Yazarlar

Gezi Parkı, sokak çocuğu, biz ve hayallerimiz… / Oya Ayman

0

17 gün parkta kalıp, yemek pişiren, çöp toplayan, erzak taşıyan arkadaşım yanıma yaklaşıp şunları söylemeseydi belki de bu yazıyı yazacak gücü kendimde bulamayacaktım. Uzun zamandır kelimelerim yetersizdi, her şey o kadar hızlı değişiyordu ki…

Cumartesi günü Gezi Parkı boşaltılmadan önce bir sokak çocuğu, arkadaşıma “Abla gitmeyin, siz gidince biz çok yalnız kalıyoruz” demişti. Bu sözleri bana aktardığında, günlerdir pek çok insan gibi boğazıma yerleşen düğüm geri geldi, birşey diyemedim.

Yaşıtları sofraya gelen yemeği seçme özgürlüğünü yaşarken, karnını doyurmak için çaba göstermek zorunda kalan bu küçük çocuğun dileğinin altında yatan duygunun, hepimizin Gezi Parkı’ndaki ortak ruha duyduğu hayranlığın altında yatanlarla benzer şeyler olduğunu düşünüyorum.

Bizler için düşlerimizin gerçekleşmesi gibiydi Gezi Komünü, onlar için de bir düş olmalıydı. Kimsenin umursamadığı, itip kaktığı, kimselere güvenemeyen, kendini sürekli savunmaktan sertleşmiş bu çocuklar onlarla parkta yatan, aynı yemeği yiyen, oyun oynayan, elindekileri paylaşan, onları dinleyen, güldüren, okşayan insanları sevdiler.

Sokakları evi belleyen bu çocuklar, canı pahasına korumak istediği ağacın gölgesini evi sayan insanların şarkılarını, masallarını dinledi. Belki de ilk kez güven içinde uyudu parkta… Kulağına çalınmış ama pek anlam veremediği “barış içinde yaşama”nın ne demek olduğunu gördü.

Va okulda, sokakta ya da televizyonda görmediği bir sürü başka şeyi gördü, yaşadı…

Zor şartlarda da olsa gülünebileceğini…

Dayanışmanın, yardımlaşmanın insanları nasıl birarada tuttuğunu…

Yoga yapanları, saksafon çalanları, karikatür çizenleri, yaralı insanları ve hayvanları tedavi edenleri, çadırının önünü süpürenleri…

Parkta sebze yetiştirilebileceğini, farklı  takımı tutanların birlikte halay çekebileceğini, farklı bayrakları taşıyanların ağaçların altında biraraya gelebileceğini…

Kocaman laflar edenlerin, sessiz oturanların, plazada çalışanların, atölyede ter dökenlerin, lezbiyenlerin, gaylerin, müdürlerin, öğretmenlerin, doktorların, avukatların, milletvekillerinin, işçilerin, memurların, seyyar satıcıların, gazetecilerin, yazarların, çiftçilerin, sinemacıların, reklamcıların, esnafın, annelerin, babaların, amcaların, teyzelerin, çocukların, gençlerin hep birlikte şarkılar söyleyebileceğini…

Belki ilk kez birileri ona resim yapması için kağıtlar, boyalar verdi, karşılık beklemeden… Onun yaptıklarını alkışladılar, iplere asmaya, sergilenmeye değer buldular…

Taksim’in ortasında binlerce kişiyle Beethoven’ın sonatlarını dinledi, parkta namaz kılanları rahatsız etmemek için susanları gördü, eşyalarını tanımadığı insanlara güvenle teslim edenlere tanık oldu, V for Vendetta’yı izlemese de, Çav Bella’nın anlamını bilmese de onların ardındaki hikâyeyi yaşadı.

Sadece o değil, hepimiz açtık bu güvene, dayanışmaya, şiddetsizliğe, paylaşıma, katılmaya, lafımızın dinlenmesine…

O çocuklar, gençler ve bizler hiç bir okulun öğretmediği şeyleri gördük, keşfettik, öğrendik…

O dilek ağacını yakmış olsalar da dileklerimiz hiç bitmeyecek.

O sokak çocuğu Gezi Parkı’nda yaşadıklarını gördüklerini hiç unutmayacak, ağaçların sökülmesine izin vermeyecek, gökyüzünün altında barış ve güven içinde yaşamanın mümkün olduğunu bilecek, umutlarında, kurduğu hayallerde hep bir Gezi Parkı olacak.

Ve bizler de o sokak çocuğu gibi yaşadıklarımızı, gördüklerimizi hiç unutmayacağız. Yazmaya, konuşmaya, yaymaya devam edeceğiz.

Ve Gezi’yi sosyal medyadan nasıl meydanlara, parklara taşıdıysak, şimdi de kendi evlerimize, sokaklarımıza, mahallelerimize, işyerlerimize, köylerimize taşımanın zamanı.

Eğer Gezi Parkı sıradan bir belediye parkı değil, bostanıyla, forumuyla, sanat alanlarıyla, yoga yapanlarıyla, hatta kamp kuranlarıyla herkesin kullandığı bir alan olsaydı insanlar parklarına sahip çıkmak için bu kadar geç kalır mıydı?

Ve şimdi bütün parklarda nasıl bir park, nasıl bir kent, nasıl bir yaşam istiyorsak onu konuşmalıyız…

AVMlerde zaman geçirmek yerine parklarımızda bostanlar yapmalıyız.

Obezleşen kentleri şişirmek, tüketimden beslenerek yüceltilen kentler yerine sürdürülebilir, kendine yeten yerleşimleri ve küçük çiftçinin kente göç etmemek için direndiği kırsalı desteklemeliyiz.

Bize temiz hava veren kutsal bildiğimiz ağacın sökülmesine karşı çıkarken, iklimi değiştireceği için termik santrallere, nehir yaşamını tehdit ettiği için devasa HES projelerine, tarım yapılan alanları, yer altı sularını kirlettiği için altın madenlerine,  gıda bağımsızlığımızı tehdit ettiği için tohumların tekelleşmesine, sağlığımızı ve biyolojik çeşitliliğimizi tehdit ettiği için GDOlara, ormanlarımızı yok ettiği için plansız/vahşi yapılaşmaya da karşı çıkmalıyız.

Ama Gezi Parkı’nda olduğu gibi karşı çıkarken, yerine koymak istediğimizi de göstermeliyiz. Yaşadığımız yeri temiz tutmalı, geri dönüştürmeli, yeniden kullanmalı, güneş enerjisinde yemek pişirmeli, mahalle bahçelerinde sebze ekmeli, her köşe başında çocukları düşünmeli, bunları yaparken yardımlaşmalı, dinlemeli, halaylar çekmeli, komiklikler yapmalı, şarkılar söylemeliyiz.

Aynı Gezi Parkı’nda olduğu gibi kentimize, köyümüze, ormanımıza, nehirlerimize, göllerimize, denizlerimize, tohumlarımıza, gıdamıza sahip çıkmalı, etrafımızda olan biteni daha iyi anlamalıyız.

Ve Gezi Parkı’nda olduğu gibi insanın, hayvanın ve doğanın haklarını birbirinden ayrı görmeden, bu haklar için çalışanlara destek olmalıyız.

Belki o zaman her yer Gezi her yer direniş olur…

Belki o zaman sokak çocuğunun dileği gerçek olur…

paylaşmak için tklynz / click for to share

 

 

Oya Ayman

 

More in Yazarlar

You may also like

Comments

Comments are closed.