Dış Köşe

Fikir kimindir, hırsız kimdir? – Metin Solmaz

0

744px-Copyleft_Pirate_symbol.svg

Mp3 indiriyor musunuz? Ben indiriyorum. Daha provokatif de olabilirim. Torrent’le filan uğraşamıyorum. Buradan bulup indiriyorum sık sık: http://newalbumreleases.net/. Başka kaynaklarım da var.

Albümlerini hakikaten beğendiklerimi satın da alıyorum. Şirketi 3 büyüklerden birisiyse hiç bir durumda satın almıyorum.

Kanun açısından hırsızım sanırım. Adalet yahut hukuğa gelince işler değişiyor sanki.

Elli sentlik CD’leri yirmi dolara “iteleyip” dünyanın zaten en zengin şirketlerine ve malikanelerde yaşana müzisyenlerinin daha da fazla para kazanması hırsızlık olmuyor da benim indirdiğim mp3’ler hırsızlık olacak? Peh.

South Park’ın bir bölümü vardı. Çocuklar İnternet’ten mp3 indiriyorlar. FBI ağır silahlarla evi kuşatıp çocukları hapse atıyor.

Sorguları sırasında çocuklar hırpalanıyor. Aklımda kaldığı kadarıyla: Efendim Metallica’nın davulcusu bu yüzden sarayının bir odasını eksik yaptırmak zorunda kalmış. Britney Spears’ın yatı yarım metre kısalmış filan.

Fikir kıymetlidir tabii. Ama ne kadar kıymetlidir? Miniminnacık bir azınlığı karun gibi zengin edecek fikir kıymetliyse o fikir adaletsizlik getiriyor demektir. Ve benim düşmanımdır.

Fikir

Fikir en başta kolektif bir şeydi. İlk sahibi kaçınılmaz olarak önemsizdi. Buluşlar anonimdi.

Birisi “Yahu şu cezveye bir sap yapsak da kahve yaparken elimiz yanmasa” diyordu. Büyük olasılıkla aynı birisi oturup bu fikrini hayata geçiriyordu yani sap da yapıyordu. Sonra başka birileri o sapı ve cezveyi daha kullanışlı hale getiriyordu. Sonuçta anonim ve her açıdan optimize edilmiş, ideal bir cezve çıkıyordu ortaya.

Endüstriyel dönemde işler değişti. Artık fikir sahibi bir cezve üreticisi bulmak ve fikrini ona beğendirmek durumundaydı. Üretici her şeydi. Fikirle uygulama arasında bir iletişimsizlik oluştu. Uygulama hep bir sıfır öndeydi.

Derken rekabetle birlikte fikir sahibinin kendisini üreticiye beğendirmesi yetmez oldu. Üreticinin de kendisini tüketiciye beğendirme zorunluluğu baş gösterdi. Bir de üzerine dağıtım da büyük önem kazanmıştı. Fikirle uygulama arasındaki iletişimsizlik tavan yapmıştı.

Dağıtım ve üretimi elinde tutan azınlık, fikir peşinde koşmuyordu. Rahat koltuğunda oturuyor, küçük teşebbüslerle filizlenen fikirleri küçük paralara “topluyordu”. Akla yahut yaratıcılığa ihtiyaç duymayan, hantal ama kârlı bir mekanizmaydı bu. Uzun yıllar böyle gitti.

Müzikte de hayat böyleydi: 5 tane büyük plak şirketinin tekelindeydi herşey. (Birbirlerini satın alarak 3 kaldılar şimdi: Universal, Warner, Sony). Bu azınlık da fikir peşinde koşmuyordu. Nasıl koşabilir ki birkaç şirket bütün dünyaya zaten?

Geç de olsa gelişmeleri duymak için mekanizmalar geliştirmişlerdi. Her ülkede onbinlerce bağımsız ve küçük şirketi desteklediler. Bu bağımsız markalar daha kahraman ve ucuz prodüksiyon bölgeleri oldukları için daha kolay denemeler yapabiliyorlardı. Bunlara tutan fikirleri satın almak kalıyordu.

İnternet patladı sektör damdan düştü

Derken İnternet yayıldı, sektör damdan düştü. O kadar şımarmıştı ki düşünce kedi gibi davrandı. Kediler damdan düşünce şaşkınlıktan depresyona girer: Ben kediyim yahu, niye düştüm?

Şaşkın sektörün şapkasını önüne koyup alışkanlıklarını değiştirmesi gerekiyor. Bunu erken yapan kazanır.

Rapidshare’de eş zamanlı “indiren” kullanıcı sayısı 3 milyona, indirilen dosya sayısı onmilyonlara varıyor. Anlık rakamlar bunlar. Günlüğünü yıllığını siz hesaplayın. Taa, 2001’de Napster’ın 26 milyon aktif kullanıcısı vardı. Bir şey birkaç kişi kopyalayınca hırsızlık denebilir. Bu kadar yüz milyon birbirinden kopyalayınca (ve ortada bir mali çıkar olmayınca) o artık bir çeşit kamulaştırmadır.

Yeni bir tür anonimlik

Bir ses kayıtla taşınabilir olunca kulaktan kulağa ya da dudaktan dudağa taşınması ne kadar sürebilirdi ki?

Tekrar eskiye gidelim. Müzikler kulaktan kulağa yayılırken herkes üzerine bir şeyler koyar, anonim olan ilkeleri belirlerdi. Elit olan da anonim olanın süzgecinden geçenleri notalar parlatır sunardı.

Neredeyse her evde bir enstrüman “tıngırdatan” bulunurdu.

Kayıt icat olunca neredeyse aynı insanlar olan icracı ve dinleyici derin çizgilerle ikiye ayrıldı. İcracı şımardı, tanrılaştı. Dinleyici pasif takipçi haline geldi. Bu da tabii müziğin gelişimini negatif etkiledi. Sanatla hayat arasındaki farklar arttı. Bunda sanatçıyı korumak / üretimi arttırmak martavalı altında sertleşen kopyalama haklarının ve kazandıkça hantallaşan sektörün de derin payı oldu.

Şimdi yavaştan yeni bir tür anonimlikten söz edebiliriz.

Her şeyden önce herkes her müziğe müdahale edebiliyor. Azıcık çalışkan ve fikir sahibi herkes poposunun üzerinden sofistike üretimler yapabiliyor. Bu kadar da değil. Şarkıların sunum şekli de çok değişti. Bir çok radyo istasyonu artık kullanıcı alışkanlıklarına göre akışını belirliyor. Bir çok sitede Bob Dylan radyosu yap bana diyorsunuz, Dylan sevenlerin hoşlanacağı bir radyo “yapıyor”. Bunu, kullanıcılarının dinleme alışkanlıklarına, yani bıraktığı bilgilere bakarak yapıyor. Dolayısıyla Dylan kadar hangi şarkıdan sonra neyin geleceğine karar veren kitle yani dinleyici de söz sahibi.

Dinleyici aktive oldukça eser sahiplerinde de eski tanrısal mevkiler kayboluyor. Her şeyden önce çok daha erişilebilir oldular. Derdi olan açıyor Twitter’ı, Facebook’u, müzisyen blogunu kendi blogunu ediyor kelamını.

Bu kadar da değil. Eskiden müzik yapan birisinin sektörde kafanı çıkarabilmesi için pahalı parantezinde stüdyolar, enstrümanlar, basım süreçleri, tanıtım, klip ve sair süreçlere ve dağıtım tröstlerine mahkumiyet vardı ya…

Şimdi hepsi için 500 USD’lık bir bilgisayar ve İnternet bağlantısı yetebiliyor. Yaratıcılığa bağlı olarak kaydı ve gerekliyse klibi tamamladıktan sonra medyayı oluşturmak da kolay. Soundcloud, mp3.com ya da basitçe Youtube’e salıvermek epey bir adım demek. Sonrasında sosyal medya ve arama motorları emrinizde. Yaptığınız işin bir karşılığı varsa öyle ya da böyle buluyor onu. Oya/Berk gibi tek şarkıyla büyük çıkışlar yapan müzisyenler bir kenara Zardanadam ya da Bandista gibi müziklerini sadece İnternet’ten yayan ve hepten bedava dağıtan dünya kadar müzisyen var. Gangnam Style’da olduğu gibi işler çığrından da çıkabiliyor tabii.

Bu tabii çok kaba bir bilanço. Resim netleşmiş de değil. Ayrıca her durumda bir cennetten değil ummandan bahsediyoruz elbette. Hayat da öyle değil mi zaten?

Müzik yapmanın bu kadar kolay olması, “ayağa düşmesi” müthiş bir şey. Düşünsenize benim gibi mutlak bir yeteneksiz dahi iPad’indeki Garage Band marifetiyle kendi grubu varmış gibi besteler yapabiliyor. Sanatla hayat tekrar birbirine yaklaşıyor. John Cage bu kadarını görebilseydi pek mutlu olurdu.

Bu ucuzluk ve göreli özgürlük ortamının sonuçlarını bugünden öngörmeye çok olanak yok, ama kesin olan şeyler var.

Misal albüm kutsanması bitecek. Zaten bir acayiplik var epeydir. Albüm yapıp da çok satamayanların pek çoğu cebinden para harcıyor. Çok satamayacağını bilmesine rağmen bunu yapmasının basit bir nedeni var. “Albümü olan sanatçı” olmak, sahnesi başta olmak üzere marka değerini arttırıyor.

Şimdilik ünlenmeye çalışanlar mp3’lerimi “indirin”, zaten ünlü olanlar da “indirmeyin” diye yalvarıyor. Ama kesin olan şu, 50 cente maledilen CD’yi 20 USD’a satma dönemi bitiyor… Her formatta albüm denilen şey koleksiyon nesnesi olmak yolunda hızla ilerliyor.

Telif hakları düzenlemeleri eşyanın doğası gereği değişecek, bir an önce değişmeli. Rock’çılar sık sık insanların bayılarak dinledikleri şarkıları beş dakikada helada yazdıklarını söylerler. Bizden de Lale Müldür, Aysel Gürel ile Serdar Ortaç söylemişti hatırladığım.

Copyright meselesinde sorun çok. Copyleft ise çok daha sarih bir alan. Sanırım en temel sorulardan birisi şu olmalı: “Birisi, beş dakikada helada yazdığı bir şarkı için milyonlarca dolar kazanabilmeli mi? Üstelik ömür boyu. Hatta varisleri yoluyla öldükten 70 yıl sonrasına kadar.”

NOT: Bu yazı Milliyet Sanat Dergisi’nin Şubat 2013 sayısında yayınlanan yazımın bir miktar değiştirilmiş halidir.

Metin Solmaz   buyukeyif.com

 

twitter.com/metinsolmaz

More in Dış Köşe

You may also like

Comments

Comments are closed.