Dış Köşe

24 Nisan – Mithat Sancar

0

24 Nisan 1915, bu toprakların kadim halklarından olan Ermenilerin her türlü zulüm yöntemiyle sistematik bir şekilde imhasının başladığı tarihtir. Bu tarihten itibaren çok da uzun sayılmayacak bir zaman dilimi içinde Ermenilerin bu topraklardaki varlığı imha edildi.

1915’in Ermeniler açısından bir travma olduğu açıktır. Bu travmanın, “Ermeni kimliği”ni belirleyen en önemli unsurlardan biri olduğu da şüphesizdir. Ancak bu tür “büyük şiddet ve kitlesel kıyım” olayları, sadece “mağdur grubu” travmatize etmezler. Başta “fail” olarak adlandırılan grup olmak üzere toplumun tümü bu travmadan payını alır.

Elbette şiddete ve zulme doğrudan maruz kalanlar (kurbanlar/mağdurlar) ile şiddeti uygulayanlar (failler) ve destekleyenler (işbirlikçiler) arasında bu travmadan etkilenme şekli ve derecesi bakımından derin farklılıklar vardır. Ancak bu “olay”ın iki taraf için de bir hareket veya referans noktası haline gelmesi kaçınılmazdır. Bu duruma, “travmada karşıt ortaklık” denir.

Ermenilere yönelik toptan imha siyaseti ve pratiği, Türk ve Müslüman kesim açısından da bir “travma”dır. Bu travma, bu kesim açısından da “kolektif kimliğin” kurucu unsurlarından birini oluşturur.

Travmanın karşıt ortaklarının, geçmişte yaşanan korkunç olaylar karşısındaki tutumları da genellikle birbirine “karşıt” olur. “Mağdur grup”, olayların hatırlanmasını ve acının telafisi için kamusal edimlerde bulunulmasını talep ederken; “fail grup” çoğu zaman savunma refleksleri geliştirir. “Fail grubun” bu reflekslerinin başında “geçmişi unutturmak”, yani yapılanları “inkâr etmek” gelir. Bunun mümkün olmaması halinde ise, suçu mağdurlara yıkma, böylece sorumluluktan kurtulma yoluna başvurulur.

Cumhuriyet’in ilanına kadar, Türk yönetici kadroları ve Müslüman ahalinin önde gelenleri, bu “olaylar” karşısında nasıl bir tutum takınacakları konusunda bir bocalama yaşadılar. Unutturmak mümkün değildi; her şey çok tazeydi. İnkâr mümkün değildi; her şey ortadaydı.

Cumhuriyet’le birlikte, homojen ulus-devlet inşa etme projesinde karar kılındı. Bu projenin “başarı”ya ulaşabilmesi için, toplumsal hafızanın yeniden düzenlenmesi gerekiyordu. Tarih yeniden yazıldı. Resmî tarih tezlerine aykırı olan her türlü görüş yasaklandı, bastırıldı. “Ermeni sorunu” açısından bunun anlamı, yaşananları mutlak bir unutuşa mahkûm etmekti.

Bu hafıza politikası, yeni bir imha demekti. Böylece Ermeniler sadece fiziksel olarak yok edilmiş olmakla kalmayacaklar; bir de yok sayılacaklardı. Amaç, Ermenileri toplumsal hafızadan silmekti. Belki de yeni kuşaklarda, Ermenilerin aslında bu topraklarda hiç var olmadıkları gibi bir algı yaratılmak isteniyordu.

İttihat ve Terakki kadrolarının en ince ayrıntıya kadar planladıkları bu imha politikalarının sonucunda kaç Ermeni’nin öldüğü tam olarak bilinmiyor. Çünkü ölenlere ne yapıldığı, mesela toplu mezarlara gömüldülerse, bunların nerelerde olduğu karanlıkta bırakıldı. Unutmayalım, “yüzbinlerce insan”dan söz ediyoruz ve bunların çok büyük bir kısmının bir mezar taşı bile yok. Oysa geride kalanların, yaşadıkları kayıplarla baş edebilmeleri için yas tutmaya, yas tutmak için de hiç olmazsa bir mezar taşına ihtiyaçları var.

Ölüleri mezarsız bırakmak, onların “yaşamdan geçerken bıraktıkları izleri silmek isteği”yle açıklanabilir ancak. Hayatları yok edilenlerin ölümleri de yok sayılmış; geçmişleri talan edilenlerin ölüleri de gasp edilmiş olur böylece.

Yok etme ve yok sayma politikası onyıllarca başarıyla uygulandı bu ülkede. Yeni nesiller, en hafif deyimiyle Ermenilere yapılan kıyımdan ve Ermenilerin tarihsel varlığından habersiz büyüdüler. Ama dünya bizden ibaret değil. Hayatta kalıp da dünyanın dört bir yanına nar taneleri gibi saçılan Ermeniler ve onların acılarını paylaşan vicdanlı insanlar, yaşanan zulmü evrensel hafızada canlı tutmak için uğraştılar. Bunda başarılı da oldular.

Türkiye’nin unutturma ve inkâr politikasını sürdürmesi artık mümkün değil. Bunda ısrar etmek, 1915’in Türk kimliği üzerindeki travmatik etkilerinin derinleşmesinden başka bir sonuç yaratmayacaktır. Bu ise, milliyetçilik, ırkçılık ve içe kapanmacılık gibi marazların toplumsal kimliğe iyice yerleşmesine ve onu tahrip etmesine yol açacaktır.

Geçmişteki bu travmanın bugüne etkileriyle baş etmenin yolu, geçmişteki “günahları ve suçları” inkâr etmek ve bastırmak değil, onlarla yüzleşmek ve hesaplaşmaktır. Bu, insanî ve vicdanî açıdan olduğu kadar, siyasî açıdan da gereklidir.

Türkiye, bir süredir geçmişindeki baskı, zulüm ve kıyım dönemleriyle yüzleşmeye ve hesaplaşmaya çalışıyor. Ağır aksak ve çelişik bir şekilde işlese de bu süreç normalleşme ve demokratikleşme açısından hayati önem taşıyor. Bu sürecin başarıyla ilerlemesinin şartı; o dönemleri yaratan zihniyetten ve bundan beslenen siyaset ve yönetim geleneğinden kopmaktır. Bu zihniyetin en önemli kaynakları, 1915’teki tehcir ve kıyım politikasında yatıyor. Bu zihniyetin bugüne yansımalarından kurtulmanın önündeki en büyük engel, inkârdır. Zira inkâr ve ona bağlı refleksler, o zihniyeti canlı tutmaktan başka bir sonuç doğurmazlar. Bu zihniyet canlı kaldıkça, normalleşme de demokratikleşme de uzak bir hayal olarak kalacaktır.

O uğursuz geçmişin bugün bugünümüz üzerinde kurduğu hâkimiyeti kırmak için, birbirine bağlı iki adıma ihtiyaç var: Ermenilerden bu devlet adına resmen özür dilemek ve 24 Nisan’ı yas günü ilân etmek!

Mithat Sancar – Taraf

 

More in Dış Köşe

You may also like

Comments

Comments are closed.