Köşe Yazıları

Akıl Tutulması

0

Hep söylenir : Türkiye toplumu, yakın tarihinde üst üste yaşadığı travmaların tornasından çıkmış, tüm dengesini ve mantıklı düşünme yetisini kaybetme noktasına gelmiştir, diye. Gerçekten de en gündelik olaylardan en “ciddi”, en karışık, en hassas meselelere kadar birçok olgu karşısında akıllara durgunluk veren gelişmeler yaşanması, kararlar alınması, tepkiler verilmesi artık alışılageldik bir Türkiye gerçeği oldu. “Burası Türkiye, olur öyle” tekerlemesinin bu kadar sık tekrarlanması da bunun bir göstergesi olsa gerek.

Bu durumun insanı en acı acı gülümsettiren hali ise herkesin kendisini akıllı, başkasını ise akılsız davranıyor sanması… Öyle ki, “memlekette akıl makıl hak getire, böyle saçmalık mı olur!” veryansını edenler, o akıl tutulmasının en ön koltuktan müdavimi olabiliyorlar. Tüm bu toz duman içerisinde kimin haklı kimin haksız olduğunu anlamak da zorlaşıyor (haklılık ve haksızlık diye birşey varsa tabi, ya da herkes her durumda kendince haklı, değilse).

Peki ne yapmalı, bu toz duman içerisinde önümüze nasıl bakmalı? Benim bildiğim en adil, en sağlam, en etik ve en işe yarar yöntem şudur : Elinizdeki çuvaldızı; yani bir ilke, bir görüş, bir değerler bütününü, önünüze çıkan herşeye gözünüz kapalı batırıverebilmek. Aynı batı toplumlarında “adalet” i simgeleyen, gözleri kapalı, bir elinde terazisi, bir elinde kılıcı tutan kadın figürü gibi. Fikirlerinizi biçimlendiren temel değerlerin (ideolojinizin) ne olduğu ayrı mesele, bu değerlerin ışığını her karanlık köşeye aynı kararlılıkla tutabilmek ise apayrı, ve belki ilkinden de önemli bir mesele.

Türkiye’de demokratikleşme ya da genel olarak siyaset konusundaki en önemli sorun nedir?, diye sorulsa, benim cevabım, pek de düşünmeye gerek duymadan, şu olur : Herkesin kendine demokrat, kendine adil, kendine hoşgörülü, kendine dürüst olması. Çıkıp “giysime karışmayın” diyenlerin hiç utanmadan başkalarının cinsel eğilimine karışması. “Türkiye laiktir laik kalacak” diye haykıranların, sünni müslümanlığın alışılageldik tanımı dışında kalanları (Alevi’leri mesela) görmezden gelmekle kalmayıp, bir de üstüne “siz de müslümansınız, haberiniz yok” densizliğine kalkışmaları. “Biz çok insancılız, yurtta sulh – cihanda sulh” diyenlerin ölüp giden insanları üzerindeki üniformaların rengine göre “şehit” diyip göklere çıkarmaları, ya da “leş” diyip yerlere sokmaları. Giden canların bir yarısı için anasının-babasının-sevdiğinin hilkayeleri anlatılarak durumun tüm dramatikliği ortaya konurken, diğer yarısının isminin bile anılmaması, cesedinin bile verilmemesi, “ölüm” lafının bile “etkisizleştirme” ye dönüşmesi.
Hani özgürlükten bahsediyorduk? Hani laiktik? Hani yaradılanı seviyorduk, yaradandan ötürü? Demek ki bütün bunlar özümsediğimiz, gerçekten benimsediğimiz değerler değil, sırf kendi yararımıza kullanmak isteyip başkasının eline-yüzüne-kanına-ruhuna kesinkes yakıştıramadığımız takılar adeta. Ve bunu yaparken, örneğin özgürlükçü olduğumuzu ilan edip ardından başkasının özgürlüğüne karalar çalarken, kendimizi gerçekten de özgürlükçü sanıyoruz çoğu zaman. Bu işi kurnazca bir iki yüzlülük olarak falan yapanlar da vardır mutlaka, ve ama çoğumuz gerçekten de özgürlükçü, gerçekten de laik, gerçekten de modern olduğumuzu düşünebiliyoruz, hiç de öyle olmamamıza rağmen. Akıl tutulması burada başlıyor. Bu saçmalık, bu iki yüzlülük, o akıl tutulmasından uzakta durmaya çalışan insanların yüreklerini kahredip yakacak kadar traji-komik olaylar yaratabiliyor.

Birkaç basit örnek verelim.

Kendini “pozitif milliyetçi” (vatansever demeye çalışıyorlar sanırım, anlamını tamamen çarpıtarak… ki bu da bir sonraki yazımızın konusu olsun) olarak tanımlayan haber kanalları veya portalları Barcelona takımının her maçından önce ve sonra “Katalan takımı 3 attı, 5 yedi” diye manşetler atar; hemen yanına da “İşte ülkeyi bölmeye çalışanlar : bilmemne ülkesinin bilmemne gazetesinde Türkiye’nin güneydoğusundan ‘kürdistan’ diye bahsettiler” manşetini koyuverirler. Aynı hastalıklı akıl tutulması, devletin en “rasyonel” olması gereken kurumlarında bile gani gani bulunur : “ Ünlü sanatçı Kudüs’te vereceği konseri İsrail’in insan haklarını hiçe sayan politikaları yüzünden iptal etti, oh ne şahane” sevinmelerinin yanına KKTC’de vereceği konseri aynı “insan hakları” gerekçesiyle iptal eden Jennifer Lopez’e “İnsanların müzik dinleme hakkını elinden almaktır esas insan hakları ihlali” diye çemkirir Dışişleri Bakanlığı sözcüsü (Hürriyet, 10.07.2010). Sudan’da milyonlarca insanın ölümüne neden olan ve artık neredeyse resmileşmiş, tüm dünyanın hemfikir olduğu soykırımı “Olmaz öyle şey, ben gittim gördüm. Hem müslümanlar yapmaz soykırım” diye reddedenle, Filistin’deki acıların hamisi kesilen aynı kişidir, Türkiye Cumhuriyeti Devleti başbakanıdır. Sokakta yalnız başına dolaşan kızı taciz eden, o kıza laf atanla, kız kardeşini bir erkekle beraber yürürken gördüğü için döven, belki de öldüren delikanlı da aynı kişidir. Oğlunun yattığı kadınların sayısının çokluğuyla gurur duyup övünen babayla kızının evlenene kadar bekaretini koruması gerektiğine yürekten inanmış ve bunu sağlama almak için her türlü “önlemi” almaya ant içmiş baba da aynı anda, aynı kişidir.

Öyle bir akıl tutulmasıdır işte bu, “hep ben” der. Ben ve biz, der, şahaneyiz, ve masumuz, ve adiliz, ve en iyisiyiz, ve bıraksalar cihana diz çöktürürüz. “Hep yabancılar” der, kimi kastettiğini kendisi de bilmeden, “onlar bizi bu hale getirdi.” Türk resmi tarihinin kendisine yem niyetine sunduğu tarih mitlerinden de güç alır : “Bak” der, “Çinliler de zamanında Göktürklerle Hunları içten çökertmiş entrikalarla.” Sürekli bir komplo, sürekli bir paranoya, sürekli bir “suç başkasında” güdüsüyle yaşar. “Avrupa’da aile sistemi çökmüş abi, kızları salıyorlarmış çocuk yaşta oğlanların koynuna” diye kötüler ‘öteki’ ni, hemen ardına da “Bu sene bi’ Rusya’ya gitsek, ya da İsveç’e, hatunlar şahaneymiş” planları kondurur. Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu; diyorlar böyle durumlar için sanırım.

Ve ama geç değil düzeltmek için birşeyleri. Herşeyin temelindeki çözüm -Kürt sorununun da, ekonomik ve ekolojik krizin de, demokrasi meselesinin de, ve başka bir çok sorunun da- bildiğimiz herşeyi unutup, herşeyi baştan bir düşünmek. Bildiğimizi sandıklarımızı, ve hatta bildiğimize emin olduklarımızı da baştan bir kurcalamak. Tüm önyargı ve varsayımlarımızı bir anlığına geride bırakmaya çalışmak. Kendimizi bu sayede öldürüp her gece, her sabah yeniden doğmak. Kendi elimizle, kendi aklımızla yarattığımız kategori, kalıp ve kavramları yıkıp yıkıp yeniden inşa etmek. Bunu bir alışkanlık haline getirerek hem de… Kaba tabirle beyaz bir sayfa açmak her gün, ama kendi usumuzda, kendi vicdanımızda herşeyden önce. Ve bütün bunları yaparken, Konfüçyus’un şu sözünü de belki hatırda tutmaya çabalamak, her ne kadar zor olsa da unutmamak :

“Bildiklerimizi biliyor, bilmediklerimizi de bilmiyor olduğumuzu bilmek; gerçek bilgi işte budur.”

You may also like

Comments

Comments are closed.