Hafta SonuKöşe YazılarıKültür-SanatManşetYazarlar

Artık neyi hissedebiliyoruz?

0

Son dönemde ana akım televizyon dizilerinde Psikiyatri uzmanı Dr. Gülseren Budayıcıoğlu’nun kitaplarından uyarlanan dizilerin sayısı giderek artıyor. Televizyon tutkunu Budayıcıoğlu’nun farklı romanlarından uyarlanan bu upuzun diziler melodram sever izleyici için adeta altın madeni. Yeşilçam kuşağına televizyon ekranlarında çocukluğunda denk gelenlere bu melodramlar tanıdık gelecektir elbet. Ancak bir de gerçek yasam öyküsünden uyarlanmıştır ibaresiyle izliyoruz bu dizileri.

Çoğunlukla kendi kişisel deneyimlerime dayanarak, bu dizileri izledikten sonra sormadan edemediğim bir çok soru var. Biz travmalarımızın kaynağını gündelik hayatımızın içine yer etmiş şekilde dile dökebiliyor muyuz? Yani çocukluk travmalarımız – ki hangimiz de yok ki – bu kadar sakil bicimde mi hayatımıza yön veriyor? Obsesif kompulsif kişilik bozukluğum var, çünkü annemden neler çektim neler şeklinde mi ilişkileniyoruz travmalarımızla. Hayatında bir çok kayıp yaşamış, hayal kırıklığına uğramış ve hayal kırıklığı üretmiş anne babaların, kendi mağduriyetleriyle zincirleme daha da mağdur yeni nesiller yaratma döngüsü dışında bu diziler bize ne anlatıyor? O yüksek sınıfın zengin ama mutsuz olduğunu göstermenin dışında bize ne diyorlar?

‘Biz bir aileyiz’ efsanesi

Örneğin Masumlar Apartmanı’ndaki ağır çekimlerin, dramatik müziklerin, bitmez tükenmez şekilde travmaları dile döken diyalogların, şiirin, müziğin, hepsinin birden bir araya gelip eninde sonunda durmadan tekrarladığı şey, “Biz bir aileyiz, affetmesek de sevmeye devam ederiz.!” Mahvedilmiş çocukluklar öğretemedi bize, aile tüm kötülüklerin barınağıdır. Aileye isyan edebilen, aile tabularıyla arasına mesafe koyabilen ve bu mesafeyi motive eden kaç dizi var şu anda televizyonda? Aksine bu tekinsiz çocukluklar şimdi birer birer kanal kanal saatlerimizi kemiriyor. İyi oyunculuklar deyip gözyaşları içinde alkış tutuyoruz.

Bunları izlerken içlerimize ne işliyor farkında mıyız? Ancak böylesi dramatik sahneleri mi hissedebiliyoruz? Hissedebilme eşiğimiz nerelere geldi? İki saat otuz altı dakikaya sığan kaç şarkı, kaç şiir bize içinde yaşamaya alıştığımız bataklıkta bir şeyler hissettirebilir? Hem bataklıkta yasayıp hem de bu dipsiz melodramların içinde ağlaya ağlaya neye dönüşüyoruz?

Kadın ölse de huzur yok

Kıskançlığı ve şiddeti travmalarıyla meşrulaştırmış Han delirince üzülüyoruz da bu erkek şiddetinin alt üst ettiği, banyoya kilitlediği İnci ondan kaçmak için şehir dışına çıkıp sonunda kazaya kurban gittiğinde erkeğin acısı dramatik keman ezgileriyle görünür ve duyulur olmaya devam ederken kadına ne oluyor? Söyleyeyim: Bir rüya/fantezi sahnesinde, pastoral bir mekanda dingin bir gölde yavaşça ilerleyen çiçeklerle dolu bir kayıkta ağlayan kocasına sarılırken “Çok mutluyum, artık korkmuyorum” diyor. Yine onu teselli eder bir konumda buluyoruz kadını. Öldükten sonra bile görevi bitmiyor yani. İşin açıkçası kadın huzura filan ermiyor, kadın yok oluyor. Ama dizinin önerdiği şekliyle, biz bir aileyiz, affetmesek de katili sevmeye devam ederiz.

Budayıcıoğlu Masumlar Apartmanı’nın sezon finalinin ardından verdiği röportajda şöyle demiş: ‘Sadece bu dizide değil, diğer dizilerde de amaç hep bu insanların nasıl ve neden bu hale geldiklerini sizlere gösterebilmek. Hiç̧ olmazsa bundan sonra insanlarımız acı çekmesinler.’  Acı çekmemeyi başarabilmek için bu yersiz uzun dizilerde aile şiddetinin üstesinden gelmiş, onun altında ezilmemenin yolunu bulmuş, çevresindekileri o travmatik çocukluğun kurbanı haline getirmemiş, paranoyak ve güvensiz erkeklere aşık olsa da kendi hayatını merkeze alabilmiş kadınlar izlememiz gerekmiyor mu?

Sanki bu diziler eninde sonunda erişilecek bir kurtuluş ya da iyileşme vadedip sürekli acılı çocuklukların dipsiz karanlık kuyusuna atıyor izleyicisini. Bence bizim ‘bu insanların’ neden ‘bu hale’ geldiğini görmekten çok, travmalarının üstesinden nasıl gelebildiklerini, nasıl güçlendiklerini görmeye ve izlemeye ihtiyacımız var.

 

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.