Hafta SonuKöşe YazılarıManşetYazarlar

Kaçacak bir kuzey olmayacak!

0

Bu yazıyı kaleme alırken İskoçya’nın Glasgow kentinde devam eden COP26 Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Konferansı’nın bitmesine saatler kalmıştı. Yaklaşık iki hafadır devam eden zirvede, takip ettiğim kadarıyla elle tutulur pek bir şey ortaya konulmadı. Sadece, kömürden tamamen çıkılması ve fosil yakıtla çalışan otomobillerin tedavülden kaldırılıp otomobil teknolojisinde tamamen yenilenebilir enerjiye geçilmesiyle ilgili teklifler ve buna kimi ülkelerin imza atması, biraz heyecan yarattı o kadar.

Ancak, şeytanın ayrıntıda gizli olduğunu unutmayalım. Örneğin, kömürden çıkışa imza atan ülkelerin çoğunda, zaten termik santral bulunmazken, otomobil teknolojisinde fosil yakıtın terk edilmesi kararına imza atanlarda ise otomobil fabrikası yok. Bu durum da hevesimizin kursağımızda kalması için yeterli. Ülkelerin gönderdiği yüzlerce delegasyon üyelerinin çoğunun, fosil yakıt temsilcileri olması boşuna değilmiş anlaşılan. 2018’de Polonya’nın kömür üretimiyle meşhur bölgesi Katowice’de gerçekleşen COP24’te, adeta gelenlerle dalga geçer gibi kömür maketleri sergilenmişti. Bu zirveye de BM Genel Sekreteri Antonio Guterres’in  “gezegen bitkisel hayata girdi, radikal önlemler almalıyız” uyarısına rağmen, fosil yakıtçıların çabası damga vuracak gibi görünüyor. Umarım kalan saatlerde büyük değişiklikler gerçekleşir ve ben de yanılmış olurum. COP26’da büyük endüstriyel şirketlerin, ellerinin bu kadar güçlü olmasında, küresel ısıtmadan en çok etkilenen güney ülkelerinin pandemi kısıtlamasıyla fazla yer alamaması da etkili olmuştur. Bu durum aynı zamanda COP26’nın “kuzey” ve “beyaz” bir COP olduğu eleştirilerini de haklı çıkarıyor. Yalnız şunu belirtmek isterim ki söylediğim şey ülke delegasyonları için geçerlidir. Çünkü, zirve için Glasgow’a gelen iklim aktivistleri, çok etkin eylemler gerçekleştirdiler ve ikilim adaletine sürekli vurgu yaptılar. Güney ülkelerindeki iklim krizi kaynaklı yoksulluğa, su, gıda ve temiz hava sorununa dikkat çektiler.

Ya kapitalizm ve ölüm ya devrim!

İnsan merkezci yaklaşımlarla, flora ve fauna üzerindeki tahakkümle birlikte, gezegenin aşındırılması yeni bir olgu değil, ancak kapitalizmle zirveye ulaşmış durumda… Sonlu bir dünyada sonsuz büyüme arzusu içerisinde olan bu sistemin elitleri, kendi sonlarını da getirecek olmasına rağmen bu arzularından vazgeçip ciddiyetli iklim krizi önlemleri alamazlar. Çünkü “ya büyü ya öl” mottosuna bağlı bu sistemin, başka türlü işlemesi mümkün değildir. Krizin, bütün yönleriyle farkında olmalarına rağmen dişe dokunur hiçbir adım atılmamaları bunu yeterince ispatlıyor.

Okuduğumuz kimi kaynaklardan zenginlerin, özellikle Yeni Zelanda’dan toprak satın aldığını, herhangi bir iklim adaletsizliği ve açlık isyanında güvenli olur diye çölün ortasında bile büyük yerler aldığını öğreniyoruz. Yüksek teknolojilerle güvenlikli bölgeler oluşturmayı düşündükleri geliyor insanın aklına. Ancak gözden kaçırdıkları bir şey var. Gezegenin ısınmasındaki her yükselişin, nerede ne etki yapabileceğini tam olarak bilim insanları bile kestiremiyor. Almanya’da büyük seller ve can kayıpları yaşanabiliyor. Dünyanın en soğuk yerlerinden Yakutistan’da yangınlar çıkıyor. Kutuplarda sıcaklık 20 derecelere ulaşabiliyor. Ayrıca her bölgenin kendine has bir bitki örtüsü var ve bunun sıcaklık değişiminde hangi aşamada gıda krizine yol açabileceğini de düşünmek lazım. Bir de Mars’ta yaşam kurma hayalleri var tabii… Bu uzay gezileri için harcadıkları paralar, dünyadaki açlığı bitirebilir büyüklüktedir.

Öfkelenin!

Yoksulların acısına bakmaktan gizli bir haz duyan sermayedarlardan, kendi bireysel konumunu korumak dışında bir faaliyet bekleyemeyeceğimiz, hemen her gün türlü olaylarla ispatlanıyor. Bu durum, özellikle de iklim krizi söz konusu olduğunda paradoksal bir tablo ortaya çıkarıyor. İklim adaletsizliğinden direk sistemi sorumlu tutup “ikimin değil sistemin değişmesini” isteyen aktivistleri hariç tutarsak, dünyadaki çevreci hareketin önemli bir kısmı, halen hükümetlerin bu konuda çözücü adım atacağı iyimserliğini koruyor. Aslında bu beklentinin, yıllardır BM düzeyinde yapılan zirvelere ve konunun öneminin sürekli vurgulanmasına rağmen gerçekleşmediği bireyler tarafından içten içe biliniyor. Birçok insan bu durumdan etkilenerek eko-anksiyete sorunu yaşıyor. Gerçekleşmeyen beklentilerden doğan çaresizlik durumu yani… Her sosyal adaletsizlik ve eşitsizlik konularında olduğu gibi bu konuda da belki sistem bunu istiyor. Melankoli, kötümserlik, boğulan hayallerimiz, duygularımızın işgal altında olması, başka bir dünyanın ve bir geleceğin olmadığı hissine kapılmamız. Bu durumda, olması gereken bir duygu varsa o da öfke olmalıdır. Yaşamımızı distopyaya çevirip , pişkin pişkin sırıtanlara karşı öfke, milyonlarca insanı ölüm sınırında yaşamaya iten sisteme öfke, Covid-19 aşısını bile büyük bir gelir kaynağı olarak görüp insanların ölümünü seyreden düzene olan öfke, mezbahalarda hayvan öğüten endüstriye öfke…

Ne demişti yüzyıllar önce büyük ozan Pir Sultan Abdal: “Bozuk düzende sağlam çark olmaz.” En sert ve olumsuz gibi görünen duygular, üzerine iyi düşünülürse büyük bir olanağa kapı aralayabilir. Bizim öfkemiz de sevdamıza hizmet edecek bir gücün kaldıracı olabilir.

‘Başka bir son mümkün’

George Floyd’un polis tarafından vahşice katledilmesinin ardından, “ DÜNYANIN BAŞKA BİR SONU MÜMKÜN” sloganı, büyük harflerle Minneapolis’te bir duvarın üzerine püskürtülmüştü; 2000’lerin küreselleşme karşıtı hareketi sırasında ünlenen gelecek odaklı “ Başka Bir Dünya Mümkün” sloganının uyarlamasıydı bu.” [1] Kapitalizm, kendi krizini bize çözümsüzlük gibi yutturmaya çalışırken, bu örgütlü sınıfsal kötülük filmine başka bir son yazabiliriz. En büyük krizler aynı zamanda en büyük fırsatların da zamanıdır. Toplumdaki rahatsızlığın arttığı ve bir araya gelme ihtiyacının yükseldiği dönemlerdir böyle ekonomik, sosyal ve ekolojik kriz ortamları… Distopyaya karşı, ütopyayla bitecek bir senaryonun bütün potansiyellerine sahibiz. Ömrünü, olması gereken geleceği bir düş olmaktan çıkarıp gerçek olmasını sağlamaya adamış, anarşist antropolog ve aktivist David Graeber, 2011’deki Wall Street’i İşgal Et (Occupy Wall Street) hareketinin mottosu olan “Biz yüzde doksan dokuzuz”u dostlarıyla birlikte üretirken çok haklıydı. Üzerimizden atmamız gereken “yapacak bir şey yok”  ruh halinin yanında, çoğunluk olduğumuzu da görmemiz ve anlamamız gerekiyor.

Tek sorun bir araya gelebilmek olmalı. Bunun yolları araştırılmalı. Bunun için de “küresel düşünüp yerel hareket ederken” sınır ötesi dayanışmanın her imkânının değerlendirmeliyiz. Sistemin mağdur edip acı çektirdiği insanlar ve insan olmayan hayvanlara baktığımızda, bunca gücümüze rağmen bir şey yapamıyor olmak, bizde bir haysiyet sorunu yaratıyor olmalı. Hem ulusal hem de ulusaşırı kolektif eylemlerle özgür-ekolojik yaşam adacıkları oluşturmaya çalışan insanlarla buluşalım ve birlikte eyleyelim. Hayatta kalmanın ötesine geçelim. Herhalde şu konjonktürde yapabileceğimiz en büyük devrim bu olacaktır.

*

[1] Srecko Horvat, Gelecekten Gelen Şiir, Kolektifkitap 2021, syf.14 çeviri: M.Taha Tunç

 

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.