ManşetEditörün SeçtikleriKadın

[İstanbul Sözleşmesi-2] ‘Ayrımcılık yapanlar artık koltuğunda kalamamalı’

0

Dosya Haber: Esin İleri

Birinci bölüm için tıklayın

Hükümet tarafından İstanbul Sözleşmesi’nden (İS) çekilme niyetine gerekçe olarak gösterilen ve özellikle vurgulanan nokta yalnızca kadınlar için değil, her insan için geçerli olan bir genel ayrımcılık yasağı öneren sözleşmenin 4’ncü maddesi ve özellikle de içindeki “cinsel yönelim” ibaresiydi.

Söz konusu maddeye göre, Türkiye’nin de aralarında bulunduğu imzacı devletler, sözleşmede yer alan tüm hükümleri “cinsiyet, toplumsal cinsiyet, ırk, renk, dil, din, siyasi veya başka tür görüş, ulusal veya sosyal köken, bir ulusal azınlıkla bağlantılı olma, mülk, doğum, cinsel yönelim, toplumsal cinsiyet kimliği, sağlık durumu, engellilik, medeni hal, göçmen veya mülteci statüsü veya başka bir statü gibi herhangi bir temele dayalı olarak” hiç kimseye ayrımcılık yapmaksızın uygulamayı kabul ediyor.

Örneğin, hükümete yakınlığıyla bilinen KADEM, bir taraftan İS’yi sahiplenirken bir taraftan da Twitter hesabından “Konumumuz, aileye verdiğimiz değer ve neslin devamlılığının önemi açısından tehdit olarak gördüğümüz eşcinsel hareketler ile yan yana anılmayı kabul etmiyoruz.” açıklamasını yaptı.

Hükümet kanadından “toplumun hassasiyeti” öne sürülerek sözleşmeye karşı açıklamalar yapılırken, MetroPOLL Araştırma Şirketi’nin sözleşmeyle ilgili yaptığı araştırmanın sonucuna göre, halkın yüzde 63.6’sı hükümetin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmesini onaylamadığını beyan etti.

İstanbul Sözleşmesi’nin gündeme getirmesinin altında yatan nedenleri, sözleşmenin gündelik hayattaki önemini, sözleşmeden çekilmenin Türkiye için ne demek olduğunu ve olası bir çekilmenin prosedürleri konusunda görüşlerini almak için mikrofonu akademisyen, avukat ve kadın hakları savunucularına tuttuğumuz dosyanın ikinci bölümünde sorularımızı, toplumsal cinsiyet alanında çalışan Humboldt Universitesi’nden akademisyen Nil Mutluer ve hem Türkiyeli hem de göçmen kadınlarla çalışma yapan Kadınlarla Dayanışma Vakfı’ndan (KADAV) Sanem Öztürk’e yönelttik.

Nil Mutluer: Bundan sonra tartışmalar LGBTI+’lara karşı yürütülmeye çalışılacak

Nil Mutluer.

-Türkiye’de kadın ve LGBTİ+’ların toplumsal cinsiyet eşitliği için verdiği mücadelede hangi noktadayız? 

İstanbul Sözleşmesi üzerinden yürütülen tartışma bugün sadece Türkiye’de değil, dünyada da yükselen otoriterleşme ve tahakküm politikaları karşısında yürütülen eşitlik ve özgürlük mücadelesinin bedene bürünmüş bir örneği. Türkiye’deki siyasi iktidar İstanbul Sözleşmesi çerçevesindeki tartışmalarla cinsiyet ve cinsel yönelim konusunda özellikle 2011’den bu yana çizmeye çalıştığı sınırı bir kere daha hatırlatmakla kalmadı, aynı zamanda, kürtaj ve erken yaşta evlilik gibi konularda bir araya getiremediği tabanının durduğu noktayı da yeniden kontrol etmek istedi.

Tabanında anlamlı bir kesim kadına yönelik şiddeti ortadan kaldırma meselesine sahip çıktı. Böylece, siyasi iktidarın kadın haklarının insan hakları olarak ele alınmasına karşı yürüttüğü politika bir kez daha başarılı olamadı. Ancak, sözleşmenin özellikle cinsiyet ve cinsel yönelim tanımı çevresinde oldukça çarptırılarak yürütülen tartışmalar bir tehlikeyi net bir şekilde ortaya çıkardı.

İstanbul Sözleşmesi tartışmaları ile kazanılmış hakları kaybetme tehlikesi yaşıyoruz. Geri çekilme yerine eşitliğin sağlanması için ve cinsiyet ayrımcılığına karşı hangi adımların atılmasına ihtiyaç var?

İktidarın tabanını ortaklaştırabileceği homofobik ve transfobik bir zemin var. Kuvvetle muhtemeldir ki, bundan sonra ilerleyecek tartışmalar bu zeminden, LGBTI+’lara karşı yürütülmeye çalışılacaktır. Bu doğrultuda, kadın ve LGBTI+ hareketleri heteronormatif erkek egemenliğe ve homo/transfobiye karşı birlikte, ödün vermeden, güçlü ve istikrarlı bir şekilde mücadele etmeye devam etmeliler. Türkiye’deki cinsiyet temelli hareketlerin bugüne kadar kazandığı haklar düşünüldüğünde ben bu mücadelenin de başarıya ulaşacağını düşünüyorum ve inanıyorum.

Sanem Öztürk: Kimse kadınlara ‘kültür böyle’ masalını okumasın

Sanem Öztürk.

İS yalnızca Türkiyeli değil, göçmen, sığınmacı, mülteci, hukuki durumu ne olursa olsun tüm kadınlar için bağlayıcı ve koruma sağlayan bir sözleşme. Sözleşmenin KADAV’ın da sahada çalıştığı kadınlar açısından önemi nedir, biraz bahsedebilir misin?

KADAV’ın Afrika ülkelerinden, eski Sovyet ülkelerinden, farklı Ortadoğu ülkelerinden hatta Japonya’dan gelip Türkiye’de yaşayan ve başta şiddet olmak üzere çeşitli sorunları nedeniyle KADAV’a başvuran danışanları var. Bunun altını çizmek şu açıdan önemli: Göçmenlik söz konusu olduğunda farklı kategorilerle karşı karşıya kalıyoruz. Örneğin geçici koruma altında olan bir Suriyeli ile uluslararası koruma altında olan bir göçmen ya da herhangi bir koruma altında olmayan belgesiz bir kadın aynı olanaklardan yararlanamayabiliyor. Bu açıdan İstanbul Sözleşmesi’ndeki göç ve mülteciliğe odaklanan maddeler ayrıca önem kazanıyor.

Sahada çalıştığımız göçmen kadınlar açısından İstanbul Sözleşmesi’nin etkin bir şekilde uygulanıyor olması her şeyden önce göçmen ya da mülteci bir kadının yaşadığı şiddeti şikâyet edebilmesi demek. Dünyanın her yerinde şiddet alanında çalışan kadınlar olarak şu noktada ortaklaşıyoruz: Bir kadının yaşadığı şiddetten kurtulmak için bir adım atması, resmi kurumlara şikayette bulunması, hukuki yollara başvurup bir süreç başlatması zaten çok zor. Yurttaşı olduğumuz ülkede yaşıyorken bile çok zor. Göçmenlik bu zorluğu katlayan bir durum.

Göçmen bir kadın olmanın zorluğu katlayan noktalarını biraz açabilir misin?

Öncelikle cinsiyet temelli şiddet göçün sebeplerinden biri. Aynı zamanda sonuçlarından biri de. Cinsiyeti ya da cinsel yönelimi nedeniyle göç edildiği gibi göç yollarında da sivillerin, insan kaçakçılarının, silahlı grupların, kamu görevlilerinin şiddet ve istismarına uğruyor insanlar. Hedef ülkeye varıldığında şiddet sarmalından bir anda çıkılmıyor.

Hayatın her alanı kadınlar için şiddet riski içeriyor, göçmen bir kadın için bu riskler ciddi düzeyde artıyor. Üstelik daha fazla koruma altında olan yurttaş kadınların bile şiddete maruz kaldıklarında çeşitli adımlarda ne tür sorunlarla karşılaştıklarını hepimiz biliyoruz. 2015 yılı sonundan beri sahada bir araya geldiğimiz, atölyeler yaptığımız, bize yaşadıklarını anlatan binlerce göçmen ve mülteci kadının tanıklıklarını dinledik; her adımda aşağılayıcı bakışlarla, önyargıyla, ayrımcılıkla karşılaşıyor kadınlar. Resmi tutanak bile tutmayan, kadınları karakol kapısından geri çeviren polisleri, “kocandır barışırsın, tercüman yok” diyen polisleri, darp raporu almaya gitmiş kadınlara “gelmeseydiniz siz de buraya” diyen hastane çalışanlarını biliyoruz. Sığınaklarda ayrımcılık yaşadığı için her gün şiddet gördüğü eve geri dönen kadınlarla karşılaşıyoruz.

Göçmen kadınların karşılaştığı zorluklarla mücadelede ne gibi adımlar atılması lazım?

İstanbul Sözleşmesi’nin etkin bir şekilde uygulandığı bir ülkede göçmen bir kadın öncelikle şiddet durumunda hangi adımları atması gerektiğini bilecek, çünkü devlet İstanbul Sözleşmesi’ni ve Türkiye’de kadınları koruyan ilgili yasaları, yurttaş ya da değil, tüm kadınların biliyor olması için çaba göstermek zorunda olacak. Çok dilli materyaller hazırlayacak, eğitim verecek, ilgili kurum personellerini eğitecek, görevi ihmal eden memurlar için gerçek yaptırımlar geliştirecek, vs.

Ama tabii en başta göç meselesine yönelik bu “polisiye” bakış açısını bir gözden geçirecek. Zira göç ve iltica temel insan haklarıdır ve artık göçmen bir dünyada yaşıyoruz. Bu geçici bir durum değil, bundan böyle dünya daha önce hiç olmadığı kadar insan sirkülasyonuyla karşı karşıya olan bir yer. Dolayısıyla göçe dair ezberlediğimiz ne varsa yeniden düşünmek zorundayız. Göçmenlerle, bilhassa göçmen kadınlarla yakından çalışan kurumların personelinin bu bakış açısıyla beslenmesi gerekiyor artık. İstanbul Sözleşmesi’nin göçmen kadınlar özelinde etkin uygulanması, aynı zamanda göçmen ve mülteci düşmanlığına ve zenofobiye karşı da mücadele anlamına geliyor bu bakımdan.

Türkiye’de İstanbul Sözleşmesi’ne de referans veren 6284 Sayılı Kanun her ne kadar yurttaş ya da göçmen ayrımı yapmıyor olsa da göçmen ve mülteci kadınların şiddetten korunmasına yönelik özel maddeler içermiyor. Bu bakımdan İstanbul Sözleşmesi’nin 59, 60 ve 61. maddeleri daha da önem kazanıyor. Şiddetin bir iltica sebebi olarak altının çizilmesi çok çok önemli. Ayrıca şiddet gören göçmen bir kadının hukuki statüsünün bu çerçevede düzenlenmesinden söz ediyoruz ki hukuki statüsü olmayan göçmen kadınların daha önce erişemedikleri mekanizmalara erişmeleri anlamına da geliyor.

İstanbul Sözleşmesi tartışmalarından anlıyoruz ki, TCK 103, 6284 gibi kanun maddelerine ve nafaka meselesine dair düzenlemeler var sırada. Bu bağlamda, kazanılmış hakları kaybetmek söz konusu. Bu bağlamda kadın hareketinin öncelikli meseleleri nelerdir?

Türkiyeli kadınların da göçmen kadınların da bu ülkedeki öncelikli sorunu şiddetin farklı biçimleri. Farklı illerde, farklı yaş ve eğitim gruplarından çok sayıda kadınla atölyeler gerçekleştirmiş biri olarak şiddet ve istismarın en belirgin sorun olduğunu söyleyebilirim. Farklı şekillerde gösteriyor kendini elbette. Ne yazık ki çocuk cinsel istismarı halen şiddetin ciddi bir biçimi olarak sürüyor, önlemeye çalışmak bir yana “kültür böyle” gibi sebeplerle affetmenin önü açılmaya çalışılıyor. Hangi kültürmüş o? Nedir bu kültür, değişmez midir?

Kadın hareketinin yüzyıllardır bütün dünyada yapmayı sürdürdüğü şey tam da bu değişim için mücadele etmek değil mi? Sadece kendi ailemizdeki kadınların birkaç kuşağına göz atsak aslında bu değişimin –kadınların çabasıyla- nasıl süregiden bir şey olduğunu görebiliriz. Belki yavaş değişir, ama mutlaka değişir. Dolayısıyla kimse kadınlara bu “kültür böyle n’apalım” masalını okumasın artık. Bunun özellikle altını çizmek istedim, zira kazanılmış haklarımıza yapılan her saldırının altında bu kültür bahanesi var. Aile değerleri, kutsal yuva, kültürel kimliğimiz, vesaire… Kadın ıstırap çekebilir ama aileye zeval gelmesin… Şiddetin kadın ve çocukların hayatına kâbus gibi çöktüğü bir ailenin nesi yuva olabilir?

İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmenin aksine bugün şiddete ayrımcılığa karşı, eşitliği sağlamak amacıyla ne gibi önemler alınmalı ne gibi yasalar yürürlüğe konmalıdır?

İlk atılması gereken adım şiddetin eşitsizlikten kaynaklandığını görmek, eşitsizliği ortadan kaldırmaya yönelik ciddi adımlar atmak. Hayatın tüm alanlarını cinsiyet eşitliğinin gözetileceği biçimde yeniden düzenlemek. Cinsiyet ayrımcılığına karşı sert önlemler geliştirmek. Türkiye bu anlamda çığırından çıkmış bir ülke. Her düzeyde kamu görevlisi kadınla erkeğin filan filan sebepten eşit olamayacağını bangır bangır bağırıp görevine devam edebiliyor, hatta terfi alıyor. Ayrımcılıkla böyle mücadele edilmez. Kadın düşmanı herkesin o koltuğu işgal edemeyeceğini bilmesi gerekiyor. En kıdemsiz memurdan en üst düzey devlet yetkilisine kadar herkes cinsiyet ve cinsel yönelim temelli ayrımcılık yaparak o mevkide kalamayacağını anlamalı.

Medya, akademi, özel sektör, bütünüyle bu mücadelenin bir parçası olmalı. Eğitim müfredatı bütünüyle gözden geçirilmeli. Mevcut yasalar etkin uygulanmalı, eksik yasal boşluk kadın alanında yıllardır mücadele eden hukukçuların hazırlayacağı yasalarla doldurulmalı. Kimse kadınlar adına konuşmamalı. Evet, zaman alacak, zorlu geçecek ama başlamak zorundayız. Ben kadın hareketinde çok büyük bir güç olduğunu biliyorum, bu güç sadece sayısal bir güç değil. Haklı olduğumuzu bilmekten kaynaklanıyor. Bir iktidar konumuna sıkı sıkıya yapışıp onu paylaşmaya yanaşmayanların karşısına dikilip eşitlik talep etme gücü buradan geliyor.

 

 

 

More in Manşet

You may also like

Comments

Comments are closed.