Hafta SonuHaftasonuKöşe YazılarıManşetYazarlar

İstisna rejimi diktatörlüğe giden yoldur

0

‘Gerçekte kültürel-politik alanın bağımlı hale gelmesi, bir bütün olarak hem yönetenler hem de yönetilenler için bir toplu intihar vakasından farksızdır.’

Güvenlikten, kültüre, eğitimden sağlığa, belediyelerden üniversitelere kadar Türkiye’nin her kamu kurumu, her alanı kamu ile özelin bir karışımı olarak bir istisna rejimine dönüşmüş vaziyette. Yalnızca İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin 28 şirketi var. Aşağı yukarı her bir yönetim işlevine bir şirket düşüyor: Kültür, ulaşım, spor, … Bunlar hem kamu kaynaklarını, imkanlarını kullanıyorlar. Hem de özel bir şirket gibi yönetiliyorlar.

Karşımıza öncelikle “işler görülsün, hizmetler aksamasın” diye çıkmış gibi görünen bir model var. Bu gelişmenin özellikle AB adaylık sürecinin başlangıcında epey bir sorgulandığını hatırlatalım. Uluslararası hukuk normlarına uygun olmadıkları için bir ara kapatılmaları dahi gündeme geldi. Ancak politik sistemi yeniden yapılandırmadan yerine başka bir alternatif de konamadığı için sonra vazgeçildi. Meselenin üstü kapatıldı.

Bu şirketlerin kamuya bağlı olmaları, işlevlerine kamusal nitelik kazandırmıyor.

Demokratik bir yönetimde hem kamu tüzel kişiliğine, hem de özel tüzel kişiliğe sahip olunamayacağını, böyle bir şeyin mümkün olamayacağını az-çok hukuk yalamış herkes bilir. Mal ve hizmetlerin alımında hukuken iki tarafta birden olunması mümkün olamayacağı için böyledir. Ancak burada altını çizmek istediğim, bunun yalnızca bir yolsuzluk, ya da bir kötü yönetim sorunu olarak ele alınamayacağıdır. Kamu ile özelin karıştığı rejimler ciddi politik bir soruna işaret eder.

Kamu hizmetlerinin, kamusal işlevlerin “şirket mantığı”yla yönetildikleri için çok daha etkin oldukları ve yenilikçi bir modele işaret ettikleri sıklıkla söylenir. Oysa burada gizlenen şey, kamusal alanın kapatılmasına dayanan otokratik bir örgütlenme modelidir.

Kamu hizmetlerinin şirket mantığıyla, özel bir kuruluşa bağımlı olarak üretilmesi, pratik ve ekonomik olarak mümkündür. Ancak bunların nasıl olacağını bilmek mümkün değildir.

Kamusal nitelikli kararların, bilgilerin imal edildiği bu alana “kültürel-politik alan” denebilir. Bu alanın mantığı hem özel alandan, hem de resmi alandan farklıdır. Bu alanın içinde sanat, fikir üretimi, tasarımsal işler gibi iktidardan ve piyasadan bağımsız olması gereken konular vardır. Kültürel-politik alan, sanat, basın, düşünce dünyası, her şeyden önce “otomatik” olarak, “yukarıdan kumanda” ile üretilemeyecek işlerden oluşur. Bunların bağımlı hale getirilmesi, görünüşte iktidarın, yöneticilerin lehine gibi gözükür. Bu yolla siyasal güçlerini kitle tabanlarını genişletiyormuş gibi olurlar. Bu işlevleri merkeze bağladıkça güçlerini pekiştiriyormuş gibi zannederler. Ama gerçekte kültürel-politik alanın bağımlı hale gelmesi, bir bütün olarak hem yönetenler hem de yönetilenler için bir toplu intihar vakasından farksızdır.

Bilgi tartılabilir, ölçülebilir bir şey midir? 

Projeler, planlar, araştırmalar ve bunlarla piyasa arasında arayüz oluşturan teknik şartnameler, keşifler, tanımlar “gayrı-maddi” ürünlerdir. Kamusal alanların düzenlenmesi, kullanım biçimleri, kentlilerin kamusal hayata katılımı gibi konularda gerçekleştirilecek projeler gibi. Meslek kuruluşlarına bunların normlarının oluşumunda görev verilmiştir. Ancak çoğu zaman bu kuruluşlar ya kendilerini taraf olarak içinde gördükleri bürokrasinin ya da üyelerinin haklarını savunmak üzere piyasanın ölçütleri içine sıkıştırılırlar. Bu yüzden kamu ile özel alanı düzenleyen ihale sistemini sorgulamakta zorlanırlar. Oysa en olmayacak şey “gayrı-maddi” ürünlerin ihale sistemiyle yapılandırılmasıdır. Ne yapılacağı bilinmeden bir kamu hizmeti nasıl ihale edilebilir? Daha iyi anlaşılsın diye söyleyeyim: Örneğin eğer bir bina yaptırılacaksa, önce mimari projesinin olması gerekir. Peki bu içeriği kim, nasıl üretecek?

Kamu hizmetlerinin tasarlanmasında otoriteye ihtiyaç bulunur. Ancak kültürel-politik alan ne kadar bağımlı ise, kamu o kadar özelleşir, kamusal niteliğini kaybeder. Bu boyutuna kültürel-politik alanın “vakumlanarak” devlet iktidarının alanına çekilmesi diyebiliriz.

Buradaki çelişkinin kamu şirketlerinin kurulmasına, meşrulaşmasına yol açan motivasyonu yarattığı söylenebilir: “Madem ki bu alanda bir meşruiyet krizi var, o zaman neden ihaleleri yönetimine hakim olduğumuz şirketlere vermeyelim?” Bu imtiyazlı durum kamu kuruluşlarının, üniversitelerinin adını kullanarak iş alan ayrıcalıklı profesyoneller için biçilmiş kaftandır. Onlara da danışmanlık hizmetleri, planlar, projeler ve kamu adına piyasa için rapor hazırlama işleri verilir.

Burada kamusal niteliği ortadan kaldıran ilişkilerin, örtüşmelerin “toksik” bir işlevi ortaya çıkar. İçerikle ilgili uğraşların motivasyonunu kamusal alanı açmak, yönetimi katılımcı hale getirmek değil, yalnızca imtiyaz elde etmek ve kapalı ilişkiler oluşturur. Bu imtiyaz ilişkileri sivil topluma da yansır. Nasıl yöneticiler ve onlara imtiyaz ilişkileri içinde eklemlenen ayrıcalıklı tabakalar, kitleler için neyin doğru, neyin yanlış olduğunu biliyorlarsa, sivil toplum da örneğin kararlara araçsal olarak bakar. Örneğin planları yalnızca imar haklarını düzenleyen bir belge olarak algılar. Buradaki paradoks, zaman zaman patlamalara, isyanlara yol açsa da, politik-kültürel alanın yapılandırılmasında etkisiz kaldıkları için kitlelerin maruz kaldıkları işaretsizleştirme tekniklerini benimsemeleridir.

İstisna rejimi diktatörlüğe giden yoldur  

Nesneleştirici  dinamikler iktidar gücünü kullananların, imtiyaz sahiplerinin temsil meselesini perdelemeye yöneliktir. Bu bir mücadele ve işbirliği zemini olarak toplulukları iktidar dışında tutma işlevini yerine getirir. Politik tercihler, taraflar vardır. Ama gücün sorgulanacak bir tarafı yoktur. O ilgi alanı dışındadır. Böylece gücün keyfiliği, yani iktidar dışında olan herkesin aslında bildiği ama üzerinde konuşamadığı asimetrik işleyiş “görünmez neden” olarak politik alanda iş görür. Güç kutsallaşır ve sorgulanamaz hale gelir. İktidar hakikat kavramı ile çalışır, temsille ilgili krizi gizler. Böylece dışarısı iktidarın içine çekilir, temsilin gösterilen tarafı boş kalır. Örneğin belediyelerin katılımcı olmaması, yerelleşmeci bir siyasetin karşısındaki bir engel olduğu kadar şiddeti normalleştiren, güce dayanan merkeziyetçi politikaların, diktatörlük yolunda yürüyen yönetimlerin beslendiği alandır.

Bugünkü kamu-özel karışımına dayanan model, hukuki anlamda bir istisna rejimidir. Hukuk bir taraftan özel mülkiyetin korunması, rekabet koşulları, yolsuzlukların önlenmesinden yanadır. Ancak diğer tarafta normları askıya alan“İmar Barışı” gibi tedbirler, durumu idare etmeye çalışan çareler yürürlüktedir. İstisna hali ile otokratik yönetimler arasındaki ilişkileri görmek gerekir. Kamusal niteliği oluşturan düzeylerin özerkliği ortadan kalkar.

Genellikle sorulan soru şudur: Bu bir ara rejim midir? Yoksa kalıcı bir rejim midir? Diktatörlüğe doğru uzanan sürecin basamaklarından çıkarken bu kamu-özel karışımı yönetimsellik biçimini sorgulamayan, yalnızca iktidarı ele geçirmeye çalışan muhaliflerin de rejimin değirmenine su taşıdıkları görülür.

 İstisna rejimi kültürel-politik alanın yokluğudur 

Hem kamu hem özel kişilik halini alan yönetimlerin halkı temsil etme iddiası bir vantrilogun konuşturma biçimine benzer: “Ben halkım, halkı temsil ediyorum.” Konuşma ve söz söyleme yetkisinin kendisi asimetrik bir durum yaratır ve kültürel-politik alan ortadan kalkmış olduğu için her zaman adına konuşulanı işaretsizleştirir. Bu yüzden bununla çelişir gibi gözüken ve normları temsil eden “ruhban sınıfı”nın iddiası, “halk için neyin doğru olduğunu ben bilirim” varsayımı, kendi imtiyazını temsil etme iddiası gibi algılanır. Normlar böylece istisnaları engellemez, daha çok motive eder. Bir toplumsal sermaye olarak bilgi patronaj altında üretildiği için başka erklere, çıkarlara boyun eğmek zorunda kalır.  Norm devleti giderek tedbirler devletine adapte olur.

İstisna rejiminin gelişmesi tarihte Nazi yönetiminin kurumlaşmasına yol açan devletin iki yönlü işlemesine benzetilebilir. Bir tarafta norm devleti, diğer tarafta tedbir devleti. Bu iki devlet yan yana yürür. Bir taraftan kapitalizmin ihtiyaçlarına cevap verir. Diğer taraftan da rejim kamusal alanı kapatarak, politik-kültürel alanın imha edilmesini, kamusal alanın büzülmesini, yukarıdan belirlenmesini sağlayarak, diktatörleşmeye doğru yol alır.

Dolayısı ile yukarıdan belirlenen değil, öznellikleri içine alan, kamusal nitelik taşıyan bir yönetim modeli için dikkatleri içerikten mecraya doğru kaydırmamızın gerekli olduğunu düşünüyorum. İdeoloji iktidarların ne yaptıklarını gizlemek için ürettikleri bir sis perdesidir.

Otokrasi bilinçli, istemli olarak amaçlanan bir şey değil, çoğu zaman yönetimlerin de içine düştükleri bir çukurdur.

Kamu-özel karışımı güçler, isterlerse bizimle aynı görüşleri paylaşıyormuş gibi gözüksünler, demokrasinin düşmanlarıdır. Bu yüzden bu deneyimlenmemiş olandan, eksiklikten hareketle, politik-kültürel alanın özerkliğinin şiddeti ve iktidarı dönüştüren bir özellik kazanabileceği hayal edilebilir. Kültürel-politik alanın, fikir üretiminin iktidarların gölgesinden kurtarılması gerekiyor. Temsillerin imgelerle etkileşimini, ilişkisini değiştirmek,  kamusal alana hayat öpücüğü vermek, ölmüş olanı canlandırmak diktatörlüğe giden yolun karşısındaki en güçlü direniştir.

Çünkü demokrasi bu aktörlerin devlet tiyatrosunun temsil sahnesinde değil, dışıyla temas ettiği anda ortaya çıkar.

(Yeşil Gazete)

 

 

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.