Röportaj

İhsan Eliaçık: “Muhafazakar basına bakın, sopanın nasıl onların eline verildiğini görürsünüz.”

0

İhsan Eliaçık

Ezber bozan İslam yorumlarıyla dikkat çeken, kimilerince görüşleri “İslami Anarşist veya Sosyalist” olarak tanımlanan  yazar ve yayıncı İhsan Eliaçık ile muhafazakarlık, AKP, eşcinsel hakları, ölüm cezası, vicdani ret, kurban, sünnet, ekoloji ve diğer meseleler hakkında konuştuk.

Murat Köylü – Türkiye’nin muhafazakarlaştığı, bununla birlikte “paçozlaştığı” ve “eğitimsizlerin” politik ve kültürel arenada belirleyicilik kazandığı şeklinde savları olan kişiler var. Alev Alatlı, İlber Ortaylı gibi. Bütün bu çerçeve içinde siz ne düşünüyorsunuz?

Türkiye zaten muhafazakar refleksleri kuvvetli bir toplum. Son dönemde muhafazakar köklerden gelenlerin de yerel ve merkezi yönetimlerde iktidar olmasıyla onlar ön plana çıkıyor. Onlar yönetiyor Türkiye’yi. Türkiye toplumu vasatın egemen olduğu bir toplum. Bu ise fazla derinliği olmayanın her şeyi belirlediği anlamına gelir; hükümetleri de öyle. Türkiye’nin temel kurumlarını, demokrasiyi, hatta din anlayışını onlar belirliyor. Okullar bu vasati insanı yetiştiriyor. Üniversiteden bile mezun olduğu zaman, örneğin bir sivil toplum örgütüne dahil olmazsa, herhangi özel kastla kurulmuş bir cemaate, yaklaşım biçimine katılmazsa ortalama vatandaş vasatidir, muhafazakardır. Bir taraftan dine saygı gösterir ama fazla bilmez. Devlete itaat eder, vatan-millet duygusu kuvvetlidir. Hak ve hukuk konusunda ise fazla bir çabası yoktur. Bence şundan kaynaklanıyor: Kendini ispat etmiş halklar devrim yapmış halklardır. Devrim yapan toplumları, örneğin İran halkını, Fransız halkını, Rus halkını severim; ama Türkiye’nin devrimini halk yapmamıştır. İstanbul’da, Ankara’da insanlar sokaklara dökülmüş de padişahlık kalkıp cumhuriyet gelmiş değildir. Ben Türkiye’nin muhafazakarlığını bu açıdan ele alıyorum. Kuran’da “Layık olduğunuz ile idare olursunuz” diyor.

Muhafazakarlaştığını düşünmüyorsunuz o zaman. Siyasi aktörler değişiyor, kültürel pratik ise aynen devam ediyor.

Evet. Tayyip Erdoğan’ın refleksleri bu muhafazakar vasatın egemenliğine uygun, o dili konuşuyor.

Sizce askeri vesayet bitti mi? Sivil yönetim ne kadar anti-militer, çoğulcu ve özgürlükçü?

Askeri veya sivil fark etmez. Vesayetin kendisi bitmiş değil. Bir vesayetten diğerine geçiyoruz. Bu, ülkenin kendi dinamikleri ile de olmuyor. Türkiye dış dünyaya çok kuvvetli şekilde bağımlı bir ülke. Krediler, teknoloji, askeriye ile. Soğuk savaş döneminde Türkiye’nin eski Osmanlı’ya, Orta Doğu’ya, Asya’ya  ve Arap Dünyası’na sırtını dönmesi gerekiyordu.  Askeri vesayeti sürdüren Kemalist kadrolar bu rolü ifa ettiler. Şimdi konsept değişti, tasfiye oluyorlar.

“SOPAYI KEMALİSTLER’İN ELİNDEN ALIP, MUHAFAZAKARLARA VERİYORLAR. MUHAFAZAKAR BASINA BAKARSANIZ SOPANIN NASIL ONLARIN ELİNE VERİLDİĞİNİ APAÇIK GÖRÜRSÜNÜZ.”

İmparatorluğun yıkılma travmasının bir içsel etkisi de vardı herhalde.

Elbette, ama buna rağmen dış etkiler daha kuvvetli. Soğuk savaş bitince NATO işsiz kaldı. Türkiye konseptini değiştirmeye karar verdiler. Ülkenin, Arap Dünyası’na ve Orta Doğu’ya bu kez yüzünü dönmesine karar verdiler. Çünkü bu coğrafyalarda düzen kurulması lazım, bankalar açılması lazım, alışveriş merkezleri açılması lazım; ve bunu da yerli güçlerin yapması lazım. Orta Doğu’nun yerli güçleri dindarlardır. Hem yerli olması lazım, hem reformcu olması lazım, hem de ABD’nin menfaatlerine aykırı iş yapmaması lazım. Kapitalizmi benimsemesi lazım. Buna uygun gruplar Orta Doğu’da yükselişte. Türkiye de işte böyle muhafazakarlaştı. AK Parti dediğimiz buna tekabül ediyor. Eski ekip gidiyor, bu şartlara uygun olan ekip geliyor. Bunlar şimdi kapitalizme abdest aldırıyorlar. Anadolu’nun ve Orta Doğu’nun en ücra köşelerine kadar, kapitalizme uyumlu yerli dindarlar eliyle yerleşiyorlar. Bence bu, Türkiye’nin yerli dinamiklerinin zorlamasıyla yapmış olduğu bir dönüşüm değil. Sopayı Kemalistler’in elinden alıp, muhafazakarlara veriyorlar. Muhafazakar basına bakarsanız sopanın nasıl onların eline verildiğini apaçık görürsünüz. Polis bülteni gibi yayın yapıyorlar. Acımasız yaftalar, yargısız infazlar aldı başını gidiyor. Ben 28 Şubat’ta yargılanmış birisiyim. KCK davalarında yaşananlar 28 Şubat’ta bile olmadı. Ulusalcı çevreler ve BDP çevreleri şu anda 28 Şubat yaşıyor. Dindarlar bunu fark etmiyorlar. Onların evleri basılmıyor, alınıp götürülmüyorlar.

Neden fark etmiyorlar?

Türkiye’de empati kurmayı bilmiyoruz. Bugün Erdoğan’ın karikatürü çizilemiyor. Özal bile daha özgürlükçüydü.

Çocukluğumdan hatırlıyorum. Televizyonlarda ya da yazılı basında çok daha fazla politik hiciv vardı. Şu an neredeyse hiç yok. Bu korkutucu bir durum değil mi?

Bu diktatörlük şeklinde bir baskı değil. Sivil vesayet de değil. Bu kariyerizmin ve konformizmin insanları esir almasından yararlanan bir otorite ve sistem. Ordunun vesayetinin tamamıyla bittiğini de düşünmüyorum.

Peki ya Arap Baharı?

Arap Baharı’nı sahipsiz çığlıklar olarak görüyorum. Yerli dinamikler ile patlamıştır fakat dünyada bunların sahibi yoktur. Sokaklara dökülen insanların yıkıcı enerjileri var ama kurucu enerjiler yok. Yıkıyorlar ama başkası gelip kuruyor. Süreci kontrol edemiyorlar. Sokakta güçleri var o kadar. Bürokraside, diplomaside yok. 68 dalgası gibi. O kuşak da sahipsiz bir çığlıktı. Büyük güçler bu patlamaları kullanırlar. Önce kendiliğinden gelişip daha sonra dış güçlerce yönlendirilen hareketler olarak görüyorum. Ama burada kalmayacak, yetinmeyeceklerdir. Kurucu iradeyi bulup kurana kadar devam edeceklerdir.

“Devrim yapan toplumları seviyorum.” demiştiniz. Arap Baharı için de bunu söyleyebilir misiniz?

Evet, gönül rahatlığıyla.

Yeni anayasa ne kadar yeni ve sivil olacak?

İhsan Eliaçık'ın İnşa Yayınları'ndan çıkan pek çok kitabı var

Süreç nasıl bitecek bilmiyorum ama kendi düşüncelerimi söyleyebilirim. Anayasa’da herhangi bir dinin, mezhebin, etnik kökenin ismi geçmemeli. Atatürk dahil herhangi bir şahıs ismi geçmemeli. Ortak iyiye ait kavramlar geçmeli. Mesela adalet, hukuk, özgürlük, kardeşlik, eşitlik, bağımsızlık… Bunlar herkesin istediği şeylerdir. Benim inandığım dinin de bunlarla bir sorunu yoktur. Yoksa, devlet herhangi bir dinsel, etnik veya ideolojik tarafın sultasına dönüşür. Oysa devlet bir toplumun ortak tini, ruhudur. Hepimizin vergileriyle ayakta duran bir kurumdur, o zaman ortak devlet olması lazım. İnsanlar isterse türbeye gider, isterse Anıtkabir’e. Ama devlet tören yapamaz. Yoksa, ideolojik devlet olur.  Devlet ortak iyinin üzerine inşa edilir. İnsanlar arasında ortak iyi vardır. Eğer yok diyorsak bu birbirimizi tanımamamızdan kaynaklanır. Bunu ortaya çıkarmak için de ortak bir vicdan lazım. O ortak vicdan olmasa bir arada yaşayamayız.

Van Depremi sonrası yapılan hayır programlarıyla ilgili “Performans yoksa duygu da yok”, “Türkiye’de hak ve hukuk mücadelesi veren geniş bir toplum yok.” dediniz. Nasıl hak, hukuk ve sosyal politika temelli bir topluma dönüşürüz? Yöneticiler bile sorumluluklarını hayır, lütuf gibi görüp yerine getiriyor. Topluma hayır yapan bir devlet anlayışı var.

Devletin hak üzerine kurulması gerekir. Devletin adalet sağlamak, hukuku gözetmek dışında bence bir varlık gerekçesi yoktur. Şahıslara da hayır duygusu gerekir. Hayır zaten kendi özgür iradenle başkasına vermek demektir. Devlete hak ve hukuk, şahıslara hayır duygusu lazım. Vicdan, hukuk, merhamet, ötekini düşünme oldukça hayır toplumu da, hak temelli devlet de ortaya çıkar. İnsanların beraber yürüyebilmeleri için din birliği, fikir birliği, duygu birliği, iman birliğinden ziyade anlayış birliği lazım. Mesela adalet diyince sen ve ben aynı şeyi anlıyorsak, beraber olabiliriz.

Yüzde 99’unun müslüman olduğu söylenen bir coğrafyada ırkçılığın ve milliyetçiliğin kaynağı nedir sizce?

“Vasatiliğin egemenliği var.” dedik ya. Vasatın hegemonyası biraz muhafazakardır, biraz ırkçıdır, biraz milliyetçidir, kabadır. İlkel kaba duygularıyla tepki verir. Nazilere bakın, bu Almanya’da da böyle.

Ama onlar açıkça “ırkçıyız” diyorlar. Bizdekiler ise sözde karşılar, değiller…

Kendileri ne derlerse desinler. Van Depremi sonrasında neler gördük. “24 askere karşı, depremde 240 ölü; hiç de fena değil, Allah’ın intikamı” filan yazmışlar. Bunlar çok yanlış.

Sola bakıyorsunuz, orada da hissediliyor. İslami kesimler milliyetçi, liberaller milliyetçi.

Ortalama Türk aile sistemi, milli eğitim sistemi, mahalle kültürü bu tipleri üretiyor. Binlerce ailedeki kültür, binlerce okuldaki müfredat böyle. Bu kültür pompalanıyor sürekli. Hemen değişecek bir şey değil. Yeni ahlaki tavırlar edinmek bir anda gökten zembille inecek bir şey değil. Ana gövde bu. Bundan kim ayrılıyor? Buna karşı özel tavır geliştirmiş olan. Bunun üzerine kafa yormuş olan, düşünen ve bunların zararlarını bizahiti yaşayarak ve gözlemleyerek görenler buradan ayrılıyorlar.

KURANA GÖRE İNSANLAR “İNANANLAR VE İNANMAYANLAR” DİYE DEĞİL, “ZALİMLER VE MAZLUMLAR” DİYE AYRILIRLAR.

Ayrımcılık ve nefret pek çok temelden kaynaklanabiliyor. Buna karşı İslam’ın tutumu nedir? Tek tanrılı dinlerde bu ötekileştirici tutum vardır, diye düşününler var. Bir kısım insan ise “Hayır, tam tersine.” diyor.

Kuran’da bir ayet vardır, “Ancak zalimlere düşmanlık olur” der. Düşmanlık vardır, ama yalnızca zulüm yapana, hak yiyene. İnsan dilinden, dininden, ırkından, cinsiyetinden, sosyal statüsünden kaynaklı bir ayrımcılığa maruz kalıyorsa ona zulüm yapılıyor demektir. Bunlara karşı Kuran mücadele edilmesini istiyor. Kuran’a göre insanlar “inananlar ve inanmayanlar” diye ikiye ayrılmazlar. O imani bir kategoridir ve mücadele hattı onun üzerine kurulmaz. İnanmayana ne dinini zorlayabilirsin, ne ona herhangi bir yaptırım uygulayabilirsin, ne kötüleyebilirsin, ne ötekileştirebilirsin, ne düşman sayabilirsin. İnsanlar “zalimler ve mazlumlar” diye ikiye ayrılır. Yani hak yiyenler ve hakkı yenenler. Kimin hakkı yeniyorsa, mağdur olmuşsa, mazlum edilmişse onun ırkına, dinine, cinsiyetine bakılmaz. Dolayısıyla Kuran’da zulüm ve adalet çelişkisi ana mücadele eksenini oluşturur. İman edip etmemek değil. Ayet var: “Dinde zorlama yoktur.” (Bakara; 256). Bu şu demektir: Bir insana dine girsin diye, girdikten sonra dini yaşarken ve dinden çıkmak istediğinde zorlama yoktur. Geçmişte buna uymayan içtihadlar yapılmış. “Dine girerken yok ama, namaz kılması, oruç tutması, başını örtmesi için zorlama olabilir.” diyor bazı dini yorumlar. Yanlış, ben buna katılmıyorum. Bunlar siyasi yorumlardır. Kur’an’da “Sen onlar üzerinde bekçi değilsin.” diyor, din bekçiliğini yasaklıyor. Ama kul hakkında, insan hakkı ihlaline giren şeylerde yaptırım vardır. Namaz kılmayana ne ceza verileceği yoktur ama insan öldürene, iftira atana ne ceza verileceği vardır.

DEVLETİN CİNSEL TERCİHİ DİYE BİR ŞEY SÖZ KONUSU OLAMAZ. DEVLET, BU TARZ TERCİHTE BULUNANLARIN HAKKINI, HUKUKUNU, CANINI, MALINI KORUYACAK GÜVENLİK TEDBİLERİNİ ALIR.

Meclis gündeminde ayrımcılık ile mücadele yasası var. Eşcinsellikle ilgili düşüncelerinizi bir başka söyleşide paylaştınız, kişisel olarak uygun görmediğinizi söylediniz. Onu tekrarlamak açısından sormuyorum; ama tam da şu an söyledikleriniz üzerinden, yani “iman-imansızlık”, “günah-sevap”, “hastalık-normallik” açısından değil, “zulüm ve mazlumluk” açısından baktığınız zaman, AKP’nin ayrımcılık yasasından cinsel yönelim ve cinsiyet kimliğini çıkartmasını nasıl görüyorsunuz?

Burada meseleye hak, hukuk ve eşitlik açısından bakıyorum. Bunu çok merak ediyorlarsa fazla uzağa gitmeye gerek yok, hatta Batı’ya bile gitmeye gerek yok. Osmanlı’yı araştırsınlar. Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sinde bir geçit töreni anlatılır. Padişah’ın önünden itfaiyeciler, askerler geçer, çeşitli toplum kesimleri geçer. Orada “zenneler” adı verilmiş eşcinsel erkekler grubunun padişahın önünden resmi geçit yaptığı anlatılır. Bir takım yerler tahsis edilmiştir, hakları hukukları garanti altındadır. Bir kesim olarak tanınırlar. Ben de aynı görüşteyim. Cinsel eğilim olarak tasvip etmiyorum, ama bir kesim olarak tanınabileceklerini düşünüyorum. Devletin cinsel tercihi diye bir şey söz konusu olamaz ki, şahısların cinsel tercihi olur. Devlet, bu tarz tercihte bulunanların hakkını, hukukunu, canını, malını koruyacak güvenlik tedbilerini alır. Onların saldırıya uğramasına , ezilmelerine, acı çekmelerine mani olur. Kur’an’da Lut Suresi vardır. “Kadınları bırakıp erkeklere mi gidiyorsunuz?” diye sorar. Böylesi bir cinsel eğilimi tasvip etmez. Malum, Lut Kavmi’ne misafirler gelir. Misafirlere, kavmin zenginlikten şımarmış ileri gelenleri tabiri caizse sulanır, ona eğilim gösterirler. Fakat orada eleştiri daha çok bu tür ilişkiye yönelenlere yöneliktir. Kuran’da içki, kumar, eşcinsel ilişkiye yönelim gibi konular kavmin zenginlikten şımarmış ileri gelenlerinin davranışları olduğu için eleştirilir. İşin ahlaki kısmı böyle ama, hukuki açıdan “eşcinselin hakkını hukukunu koruyalım, ezdirmeyelim” demek, “eşcinsel olalım” demek midir? Böyle saçma bir şey olabilir mi? Yani “kiliselerin çanları çalsın, insanlar sinagoga gitsin, Kürtçe anadil olarak her yerde yaşasın” deyince; benim Kürtçü olduğum, Hıristiyanlık’a ve Yahudilik’e heveslendiğim anlamına mı gelir? Hayır! Hak, hukuk, adalet istediğim anlamına gelir.

Vicdani ret ile ilgili ne düşünüyorsunuz?

Tanınması lazım. İnsanlar askerlik yapmama, şiddete karşı tavır geliştirme, eline silah almama, böyle bir mesleği geçici de olsa icra etmeme tavrına sahip olabilir. Bence bunda bir sakınca yok. Bununla birlikte, vicdani ret içinde bulunan kişilerin içinde yaşadıkları toplumu, böyle bir vicdani rette bulundukları zaman, ne gibi bedellerin kendilerini beklediğini göz önüne almaları gerekir. Keşke bunun hiçbir bedeli olmasa ama bazı toplumlar buna karşı özel bir duyarlılık geliştirirler. İnsanların özgürlüğü pratikte bir toplumun tahammül oranıyla doğru orantılıdır. Toplumun tahammül gücü eğitilerek, tanışarak, anlaşarak genişletilebilir. Şu anda vicdani rette durum böyledir. Evlenmekte, iş alımlarında zorlanabilirler. Toplumsal kültür olarak böyle.  Ama bence vicdani ret bir haktır, insanlar kendi rızalarıyla silah altına alınmalıdırlar. Savaşa gideceksin, askere gideceksin denince işin içinde şiddet vardır, askerlik mesleğinin yeri farklıdır. İnsan askerliği reddedebilir. Yaşatma değil öldürmeyle ilgili çünkü. Polislik nasıl meslekse askerlik de bir meslektir. Hiç kimse bir mesleği yapmaya zorlanamaz.  Mesleğin şartları belirlenir, şu yaş arası denir, şu kadar maaş denir, şartları şunlar denir, isteyen o mesleğe girer. Tıpkı polislik gibi. Polislik yapmayana kız verilmez diyor muyuz? Askerlikten ne farkı var? Ülkeye yönelik işgal ve saldırı hallerinde ise durum başkadır. O zaman olağanüstü savaş koşulları geçerli olur. Gerekirse 20-50 yaş arası herkes cephelere gönüllü olarak koşarak gider, bu bir mesleğin icrası ile ilgili değildir.

Ölüm cezasına nasıl bakıyorsunuz?

Bu hususta Kuran’da kısas vardır. Üç şey söylenir: Öldüren öldürülür, tazminat verir ya da affedilir. Buradaki mantığı iyi anlamak gerekir. Önemli olan yarayı sarmaktır. İlla ölüm cezası olacak diye bir şey yok. Bu açıdan, “ölüm cezası zinhar olmaz” veya “ illa ölüm cezası olacak” demek yanlıştır. Bazı zamanlar vardır ki ölüm cezası gerekli hale gelir, bazen ise gereksizdir. Kur’an’da illa “öldürün” demiyor, “bedel alın” (diyet/tazminat) ya da “affedin” de diyor. Bu durum üç ayrı uygulamanın olabileceğini gösterir. “Affedin” ölüm cezasının olmaması, kalkması, diyet/tazminat da ölüm dışında başka bir cezanın olabileceğini gösterir.

Dinlerin şiddet ile ilişkisi, özelde de kurban ve sünnet ile ilgili yorumunuzu merak ediyorum. Bu iki ritüelin doğaya ve insana tahakkümü meşrulaştırdığı şeklinde eleştiriler var.

Allah insanı yaratırken melekler “Yeryüzünde kan dökecek, fesat çıkaracak birini yaratacaksın.” dediler. Bu, şiddete itiraz demektir. Kuranda leş, kan, domuz eti ve üzerine Allah’tan başkasını ismi anılarak kesilenler haram kılınmış, yasaklanmıştır. Leş yemek demek, eski çağlarda hayvanların veya öldürülen düşman askerlerinin etini yemek anlamına geliyordu. Düşmanın cesur savaşçılarını öldürdükten sonra kanlarını içerlerdi. Kanda ruh olduğuna inandıkları için o cesaretin kendilerine geçeceğine inanırlardı. Şiddet bu boyutlardaydı. Bunu yasaklıyor. Yeryüzündeki ilk yasak şiddet yasağıdır; adam öldürme, kesme, kan içme yasağıdır. İnsanlar zaten evrimsel süreçte ilk olarak yeme-içme ile ilgili, adam öldürmeyle ilgili ve cinsellikle ilgili tabular ortaya çıkarmışlardır. Ensest ilişki ve rastgele cinsel ilişki gibi. İlk insanlar buna “tabu” demişlerdir. Daha sonra dini dilde buna “şeriat” denmiştir. Şeriat hukuk demektir. Şeriat sana diyor ki “insan öldürme, kan içme, fesat çıkarma, hayvanları öldürme, leş yeme ve rastgele cinsel ilişkide bulunma”. Bir ailen olsun, çocukların olsun ve bir evde otur. Bunlar insanlığı ilerletmiştir. Bunlara uydukça insanlık durumu gelişmiştir. Kuran’ın şiddeti yasaklamasındaki mantık buraya dayanır. Allah’tan başkasının ismi anılarak kesilenleri de yasaklıyor. Bu ne demek? Bu da yeryüzünde ancak Allah’ın izin verdiği şeyi yiyebilirsiniz. Onun dışında, karıncayı dahi incitemezsiniz. Siz, Allah’ın yarattıklarını nasıl olur da, sahibi kendinizmiş gibi davranırsınız?  Allah’ın mülküne sahip çıkarak, tasarrufta bulunarak onları öldürür, keser, şiddet uygulayarak yersiniz? İşte bu yasaklanıyor. “Üzerine Allah’ın ismi anılmadan kesilenler” bu demek. Yani Allah’tan “izin” alınmadan kesilenler, öldürülenler demektir. Ama İslam’da Hinduluk’ta olduğu gibi bir etyemezlik, hiçbir şeyi öldürmeme inancı yoktur. İnsan beslenmesine ve üremesine yetecek kadar hayvan kesilmesine “izin” verilmiştir.

Şiddeti tam tersine azaltan, kontrol eden ritüeller olarak görüyorsunuz. Kurban şiddeti insanlara öğretmekle eleştiriliyor  ama siz şiddeti sınırlandıran bir şey olarak görüyorsunuz.

Yok öyle de görmüyorum. Aslında İslam’da kurban sadece hacda, sınırlı sayıda, hacca gelenlere ikram olsun diye öngörülmüştür. Kurban kesmek diye bir ibadet öngörülmemiştir. “Kurban kes.” filan denmiyor yani. Halkın kurban kesmesi İslam’dan kaynaklanmıyor. Mısır’a git bayramın birinci günü, tek tük kesen görürsün, o da kesin Türk’tür. İran’da bayram günü dolaştım, tek tük gördüm; onlar da baktım Türk’tü. Anadolu’ya, Orta Asya’dan gelen, Kırgızistan’dan, Kırım’dan, Şaman Kültürü’nün yayıldığı yerlerden gelen, çılgınlık derecesinin üstünde bir kurban kesme adeti var. İslamiyet’e göre kurban kesmek ibadet değildir, sadece haccın bir ritüelidir. Hacca gidenler için müstehaptır, o kadar.

Kurban Bayramı derken yanlış mı yapıyoruz?

Kurban, yakınlaşma bayramıdır. Hediyeleşeceğiz. İlla kan mı dökeceğiz yani, kan dökmeden olmuyor mu bu işler? İkram ille et mi olur? Allah, kan dökülmesinden hoşlanan bir tanrı değil. Zaten “Yeryüzünde kan ve fesat çıkaracak birisini mi yaratacaksın?” sözü, yani kana karşı bir tutum var kitapta. Hacda kesilenleri, hem kendiniz yiyin hem de yoksullara dağıtın denmiştir. Ama sonra herkesin yapması gereken bir ibadete dönüşmüştür. Bu kadarı fazla, gerek yok.

Sünnet hakkında, çocuklara yönelik şiddet olduğunu, çocuklarca öyle algılandığını düşünenler var.

Sünnet dini bir gereklilik değildir. Bir Orta Doğu kültürüdür. İslamiyet orada doğduğu için, Müslümanlar da örf , kültür olarak benimsemiştir. Bu hususta ne bir ayet vardır, ne de dini anlamda söylenmiş yaptırım ifade eden peygamber emri vardır. Bir adam sünnet olmazsa cennete giremez mi? Girer. Cennetin kapısında melekler milletin sünnetli olup olmadığına mı bakacak? Gelenek, kültür; dinle bir ilgisi yok.

DİYANET’İN TEMSİL ETTİĞİ, DİNİN AFYON YÜZÜDÜR. HALKI UYUŞTURMAK İÇİN VARDIR, İNSANLARI AYDINLATMAK İÇİN DEĞİL.

Din eğitimi nasıl olmalı? Din ve ahlak bir arada verilmeli mi?

Zorunlu din bilgisine gerek yoktur. Devletin vereceği din kültürü, devletin görüşünü yansıtacaktır. Devlet bir din yorumunu tercih eder. Dini yorum yapmadan anlatacağım derse bile bu mümkün değildir, mutlaka bir yorumu tercih edecek. Ali mi haklı, Muaviye mi haklı? Ne diyeceksin buna? Devletin buraya girmesine gerek yok. Devlette bir diyanet kurumu olmasına da gerek yok. Diyanet, Türkiye’nin laik ülke olmadığının göstergesidir. Türkiye Bizansist ülkedir. 500 yıldır, Bizans devralındığından bu yana Türkiye’de bir devlet vardır. Ondan evvel akıncı beylikleriydi, tam devlet değildi. İstanbul’un fethinden sonra imparatorluk oldu, devlet haline geldi ve 3 bin yıllık Mezopotamya-Akdeniz coğrafyasının devlet geleneği, Mısır’dan, İran’dan, Bizans’tan sonra Osmanlı’ya geçti. Osmanlı’nın din tercihinin Bizans’tan farkı yok. Burada asıl olan devlettir, din onun güdümüne verilir. Din devletin ayakta durması için bir payandadır. Diyanet’in temsil ettiği, dinin afyon yüzüdür. Halkı uyuşturmak için vardır, insanları aydınlatmak için değil. Otoritenin yanlış kullanımına karşı halk ayaklansa diyanet hemen açıklama yapar “itaat edin,” diye. Ayetler filan okur. Bu, devletin güdümüne verilmiş bir dindir. Bir defa dini buradan kurtarmak gerekir. Her şeyin özgürleşmesinden bahsediyorsunuz ama dinin özgürleşmesinden neden bahsetmiyorsunuz? Din devletin güdümüne bağlı olamaz. Din tamamen halkın gönüllü tercihlerine ve vicdani yönelişlerine bağlı olarak var olur. Devlet önlem alacak, serbest bırakacak, kolaylaştırıcı olacak. Aleviler istiyorsa cemevini açacak. İstiyorsa oraya ibadethane de diyecek. Aleviler’in yapmış olduğu cemevleri ibadethane midir, değil midir; devlet bu tartışmaya girmeyecek. Camiler ibadethane mi ki ? İbadetin ne olduğu ayrı bir tartışma konusu, biraz uzar buraya girersek.

Devlet ahlak öğretmeli mi?

Okullarda, camilerde, hastanelerde; buralarda devletin işi yok. Devlet sadece buralarda şiddet, nefret, ötekileştirme var mı yok mu ona bakacak. Ahlaki bir nizam vermesine de gerek yok. Müfredatla filan uğraşmasına da. Diyanet teşkilatına, eğitim bakanlığına, sağlık bakanlığına gerek yok. Bunların hepsini biz yaparız; halk bunların hepsini, hem de devletten daha iyi yapar. Devlet önlem alsın, adaleti sağlasın, güvenliği sağlasın yeter. Haksız rekabetin önüne geçsin. Zenginin yoksulu ezmesini, sömürmesini engellesin. Zayıfın, kimsesizin yanında olsun. Ben siyasi noktada özgürlükçüyüm. Anarşist bir gelenekten geliyorum, bir zamanlar devlete tamamen karşı çıkardım. Şimdi sadece adalet için gerek vardır diye düşünüyorum. Adaleti sağlamak demek, dengeyi, eşitliği sağlamak demektir. Adalet duygusunun güncel pratikte bir kamu gücüne ihtiyacı var. Nihai ülkü olarak ise cennet yani sınıfsız, sınırsız, mülkiyetsiz, devletsiz, polissiz, iktidarsız toplum var.

KURAN DİYOR Kİ “SİZİN EN ŞEREFLİNİZ, EN ÜSTÜNÜNÜZ EN ÇOK SAKINANIZDIR”. DOĞAYA, ÇEVREYE VE İNSANA, ALLAH’IN YARATTIKLARINA EN AZ ZARAR VERENİNİZ EN ÜSTÜNÜNÜZDÜR.

Dengeyi sağlamaktan bahsettiniz. Ekolojik sorunlara, enerji politikalarına ve nükleere yönelik tutumunuz nasıl?

Kuran’da “Yerlerin ve göklerin yaratılışı, insanınkinden daha büyük bir olaydır” der. İnsanmerkezli düşünceye katılmıyorum. İnsan evrenin sahibi değil, mensubudur. Teslimiyet bunu gerektirir, önce teslimiyet gösterelim. “Her şey insan için yaratıldı” demek, insan sorumluluk yüklendi, diğerleri adına da düşünecek demektir. Onların senin emrine verilmesi bu demektir. İstediğin gibi kullanmak, zalimlik yapmak için değil. Allah’ın yarattığı evrene zarar vermemek gerekir. Kuran’da takva sakınmak demektir. Neden sakınmak? İnsana, çevreye, doğaya zarar vermekten sakınmak. Kim sakınıyorsa o takva sahibidir. Kuran diyor ki “Sizin en şerefliniz, en üstününüz en çok sakınanızdır”. Doğaya, çevreye ve insana, Allah’ın yarattıklarına en az zarar vereniniz en üstününüzdür. Bu ne demek? Kuran’da muazzam bir insan hakları ve çevre duyarlılığı var. Hac’ta avlanma yasağı vardır. İhrama girersin. Beyaz bir elbise. Statülerin görülmeyecek, eşitleneceksin ve orada karıncayı dahi incitmeyecesin.  Kimseye zarar verici, kötü bir söz söylemeyeceksin. Avlanma, öldürme gibi şeyler kesinlikle olmayacak ihram boyunca. İnsanlara ve doğaya zarar vermeme öğretiliyor.

AKP kendisini muhafazakar ve bazen dindar olarak tanımlıyor ama orman arazileri konusunda, yatırım yapılacak alanlar konusunda hiç değiller gibi.

Allah’a inanıyorlar ama güvenmiyorlar. Ondan kaynaklanıyor. Allah’a inanmak demek aslında güvenmek demek. Neye güveneceğiz? Doğaya güveneceğiz, yağmur yağacak, nebat bitecek, gece ve gündüz birbirini kovalayacak, mevsimler birbiri ardına gelecek. Buna güvenin, bu esnada sana lazım olan rızkları doğa üretecek. Yani Allah sana rızk verecek. Yapılan bir araştırmada şu ortaya çıkmış. Hiç kimse hiçbir şey yapmasa, doğa kişi başına 800 dolar değer üretiyor. Hak ve adalet ile bölüşsek gül gibi yaşayacağız. Savaşa, işgale gerek kalmayacak. Ekoloji, doğa insanlara yeter. Allah nüfusu rızka göre ayarlamıştır. Mümin olarak buna inanırız. Kader de bu demektir aslında. Bir insan ana rahmine düştüğü an, gökteki yağmur bir damla, yerdeki nebat bir tutam artar. Allah’a güvenmek bu demek.

Buna güven olmayınca, piyasaya güveniyoruz.

Aç kalacağız korkusu, gelecek endişesi yaratılıyor. O zaman insan biriktirmeye başlıyor, ele geçirmeye başlıyor. Küt diye öldüğü zaman da mezara hiçbir şey götüremiyor. O zaman ne gerek var kardeşim, mezarın altında eşitleniyorsak, neden üstünde de eşit olmayalım? Nüfus belli, ihtiyaçlar belli ve sınırlı, ihtiraslar sınırsız. Yağmur damlası bellidir, ne kadar hayvan üreyeceği, ne kadar nüfus olacağı, ne kadar buğday biteceği bellidir. Sen bunlardan bir tanesini fazlaca ele geçirdiğin zaman bil ki, nüfusun geri kalan kısmı ondan mahrum olacaktır. Zengin yoksul arasında uçurumun nedeni de bu. Doğaya dönmeme, Allah’ın rızkına güvenmeme…

Nükleer enerji ve HES’ler ile ilgili ne düşünüyorsunuz?

Nükleer insanlara zararlı bir gelişmedir. İhtiyaçtan değil, ihtirastan üretilmiştir. Dünyanın muhterisleri var. Büyük güçler var, asıl onların elindeki nükleere karşı tavır almak gerekir.

YILLARCA DIŞLANMIŞ VE DEVLETE YAKLAŞTIRILMAMIŞ, NİMETLERDEN YARARLANAMAMIŞ AÇ MUHAFAZAKARLAR ESKİ TÜRKLER’DEKİ YAĞMA KÜLTÜRÜYLE SALDIRIYORLAR.

AKP her şeye rağmen yapmak istiyor.

Nükleer enerji şart değil. Alternatif enerjilere yönelmek gerek. Hükümetin bu konuda bir politikası olduğunu zannetmiyorum. Hükümetin siyaseti talan ve çapul siyasetidir. Ele geçirme üzerine. Nükleer insana zararlı mı, değil mi, düşüneceklerini zannetmiyorum. Yıllarca dışlanmış ve devlete yaklaştırılmamış, nimetlerden yararlanamamış aç muhafazakarlar eski Türkler’deki yağma kültürüyle saldırıyorlar.

 

Söyleşi ve Fotoğraflar: Murat Köylü – Yeşil Gazete

More in Röportaj

You may also like

Comments

Comments are closed.