Maalesef geçen yıl, Yeşil Gazete’yi biraz ihmal ettim. Halbuki benim için Yeşil Gazete’ye yazmak keyifli bir uğraştı. Edebiyat, sinema ve çevre sorunlarına ilişkin konuları birbiri ile harmanlayarak yazmayı çok seviyordum. Hala çok seviyorum. Nefes aldığım bir uğraş. İklim değişikliği çalışmanın en güzel yanı, yolumun diğer bütün disiplinler ile bir yerde buluşması sanırım, bütün iç karartıcılığına rağmen.
2020’den sonra, 2021 yılını da maskeler ile uğurladık. Varyant üstüne varyant! Birinin adını öğrenemeden, yeni bir tane daha çıkıyor. Ben, bu isimleri takip etmeyi bıraktım. Sadece tedbiri elden bırakmayıp, önlemlere dikkat ediyorum. Hepimizin beklentisi, bütün dünyayı iki yıldır sarsan bu pandemiyi artık geride bırakmak. Yorulduk, ama umudumuz var. Peki, bundan sonrası? Düze mi çıkacağız, yoksa başka başka felaketler mi karşımıza çıkacak? Bu pandemi esnasında internette denk geldiğim ve beni çok etkileyen bir görsel var. Bu görseli gördükten sonra, akademik ve eğitim sunumlarımın hepsinde kullandım. Covid-19’dan kurtulmanın yolunun elimizi yıkamak olduğunu söyleyen, ama arka planda dalga dalga gelen başka krizleri gösteren gayet çarpıcı bir görsel! eDalgalar, tsunami dalgalarının boyutunda ve her yeni dalga kıyıya daha da büyüyerek geliyor. İrlandalı ve çok sevdiğim rock grubu U2’nun “Every Breaking Wave” şarkısındaki gibi, dalgalar birbirini takip ediyor. Covid-19 gidiyor, yerine daha büyük dalga halinde ekonomik durgunluk geliyor. Oradan da sağ çıkarsak karşımızda iklim krizini görüyoruz. Dalgaların boyutu daha da büyüyor. Ve sonunda biyoçeşitliliğin çöküşünü görüyoruz. Bütün diğer önceki dalgalardan kayıplara rağmen insanlık olarak sağ çıksak bile, biyoçeşitliliğin çöküşünden sağ çıkmak pek mümkün değil. Çünkü bizim var olmamız, diğer canlıların var olmasına bağlı. Gezegende bizim soyumuz tükense de hayat devam eder. Diğer canlıların, bize pek bir ihtiyacı yok. Tabii ki insanlık, tarih boyunca çok güzel eserler ortaya çıkardı ve çıkarmaya devam ediyor. Her türlü sanat ve bilim eseri, insanlığın yaşama, tarihe ve diğer insanlara hediye ettikleri. Ama aynı zamanda doğanın da canına okuyoruz.
Pandemiyi takip edecek krizler, bizim ve politikacıların ne kadar umurunda? Bütün olup bitenler sırasında asıl sormamız gereken soru bu. Adam McKay’nin yönettiği ve hikayesini David Sirota ile birlikte yazdığı, Netflix yapımı “Don’t Look Up” filmi hepimizi bu soruyu sormaya davet ediyor. Film, şimdiden kült filmler arasında yerini aldı sanırım. Michigan Üniversitesi’nde doktorasını yapan bir öğrenci uzayda yeni bir kuyruklu yıldız keşfeder ve tez danışmanının yaptığı hesaplar, kuyruklu yıldızın altı ay gibi kısa bir süre sonra gezegenimize çarpacağını, yeryüzünden yaşamın silineceğini gösterir. Aslında filmde iklim krizine üstü kapalı vurgu yapılıyor. Filmin, bir sanat filmi olduğunu söylemek çok zor. Benzer bir hikayeyi (iklim krizini kast etmeden) sanatsal açıdan ele alan muhteşem bir film var. 2011 yılında Lars von Trier’in yönettiği filmin adı “Melankoli”. Lars von Trier de Ken Loach gibi anlatılması gerekeni tane tane ve acıta acıta anlatır. İki yönetmenin de filmleri her bünyeye uygun değil. Eğer hassas iseniz, sorunları ciddiye alıyor ve kafa yoruyorsanız ekran karşısından ağzınızda acı bir tat ile ayrılırsınız. Melankoli le karşılaştırıldığında, Don’t Look Up, psikolojik açıdan çok hafif kalan bir film.
Diğer taraftan anlatılması gerekenleri, herkesin ilgi duyabileceği şekilde anlatmaya çalışması bana göre filmin başarısı. Film, zaten bir sanat eseri olmaktan ziyade, belli bir mesajı vermek için yapılmış. Gezegenimize çarpacak kuyruklu yıldız, yeryüzünden hayatı silecek, ama kimyasında çok değerli madenleri de beraberinde getirmekte. Bu durum, sorunu inkar etmek için yeterli bir neden. Yatırımcı kimliği ile dünyanın canına okuyanların iştahını, bu kez de bu kuyruklu yıldız kabartır. Bu nedenle kuyruklu yıldızın dünyaya çarpmasını önleyebilecek önlemler alınmaz. Azınlığı oluşturan bir grup insanın, daha fazla para kazanabilmesi için kuyruklu yıldızın yörüngesini değiştirmek yerine, onun kaynaklarından nasıl faydalanılabileceği tartışılmaya başlanır. Gerekçe ise, açlık ile mücadele edebilmek için kuyruklu yıldızın fırsatlar sunması! Yatırımcılara göre, bu şans eşi benzeri görülmemiş bir şanstır ve mutlaka değerlendirilmelidir…
Başka amaçlar ile takılan, ama görünmeyen maskeleri düşüren bir film Don’t Look Up. Film, başımızı kaldırıp yukarıya baktığımızda nereye gittiğimizi, bizi bekleyen sorunların neler olduğunu görebileceğimize vurgu yapar. Öbür türlü, farklı bahaneler ile gerçek sorunların neler olduğunu farkına varmamız engellenecek ve bir türlü gözü doymayan azınlığın, bize dayattığı ve gerçek olmayan hikayeleri kabul etmemiz sağlanacak. Zaten bir sorunun çözülmesi için, önce onu sorun olarak kabul edilmesi gerekir. Farkındalığımızın oluşması ve ona göre hareket etmemiz. Filmde politikacılar kadar sıradan insanların sorumlulukları da hatırlatılır. Bu sıradan insanlar, vatandaş sıfatı ile oy vermekte. Politikacılar kadar politikaların tasarlanmasında ve uygulanmasında bizlerin de rolü var. Bizler de kafamızı kuma gömüp, kendimizi bize dayatılan düzenin içinde oyalamaya devam ediyoruz. Politikacı tercihlerimizde bizim ve gezegenin geleceğine önem verenleri seçme zamanımız çoktan geldi.
‘Dünya aklın beşiğidir’
Londra’da bulunan Bilim Müzesi’ni ziyaret ettiğimde en çok ilgimi çeken şey, Rus astronotların babası olarak bilinen Konstantin E. Tsiolkovsky’nin söylediği sözün yazılı olduğu bir resim olmuştu. “Dünya aklın beşiğidir, ama sonsuza kadar beşikte yaşayamayız.” Gerçekten de aklımız ile yaptığımız yolculuklar, bir çok sürprizi karşımıza çıkarabilir. Bir gün başka gezegenlerde de yaşamın mümkün olduğunu keşfedebiliriz. Belki de çok daha iyi koşullarda. Ama bu keşif henüz gerçekleşmedi. Elimizde bir tek dünyamız var. Sınır tanımayan isteklerimiz ile bu gezegene yaptıklarımız da ortada. Bulabileceğimiz başka gezegenlere de bu akıl ile gidersek, yıkıcı etkilerimizi bütün evrene yaymamız mümkün. Gezegenimiz için kuyruklu yıldızın oluşturduğu tehdidi görmek yerine, onun getirdiği fırsatların iştahımızı kabartması gibi…