Dış Köşe

Marmara’nın ölümü: İstanbul kolera salgınına hazır mı – Bülent Şık

0

Marmara Denizi‘ne kıyısı olan neredeyse her yerde görülen müsilaj (deniz salyası) sorunu ağır hasar verilen bir deniz ekosisteminin açığa çıkardığı bir sorun. 1989’dan günümüze uzanan süreçte atık suların derin deşarj yöntemiyle Marmara Denizi’ne boşaltılması sonucu deniz ekosistemi bozuldu. Zamanla oluşan kirlilik, yüzey suyu sıcaklılarının artışı vb. gibi sorunlar canlı türü sayısında ciddi azalmalara yol açtı.

Müsilaj sorunu Marmara Denizi’nin ölümünün göstergesi olarak niteleniyor.

Yeni sorunlar da gelecek

Bu sorun beklenmedik başka sorunlara da yol açacak. Tam olarak ne olacağını söylemek çok zor; ama çözümü olağanüstü zor ve karmaşık sorunlarla yüz yüze olduğumuz bir gerçek. Bilimsel bilginin ve sağduyunun itibar gördüğü, birlikte yaşamaya dair bir gelecek tasavvuruna sahip bir toplum gözünün önünde duran böyle ciddi bir sorun karşısında disiplinler arası bir bakışla ne yapılabileceğine, olası zararların nasıl azaltılabileceğine kafa yorar ve bir an önce eyleme geçerdi. Böyle bir eylem planı henüz ortada yok, hatta tam aksine bu sorunla ilgili en bilgilendirici yayınlardan birini yapan birartıbir.org isimli internet sitesi önceki gün saldırıya uğrayarak müsilaj sorununu hakkında yaptığı yayına erişim engellenmeye çalışıldı.

Böyle garabet bir ülkede yaşıyoruz ne yazık ki…

Şartlar ne olursa olsun toplumu savunmaktan, sorunlara birlikte çözüm aramaktan vazgeçmemek gerekir. Çözüm arayışı ise sadece mevcut sorunları değil, açığa çıkması muhtemel sorunları da içermeli. Bu çerçevede Marmara Denizi’ndeki ağır sorunun hangi olası sorunları açığa çıkarabileceği üzerine düşünmek gerekiyor.

Kolera salgını

Ben bu yazıda olası sorunlardan biri olan salgına değineceğim. Sorunun odak noktasında ise pandemilere yol açan hastalık etkenlerinden biri olan kolera bakterisi (vibrio cholerae) olacak.

Kolera şiddetli ishal ve kusmayla seyreden ve vücutta hızla su kaybına yol açan bir bağırsak enfeksiyonudur. Tedavisi mümkündür ve kaybedilen suyun yerine konmasına dayanır. Ancak tedavi imkânlarının yetersiz olması durumunda saatler içinde ölüme yol açabilen bir hastalıktır.

Kolera çok bulaşıcıdır. Hastalık etkeni, hasta insanların su gibi dışarı akan dışkılarında bol miktarda bulunur. Bu dışkıların kişisel temasla ya da gıdalara ve sulara bulaşması hastalığın hızla bir salgına dönüşmesine yol açar.

Kayıtlara geçmiş ilk salgın 1817’de Hindistan’da gözlenmiştir. Salgın dönemlerini hastalığın geçici olarak ortadan kalktığı sessizlik dönemleri izlemiştir. Hangi nedenlerin sessizlik dönemlerine yol açtığı tam olarak bilinmiyor ancak çevre koşullarının bu konuda baskın rol oynadığı düşünülüyor. Kolera salgın hastalıklarla çevrenin ilişkisini anlamak için üzerinde en çok çalışılan mikroorganizmaların başında geliyor.

Son iki yüzyıl içinde yedi büyük salgın görüldü. 1961’de  başlayan 7. salgın henüz sona ermedi ve dünya genelinde yayılmaya devam ediyor.

Çevre ve insan ilişkisi: Örnek olarak kolera

Kolera bakterisi denizlerde yaşayan hayvansal planktonlarda özellikle de kopepodlarda bulunur. Kopepodlar dünya deniz ve okyanuslarında, özellikle de kıyı ekosistemlerinde bulunan bir milimetre boyunda, şekilleri gözyaşı damlasına benzeyen kabuklu deniz canlılarıdır. Vücutlarını saran kabuk tabakası kitinden oluşur. Kitin böceklerin dış iskeletini oluşturan sert bir polisakkarittir.

Kolera bakterisi kitin tabakasından beslenir. Kopepodlar büyüme dönemlerinde ara ara kitin tabakasını bir elbise gibi üzerlerinden atıp yenisiyle değiştirirler. Kolera bakterisi kitin tabakasından beslenmese denizlerin dibi devasa kitin tabakası atıkları ile dolar ve dünya denizlerindeki kopepodların bolluğu düşünüldüğünde deniz ekosistemlerinde biriken kitin ciddi bir ekolojik krize yol açardı. Bir mikroorganizmanın insan için patojen olması ekosistem için gereksiz olduğu anlamına gelmez.

Dünyada kopepodların en bol bulunduğu bölgelerden biri Hindistan ile Bangladeş arasında uzanan ve dünyanın en büyük mangrov ormanı olan Bengal Körfezi’ndeki Sundarbans’dır.

Sundarbans bölgesi, İngilizler’in Doğu Hindistan Şirketi tarafından 1760’da işgal edilerek sömürgeleştirildi. İşgal öncesi epeyce ıssız olan bu bölgeye sel gibi akan sömürgeciler ve çalıştırılmak için bölgeye taşınan yerliler kısa sürede bölge nüfusunun artışına ve yeni yerleşim yerlerinin kurulmasına yol açtı.

Bölgede günlük olarak yaşanan gelgit olayı kopepodlarla dolu deniz suyunun yerleşim bölgelerindeki içme suyu kuyularına bulaşmasına ve kolera bakterisi içeren kopepodlarla bulaşık suların içilmesi de kolera hastalığının ortaya çıkmasına neden oldu. O yıllarda, kolera bakterisinin insan bedenine kopepodlar aracılığıyla, yani ancak kopepod içeren bir yiyecek ya da içeceğin yenilmesiyle-içilmesiyle bulaşabildiği, insandan insana bulaşma (dolayısıyla salgınlara yol açma) özelliğini ise henüz kazanmadığı düşünülüyor.(1)

Kolera bakterisi insandan insana bulaşma karakterini zaman içinde evrim geçirerek hastalık yapma gücünü arttıran iki önemli özellik sayesinde kazandı. Bu özelliklerden biri uçları kıvrılmış çubuk şekilli bakterinin uzun, saç teline benzeyen bir kuyruğa sahip olmasıdır. Kuyruk kolera bakterilerinin birbirine ve bağırsak duvarına tutunmasını kolaylaştırmıştır. Diğer özellik ise bakterinin ürettiği bir toksinle bağırsak duvarlarından bağırsağın içine bol miktarda sıvı akışına yol açmasıdır.

Normalde, sağlıklı bir insanın bağırsağında sindirilen yiyecek ve içecekler bağırsağın içinden vücudumuza doğru emilir. Kolera bakterisinin ürettiği toksin ise bu süreci tersine çevirerek vücudumuzdaki suyun (ve onunla birlikte sağlıklı bir metabolizma faaliyeti için çok gerekli olan elektrolitlerin) bağırsakların içine sızmasına ve şiddetli bir ishalle vücuttan atılmasına yol açar. Sızma öyle fazladır ki kaybedilen sıvılar acilen yerine konulmazsa ölüm riski belirir. Şiddetli ishal bağırsak floramızda doğal olarak bulunan ve koleranın gelişimini sınırlayabilecek bakterileri ortamdan uzaklaştırır; bağırsak duvarına yapışma özelliği kazanmış olan kolera bakterisi ise ortamda kalacak ve rekabet edeceği bakteriler ortamdan uzaklaştırıldığı için rahatça çoğalacaktır.

Vücuttan bol miktarda sıvı çıkışına yol açan ishalle hastalık etkeni bakteriler de ortalığa saçılır ve bulaşma riski artar.

Bangladeş, kolera sorunuyla sürekli uğraşan bir ülkedir. Gelgit olayı ile deniz suyunun yerleşim alanlarına taşındığı Sundarbans bölgesi koleranın sürekli görüldüğü, hastalığın endemik karakter kazandığı bir bölgeye dönüşmüştür. İnsan her ekosisteme yerleşmemeli.

Koleranın Sundarbans bölgesinden başlayarak dünyaya yayıldığı ve 200 yıl içinde yedi büyük salgına yol açtığı düşünülüyor.

Çevresel koşullardaki bozulmalar, ekosistemlerdeki çökmeler, biyoçeşitlilik kaybı, kalabalık yerleşim bölgeleri, nüfus hareketlerinin fazlalığı, hastalık etkenlerini bir yerden diğerine taşıyan insani faaliyetlerin yoğunluğu (buharlı gemiler sayesinde denizlerdeki ve akarsulardaki ticaret hacmindeki artış), savaşlar ve afetler salgın ihtimalini arttıran faktörlerdir. Bu faktörlerin bir araya geldiği durumlar ise tarihte hemen her zaman salgın hastalıkların ortaya çıkışını kolaylaştıran bir zemin oluşturmuştur.

Günümüz İstanbul’u bu zemine sahip kentlerin başında geliyor.

Bu çerçevede bakıldığında Marmara Denizi’ndeki müsilaj sorunu bize ne anlatıyor?

Müsilaj ve kolera

Müsilaj ya da deniz salyası, denizde yaşayan bitkisel planktonların (fitoplankton) aşırı çoğalmasıdır. Marmara Denizi’nde şu an gözlendiği gibi bitkisel planktonların bir araya gelerek oluşturduğu kalın, yapışkan müsilaj tabakası içinde çeşitli hayvansal plankton (zooplankton) türleri ve mikroorganizmalar da bulunabilir.

Müsilaj tabakası mikroorganizmaların gelişmesi ve çoğalması için uygun bir besi ortamı işlevi görür. Bu tabaka içinde bulunan mikroorganizmalardan biri kolera hastalığına yol açan “vibrio cholerae” isimli bakteridir.

Deniz müsilajının büyük bir mikrobiyal biyoçeşitlilik içerdiği ve müsilajı saran deniz suyunda bulunmayan ya da çok daha az bulunan hastalık yapıcı çeşitli mikroorganizma türlerine (koliformlar, E.coli, vibriolar gibi) ev sahipliği yaptığı belirlenmiştir.

Marmara Denizi’ndeki müsilaj sorunu 2007’de de gözlenmişti. Yapılan çalışmalarda müsilaj oluşumuna çok çeşitli bitkisel plankton türlerinin (Proboscia alata, Rhizosolenia sp., Pseudosolenia calcar-avis, Thalassiosira sp., Ditylum brightwellii, Coscinodiscus spp., Leptocylindrus minimus, Skeletonema costatum, Chaetoceros spp., Cerataulina pelagica, Cylindrotheca closterium, Pseudo-nitzschia cf. seriata, dinoflagellate Gonyaulax) yol açtığı belirlenmişti.

Yukarıda sadece bir kısmının isimlerine yer verdiğimiz bitkisel planktonların kolera mikrobunun yerleşebileceği bir ortam oluşturduğunu belirten akademik yayınlar var. Örneğin dünya denizlerinde çok yaygın olarak bulunan ve muhtemelen Marmara Denizi’nde de bulunan bazı dinoflagellata türleri kolera mikrobunu barındıran bir ortam oluşturuyor.

Bu bulgular geniş coğrafi alanlara yayılan müsilaj sorununun salgın hastalıklara yol açabileceğini dikkate almayı gerektiriyor. Üstelik iklim değişikliği bu sorunu daha da şiddetlendirecektir. Ancak tam bu noktada müsilaj sorunuyla birlikte ele alınması gereken ve İstanbul’u yakından ilgilendiren bir başka sorun daha var.

Deniz taşımacılığı ve kolera

Marmara Denizi gemi trafiğinin çok yoğun olduğu bir bölge.

Gemiler yük doldurma ve boşaltma esnasında dengelerini sağlamak için gemi içinde bu amaçla ayrılmış özel bölmelere deniz suyu alırlar. Bu suya balast suyu adı verilir. Alınan su miktarı taşıma kapasitesinin üçte birine ulaşabilmektedir.

Gemiler yüklerini boşaltırken ya da seyir halindeyken dengeyi korumak için balast suyu miktarı değiştirilir; yani bu su denize boşaltılır ya da denizden çekilir. Bir bölgeden çekilen balast suyu bir başka bölgeye boşaltılır. Boşaltılan balast suyuyla, o suda bulunan ve binlerce farklı çeşit canlı türü de aktarılır. Bu aktarımı bir bulaşma ya da ekosistemin kirletilmesi olarak görmek gerekir. Bu bulaşma ekosistem içindeki canlı türleri arasındaki dengeyi zaman içinde bozar. (1)

Bulaşma etkenlerinden bazıları insanlar (ve diğer canlılar) için patojendir, yani hastalıklara yol açar.

Balast suyuyla taşınan hastalık etkenlerinden biri de kolera hastalığına yol açan vibrio cholerae bakterisidir.

İnsanlarda ve deniz canlılarında hastalıklara yol açan mikro organizmalarının balast (ve sintine) suyunda dikkat çekici derecede yüksek sayılara ulaşarak hayatta kalabildiklerine ve kolera bakterilerinin balast tanklarında normalden daha başarılı bir şekilde sayıca arttığına dair kanıtlar var.

Uluslararası deniz ticareti ekosistem zararlılarını ve insanlarda hastalıklara yol açan etkenleri bir yerden diğerine taşıyıp duran bir işlev görüyor. Kentlerdeki nüfus yoğunluğu ve nüfus hareketliliği tarihte hiçbir dönemde olmadığı kadar fazla. Bu tabloya dâhil edilmesi gereken iklim krizi, kimyasal kirlilik, doğal yaşam alanlarının tahribi gibi başka etkenler de olduğunu belirtmeliyim.

Müsilaj sorununu, iklim değişikliği ve deniz ekosistemlerinin kötüye kullanımı (aşırı avlanma, kirlilik yaratma) sonucunda ortaya çıkan bir ekosistem çöküşü sorunu olarak görmeliyiz.

Bu çöküş salgın hastalıkların sıklığının artmasına yol açacaktır. Bu kaçınılmaz bir gerçektir.

Bu gerçeği kabul edip mevcut tahribatı nasıl giderebileceğimiz üzerinde düşünmemiz gerekiyor.

Müsilajdan kaynaklı bir kolera salgını olabilir mi sorusunun net bir yanıtı yok. Kolera suda kolayca çoğalabilen bir bakteri değil. Ancak bu konuda bilinmeyen çok şey var. Yapılan kapsamlı bir çalışmada, kolera salgınlarının başlangıcının, denizlerdeki alg patlaması (Marmara Denizi’nde daha önce sık sık gözlenen kırmızı-yeşil su yosunları sorunu) ile bağlantılı olduğu; salgının, hastalığı çevreden kapan bir indeks vakanın (ilk hasta) ortaya çıkması ve ardından güvenli su ve sanitasyona yetersiz erişim nedeniyle hastalığın toplumda yayılmasıyla tetiklendiği belirtilmiştir.

Yine kolera bakterisinin tıpkı Marmara Denizi’nde gözlendiği gibi askıda katı madde içeriği çok olan yani bulanık olan sularda daha uzun süre canlılığını koruduğu da belirlenmiştir.

Dolayısıyla meseleye ihtiyatlı yaklaşarak bir salgın riskini ortadan kaldıracak şekilde davranmak akıllıcadır.

Hatırlatmak gerekir ki kolera bakterisi olası risk etkenlerinden sadece biridir. İstanbul odağında sadece deniz taşımacılığı bile ciddi riskler içeriyor. Her gün 3000 ile 7000 arasında canlı türünün gemilerdeki balast suyu değişimi ile bölgeler arasında taşındığı tahmin ediliyor. Bereket ki hepsi patojen değil ve yeni ortamlarına da kolayca uyum sağlayamıyorlar. Ancak uyum sorununun aşıldığı ve ağır ekolojik sorunların açığa çıktığı durumlar da az değil. Kolera bakterisinin balast suyuyla taşındığı ve salgınlara yol açtığı belgelenmiştir.

İnsan eliyle hızla değiştirilmiş ve değiştirilen bir dünyada yaşıyoruz. Değişimin yol açtığı sorunları çözebileceğimizi düşünüyoruz.

İklim kriziyle ya da Marmara Denizi’nin ölümüne işaret eden müsilaj sorunuyla fark edeceğimiz şeylerden biri büyük belirsizliklerle dolu bir döneme girdiğimiz, bir diğeri teknolojik birikimimizin ve kapasitemizin ekosistem çöküşüyle ilgili sorunları çözemeyebileceğini fark etmek olacak… İşte bunlar gerçek beka sorunlarıdır.

Ne yapmalıyız?

Devam etmekten ziyade durmayı, onarmayı öne çıkarmalıyız.

Elde mevcut bilgilerden yola çıkarak; insan, bitki, hayvan ve çevre sağlığını bir bütünün birbiriyle ilişkili parçaları olarak görmeye çalışarak çözümler arayacağız.

  • Öncelikle Ergene Havzası’ndaki kirliliği derin deşarj yoluyla Marmara Denizi’ne taşımaya yönelik projeyi durdurmak ve daha uygun bir projeyle değiştirmek gerekiyor.
  • İstanbul ve Marmara Denizi’ne derin deşarjla atıkları aktaran yerel yönetimler bu uygulamaya kamuoyuna net bir takvim söyleyerek son vermeli ve arıtma sistemlerini revize etmeli.
  • Marmara Denizi’ndeki müsilaj tabakasında bulunan patojen mikroorganizmaların neler olduğunu belirlemek (eğer şimdiye kadar yapılmadıysa) gerekiyor. Bu çok kapsamlı, bütçe gerektiren ve zamana yayılan bir iş; ama hızla yapılmalı. Araştırmadan elde edilen bilgiler dikkate alınarak su varlıklarına bulaşması muhtemel mikrobiyal etkenlerin kontrolüne yönelik izleme faaliyetleri gözden geçirilmeli.
  • Sağlık Bakanlığı içme suyu varlıklarında kolera bakterisi başta olmak üzere olası hastalık etkenlerinin kontrol sıklığını arttırmalı. Aynı çalışma bir risk haritası çıkarılarak İSKİ tarafından da (ve Marmara Denizi’ne komşu belediyeler de) yapılmalı. Bakanlıklar ve yerel yönetimler bu konuda birlikte çalışmalı.
  • Marmara Denizi’nden tutulan su ürünlerinin (balıklar, kabuklular) gıda zehirlenmeleri ve enfeksiyon hastalıkları açısından çok risk içerebileceğini düşünüyorum. Zaten çok ağır zarar görmüş biyolojik çeşitlilik dikkate alınarak her türlü balıkçılık-avcılık faaliyeti bir süre yasaklanmalı.
  • İçme suyu ve kanalizasyon hatlarının birbirine karışmasına neden olabilecek felaket durumları (deprem, fırtınalar vb.) dikkate alınarak gereken güçlendirme çalışmaları yapılmalı.
  • Kanal İstanbul projesi asla yapılmamalı.
  • Olası salgınlara sağlık sisteminin nasıl karşı koyacağı konusundaki programları da gözden geçirmek gerekebilir.

Literatürde başka öneriler de var ama yazıyı uzatmamak için burada keseceğim. Bu önemli meseleyi disiplinler arası bir bakışla ele almak ve nasıl çözüleceği yönünde uzun vadeli bir ekosistem onarımı programı (mümkünse elbet) hazırlamak gerektiği çok açıktır.

Notlar

(1) Bu konuya düzenleme getiren bir sözleşme var ancak ne ölçüde uygulanabildiğini ve ne kadar koruma sağladığını bilemiyorum. Mevcut siyasal ahvalde, kamu kurumlarının kamusal nitelikli sorunları tespit edip çözüm sağlayacak önünü kesecek uygulamalar yaptığına inanmıyorum. Elbette, Ulaştırma Bakanlığı’nın bu önemli meseleyle ne ölçüde uğraştığı ve ne yaptığı soruşturulmalı.
(2) Bu konuda ayrıntılı bilgiler Sonia Shah tarafından yazılan Pandemi isimli nefis kitapta yer alıyor. Sahi Kitap, Çeviri: Cihat Taşçıoğlu, 2020.

(Bu yazı ilk kez Bianet’te yayımlanmıştır.)

More in Dış Köşe

You may also like

Comments

Comments are closed.