İnsandaki yalnızlaşmanın, içe kapanmanın, atomize olmuşluğun ve bireyciliğin en üst boyutlarda olduğu bir dönemde yaşıyoruz. Adeta kamusal alanı gönüllü bir şekilde çökertip apartmanlarımızdaki dairelerimize hapsoluyoruz. Bu durum, kamusal alanlarımızı koruyup geliştirmenin, etik ve estetik bir boyutta var edebilmenin ve bu çılgınlık çağında, bu alanları devrimci bir dönüşüme uğratmamızın önündeki en büyük engeldir. Bireyin özgürleşmesi anlamında değil ama kapitalizmin yutturduğu bireycilik, insanın kaderi değildir. Birçok antropolojik çalışma, ilksel zamanlarda karşılıklı yardımlaşmanın yoğunluğunu ortaya koyarken, ortaçağda ve yakın zamanın kimi ülkelerinde, kanton, meclis ve komün gibi oluşumların azımsanmayacak bir varlığını teyit ediyor.
Beraberliğimiz bu kadar yara almışken ne yapabiliriz?
Büyük anlatıların siyaset krizi içerisine girdiği, sisteme karşı, bütünlüklü alternatif sosyal, ekolojik ve özgürlükçü herhangi bir ideolojinin, teoride var olsa da politik olarak etkin olmaması, maalesef insanlarda kapitalizm nihai zaferini ilan etti havası doğuruyor. Kapitalizmin farklı bir yüzü olan totaliter rejimlerin farklı ülkelerde boy gösterdiği böyle bir dönemde, insanların neden alternatif majör siyasetlere teveccüh etmediğinin sosyal, ekonomik ve psikolojik boyutlarını düşünmek zorundayız. Buralardan siyaset yapma tarzımız üzerine çıkaracağımız dersler olacaktır.
Kaybettiğin gücü yeniden fark etmek…
Eğer toplumsal plandaki siyaset alanlarında bir sıkışma ve daralma varsa, öncelikle iktidarın yaratma potansiyelimizi nasıl sakatladığını anlayıp buna bir çomak sokmanın yolunu bulmak zorundayız. Kaybettiğimiz gücümüzü yeniden fark etmekle başlayabiliriz işe… Çünkü güçsüz olduğumuz ve çok da bir şey yapamayacağımız, gerek sistem gerekse pesimist muhalifler tarafından sürekli tekrarlanır ya da hissettirilir. Yaşadığımız dünyayı böyle algılamamız beklenir. Oysa insanlık tarihi bize çok iyi gösteriyor ki yıkılmaz zannedilen nice iktidarlar yerle bir oldu. Tarihin her döneminde insanlar bir araya gelmenin farklı yollarını bulmayı başardılar. Bu kimi zaman majör siyaset olarak kimi zaman da minör siyaset olarak tezahür etti. Buradan hareketle, günümüzde bizlere umut veren, küresel boyutta kadın hakları hareketi ve ekoloji hareketinin yanında küçük toplulukların, otonom oluşumların açığa çıkarabileceği siyaset olanakları üzerine birlikte düşünelim istiyorum.
Eğer politika, yaşamsal konular üzerine söz söyleme ve harekete geçme sanatıysa birçok küçük topluluk hali hazırda bunu yapıyor zaten. Bu bahsettiğimiz minör siyaset olanağını, majör siyasete karşıt olma üzerinden kurmayıp, tam tersine majör siyaseti etkileyip, dönüştüren ve birlikte var olabilen dinamik bir yapı olarak görmek gerekiyor. Minör siyasetin en temel özelliği, iş yaparak politika üretmek ve görünür olmaktır. “Minör siyasetteki insani bir – aradalık, tepkisel olmaktan uzak, daha ziyade üretici, aktif, kendi işine bakan, etkiler üreten bir içerik sergiliyor. Minör siyasette insanlar bir tepkisellik içinde değiller derken, onları çevreleyen dünyaya bir itirazları, bir eleştirileri olmadığını söylemiyorum. Ama siyasal varoluşlarını karakterize eden şey tepki değildir. Varlığa hükmeden bir olumsuzluğun, yeniden başka bir olumsuzluk çağırdığını, böylece bunun insani bir – aradalığı günden güne tahrip ettiğini bilirler.”[1] Bu siyaset anlayışının, Spinoza’nın yaşamı kutlayan ve merkeziyetsiz siyaset anlayışına ek olarak Nietzche’nin hınç ve tepkisellikle hareket etme eleştirisiyle örtüştüğünü söyleyebiliriz. Hınçla hareket ettiğinizde, olumlayıcı ve örnek yaşam pratikleri üretmek yerine, karşı tarafın etkiselliğine hapsolmuş, öfke ve intikama dayalı bir pratik üretebiliyorsunuz.
‘Minör siyaset’in olanakları
Uzun süredir dünya genelinde siyaset, çok büyük ve aşkın ideallerle geleceğe kilitlenen bir göz siyaseti şeklinde gerçekleşiyor. Göz, uzak ufuklara dalmışken, bu -gün tüm hunharlığıyla yaşanıyor. Bedenler ve ruhlar hemen her an tahrip ediliyor. Gezegen mütemadiyen aşındırılıyor. Bu “büyük” siyaset anlayışı, kendi yaşam alanlarında küçük topluluklar kurarak, politik özneler olmaya çalışan insanların etkinliğini küçümsemekten de geri durmuyor. Buralardan elle tutulur bir şey çıkmayacağını düşünüyor. Oysa, insanların kendi yaşam alanlarını, bir beden olarak tasavvur edersek, bedenini korumaya, geliştirmeye ve onun üzerinde söz sahibi olmaya çalışması hiç de küçümsenmeyecek, ertelemesiz ve doğrudan bir siyasettir. Bu tarz örgütlenmeler, hiyerarşik temele dayalı olmadığı için de doğrudan demokrasiye büyük olanak sunar.
En önemli avantajlarından birisi de Michael Hardt ve Antonio Negri’nin kastettiği anlamıyla “çokluk” a kapı aralamasıdır. Her türden bireyin, kendini ifade edip, hayatının siyasetini yapabilmesinin ve aidiyet kurmasının yolu açılır. Bu çokluğun bireyleri, birbirini etkileyip, dönüşerek birlikte iş üretirler. Kardeşlik ve dostluk bağıyla birbirine bağlanırlar. Gelecek düşlerini, şimdiden hayata geçirmeye çalışarak özgürlüğün tadına varırlar. Düşündüğünü hemen eyliyor olmanın vicdani rahatlığını hissederler. Bu çokluk öznelerinden bir vegan, bir anarşist, bir vicdani retçi, bir işçi, bir kadın hakları aktivisti ve bir LGBTİ+ bireyin aynı toplulukta buluştuğunu düşünün, buradan bir dönüşüm çıkmaması mümkün değildir. Ve kurdukları topluluğun bir mahalle meclisine dönüşmesinin önünde hiçbir engel yoktur. Başka doğrudan demokratik topluluklarla koordine olarak toplumsal hayatta söz sahibi olma anlamında güçlenmelerinin önünde de bir engel yoktur. Bu toplulukların en can alıcı yanlarından birisi de siyasetin sokakta gösteri yapıp eve dönmekten ibaret olmadığını çok iyi biliyor olmalarıdır. Zira sonuç almak için süreklilik göstermeyen ve protestoyla sınırlı eylemler, insanlarda bir umutsuzluğa yol açabilmektedir. Hayata değen politikalar üreterek, küçük de olsa sonuçlar alarak oluşturulan hareketlilik, insanlar için bir moral ve motivasyon kaynağıdır. Bu anlamda minör siyasetin bulunamayacağı bir alan yoktur diyebiliriz. Çünkü bu siyaseti hayata geçirmek için sizi tam anlamıyla ifade eden büyük oluşumları beklemeniz gerekmez. Birkaç kişiyle bile bulunduğunuz habitatta siyasete başlayabilirsiniz. Bunun büyüyüp gelişip gelişmeyeceğini zaman ve o bireylerin çabası gösterecektir.
İktidara karşı alan savunması
Dünya solunun çoktan unuttuğu bu topluluk, komün ve meclisler aracılığıyla siyaset yapma tarzının ne kadar önemli olduğunu, sosyal ekolojinin kurucu ismi Murray Bookchin onlarca yıl önce hatırlatmıştı. Bookchin bu tarz siyaset öznelerini, hemen şimdi harekete geçmenin birer enstrümanı olarak görüyordu. Tabii onun siyaset anlayışında bu öznelerin federatif bir yapıyla konfederasyona evrilmesi ve nihayetinde devrim de öngörülüyordu. Yani sistemin izin verdiği ölçüde kalmak ve eylemliliğimizi ona göre sınırlamak bizi ekonomik ya da sosyal cemaat olmaktan öteye götürmeyecektir. Hatta Bookchin, toplulukların bu genişleme ve alan kaplama durumunu “ikili iktidar” olarak adlandırır. Bir nevi iktidara rağmen kendi yaşam anlayışını oluşturup belli bölgelerde hayata geçirmek ve iktidarın buna dokunmasına izin vermemek durumu… Burada kastedilen iktidar, toplulukların kendi siyaset anlayışı için değil, iktidara karşı alan savunması anlamında kullanılıyor. Yoksa Bookchin’in ömrü hiyerarşisiz siyaseti savunmakla geçmiştir. Bu alan savunmasına en iyi örneklerden birisi, katılan her bireyle manifestoları değişebilen Zapatist Hareket’tir sanırım. Ayrıca saymaya kalksak, birçok ülkeden verebileceğimiz otonom bölge örneklerinin sayısı da az değildir. Siyasetin sürekli gündeminde olan Z Kuşağı’nın, hiyerarşik ve gerontokratik dayatmalara oldukça kapalı olduğunu da düşünürsek, doğrudan demokratik siyasetin önünün açık olduğunu söylemek abartı olmaz.
*
[1] Onur Eylül Kara, Yapabileceğimizi Yapmak, İletişim Yayınları 2019, syf. 39-40