormanlarının eski haline döndürülmesinin taşkınlara karşı koruma sağlayacağını ve bu sürecin maliyetinin geleneksel yöntemlerle tasarlanan deniz seviyesi koruma çalışmalarına kıyasla iki ila beş kat daha düşük olduğunu tespit etmişlerdir. Bunun bir sonucu olarak aralarında Endonezya, Hindistan, Bangladeş ve Sri Lanka’nın da bulunduğu birkaç ülke, uyum sağlama için mangrov ormanlarının eski haline döndürülmesine yatırım yapıyor.
Bilim insanları, iklim değişikliği etkilerinin maliyetlerini tahmin etme konusunda önemli ilerleme kaydetmiş ve uyum sağlamanın zamanında yapılması halinde maliyet etkin bir süreç olabileceğini tespit etmişlerdir. Yakında yayımlanacak IPCC raporu muhtemelen bunu yansıtır nitelikte olacaktır. Ancak rakamlar hâlâ ciddi farklılık göstermektedir ve şu anda söz konusu etkilerin maliyetlerinin AR5’te belirtilenden çok daha yüksek olduğu düşünülüyor.
Uyum sağlamanın faydalarına (ve kritik eşiklerin teşkil ettiği tehdide) rağmen şu anda iklim finansmanının büyük kısmı etkileri azaltmaya yönlendirildi ve gelişmekte olan ülkelere aktarılan paranın miktarı ile ihtiyaç duyulan miktar arasında büyük bir finansman açığı (özel ve kamu) vardır.
Gelişmekte olan ülkelerin tahmini uyum sağlama maliyetleri, güncel kamu uyum sağlama finansmanı tutarından beş ila 10 kat daha yüksektir ve uyum sağlama finansmanı açığı yüksek ısınma seviyelerinde daha da artmaktadır. WGII raporunun uyum sağlama için özel sektör finansmanına erişmesinin önündeki temel engellerden bazılarını ele alması bekleniyor. Bu engellerden biri de, özel yatırımların gelirlerin en yüksek, risklerin ise en düşük olduğu fırsatlara yönelme eğiliminde olması gerçeğidir. Dolayısıyla yatırımların, uyum sağlamaya en fazla ihtiyaç duyan ve en savunmasız gelişmekte olan ülkeleri ve piyasa dışı sektörleri hedef alması pek olası değildir.
Uyum sağlama, şu anda yaşamakta olduğumuz iklim etkilerine karşı gerekli bir çözüm olmakla birlikte önceki IPCC raporları uyum sağlamaya ilişkin sınırlandırmaların da altını çizmiştir. Paris Anlaşması, iklim değişikliğinin azaltma ve uyum sağlama yoluyla önlenemeyen ve iklim eyleminin üçüncü sacayağı olarak kabul edilen etkilerine atıfta bulunuyor.
AR5 WGII raporu, uyum sağlamanın “katı” (biyofiziksel, kurumsal, finansal, sosyal ve kültürel) ve “yumuşak” (teknolojik ve sosyoekonomik) sınırları ile ilişkili kayıp ve hasarları ele aldı. Örneğin, Gelişmekte Olan Küçük Ada Devletleri’nin (SIDS) yükselen deniz seviyelerine ne ölçüde uyum sağlayabilecekleri konusunda katı fiziksel sınırlar söz konusu ve bu devletlerin iklim değişikliğine karşı savunmasız oluşu, büyük olasılıkla bu ülkelerden zorunlu göçe yol açacak.
Türler ve ekosistemler söz konusu olduğunda ise bireysel organizmaların iklimdeki değişikliklere uyum sağlama konusundaki fizyolojik kapasiteleri açısından katı sınırlar olabilir. Sosyoekonomik engeller, genellikle en yoksul ve en savunmasız insanların uyum sağlamalarına engel olur. SR1.5, bu tanımlar üzerine bina edilmiş ve hem 1,5 °C hem de 2° C’lik küresel ısınma senaryoları kapsamında ısınmanın etkileri açısından yumuşak ve katı uyum sağlama engellerini değerlendirdi. Yakında yayımlanacak AR6 raporunun odak noktasının, kayıp ve hasara yanıt vermede eşitlik ve adalet konusu olması bekleniyor.
Hiçbir şey yapmamanın maliyeti
Uyum sağlama ihtiyacı ve uyum sağlamanın başarıya ulaşması, etkileri azaltmayı ne ölçüde başardığımız ile yakından ilişkili. AR5 WGII raporu, etkilerin toplam riskinin iklim değişikliğinin hızını ve büyüklüğünü sınırlandırarak azaltılabileceğini ve bunun da gereken uyum sağlama sürecinin kapsamını azaltacağını vurguladı. Yapılan araştırmalara göre, sıcaklıkların sanayi öncesi dönemlerin ortalamasına kıyasla 2 °C yerine 1,5 °C yukarıda tutulmasının başarılması halinde kişi başına düşen GSYİH 2100 yılına gelindiğinde yüzde 5 daha yüksek olacak ve küresel ısınmayı 4 °C yerine 2 °C ile sınırlandırarak 2100’ye kadar her yıl 17,5 trilyon ABD doları tasarruf sağlanabilir. Buna karşılık ısınmayı 1,5 °C ile sınırlandıramamak, maliyeti çarpıcı bir biçimde artırıyor. Hiçbir şey yapmamanın yıllık maliyeti 2010 yılında 1,3 trilyon ABD doları iken 2020’ye 5 trilyon ABD doları seviyesini aşmıştır.
Fotoğraf: Aurora Samperio/NurPhoto
Buna göre; uyum sağlamanın gerekli olduğu açık ve ısınmanın daha büyük boyutlara ulaşmasıyla uyum sağlamak daha zor ve hatta imkansız hale gelecek. İklim değişikliğinin ve aşırı hava olaylarının yol açtığı ekonomik hasarın boyutları şu anda da ciddidir: Orta Amerika ülkelerinde 2010’da iklim etkilerinin maliyeti, Guatemala için GSYİH’nin yüzde 2,9’uyken Belize için yüzde 7,7’si oldu; Pam Tropik Siklonu, 2015’te Vanuatu’nun tarım sektöründe GSYİH’nin tahmini yüzde 64,1’ine karşılık gelen kayıp ve hasara yol açarken Maria Kasırgası 2016’da Dominika’nın GSYİH’sinin yüzde 224’üne karşılık gelen kayıp ve hasara neden oldu. Tüm dünya nüfusunun neredeyse yarısı, şu anda yılın en az bir ayı boyunca potansiyel olarak su kıtlığının olduğu bölgelerde yaşamaktadır ve bu rakam, 2050’ye gelindiğinde 4,8 milyar – 5,7 milyar civarına yükselebilir.
WGII raporunun, etki azaltma ve uyum sağlama eylemlerinin hayata geçirilmesinde yaşanacak bir gecikmenin sürdürülebilir kalkınmayı nasıl tehdit edeceğini ele alması bekleniyor. Çünkü iklim değişikliğinin etkileri ve bu etkilere verilecek yanıtlar, sosyal-ekonomik refah ve çevrenin korunması ile yakından ilişkili. İnsan kaynaklı iklim değişikliği tarımsal verimlilikte düşüşe, su kıtlığına, gıda güvenliğinin riske girmesine, geçim kaynaklarının azalmasına ve kitlesel göçlere yol açabilir ve etkileri herkes tarafından eşit düzeyde hissedilmeyecek. İklim değişikliğinin aşırı yoksulluk yaşayan insan sayısını 2030’a gelindiğinde 32 milyondan 132 milyona çıkaracağı öngörülüyor. Günümüzde dünyanın en zengin ülkeleri ile en yoksul ülkelerinin ekonomik çıktı miktarları arasındaki fark, küresel ısınma olmasa gerçekleşecek rakamdan yüzde 25 oranında daha fazladır. İklim değişikliğiyle emisyon miktarlarını küresel olarak azaltma yoluyla mücadele edilmemesi halinde küresel gelir eşitsizliğinin küresel gelirlerdeki düşüşlere bağlı olarak genişleyeceği öngörülüyor.
Kırsal kalkınma destekleri kapsamında, tarımsal sulama amaçlı güneş enerjisi sistemleri ile akıllı sulama sistemi yatırımları destek kapsamına alındı.
Tarım ve Orman Bakanlığı’nın hazırladığı tebliğ Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi. Düzenlemeyle birlikte tebliğe, sensörler aracılığıyla topraktaki nem oranının algılanarak merkezden veya mobil uygulamayla uzaktan ya da otomasyon aracılığıyla kontrol edilen sulama sistemleri için ‘akıllı sulama sistemi’ ve ‘proje kontrol görevlisi, resmi kontrol’ tanımları eklendi.
Tarımsal sulama amaçlı güneş enerji sistemleri ve akıllı sulama sistemleri de kırsal kalkınma destekleri kapsamına alındı.
Başvurular 15 Mart’ta sona eriyor
Tarımsal sulama amaçlı güneş enerji sistemleri kurulması başvuruları çerçevesinde, güneş paneli, pompa, filtre, kontrol ünitesi, ana ve yan dallara ait borular, bağlantı ekipmanı, vanalar, damlatıcı ve yağmurlama ekipmanı gibi sadece tarla içinde kullanılan malzemelerin başvuruya ait parsellerde sisteminin çalıştırılması, eksiksiz montaj kontrollerinin yapılması ve tespit tutanaklarının düzenlenmesi konularında hibe desteği sağlanacak.
Akıllı sulama sistemleri kurulması başvuruları kapsamında da sensörler, tam otomatik fitreler, karıştırıcılı gübre tankları, debi kontrollü gübreleme pompaları, solenoid vanalar, meteoroloji istasyonları ve kontrol sistemleri gibi sadece tarla içinde kullanılan malzemelerin başvuruya ait parsellerde sisteminin çalıştırılması, eksiksiz montaj kontrollerinin yapılması ve tespit tutanaklarının düzenlenmesi de hibe desteği kapsamında değerlendirilecek.
Tebliğ kapsamında yapılacak bu yıl için 15 Mart mesai bitimine kadar, sonrasında 1 Ocak-28 Şubat döneminde başvurular yapılabilecek.
Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü (RSF), Sedef Kabaş‘ın tutukluluğunu eleştiren raporu “Türkiye: ‘Lèse-Majesté‘ kanunu yüzünden parmaklıklar arkasında bir ay” ismiyle duyurdu.
Örgüt, Kabaş hakkında 12 yıl 10 ay hapis cezası istendiğini de hatırlattı ve hükümetin ilgili ceza kanunu maddesini eleştirel sesleri susturmak için kullandığını ifade ederek bu maddeyi ‘Lèse-Majesté’ kanunu olarak tanımladı.
Bu tanımlama, ‘iktidar güçlerini/liderini hedef alan suç’ şeklinde açıklanıyor. Bahsi geçen kanun, Türk Ceza Kanunu‘nda ‘cumhurbaşkanına hakaret suçu‘nun düzenlendiği 299.madde.
299. Maddenin son 8 yılı: 160 bin soruşturma
Rapora göre 8 yılda 200 medya profesyonelinin bu suçtan yargılandığı, 70 kişinin hapis veya para cezası aldı. Raporda, bu suç sebebiyle 2014-2020 yılları arasında 160 bin 169 soruşturma başlatıldığı, bunlardan 35 bin 507’sinin davaya dönüştüğü de açıklandı.
Raporda, Ekim 2021 yılında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) 299. maddenin “ifade özgürlüğü hakkının ihlal ettiği”ne karar verdiği hatırlatılarak, bu suçtan tutuklu bulunanların serbest bırakılmasını istendi.
Rusya Devlet Başkanı Putin, dün gece yaptığı konuşmada “Donbass bölgesi tarihi olarak Rusya‘nın bir parçası diyerek Ukrayna‘nın doğusundaki Donetsk ve Luhansk‘ı resmen tanıdıkları kararını dünyaya duyurdu. Kararın ardından uluslararası ortaklara destek çağrısını yineleyen Ukrayna Devlet Başkanı Zelenskiy, Ukrayna’nın boyun eğmeyeceğini ve yanıt vermeye hazır olduğunu söyledi.
Kararın açıklamasının ardından Doğu sınırını haftalardır çevrelemiş olan Rus birlikleri ‘Barış Gücü Hareketi’ talimatıyla tanklarla Ukrayna’ya ilerledi.
Avrupa Birliği büyükelçileri, Rusya’ya yönelik olası yaptırımları görüşmek üzere bugün toplanıyor. Tanıma kararı sonrası ABD Başkanı Biden ve Ukrayna lideri Zelenski’yle görüşmüştü.
Fotoğraf: Reuters
İngiltere: İşgal resmen başlamıştır
Putin’in hamlesinin ardından dün gece Macron‘un çağrısıyla acil toplanan BM Güvenlik Konseyi Kurulu, barış ve diplomasi çağrısı yaptı. ABD Temsilcisi Linda Thomas-Greenfield, Rusya’nın “BM öncesi bir döneme gitmek istediğini” söylerken, bu hamlenin sonuçları olduğu uyarısını yaptı. Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen yaptığı açıklamada Rusya’nın kararının Ukrayna’nın toprak bütünlüğüne saldırı olduğunu söyledi.
Daha önce Ukrayna’ya askeri malzeme yardımı yapabileceğini belirten İngiltere Başbakanı Boris Johnson son durumu “Rusya, Ukrayna işgaline resmen başlamıştır” şeklinde değerlendirdi. Sağlık Bakanı Sajid Javid ise yaptırımlara başlayacaklarını belirten açıklamalarda bulundu.
Türkiye’den ilk tepki
Dışişleri Bakanlığı’nın yaptığı açıklamada Rusya’nın Minsk protokolünü ihlal ettiğinin altı çizildi ve “Ukrayna’nın siyasi birliğinin ve toprak bütünlüğünün korunmasına bağlılığımızı vurguluyor, tüm ilgili taraflara sağduyu ve uluslararası hukuka riayet çağrısı yapıyoruz” dendi.
Bakanlık açıklamada, Türk vatandaşlarına Ukrayna’nın doğusunu terk etmelerini de tavsiye etti.
Fotoğraf: Reuters
Ukrayna’nın doğusundaki Donbass bölgesinde 2014’ten bu yana Rusya yanlısı ayrılıkçılar Ukrayna birlikleriyle çatışıyor.