Enerjiİklim KriziManşet

Gezegenimizi kurtarabilmek için acaba gerçekten yaşamı ağırdan mı almalıyız?

0

Yazan: Bill McKibben

Yeşil Gazete için çeviren: Burak Yıldız ve Hanife Aliefendioglu

***

John Maynard Keynes bir keresinde, “diyelim ki M.Ö. 2000’li yıllardan 18’inci yüzyılın başına kadar, yeryüzündeki medeniyet odaklarında yaşayan ortalama insanın yaşam standardında kayda değer bir değişiklik olmadığını” belirtmişti: “Mutlaka inişler ve çıkışlar söz konusuydu: vebanın, kıtlığın ve savaşların getirdiği yıkımlar veya parlak dönemler. Bir ilerleme olmaksızın, şiddetli bir değişim yaşanmadı.” En iyi ihtimalle, Keynes son 4000 yılda insanların ortalama yaşam standardının en fazla iki katına çıktığını hesapladı, zira dönemin başlarında ateşi, bankacılığı, yelkeni, sabanı ve matematiği çoktan öğrenmiştik. Bu süreçte ekonomideki büyümeye ivme kazandıracak pek az yeni bilgi edinmiştik ve bu süre boyunca gezegenin işleyişi büyük ölçüde, rüzgar ve suyun gücüyle desteklenerek insanların ve hayvanların kas gücüyle sağlanıyordu. Sonrasında, 18’inci ve 19’uncu yüzyıllarda yanabilen kömür, gaz ve petrolden istifade etmeye başladık ve böylece taşlar yerinden oynadı. Öyle ki bir varil petrol 5,8 milyon İngiliz termal birimi eşdeğerinde enerjiye tekabül ediyor. Institute for the Study of Energy & Our Future Direktörü Nate Hagens bu konuda sayısal bir hesaplama yaptı: “Bir varil petrol, 25 bin saatlik zorlu insan emeğine, yani 12,5 yıllık çalışmaya eşdeğer miktarda enerjiye sahip. Bu da saat başına 20 dolardan hesaplandığında varil başına 500 bin dolarlık bir emek demek.” Bu haftanın piyasa fiyatıyla bir varil petrol yaklaşık 70 dolara mal oluyor.

Enerjide yaşanan bu devrime özgürleşme demek pek de inandırıcı olmuyor. Birdenbire insanlar rahatlıkla yaşadıkları köylerin dışına çıkabilir, kendilerine biraz mahremiyet sağlayacak kadar büyük konutlar inşa edebilir veya isterlerse bütün gece ayakta kalıp kitap okuyabilir hale geldiler. Ekonomik açıdan durağan geçen 4000 yılın ardından, birdenbire ortalama yaşam standartlarının birkaç 10 yıl zarfında ikiye katlandığı ve bunun sonrasında sürekli olarak tekrar tekrar katlanarak arttığı bir dünyada bulduk kendimizi. Bu durum o kadar hoşumuza gitti ki, artık bu durum siyasi yaşamımızın varoluş nedeni haline geldi. ABD‘de kişi başına düşen Gayri Safi Milli Hasıla (GSMH) 1947 ile 1960 yılları arasında yüzde 24 artarken, başkanlık seçimleri sırasında kampanya yürüten Jack Kennedy, Rusya‘nın büyüme hızının “üç kat daha hızlı” olduğuna dikkat çekmiş ve görevde olduğu süre boyunca bu farkı kapatmaya çalışmıştı. GSMH 1961 ve 1965 yılları arasında yılda yüzde 5’in üzerinde bir oranda büyümüş ve bu 10 yılın sonunda yoksulluk sınırında yaşayan ABD’lilerin yüzdelik oranı hemen hemen yarı yarıya düşmüştür. Amerikalıların üzerinde mutabık kaldıkları bir şey varsa o da daha fazlasını istedikleriydi. Örneğin Cumhuriyetçilerin Başkan Yardımcısı adayı Jack Kemp 1996 kampanyasında büyüme hızının iki katına çıkarılmasını şart koşarken, Bill Clinton‘ın Hazine Bakanı Larry Summers “Amerikan ekonomik büyümesine yönelik hiçbir ‘hız sınırını’ kolay kolay kabul edemeyiz ve etmeyeceğiz. Ekonomiyi büyütmek ekonomi politikasının görevidir” demişti.

Öte yandan, büyümeye yönelik bir eleştiri savaş sonrası yıllarda ortaya çıkmaya başlamıştı. Bu eleştiri 1972 yılında kendilerini İnsanlığın geleceği için ortak bilgi paylaşımı yapan dünya vatandaşları grubu olarak tanımlayan kar amacı gütmeyen bir düşünce kuruluşu olan Roma Kulübü [the Club of Rome] bünyesinde yayımlanan “Büyümenin Sınırları” [the Limits to Growth, LTG] başlıklı raporda yer alıyordu. Massachusetts Teknoloji Enstitüsü (MIT) bünyesinde çalışan ekonomistlerden oluşan bir heyet, bilgisayar modellerini (o zamanlar yeni bir gelişmeydi) kullanarak, o zamanki mevcut oranda büyümeye devam edersek, gezegenimizin ekolojik çöküşü 21’inci yüzyılın ortalarında görebileceğini gösterdiler. Söz konusu öngörünün yerinde olduğu bir rapor ortaya çıktı: Mayıs ayının son gününde Nature dergisinde yayımlanan bir rapor, incelenen sekiz “güvenli ve adaletli gezegensel sınırlardan yedisini (yeraltı su kaynakları ve aşırı gübre kullanımından aşırı sıcaklığa kadar) çoktan aştığımız sonucunu ortaya koydu. Makalenin başyazarı ve aynı zamanda Potsdam İklim Araştırmaları Enstitüsü (PIK) Direktörü Johan Rockström konuyla ilişkin gazetecilere yaptığı açıklamada, “Temelde tüm bu konularda yanlış yönde ilerliyoruz” dedi.

Ve böylece “Büyümenin Sınırları” eleştirisi elli yıl sonra yeni bir güçle yeniden ortaya çıktı. Geçtiğimiz Mayıs ayında Avrupa Parlamentosu‘nun 20 üyesinin desteğiyle Brüksel‘de üç günlük bir “Büyümenin Sınırları” konulu çalıştay düzenlendi. The Economist gazetesinin de belirttiği üzere, bundan beş yıl önce düzenlenen benzer bir toplantıda “katılım az” ve birkaç komite salonuyla sınırlı kalırken, bu kez “binlerce kişi hem AB’nin devasa yarım dairesel salonuna hem de çevresine doldu taştı” ve başta açılış konuşmasını yapan Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen olmak üzere “Brüksel’in büyük patronları saygı duruşunda bulunmaya geldi”. “Büyümenin Sınırları” raporunda “Seleflerimiz eski kıyılara bağlı kalmayı ve bunlardan çok uzaklaşmamayı seçti. Büyüme paradigmalarını değiştirmeyip petrole bel bağladılar. Ve bunun bedelini sonraki nesiller ödedi” ifadeleri yer aldı.

The Economist’in değerlendirmesi öngörülecek şekilde müstehzi oldu ve katılımcılardan birinin toplantıyı “Kırmızının 50 Tonu” ile gelen “sistem değiştiriciler için Woodstock” şeklinde nitelendirdiğini aktardı. Ne var ki söz konusu makalede dile getirilen makul bir nokta, hatta hayati bir nokta var: “Beşeri faaliyetlerin yarattığı etkilerin azaltılmasının” yegane yolu bizi fosil yakıtlar dünyasından uzaklaştıracak çevre dostu teknolojilere yatırım yapmak değil midir? Gerekli elektriğin sağlanması amacıyla güneş panelleri ve rüzgar türbinlerinden bahsetmeye gerek bile kalmadan elektrikli araçlar, ısı pompaları ve ocaklar konusunda topyekun bir hamle yapmamız gerekmez mi? Degrowth [büyümemek, küçülmek] hareketinin verdiği yanıt en azından üstü kapalı bir hayır olmuştur. Öte yandan Kanadalı gazeteci Andrew Nikiforuk, gerekli ölçekte elektrik üretmek ve kullanmak maksadıyla ihtiyaç duyulan madenlerin çıkarılması sebebiyle yaşanacak bir çevre dostu enerji artışının “korkunç ekolojik maliyetleri” beraberinde getireceğini yazdı. Nikiforuk “daha az tüketebilmemiz, daha az seyahat edebilmemiz, daha az inşa edebilmemiz, daha az israfla karnımızı doyurabilmemiz” amacıyla “1960’ların yaşam standartlarına” dönmemizi öneren enerji ekoloji uzmanı Vaclav Smil‘den alıntı yaptı. Bu görüşün etkisi büyük; zira yeni lityum madenleri, iletim hatları veya güneş enerjisi çiftliklerine karşı çıkanlar, giderek artan bir oranda görüşlerinin bir kısmını daha az tüketmemiz gerektiği düşüncesine dayandırıyor. “Gazeteci Christopher Ketcham, ‘Ekolojik çöküşü önlemek istiyorsak, Homo sapiens‘in, biyosferin yenilenme [rejeneratif] ve özümseme [asimilatif] kapasitesi dahilinde refaha ulaşabilmesi doğrultusunda ekonomide ve nüfusta küçülme, daralma ve sadeleşme peşinde koşmalıyız’ diyor. Başka bir deyişle, gezegenimizin biyofiziksel sınırları dahilinde yaşamalıyız.”

Benim her iki görüşe de sempatim var. Bundan 15 yıl önce, hem ekolojik gerekçelerle hem de bizi pek fazla mutlu etmediğine dair hatırı sayılır kanıtlar olduğu düşüncesinden hareketle sınırsız ekonomik büyümeye karşı çıkan Deep Economy: The Wealth of Communities and the Durable Future [Derin Ekonomi: Toplumların Zenginlik Düzeyi ve Sürdürülebilir Gelecek] adlı bir kitap yazdım ve israfçı tüketim anlayışına karşı kampanyalar yürüttüm, SUV‘ye [spor amaçlı taşıt] karşı ilk protestolardan birinin düzenlenmesine yardımcı oldum. Bununla birlikte büyük ölçekli yenilenebilir enerji üretimini de savundum. Acaba her ikisini de gerçekleştirmenin bir yolu yok mudur: Hem çevreci teknolojileri kullanarak fosil yakıt çağının getirdiği ağır yükü hafifletmenin hem de daha istikrarlı ve dengeli bir medeniyet yaratmanın bir yolu var mıdır?

Gelin konuya çevre dostu bir gelecek kurmanın gerçekten mümkün olup olmadığı sorusuyla başlayalım: Yani bunu gerçekleştirebilecek kadar madencilik ve üretim yapabilir miyiz? Degrowth evangelistleri -örneğin, önümüzdeki 20 yıl içinde, son 4000 yılda ürettiğimizden daha fazla elektrik iletkenliğini haiz miktarda bakır çıkarmamız gerekeceğini söyleyenler- bunun esasen imkansız bir iş olduğunu ispatlamak amacıyla muhtelif öngörülerde bulunuyorlar. Birkaç yıl önce Andrew Nikiforuk, çevre dostu teknolojilere geçileceğini öngörenlerin “milyonlarca pil, rüzgar değirmeni, güneş panelleri, iletim hatları ve bunlarla ilintili teknolojilerin yapımını düşlediklerini, ancak bakır, nikel, kobalt ve büyük olasılıkla adını hiç duymadığınız disprozyum ve neodimiyum gibi ender bulunan minerallerin çıkartılmasında gereken yoğunluğu önemsemediklerini” yazmıştı. “Modern teknolojik toplumun en büyük yalanlarından biri de bitmek tükenmek bilmeyen mineral zenginliğidir.” Oysa geçtiğimiz 10 yıl önce, büyümeye kuşkuyla bakanların büyük bir kısmı gezegende petrol tükenmek üzere olduğunda diretiyordu; bunun yerine gelişen hidrolik kırma teknolojisi sayesinde petrol arzı artarken fiyat da düştü. Şimdi bu minerallerde de aşağı yukarı aynı durumun yaşanması mümkündür.

Geçtiğimiz ocak ayında, ABD kentlerinden Berkeley‘deki Breakthrough Enstitüsü‘nden bir araştırmacı liderliğinde toplanan bir ekip, “75 farklı iklim-enerji senaryosunu” değerlendirdiği bir çalışma yayımladı ve belirli madenlerin çıkarılması durumunda madencilik faaliyetlerinde kayda değer bir artış gerekecek olsa da, mevcut jeolojik kaynak rezervlerinin yeterli olduğu sonucuna vardı. Araştırmanın başındaki yazarlardan biri olan ve “Stripe” adlı teknoloji şirketinde iklim bilimci olan Zeke Hausfather, “Karbondan arındırma süreci büyük ve çetrefilli olacaktır, yine de bu işin üstesinden gelebiliriz” dedi. Çalışmanın hesaplamalarının, bu metal dalgasını çıkarmak için önemli miktarda fosil yakıt enerjisi gerekeceğini, ancak bunun iklim hedeflerini tehlikeye atacak kadar fazla olmayacağını gösterdiğini de sözlerine ekledi. Üstelik yalnız birkaç yıl önce Nikiforuk’un bol miktarda kobalt kaynağına bel bağlamamamız gerektiğine dair öngörüsü makul görünüyordu; zira fiyatı ton başına 82 bin dolara kadar yükselmişti. Ancak yeni kaynaklar ortaya çıktı; Endonezya‘da madenler açıldı ve diğer madenciler atık yığınlarında kalanları ayırmaya başladı. The Economist gazetesi, bir yıl içinde fiyatın ton başına 35 bin dolar seviyesine gerilediğini ve bunun “tarihin en düşük değerlerinden çok da uzak olmadığını” belirtti. Derginin tahminine göre fiyat 2025 yılına kadar yavaşça yükselecek ve bu tarihte ilk dalga EV [Elektrikli Araç] pilleri geri dönüşüme hazır hale gelerek yeni talebi azaltacak. Kapitalizmin sayısız kusuru var, ancak talep karşısında arz üretme kabiliyetini inkar etmek zor.

Ancak bu arzın çevresel ve sosyal maliyeti çok mu yüksek olacak? Ya da insanların sosyal medya platformu X‘te (Twitter) sık sık dile getirdiği gibi, bir felaketle (iklim değişikliği) başka bir felaketi takas etmiş olmuyor muyuz? Nikiforuk şöyle yazıyor: “Sözde yeşil bir dünya, nadir toprak (elementleri) üretimi ve rafine edilmesinde ve sözde yeşil teknolojilerde lider olan Çin‘e çok benzeyecektir. Ne var ki çevre konusunda öncü olan Çin’i savunan batılı çevreciler saklı tutulan ekolojik maliyetleri göz ardı ettiler: kirlenmiş köyler, kanserle boğuşan vatandaşlar ve yığınlarca elektronik atık.” Bu yeterince doğru; Gana‘daki ithal e-atık dağlarından ve buna benzer bir düzine felaketten bahsetmiyorum bile, bu Çin köylerinden bazılarını gördüm. Aynı zamanda boyanmamış halde duran rüzgar türbinlerinin bölgedeki kuş popülasyonlarını riske atabileceği ve güneş panellerinin önemli miktarda yer kaplaması gerektiği de doğrudur. Geçenlerde liberal bir kayak kenti olan Telluride, Colorado‘da bir konuşma yaptım; bu yerde belediye komisyon üyeleri, sakinlerin bölgenin “endüstriyel bir park” gibi gözükmesinden endişe ettiklerini dile getirdikleri bir toplantının ardından güneş enerjisi çiftliklerine altı aylık bir moratoryum (borçlarını ödeme zorunluluğunun kaldırılması) getirmişlerdi.

Yine de bu tür bir zarar, doğası gereği bölgeseldir. Bu zarar gerçek insanları, hayvanları ve mekanları etkiler, ancak çoğu zaman insanlarla, hayvanlarla ve mekanlarla sınırlı kalır. Halbuki fosil yakıtların verdiği zarar küresel ve varoluşsaldır: Tıpkı asit maden drenajında gördüğünüz gibi karbondioksiti aynı şekilde göremezsiniz fakat iklim değişikliği şimdiden Dünya’nın en temel süreçlerinde tahribata yol açmaktadır: jet akımı, Körfez Akıntısı, hidrolojik çevrim. Kuşkusuz biyologlar bu aşırı ısınmanın her şeyden önce Dünya’nın altıncı kitlesel yok oluşunu tetiklediğini söylüyor; Birleşmiş Milletler ise bu yüzyılda bir milyardan fazla insanın yaşadıkları yerden ayrılabileceğini öngörüyor. Bunun yanı sıra fosil yakıtlar beraberinde hemen hemen akıl almaz boyutlarda başka beşeri maliyetler de doğuruyor: Eldeki son veriler dünya genelinde her beş ölüm vakasından birinin kömür, gaz ve petrolün yakılması neticesinde ortaya çıkan, solunan partiküllerden kaynaklandığını gösteriyor. Bu ölümlerin üzerinde muhabirler, akademisyenler ve insan hakları savunucuları pek durmuyorlar, keza ölen insanlar teker teker ölüyor ve hepsi birden ölmüyor. Öte yandan bu ölümlerin sayısı, madencilik faaliyetleri sebebiyle hayatını kaybeden insanların sayısından çok daha fazla ve söz konusu bu ölümleri azaltabilmenin tek yolu fosil yakıtların yakılmasına son vermekten geçiyor.

Bu bağlamda çevre dostu teknolojinin getirdiği sorunları aşmak biraz daha kolaylaşabilir. Mevcut durumda, dünyadaki kobalt ihtiyacının yaklaşık yarısı Kongo‘dan geliyor ve bunun beşte biri “zanaatkarca”, diğer bir deyişle elde, küçük ölçekli ocaklarda çıkarılıyor; “modern zamanlarda kölelik” denen bu uygulamada nadiren de olsa çocuk işçi çalıştırılıyor. Ne var ki, konuyu destekleyenlerin ve gazetecilerin bu tür vakaları gündeme getirmesiyle (Uluslararası Af Örgütü birtakım öncü çalışmalar yayımladı) birlikte değişiklikler yaşanmaya başladı. İş Dünyası ve İnsan Hakları Merkezi, tedarik zincirlerini araştırmak için bir “geçiş mineralleri izleyicisi” oluşturdu; Kongo’da bölgedeki çatışmalarda savaşan grupları desteklemek için kullanılan “3TG çatışma mineralleri” (kalay, tantal, tungsten ve altın) üzerine yapılan çalışmalar üzerine inşa edildi. Toplanan bağışlarla önceden madenlerde çalıştırılan çocuklar yararına beş okul yaptırıldı; geçtiğimiz sonbaharda bilişim şirketlerine açılan davanın akabinde Microsoft‘un teknoloji ve kurumsal sorumluluk işlerinden anlayan genel müdürü aralık ayında Kongo’yu ziyaret ederek şirketin madenciliği denetleyecek bir koalisyon kurulmasına öncülük edeceğini açıkladı. Tesla, hem tedarik zinciri hem de imajına yönelik kaygılar nedeniyle otomobil bataryalarında kobalta yer vermemeye çalışıyor; bu hamle aynı zamanda madencilik sektörüne uygulamaları iyileştirmesi için baskı yapıyor. Kobalt Enstitüsü‘nün iletişim müdürü bu kış yaptığı açıklamada, “Eğer bu konuda yanlış yaparsak, kobalt muhtemelen yirmi yıl içinde pillerde kullanılmayacak” dedi. Uluslararası Af Örgütü’nün iş, güvenlik ve insan hakları yöneticisi Mark Dummett, “Bu örnekler, şirketlerin ve hükümetlerin zanaatkar madenciliğini nasıl daha emniyetli, duyarlı ve adaletli kılmanın yöntemlerini aradıklarını gösteriyor. Henüz o noktaya gelmemiş olabilirler fakat doğru yönde ilerliyorlar.” Aynı zamanda zanaatkar düzeyinde yapılan kobalt madenciliğini tamamen bitirmenin “dünyanın en yoksul durumundaki milyonlarca insanın adeta ekmek teknesini kesmek anlamına geleceğini, [dolayısıyla] bunun yasadışı ilan edilmesini görmek istemediklerini” belirtti.

Aynı şekilde, akıllı teknoloji üretiminde de tamamıyla kusursuz bir sonuç elde edilmesi mümkün değil. Nikiforuk, “her elektrikli araba sahibi, kendi aracının akülerindeki bakır ve kobalt için gereken atık cevherini karşılamak durumunda kalsaydı, evlerine giriş tonlarca atık kayayla kaplanırdı,” diye yazıyor. Benim bir adet elektrikli Kia Niro‘m olduğundan bu açıklama kulağıma pek hoş gelmedi, gerçi Google‘da yaptığım kısa bir araştırma bir ton kayanın kabaca bir kamyon lastiği boyutunda olduğunu açığa çıkardı; yani oldukça büyük olsa da yine de bir kaya. (Bir defasında evime bir ton ufalanmış kaya getirilmişti ve bir pikabın kasasını bile doldurmaya yetmemişti). Oysa içten yanmalı bir motor, ağırlığı yaklaşık altı kilo olan bir galon benzini kullanarak ortalama bir ABD arabasını 38,6 kilometre götürür ve bu yakıtı yaktığı anda karbon, havada bulunan oksijen atomlarıyla birbirine karışarak yaklaşık 20 kilo karbondioksit açığa çıkarır. ABD’de ortalama bir araç, ortalama bir mesafe için. kullanıldığında, yılda kendi ağırlığınca karbondioksit üretir ve üretilen bu gaz tıpkı bir kaya gibi durağan halinde değildir; uzun bir süre boyunca havada asılı kalır ve ısıyı içinde barındırır. Bu nedenle, 1976 yılında ehliyetimi aldığımda kullandığım Plymouth Fury otomobil modelinin arkasından çıkan karbondioksit hala havada asılı duruyor ve ısıyı tutuyor; “evimin önünü kaplayan bir gaz” değil, Dünya’yı kaplayan bir gaz.

Gerçi degrowthistlerin [küçülme yanlılarının] öne sürdüğü görüşler arasında en cazip olanı aynı zamanda en geçerli olanı: Çoğumuz zengin ülkelerde yaşasak da daha azıyla, bilhassa da daha az enerjiyle kolayca idare edebiliriz. Doğal kaynakların kullanımının azaltılmasını destekleyen Steve Genco‘nun aktardığı bir çalışmaya göre, gezegenimizin ısısını istikrara kavuşturmak amacıyla, kentlerimizdeki binek araç taşımacılığının payını yüzde 81 oranında azaltmamız, “kişi başına düşen yıllık hava yolculuğunu bir seyahatle sınırlandırmamız”, kişi başına düşen yaşama alanlarını yüzde 25 oranında azaltmamız, zengin ülkelerde tüketilen miktarı yüzde 60 oranında azaltmamız vb. gerekiyor. Söz konusu bu veriler oldukça uçuk gelebilir, ancak bazı bakımlardan pek çoğumuzun yarım yüzyıl önceki yaşam tarzından çok da uzak değil. 1960’larda yapılmış bir ABD’li evinin ortalama yüzölçümü 1500 metrekare iken, günümüzde bu rakam yaklaşık 2200 metrekare; üstelik önceki modellerde daha fazla insan yaşamaktaydı. 1972’den önce ABD’lilerin yarısından fazlası, bırakın yılda birden fazla kez uçak yolculuğu yapmayı, hiçbir zaman uçağa binmemişti. Üstelik 1960’tan bu yana toplam et ve kümes hayvanı tüketimimizi yüzde 35 oranında artırmış durumdayız.

İnsanların çoğu eskiye dönüşün imkansız olduğunu düşünüyor, peki ama neden? Bunca gereksiz tüketim sonucunda bilhassa halimizden pek de hoşnut olmadığımıza ilişkin az sayıda bulguya rastlanırken, aksi yöndeki kuşkular da yok değil; zira yapılan bir araştırmaya göre, sosyal bilimcilerin yaptığı öngörülerince, İngilizlerin hallerinden memnun oldukları yıl 1957’ydi. Hatta pandemiden önce ABD’lilerin yalnızca üçte biri oldukça mutlu olduklarını ifade ediyordu. Farklı alanlara doğru ilerlemememiz boşuna değil ve şimdiden bu doğrultuda adımlar atmaya başladığımıza ilişkin emareler de bulunuyor. 1983’te yüzde 46 oranında ehliyet sahibi olan 16 yaşındaki gençlerin 2020’de yüzde 25’inin ehliyet sahibi olması, cep telefonları, rideshare [yolculuk paylaşımı] hizmetleri, bisiklet şeritleri ve çevreye ilişkin endişelerin bir araya gelmesiyle birlikte ergenlik çağındaki gençlerin yaşadığı deneyimin değişmeye başladığını gösteriyor. Kamu politikaları sayesinde bazı eğilimlerin hayata geçmesi daha çabuk gerçekleşebiliyor; nitekim Paris kenti toplu taşımaya yönelik dev yatırımlarda bulunurken binlerce kilometre uzunluğunda yeni bisiklet yolları yaptı ve pek çok caddeyi araç trafiğine kapattı. 2001-2018 yılları arasında kent içinde yapılan araba yolculukları hemen hemen yüzde 60 oranında azaldı, araba kazaları yüzde 30 oranında düştü ve çevre kirliliğinin azaldığı gözlemlendi. Kent artık eskisinden daha sessiz ve dingindi. Okul çevresindeki havanın temizlenmesiyle birlikte öğrencilerin sınav sonuçları da yükseldi. Yeraltı otoparkları depolama alanlarına ve mantar çiftliklerine dönüştürüldü. Dolayısıyla ciddi bir değişim söz konusu — Fransa, aralarında trenle iki buçuk saatten az mesafe olan kentler arasında bazı uçuş seferlerini bile tamamen yasakladı.

Ne var ki Fransa’nın tamamında yaşanan durum yalnızca Paris’ten ibaret değil. İlk başta benzin fiyatlarındaki artış ve dizele getirilen çevre dostu vergi ile taşrada alevlenen halkçı “Sarı Yelekliler Hareketi” günümüzde Fransız siyasetinde büyük bir etki yaratmış durumda. Ayrıca söz konusu önerilerin çoğunun bu ülkenin bazı kesimlerinde ne gibi tepkilere yol açacağını bir düşünün; Yeşil Yeni Düzen, Fox News (FNC) haber kanalında yayımlanan ve hamburger tüketimini azaltacağı yönündeki bir iddia nedeniyle geniş çevrelerce olumsuz karşılandı. Örneğin, önde gelen fosil yakıt endüstrisi destekçilerinden Marc Morano‘nun Fransa’daki uçuş yasağı haberine verdiği tepki: “İklim üzerindeki karantina işte böyle bir şey” diyor. “İklim gündeminde havayolu yolculuğundan, araba ile ulaşımdan, ucuz ve güvenilir enerjiden ve bol gıdadan vazgeçmeniz isteniyor. Artık “Net Sıfır” hedefleri, daha fazla insanı toplu taşımacılığa yönlendirmek maksadıyla taşıt sıkıntısı yaşanmasını şart koşuyor. Bu şekilde sizin hareket etme özgürlüğünüze göz dikiyorlar; özel araç sahibi olmanın peşinden gidiyorlar, aslında hür bir insan olmanın taşıdığı her mananın peşine düşüp bunu idari devletin kontrolüne veriyorlar.”

Başka bir deyişle, bunun yalnızca ABD’de değil, aynı zamanda dünyanın büyük bir bölümünde ve bilhassa da pek çok insanın henüz yeni yeni et yemeye başladığı ve daha büyük bir ev istemek konusunda her türlü nedene sahip olduğu yerlerde oldukça ağır ilerleyen bir kültürel değişim olacağını düşünüyorum. Buna karşın iklim değişikliği pek de yavaş ilerlemiyor; bize dünyanın dört bir yanındaki iklim bilim uzmanlarınca söylendiğine göre Paris hedeflerine ulaşabilmek adına önümüzdeki altı yıl içinde emisyonları yarı yarıya azaltmamız gerekiyor. Aksi halde, dünyadaki en yoksul ve en savunmasız insanlar üzerindeki etkileri keskin bir yükselişe geçecektir.

Geçtiğimiz yıl yaptığım en enteresan konuşmalardan üçünü, konunun muhtelif boyutları üzerinde çalışmakta olan kişilerle gerçekleştirdim. Bunlardan ilki, Rhode Island eyaletinde bulunan özel bir Katolik üniversitesi olan Providence College‘da siyaset bilimi alanında doçent olan ve bu yılın başlarında farklı seçeneklerin lityum talebine nasıl etki edeceğini inceleyen bir ekibe liderlik eden Thea Riofrancos ile oldu. Madencilik konusunda bilhassa Güney Amerika‘daki toplulukları inceleyen Riofrancos, açıkça belirttiği üzere, madenciliğin çoğu zaman çevrenin katledilmesi ve insan haklarının ihlal edilmesi manasına geldiği yerlerde yaşayan insanlarla “dayanışma içinde” olduğunu söylüyor. Öte yandan madencilik şirketlerince ödenen vergi ve telif ücretlerinin bu ülkelerdeki sosyal hizmetler bakımından hayati önem taşıdığı da bariz. Ortaya çıkan tüm bu sorunları çözmenin kusursuz bir yolu yok, ancak yapılacak birkaç temel değişiklik yardımcı olabilir. Kendisi bana bilhassa, biraz daha küçük arabalar kullanırsak, nispeten daha fazla sayıda toplu taşıma aracı üretirsek, kentlerin ve kenar mahallelerin yoğunluk oranını arttırırsak ve akü geri dönüşümü konusunda en başından itibaren sıkı çalışırsak, “lityum talebinin yoğun kullanım içeren durumlara nazaran 2050 yılında yüzde 92’ye varan oranlarda azaltılabileceğini” söyledi. Büyük ihtimalle gerçek dışı -en iyi senaryo denilmesinin bir nedeni var- ancak bu çalışma, elektrikli araç-gereç şarj cihazları üretmekten daha ağır ilerleyecek olsa da bu, üzerinde çalışılması gereken iyi bir çalışma listesi oluşturuyor. Riofrancos, “Bir enerji dönüşüm sürecinin henüz başındayız ve bunun ne tür bir enerji dönüşümü olması ve nasıl düzenlenmesi gerektiği konusunda sorular yöneltmek istiyoruz. Bu en adaletli ve en çabuk şekilde nasıl yapılabilir?” diye sordu. Daha az lityuma ihtiyaç duyan bir dünya, en az çekişmeli bölgelere öncelik verebilen ve oralarda yaşayan insanların hak ettikleri ilgiye mazhar olabildikleri bir dünya olabilir.

İkinci görüşme Connecticut eyaletinin New Haven kentinde, Yale İlahiyat Okulu öğrencileriyle bir hafta sonu çalıştayında gerçekleşti. Bölgedeki evleri ve apartmanları yalıtım ve diğer verimlilik iyileştirmeleriyle donatan bir şirket olan Energy Efficiencies Solutions‘ın kurucusu ve CEO’su olan Leticia Colon de Mejias ile eş başkanı görevini üstlendim. Bu etkileyici bir konuşmaydı çünkü İlahiyat Fakültesi, “insanların doğanın üzerinde egemenlik kuran değil, aksine onun bir parçası olduğunu kabul etmemizden yola çıkarak” tasarlanan bir dizi yurttan oluşan “Yaşayan Köy“ün temelini atmaya hazırlanıyor. Bu proje, dünya çapında yalnızca birkaç düzinenin karşılayabildiği Living Building Challenge [Yaşayan Bina Mücadelesi] standartlarını karşılamayı amaçlıyor ve bunu bir ABD üniversitesi kampüsünde gerçekleştiren ilk projelerden biri olacak. Bu projenin aynı zamanda öngörülen maliyetinin 150 milyon dolar olması ve yalnızca 155 adet dairenin yapılması planlanıyor. Oysa Leticia Colon de Meijas, bölgedeki düşük gelirli bir mahallede eski bir evi, çok daha az enerji kullanacak ve ısıtma faturalarını çarpıcı bir oranda azaltacak şekilde yeniden düzenlemenin yaklaşık 20 bin dolara mal olduğunu söyledi. Şimdiden bazı eyaletlerde ev sahiplerine güçlendirme konusunda destek veren çeşitli veya kapsamlı programların uygulanması ve daha fazlasının hayata geçirilmesi gündemde. Ne var ki Yale’in kendi inşaat bütçesinin bir kısmını çevre sakinlerine hizmet amacıyla kullanmasını engelleyecek hiçbir şey yok; zira o insanlar da “doğanın bir parçası”.

Geçtiğimiz ay Cod Burnu‘ndaki bir konferansta, Danimarka‘nın Samsø Adası‘nı dünyada tamamen yenilenebilir enerjiyle çalışan ilk yerleşim yerlerinden birine dönüştürmekten herkesten büyük payı olan Søren Hermansen ile üçüncü görüşmemizi gerçekleştirdik. Hermansen yenilenebilir enerjinin sıkı bir savunucusu, ancak bir kamu hizmetinde paylaşılan kooperatif sahipliğinin söz konusu olduğu ve elde edilen karın toplum merkezlerinde, altyapıda ve hatta okullarda kullanılabildiği durumlarda bunun daha adil ve gerçekleştirilmesinin daha kolay olduğunu belirtiyor. Hayalimizdeki dünyada tüm bu çalışmaları çoktan sahneye koymuş olurduk. Lityumu çıkarmadan ve elektrikli araçları üretmeden önce kentlerimizi daha verimli ve kurumsal yapılarımızı nispeten daha az açgözlü olacak şekilde çoktan reforme etmiş olurduk. Ne var ki bizler kusursuz bir dünyada yaşamıyoruz; öyle bir dünyada yaşıyoruz ki önümüzdeki onlarca yılı az çok bozulmamış bir iklim sistemiyle atlatabilirsek kendimizi epey şanslı sayacağız. Dolayısıyla yenilenebilir enerji ve buna bağlı cihazları üretmekten ve bunu hızlı bir şekilde hayata geçirmekten başka seçeneğimiz bulunmuyor. Ne var ki, mevcut toplum yapımızı daha düşük karbonlu bir temel üzerinde baştan yaratmaya çalışmak suretiyle harcayacağımız büyük çaplı zahmeti heba etmek yazık olur; nitekim çok geçmeden azalan büyüme aktivistlerinin uyarıda bulunduğu, gereğinden fazla azottan tutun da gereğinden az dayanışmaya kadar uzanan diğer engellerle karşılaşırız. Çevre dostu enerji üretimini durdurmak yerine, insanlık tarihindeki en büyük ekonomik değişimlerden biri olan bu olağanüstü süreci kullanarak toplumlarımız arasında daha fazla eşitlik ve daha fazla hoşgörü ortamı yaratmak akıllıca olacaktır. Elektrikli araç kullanımı karbon salımlarını azaltmanın kolay bir yolu, öte yandan anlaşılan o ki dört günlük çalışma haftası da işe yarıyor. Her ikisini ve binlerce başka uygulamayı hızlı bir şekilde yaparsak bir şans elde edebiliriz.

Makalenin İngilizce orijinaline buradan erişebilirsiniz.

More in Enerji

You may also like

Comments

Comments are closed.