Hafta SonuKöşe YazılarıManşetYazarlar

Nükleer Silahların Yasaklanması Anlaşması’nın başarısı için

0

“Şimdi dünyaları yok eden ölümün kendisi oldum. Sanırım hepimiz düşündük bunu, o ya da bu şekilde…” [1]

1945 yılında Manhattan Projesi kapsamındaki Trinity (Üçlü) Test’in ilkini New Mexico- Alamogordo’da gerçekleştirdiklerinde, bombanın yapım sürecinde görevli olan fizikçi Robert Oppenheimer nükleer patlamanın etkisi karşısındaki hissiyatını Hinduların Kutsal Kitabı Bhagavad Gita’dan bir alıntıyla ifade eder. Onun bu sözleri yüzeysel bir değerlendirmeyle “güç sahipliğinin dışavurumu” sanılarak yıllarca yanlış yorumlanmışsa da James Hijiya’nın “The Gita of Oppenheimer (Oppenheimer’ın Gitta’sı) makalesinde ışık tuttuğu perspektiften bakınca sözlerinin dünyayı yok edebilecek bir ölüm makinası inşa etmek zorunda kalmanın vicdani ağırlığıyla baş etme çabasının itirafı olduğu anlaşılır [2].

Ne var ki siyasi figürlerin siyasi gerilim ortamında gövde gösterisi kıvamında nükleer testler yapılabilmesi Bhagavad Gita’nın dizelerindeki gibi dünyaları yok eden ölümün kendisi olmaya namzetmiş ruh hali içinde bu silahları kullanmak istemesi, hep ihtimal dahilindedir.

Nükleer silahlanma suçtur!

2017 yılında Nobel Ödülü’ne layık görülmesiyle adı dünya çapında duyulan Nükleer Silahların Yasaklanması Anlaşması/Treaty Nuclear Weapon Prohibition (TPNW) kampanyası ile ICAN son 10 yıldır nükleer silahlanmaya karşı çeşitli ülkelerdeki sivil toplum örgütlerinin dayanışma içinde verdiği mücadeleyi zirveye taşıdı. Anlaşmanın 24 Ekim 2020 tarihinde 50’inci ülkenin de imzalamasıyla resmiyete kavuşması ise tarihte ilk defa nükleer silah üretmenin, test etmenin, topraklarında bulundurmanın ve nükleer silah satın almanın birlikte yasaklandığı, diğer bir açıdan ise aksi faaliyetlerin “suç” teşkil ettiğinin resmen yürürlüğe girdiği anlamına geliyor.

Şüphesiz nükleer silaha sahip olan ülkelerin nükleer silahsızlanmayı savunan bir metnin altına imza atmasını beklemek şimdilik bir hayal. Zira 2019 yılının verilerine göre dokuz devlet – ABD, Rusya, Birleşik Krallık, Fransa, Çin, Hindistan, Pakistan, İsrail ve Kuzey Kore – yaklaşık 13.400 nükleer silaha sahip  ve bunların 1800’ü yüksek operasyonel alarm durumunda[3].

Öte yandan T.P.N.W.’ye imza atmış olan devletler arasında Türkiye, Suudi Arabistan gibi ilk kez nükleer santral kurma sürecindeki ülkeler yer almadığı gibi nükleer santrali bulunan 31 ülkeden de yalnızca ikişer reaktöre sahip Brezilya ve Meksika’nın imzacılar arasında olması, yani diğerlerinin henüz yer almaması da dikkat çekici. Zira bu detay bize nükleer santrallerle nükleer silahlanma arasındaki ilişkiye dair bir şeyler söylüyor.

Nükleer Silahların Yasaklanması Anlaşması’na nükleer santrali bulunan, nükleer santral kurma planları yapan ülkelerin şimdiye kadar imza atmamış olması (umalım ki izleyen süreçte imzalansın) nükleer silahlanmaya ve testlere karşı daha önce yapılmış olan önceki küresel anlaşma ve kampanyaların neden başarıya ulaşmadığını ve yine yeniden Nükleer Silahların Yasaklanması Anlaşması’na ihtiyaç duyulduğunu bize gösteriyor. Peki bugüne dek yanlış olan neydi ve Nükleer Silahların Yasaklanması Anlaşması’nın(T.P.N.W.) başarı sağlaması için ne yapılmalı? Bunun için biraz geçmişe gidip daha önce yapılmış olan nükleer silahlarla testlerin yasaklanmasına yönelik imzaya açılmış olan anlaşmaların geçmişine bakalım.

Amacına ulaşmayan nükleer silah karşıtı girişimler

Nükleer testlere İkinci Dünya Savaşı‘nı müteakip Soğuk Savaş Dönemi’nde başlandı. 1974 yılına kadar atmosferde, yer altı ve deniz altında gerçekleştirilen yaklaşık 2 bin nükleer test, devletlerin “güçlerini” birbirlerine göstermeye çalıştığı bir yarış havasında geçti. Pasifik’te, uzak coğrafyalarda yerli halkların radyoaktif kirliliğe maruz bırakılmasının neticesinde oluşan tahribata karşı dünya kamuoyu ilk olarak 1964 yılında Nükleer Silahların Yayılmasının Kısmi Önlenmesi Anlaşması’nı imzaya açtırdı. Denizaltı ve atmosferdeki testler yasaklanınca testlere yer altında devam edilmesiyle kısmi anlaşma yerine daha kapsayıcı anlaşma yapılması ihtiyacı doğdu. 

Bununla beraber dünya genelinde kanser ve türevi hastalıklarındaki artış ve çocukların dişlerinde nükleer silahların atılmasıyla açığa çıkan radyoaktif elementlerden stronsiyumun tespit edilmesi durumun vehametini ortaya serince, dünya kamuoyu bu kez uluslararası hekimlerin desteğini alarak daha güçlü bir şekilde nükleer testlerin durdurulması için sesini yükseltti ve 1968 yılında Nükleer Silahların Yayılmasının Kapsamlı Önlenmesi Anlaşması (N.P.T.) imzaya açtırıldı.

Türkiye, bu anlaşmayı 1969 yılının Mart ayında imzalamış, 1979 yılında T.B.M.M.’de onaylatarak yürürlüğe koymuştur. Nükleer silahlanmayı ABD ve eski S.S.C.B.’nin sahipliği ile sınırlama anlamına gelen NPT imzacısı ülkelerin nükleer teknolojiyi geliştirmesinin ise silahlanmaya yönelik kullanılmayacağının sözünü vermiş göründüler. Bu sözün geçerliliği bir yana bugün hala yürürlükte olan bu anlaşmayı parlamento onay sürecinden geçirmemiş devlet de çoktur. Akabinde nükleer güçler testlere devam ettiği için de 1996 yılında Kapsamlı Nükleer Test Yasağı Anlaşması (C.T.B.T.) imzaya açıldı. Lakin bu anlaşma da imzacı devletler tarafından mecliste onaylatılmadığı ve aralarında mevcut nükleer alt yapısına rağmen hiç imzalamamış olan devletler bulunduğu için bugün işlevini tam olarak yerine getirememektedir. Türkiye C.T.B.T.’yi 1996 yılında imzalayarak 2000 yılında T.B.M.M.’de onaylamıştır.

Nükleer silah-santral geçişliliği göz ardı edilince

Nükleer silahlarla nükleer enerji üretim alt yapısı arasında bir geçişlilik olduğu ise günümüzde yaygın şekilde biliniyor. Nükleer silahların yarıştırıldığı Soğuk savaş ortamında ABD Başkanı Eisenhower tarafından 8 Aralık 1953 tarihinde ilan edilen Barış için Atom Anlaşması da bu savaş teknolojisinin geliştirilmesini meşrulaştırılmaya yönelik kullanılmıştır.

Nükleer gücün bir enerji olarak günlük yaşamın kalbine sokulması için esas büyük adım ise dünya çapında etkileri olan 1973 Petrol Krizi ile atıldı. Öyle ki nükleer enerjinin petrolle elde edilen elektrik enerjisine alternatif çözüm olarak sunulması dünya çapında literatüre Nükleer Rönesans olarak geçti.  Bu açıdan 1970’lerde nükleer enerjinin petrole alternatif enerji kaynağı olarak gösterilmesi günümüz iklim krizi koşullarında nükleerin temiz enerji şeklinde lanse edilmesine benzetilebilir.

Nükleer santral kurma eğilimi ABD’de 1979 yılındaki Üç Mil Adası Nükleer Felaketi’yle sekteye uğrarken dünyanın geri kalanı ABD ile aynı nükleer farkındalık noktasına ancak 1986 yılında Çernobil Nükleer Felaketi’ni yaşayarak gelmiş ve felaketin üstünden geçen 10 yılın sonunda nükleer santral yatırımları yeniden başlayabilirken irili ufaklı kazalar görmezden gelinse de radyoaktif kabus 25 yıl sonra Fukuşima Nükleer Felaketi ile kendini yeniden hatırlatmıştır. 

Nükleer silahlanma anlaşmalarına rağmen nükleer enerjinin kullanımının yaygınlaştığı dönemlerde, nükleer silahların yayılmasının önlenmesi anlaşmalarıyla nükleer testlerin yasaklanması anlaşmalarının işlevsizliğinin sırrı nükleer silah-santral süreçlerinin kesişimselliğinde gizlidir. Nükleer teknolojinin askeri alandaki kullanımının nasıl geliştirildiğine örnek olarak ABD Savunma Bakanlığı’nın 2005 yılındaki bir çalışmasında 1-3 kilogram plutonyumun nükleer silah yapmak için yeterli olduğu açıklaması [4], 1000 megawatt gücündeki nükleer reaktörün yılda 200 kilogram plutonyum üretiyor olduğu gerçeğiyle birlikte değerlendirilmelidir.

Bununla birlikte nükleer santral -nükleer silah üretimi ilişkisinin barındırdığı olasılıkların yanı sıra nükleer yakıtın üretim aşamasında seyreltilmiş uranyum mermisi üretiminde kullanıldığı da göz önüne alınmalıdır. Nitekim 1945 yılında Hiroşima’ya atılan nükleer bombanın uranyum, Nagasaki’ye atılan bombanın ise plutonyum bombası olması da nükleer silahlanmanın salt plutonyum kullanımından ibaret olmadığını gösterir. Nükleer yakıtın işlenmesini de Körfez Savaşı‘nda, Sırbistan, Ukrayna savaşlarında ve yakın tarihte Suriye’de seyreltilmiş uranyum mermilerinin kullanılmasıyla birlikte düşünmek gerekir.

Nükleer santrallerde meydana gelen kazaların nükleer bomba atılmış, diğer bir deyişle nükleer silah kullanılmışçasına tahribat yarattığı ise bilinen bir diğer gerçektir. Özellikle Çernobil Nükleer Felaketi’nin Hiroşima’ya atılmış olan atom bombası ile açığa çıkan radyasyonun 200, Fukuşima Nükleer Felaketi’nin ise 400 katı daha fazla radyasyon yaydığını da hatırlamakta fayda var. Yine nükleer santrallerin operasyon halinde bile çevreye yaydığı radyasyonun kümülatif olarak etkisinin hesaplanmasının gerekmesi Fukuşima Nükleer Felaketi’yle pekiştirilen bir derstir. Nükleer santrallerin riskleri bu yazının konusu olmadığı ve yazının uzunluğunu gözetmem gerektiği için bu konuya fazla giremesem de nükleer riskler ile ilgili olarak önceki yazılarıma bakılabilir.

Sonuç olarak, Nükleer Silahların Yasaklanması Anlaşması’nın resmen yürürlüğe girmesinin anlamına tekrar dönersek, bu anlaşmayla nükleer silahlanmanın suç olduğunun ilan edilmesi çok kıymetli bir adımdır. Ancak bu girişimin amacına ulaşması için nükleer silahlanmanın beslendiği damarların kurutulması elzemdir.

Nükleer silahsızlanma nükleer santral işletim süreçlerinden nükleer santrallerin muhtaç olduğu nükleer yakıtın ham maddesini oluşturan ve ekosistemi zehirleyen uranyum madeninin yerin altından çıkarılmasına kadar (sağlık dışındaki alanlarda) nükleer yakıt çevrimi süreçlerindeki kullanımından vazgeçilmesini gerektirir. Türkiye gibi nükleer santrali bulunmayan ülkeler ise nükleer silahlanma dünya kamuoyu nezdinde “SUÇ” ilan edildiğinden, çıkmak zorunda kalacakları bu yola hiç girmemeli, Türkiye’de halihazırda inşaatına devam edilen Akkuyu Nükleer Santrali ile Sinop Nükleer Santrali projelerinden vazgeçilmelidir. Fakat ne Türkiye ne diğer devletler nükleer santral planlarından ve nükleer yakıt çevrimi süreçlerinden sivil toplum talep etse de irade kullanarak çekilecekleri  için Nükleer Silahların Yasaklanması Anlaşması’nın (T.P.N.W.) başarı sağlaması adına bu anlaşmanın nükleer silahlarla sınırlı tutulmaması ve nükleer silahların beslenme kaynakları olan nükleer yakıt çevrimi süreçlerinin kurutulması önemli ve gereklidir.

*

[1] “Bhagavad Gita, Hinduların Kutsal Kitabı”, Çev.Korhan Kaya, Dost Kitabevi, 2001

[2] Bilgi için tıklayın

[3] Geniş bilgi için tıklayın

[4] Cochran T.B. Plutonium: the international scene h

(Bu yazı Sivil Sayfalar’da da yayımlanmıştır)

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.