Köşe Yazıları

Özerklik hülyaları

0

Türkiye gibi tam anlamıyla merkezi siyasal ve idari sisteme sahip bir ülkede yapılan özerklik tartışmaları tam da “hülya” özelliği taşıyor. Ve unutmayalım; bugün yaşadığımız ülke ve dünya, iyisiyle kötüsüyle, birtakım insanların zamanında “hayal bunlar” denip geçilmiş fikirlerinin hayat bulmasıyla bugünkü halini aldı.

Martin Luther King “Bir hayalim var” diye başladı o efsanevi konuşmasına.

Atatürk Kurtuluş Savaşı’nı başlatırken, tasavvur ettiği Türkiye bir hayaldan ibaretti.

Gemileri tahtadan değil de demirden yapma fikri ilk defa kendisine sunulduğunda Napoleon’un tepkisi “Böyle saçmalıklara ayıracak vaktim yok benim” oldu.

Muhammed dağdan inip İslam dinini ilan ettiğinde Mekkeli’lerin ilk tepkisi “Muhammed delirdi herhalde” idi.

Günümüz müziğini en çok etkileyen grup olarak tanımlanan Beatles demo kayıtlarını alıp bir yapımcıya gittiğinde “Bu müziği kimse dinlemez çocuklar, kusura bakmayın” diye dalgaya alındı.

Uzun lafın kısası, bugün hayatımızda sorgusuz sualsiz “gerçek”, “doğru” ve “iyi” kabul ettiğimiz birçok kavram ortaya ilk atıldığında kitlelerin ya alayına, ya da çok büyük tepkilerine, hatta yok etme çabalarına maruz kaldı.

“Özerklik” muhabbeti de onlardan biri olmasın?

Aslında işin kilidi özerklikten ne anladığımız noktasında saklı. Ve bu çağa damgasını sessizce vurmuş “sembolik etkileşim” teorisine göre de olay ve kavramlar aslında ne olduklarından bağımsız bir çağrışıma sahipler hepimizin algısında. Bu noktayı atladığımız için “Yau kimse bölünmekten bahsetmiyor, ama özerklik tartışmalarına tekme tokat saldıranlar hep ‘Bu ülkeyi böldürmeyiz’ diyor, nasıl iş bu?” diye dolanıyoruz ortalıkta. Çok normal böyle olması, hatta böyle olmasa şaşırmamız lazım.

Özerkliğin ne olduğundan çok ne zihinlerimizde neleri çağrıştırdığı çok daha önemli bu yüzden.

Geçtiğimiz hafta yayımlanan “demokratik özerklik taslağı” nı bir anlığına kenara koyup tek başına Türkiye’de özerklik denince zihnimizde nasıl görüntüler oluştuğunu paylaşalım önce birbirimizle.

Hayatımız boyunca tekrarladığımız ama hiç görmediğimiz, dokunmadığımız, işitmediğimiz hamasi kavramları bir anlığına da olsa kenara koyup gerçek hülyalara dalalım.

Mesela, diyelim sene 2020, Türkiye’de özerklik ve yerinden yönetim ilkeleri hayata geçti. Nasıl bir hayatımız olacak? Ben ve birkaç arkadaşım 2020 yazında karar verdik, Türkiye genelinde bir tura çıktık. Bakalım özerklik ne getirmiş memlekete.

***

Pazar sabahı kalktık, mahalle konseyine gidip mahalleyi ilgilendiren konularda herkesin söz hakkına sahip olduğu kararlar aldık. İlçe konseyi için temsilcileri de seçtik. Alınan kararlardan bir tanesi de şu yolun altındaki ufak boş araziyi park ilan edip yıllık bütçemizin bir kısmıyla ağaçlandırmak oldu. Meyvelerin tadı şimdiden ağzımızı sulandırıyor.

Ertesi gün Trabzon’a yollandık. Dağ aynı, taş aynı, orman aynı, insan aynı. Tabelalarda sıkıcı “Trabzon, nüfus bilmemne, rakım bilmemne” yazılarının hemen altında lazca bir yazı, yanında da Türkçesi “Temel, Dursun ve Fadime’nin fıkra olmadığı topraklara hoşgeldiniz.” Valisi -kaymakamı hala orada, ama devletin alanına giren konulardan sorumlu : Eğitimin temel ilkeleri, büyük ve merkezi sağlık kurumları, il jandarma garnizonu, gümrükler, polis, vb… Trabzonlular mahalli sağlık kurumlarında, sağlık bakanlığından uzmanların onayını da alarak, kendi düzenlemelerine gidebiliyorlar isterlerse. Eğitimde de, yine Eğitim Bakanlığı onaylı çoktan seçmeli dersler verilebiliyor. Lazca da, gürcü dili de onlardan bir kaç tanesi. Artvin’ e doğru dağ kasabalarına çıktık, şansımıza köy konseylerinden birine denk geldik. Katılıp izlemek serbest tabi (eğer sırf yolcuysan oy hakkın yok ama), bütün mahalle de çocuk-dede, kadın-erkek burada. 500 oydan 450 tanesi burada yapılması istenen HES projesine hayır dedi. Proje sahibi şirketin temsilcisi de oradaydı, “Teşekkür ederim, umarım başka projelerde beraber olabiliriz” diyip gitti. Jandarma da konsey binasının 500 metre uzağında önlem almış burada, hani herhangi bir şiddet olayı patlarsa önlemek için. Ama konseye girmesi kesinlikle yasak. Sadece jandarma gözlemcisi tek bir kişi girip köşede oturuyor sessizce, acil bir durumda dışarıda bekleyen bölüğe telsizle haber vermek için. Ona da sordum, “Sesler yükseliyor, bağrışılıyor tabi ama daha şiddet olayı çıkmadı hiç. Birşey olacak gibi oldu mu da diğer delegeler engelliyor zaten.” diyor.

Ertesi hafta Antalya’ya düştü yolumuz. Meşhur Kaleiçi’nde sizi Kaleiçi mahallesinin kadınlarının kurduğu geleneksel el üretimi kooperatifinin standları karşılıyor. Mahalle konseyi bu bölgeyi olduğu gibi bu kooperatife vermiş, eğer başkası stand açmak isterse de bu kooperatiften izin almak zorunda. “Evde oturup kadın programları izlemeye mecbur bırakılmıştık, şimdi her gün buradayız, akşamları da evdeyiz” diyorlar kadınlar. Hemen yanlarında da Antalya il gençlik konseyinin lokali var. Gülerek, “Koskoca Kaleiçi’ni kadınlara kaptırmadık tabi, zaten hepsi anamız-teyzemiz-kardeşimiz, olmadı arkadaşımız, ‘Bize de bir lokal vereceksiniz burada’ diye direttik” diyorlar. İçeriden hararetli tartışma sesleri geliyor, gençler kendilerine ayrılan yıllık bütçeyi nasıl harcayaklarını tartışıyorlar. Antalya’da Büyükşehir Belediyesi hala yerinde, ama artık başkandan çok meclisin sözü geçiyor. Başkan bir nevi koordinatör. Zaten meclis oturumları da halka açık, oy hakkı sadece mahalle konseyinden gelen temsilcilere ait ama herkes (moderatörün izni ve düzenlemesiyle) konuşabiliyor, hem de temsilcilerini kontrol etme-izleme şansı buluyor.

Antalya’dan devam ettik, Antakya üzerinden Diyarbakır’a. Antakya’da bu mahalli sistem çok güzel oturmuş bu arada, söylemek lazım. Şehirde sürekli bir etkinlik, sürekli bir kampanya havası var. Canlanmış, kanatlanmış şehir! Konuştuğumuz Osman abi “Benim mesleğim gündüz bakkallık, akşamları da televizyon müdavimliğiydi. Şimdi politikanın içinde buluverdik kendimizi. Ama ne yalan söyleyeyim, alınan kararlarda sözünüzün, etkinizin olduğunu bilmekten büyük zevk yokmuş şu dünyada” diyor. Yanında kızı Elif, “Baba senin önerdiğin projeleri mahalle konseyi hep reddediyor ama” diye dalga geçiyor. Osman abi iyice sırıtıyor, “Yok yahu, sadece son iki seferdir iyi ikna edemedim, anan da arka çıkmadı, gelecek sefere artık”.

Diyarbakır’ı özellikle merak ediyorduk. Ne de olsa Türkiye’de özerklik muhabbetleri bu topraklarda başlamıştı bir anlamda. Ben aklımı en fazla kurcalayan sorunun cevabını aramak için kadın ve gençlerin peşine düştüm. “Aşiret sisteminde erkeğin-büyüğün dediği olurdu, değil mi? Şimdi değişti mi?” diye soruyorum yakaladığıma. Bazıları “Hee tabi daha iyi şimdi. Konseyde konuşmak serbest, benim koca dik baktı mı hemen ‘Konseydeyiz, karışma bana’ diye oturtuyorum yerine. İl gözlemcileri de bir karışma durumu olursa uyarıyor sakin sakin.” diyor, bazılarına göreyse değişen pek bir şey yok. Ama yaşlı bir teyzden çok ilginç bir yorum geliyor : “Oğul, biz bu kadınların suskunluğu meselesini 90’lardan beri konuşuyoruz. Batıda bir tane kadın Cumhuriyet Mitingleri dışında sokağa inmezken biz Galatasaray önünde Cumartesi annelerini yaptık onlarca sene. Burada da her gün sokaklardaydık. O yüzden git anana bacına sözlüne söyle, bizim kadın özgürlüğümüzü bıraksın kendi kadın özgürlüklerini düşünsünler önce.”

Dönüşe geçmeden önce bir de Diyarbakır valiliğine uğrayalım dedik. “Durum nedir vali bey, şehirde atmosfer nasıl?” oldu sorumuz. “Valla ben kabul ediyorum, yanıldım” diye başladı konuşmaya. “Önceden burada, Hakkari’de her 3-4 haftada bir ortalık savaş alanına döner, kepenkler kapatılırdı. Biz de daha fazla polisi, daha fazla biber gazını, gerekirse askeri hatta, sürerdik meydana. Meğer insanların derdi düşüncelerini özgürce ve doğrudan anlatabilmek, kendi kararlarını alabilmekmiş. Önceden karşıydım özerkliğe, bölünecek memleket diye. Halbuki tam tersi oldu, eskiden devletinden nefret eden halk şimdi bir şey oldu mu “Devlete danışalım, devlet hakemlik yapsın” diyor. Valiliğin tepesinde Türkiye bayrağı var, yanında, biraz alt hizasında da geçen sene bölge konseyinde seçilen bölge flaması var. O flama buraya konduğundan beri insanların valilik binası önünden geçişi bile değişti. Eskiden küfür ede ede geçen şimdi ceketini ilikliyor yürürken.”

Dönüş yoluna geçiyoruz yavaştan, çünkü 3 gün sonra ulusal seçimler var. Meclisi belirleyecek, hükümeti belirleyecek seçimler… Yerel seçimler geçen seneydi, ve yine il-ilçe meclisleriyle belediye meclisi, başkanı falan seçildi. Seçimler aynı eski sistem, artık baraj %3, o farklı tabi. Mahalle konseyleri birleşip bir belediye başkanı ve meclisini geri çağırabiliyorlar bir de, eğer yerel halk imza toplarsa yeteri kadar, seçim yapılıyor o il veya ilçeden. Hazine yardımı da aldığın toplam oy sayısına göre veriliyor, parti örgütlenmesi için Türkiye’nin yarısında örgütlenme aranmıyor. Siyasi sistem olduğu gibi değişti yani.

Cumhurbaşkanı geçen gün “Bölgede ve dünya’a büyük oyuncu olma hedefiyle Türkiye eski, köhne, vatandaşını küstüren ve verimsiz merkezi sistemiyle devam edemezdi.” dedi, gelen bazı eleştiri ve hatta ‘vatanı sattınız’ suçlamaları karşısında. Önde gelen uluslararası bağımsız raporlara göre Türkiye’de demokrasi kısa sürede büyük sıçrama yaptı, özerklik geldiğinden beri. Basın özgürlüğü ve yolsuzlukla mücadele gibi konularda dünyada  ilk 50’lerde artık. Kamu bütçesi yerelde yoğunlaştığı için hanehalklarının refahını arttırıcı ve verimli projeler önplanda artık, bu da gelir uçurumunu azaltıyor giderek. G. Doğu’da işsizlik hala bir sorun, ama bürokratik engel ve kısıtlamalar kalktı, özellikle küçük ölçek ve kooperatif tarzındaki ekonomik girişimler rekorlar kırıyor…

***

Benim için özerklik, herşeyden önce, dili-dini-yaşı-cinsiyeti ne olursa olsun her insanı etkin, aktif, katılan, değiştiren, biçimlendiren, ve bütün bunları yaparken de büyük haz alan bireyler haline getirmek demek. 25 yıldır her köşeden çıkan bölünmeydi, ulus-devletti, emperyalist oyunlardı, düğmeye basanlardı… Çocuklara anlatılan korku hikayeleri gibi geliyor kulağıma. Herhangi bir yapının (devletin) ayakta kalmasının birincil şartı onu oluşturanların (vatandaşlar) yapıya güven duyması neden olsa.

Bunca hayalin hepsini özerklik muhabbeti içine sıkıştırmama “abartma” tepkisini verenler olabilir. Ya da “Özerklik tam tersi yıkım ve savaş getirir” diyen de olabilir. Aşağıda yorum köşesi var, paylaşalım özerklik diyince aklımızda canlanan resmi, senaryoyu. Tartışmayı o şekilde, birbirimizi anlayarak yapmış olalım hem. Ben şahsen özerklik senaryolarını korkutucu ve olumsuz bulanların zihinlerinde canlanan resmi özellikle okumak, anlamak isterim. Siz ne düşünüyorsunuz özerklik hakkında? Özerkliği savunanlar hakkında değil de, özerkliğin kendisi hakkında?

Lütfen, buyrun…

You may also like

Comments

Comments are closed.