Yaklaşık bir yıldır çeşitli kurumlardan araştırıcılarla beraber Türkiye’nin göller bölgesi olarak nitelendirilen bölgesindeki ve Batı Anadolu’daki başka birçok göl de dâhil 12 farklı gölün mikroplastik kirliliğinin mevcut durumuna dair bir araştırma yürütüyoruz. Araştırma vesilesiyle ben de bu gölleri bizzat ziyaret etme fırsatı yakaladım. Durum pek parlak değil. Tüm göller ciddi bir kirlilik ve su kaybı problemiyle karşı karşıya. Hatta öyle ki birçoğu kurumuş ve bazıları da kurudu kuruyacak. Kuruma tek sorun değil. Bir de aşırı kirlilik sorunu var ki en tehlikelisi de bu.
Göller içerisinde en trajik durumda olanı Burdur Gölü. Burdur Gölü, bir zamanlar yemyeşil çevresi ve berrak sularıyla bölgenin incisiyken, bugün kirliliğin pençesinde kıvranıyor olması ve gölde son yıllarda sıkça görülen köpüklenme, aslında yıllardır süregelen çevre sorunlarının bir sonucu. Organik kirlilik, gölün en büyük düşmanı haline gelmiş durumda. Tarım, sanayi ve evsel atıklar, göldeki yaşamı tehdit eden bir kokteyl oluşturuyor. Bu kirlilik, alg patlamalarına ve oksijen seviyesinin düşmesine neden olarak, su canlılarının yaşam alanını daraltıyor. Gölün tek su girişi Burdur şehrinin kanalizasyonu desek yeridir. Zaten kanalizasyon sularının arıtılamama problemi artık Türkiye için bir klasik olmuş vaziyette. Burdur Gölü’nün ölüm fermanı olan atık su için Türkiye’deki genel duruma bakında durum daha da anlaşılır hale geliyor. TÜİK tarafından yayınlanan belediye atık su istatistiklerine baktığımızda denizler ve göller maalesef kanalizasyonların temel alıcı ortamı.
‣Burdur Gölü’nün olağanüstü kirli hikayesi
Üstelik arıtmaların da önemli bir kısmı öylesine arıtma. Çünkü gerek tesislerin yetersizliği gerekse de belediyelerin işletme maliyetlerinden kaçınması ve gerekli gelişmiş arıtma teknolojilerini kurmaktan kaçınması ya da kurulu olanların da tam randımanlı çalışmasının sağlanamaması nedeniyle ortaya çıkan “arıtılmış” su, sucul ortamları adeta birer kanalizasyon çukuruna dönüştürüyor. Buna ek olarak bu sucul ortamların çevresindeki tarımsal ve endüstriyel faaliyetler de göldeki organik kirliliğin artmasına ve beraberinde inorganik kirliliğin de artmasına neden olmaktadır. Bu durum birçok gölün ortak problemi. Bunun yanında kuraklık sonucu azalan yağışlar gölün su bütçesinin azalmasına neden olurken, artan kullanım suyu çekimi de göllerin kurumasına ya da ötrofikasyon sonucu bir bataklığa dönüşmesine neden olmaktadır.
Eğirdir ve Burdur Gölü için temel problemler tam olarak bunlardır. Bugün Burdur gölünün önemli bir kısmı bataklığa dönüşmüş ve su kalitesi de gölün aşırı kirli göl sınıfına dâhil olmasına neden olmuştur. Bir de artan kimyasal kirlilik beraberinde zehirli bir göl olmasına neden olmuştur. Düşen su seviyesi ile birlikte artan besin tuzları gölde otlanmayı da artırmış ve hatta kimyasal kirlilik de gölün birçok bölgesinde köpüklenme ya da alg patlaması yaşanmasına neden olmaktadır. Buna rağmen bu gölün kurtarılması için dişe dokunur bir çaba da ne yazık ki söz konusu değildir.
Eğirdir gölü de düşen su seviyesi nedeniyle güneş ışığının zemine daha fazla alanda ulaştığı sığ bir göle dönüşmekte, kıyısal bölgelerinde su bitkileri denizin adeta bir çayır meraya dönüşmesine ve beraberinde de ötrofikasyon sürecine girmesine neden olmaktadır. Öyle ki göl bir noktasından itibaren ikiye bile bölünebilir. Bunun temel nedeni de su bitkilerindeki aşırı artış ve gölün su seviyesindeki dramatik düşüştür. Bunun kaynağı da azalan yağışlar ve artan tarımsal su kullanımıdır. Bugün bu durumu düzeltmek için önerilen yöntemin de herhangi bir limnoloji uzmanının “delilik” diye nitelendireceği ot yolma girişimi olması memleketin doğal ekosistemlerinin nasıl da liyakatsizliğe kurban edildiğini göstermektedir. Buna alternatif olarak başka havzalardan su taşınması önerileri ise çıldırmışlık halinin boyutunu da özler önüne seriyor. Havzalar arası su transferinin konuşulması bile altından kalkılamayacak başka problemlerin doğmasına neden olacaktır. Oysaki yapılması gereken gölü besleyen kaynakların korunması ve buralardan su kullanımının azaltılmasıdır. Bir de gölü zehirleyen tarımsal faaliyetlerin engellenmesidir. Yoksa ikinci bir Baykal gölü sendromu ile karşı karşıya kalmamız işten bile değildir.
Mesele sadece Eğirdir ve Burdur Gölü ile de sınırlı değil. Beyşehir gölü de benzer problemlerle karşı karşıya. Bu büyük göllerin dışında irili ufaklı küçük göller çoktan kurumuş bile. Hiçbiri için kayda değer önleyici bir tedbir söz konusu değil. Sorunlar giderek daha da içinden çıkılmaz hale geliyor. Bu göllerin bir kısmının içme suyu havzası olarak görülmesi sorunun insanlar için de ciddi bir susuzluk problemine neden olacağı aşikâr. Aslında göllerdeki bu sorun sadece yakın çevreleri için etki yaratmıyor. Örneğin Beyşehir gölü Antalya’nın da su kaynağı sayılabilir. Dolayısıyla bu göllerin zarar görmesi başka havzalarda da domino etkisi yaratabilecek nitelikte. Eğer ki bu göller kirlilik, tuzlanma ya da sığlaşma gibi problemler nedeniyle tatlı su olma özelliklerini kaybederlerse o zaman bu hem göldeki canlı çeşitliliği hem de çevresindeki ve etki alanındaki tatlı suya bağımlı faaliyetler de doğrudan etkilenecektir.
Türkiye göllerinin kirlilik ya da kuraklık gibi problemlerinin yanında aşırı avcılık ve yabancı istilacı tür problemi de söz konusu ki bu da var olan problemlerin daha da derinleşmesine neden olmaktadır. Bakın bugün zebra midye isimli istilacı midyenin, Çin sazanı isimli hibrit türün girmediği bir su birikintisi ve başka birçok yabancı egzotik türün olmadığı bir su kütlesi neredeyse kalmamış gibi. Bunların da hepsinin nedeni yine insan. İşte tüm bunların gözetildiği bir eylem planı hayata geçirilmediği ve göllerin birer alıcı ortam, balık yetiştirme ortamı ya da kullanma suyu kaynağı olarak görmekten vaz geçmedikçe önümüzdeki 20 yıl içerisinde ne yazık ki temiz nitelikli tek bir göl bile kalmayacak.