Köşe YazılarıManşetYazarlar

Türkiye demokrasisinin mustarip olduğu ‘güç reflüsünün’ çaresi: Diyalog ve demokrasi üzerine ‘örtüşen görüş birliği’-2

0

Birinci yazı için tıklayın

II. Örtüşen görüş birliği

Türkiye’nin politik sistemi ağır bir ‘güç reflüsünden’ mustarip; Türkiye toplumu ise hükümet tarafından hükümeti destekleyenler ile desteklemeyenler arasında, iki parçalı, siyah – beyaz bir kutuplaşmaya sıkıştırılmış ve dolu dizgin totaliteryenizm bataklığına doğru sürüklenirmiş gibi görünüyor. Peki ülkenin  laikçisinden İslamcısına, Türkçüsünden Kürtçüsüne, sağcısından solcusuna, çok parçalı, çok renkli ‘muhalefet bloğundan,’ hükümeti Türkiye’yi sürüklediği bu tehlikeli yolculuktan caydırabilecek ortak bir politik irade, demokratikleşme yönünde etkili bir politik güç çıkabilir mi?

Bu soruya yanıt olarak, bir önceki yazımda, mealen, ‘böyle bir ortak irade, ancak tabanda ‘diyalog ve demokratikleşme’ üzerine örtüşen bir görüş birliği mevcutsa ortaya çıkabilir ki, ben mevcut olduğunu düşünüyorum’ demiştim. Peki tam olarak nedir bu ‘örtüşen bir görüş birliği’ dediğim şey? ‘Diyalog ve demokrasi’ derken tam olarak ne kastediyorum? Ve ülkenin bu en ‘karanlık’ döneminde, benim bu ‘aydınlanmacı’ iyimserliğim nereden kaynaklanıyor?

Her üç soruyu da yanıtlayacağım. Ama önce Türkiye’de vatandaşlar arasında ‘demokrasi ve diyalog’ üzerine böyle ‘örtüşen görüş birliklerinin’ mevcut olduğuna işaret eden yakın tarihli iki vakayı, 2013 yılındaki Gezi Protestolarını ve 2019 yılındaki İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı (İBB) Seçimlerini bir hatırlayalım istiyorum ki, bu ‘soyut’ kavramları, hepimizin gözlerinin önünde cereyan etmiş, hatta çoğumuzun içinde yer aldığımız ‘somut olaylardan’ hareketle tanımlayıp, mevcudiyetlerini kavramsal bir farkındalık düzeyine çıkartabilelim.

I

Gezi Protestoları 2013 yılının Haziran ayında, İstanbul’da başladı ve Türkiye’nin 79 iline yayıldı. Protestolar sırasında siyaset ile ilişkisi dört yılda bir yapılan seçimlerde oy kullanmaktan ve belki siyaset haberlerini göz ucuyla medyadan takip etmekten ibaret milyonlarca kişi, iki hafta boyunca tazyikli suya, göz yaşartıcı gaza, plastik mermilere maruz kalmak pahasına, sokağa çıktı, slogan attı, eylemlere katıldı.[1]  

2013 yılının Haziran ayının ilk Cumasında, Gezi protestoları sırasında, Taksim meydanındaki eylemci kalabalığının ortasında, solcu gençlerin ele ele tutuşarak, çevre güvenliğini sağlayarak açtıkları alanda, Müslümanlar namaz kıldı.

Aynı Haziran ayında, Gezi Park’ında, bir akşam üzeri, o dönemdeki adı Vatan Partisi olan grubun üyesi, 50 – 60 yaşlarındaki ulusalcı aktivistler, başlarında kalpak, omuzlarında Türk bayraklarıyla, Kürtçe türküler dinleyen BDP’li gençlerin koluna girerek halay çektiler.

Yine aynı yılın 30 Haziran’ında, LGBTİ+ bireylerin İstanbul Beyoğlu’ndaki onur yürüyüşüne, Türkiye coğrafyasının neredeyse tüm renklerinden müteşekkil 100 bin kişi katıldı.

2014 yılının Haziran ayında Diyarbakır’da bir Kürt gencinin, Medeni Yıldırım’ın, ‘kalekol’ inşaatını protesto eden göstericilere ateş açan jandarma tarafından vurularak öldürülmesini, İstanbul’un Taksim meydanında, Atatürkçülerden, ulusalcılardan, Sünni müslümanlardan, feministlerden, LGBTİ+ bireylerden, çevrecilerden, ekolojistlerden, milliyetçilerden, ‘kahrolsun bağzı şeyler’ sloganı atanlardan ve daha nice nice insandan müteşekkil onbinlerce kişilik çok renkli, ‘çok parçalı’ bir ‘vatandaş kitlesi’ protesto etti.

2013 yılının Haziran ayında, Hükümete verilen destek 2011 yılındaki genel seçimlerde aldığı %47’lik oy oranından, %25-30 bandına geriledi.

Peki, dünya görüşleri, dini inançları, yaşam tarzları, etnik kökenleri, cinsiyetleri ve cinsel yönelimleri bunca çeşitlilik gösteren, Saadet’ten, MHP’ye, CHP’den, BDP’ye ve hatta AKP’ye dönemin farklı siyasi partilerine oy veren böylesi ‘çok parçalı’ bir kitlenin, hükümeti böylesine tökezleten, böylesi etkili bir eylemlilikte buluşması nasıl mümkün olmuştu?

* * *

2019 yılının Mart ayında yapılan yerel seçimlerde, İstanbul Belediye Başkanlığını çok küçük bir farkla kazanan Ekrem İmamoğlu’nun mazbatası, Hükümetin mesnetsiz iddialarla ve yargı erki üzerinde tesis etmiş olduğu kontrol sayesinde seçimleri iptal ettirmesi yüzünden verilmedi. 23 Haziran’da tekrarlanan seçimleri  Ekrem İmamoğlu önceki yıllarda CHP’ye oy vermiş laikçi, Atatürkçü, sosyal demokrat ve merkez sağ, İYİ Parti’ye oy vermiş Türk milliyetçisi, HDP’ye oy vermiş Kürt ve sol ve AKP ile Saadet’e oy vermiş Müslüman seçmenlerin oylarıyla, oyunu %6 oranında artırarak ikinci kez kazandı.

İmamoğlu’nun seçilmesi, ilk tıkanma

Hükümet, Gezi Protestolarının ardından kamuoyunu tek elden biçimlendirmek amacıyla güç ve yetki akışını tersine çevirmek için yoğun bir çaba sarf etmeye başlamış ve hatta 15 Temmuz 2016 tarihindeki darbe girişimini, OHAL ilan etmesine ve OHAL döneminde yapılan bir Anayasa referandumuyla Cumhurbaşkanlığı makamını neredeyse mutlak muktedir konumuna terfi ettirmesine olanak tanıyacağını düşündüğünden olacak, ‘allahın bir lütfu olarak’ görmüştü. Dolayısıyla Ekrem İmamoğlu’nun İstanbul Belediye Başkanlığı seçimlerini, üstelik de oyunu artırarak kazanmış olması, hükümet adayı Binali Yıldırım açısından ağır bir seçim yenilgisi olduğu kadar, hükümet açısından da güç ve yetki akışını tersine çevirerek Türkiye kamuoyunu tek elden biçimlendirme çabalarının ulaştığı tıkanma noktasına işaret ediyordu.

Peki, siyasi partilerin ‘tepe kadrolarının’ perspektifinden bakıldığında ‘çok parçalı’ bir görüntü veren bu seçmen kitlesinin hükümetin kamuoyunu tek elden biçimlendirme çabalarını boşa çıkaran ‘tabandaki’ ortaklaşması nasıl mümkün olmuştu? Nasıl olmuştu da Türk milliyetçileriyle Kürt milliyetçileri, Atatürkçü, laikçi vatandaşlar ile İslamcı vatandaşlar aynı adaya, hem de iki kez, hem de ikincisinde ilkinden daha da yüksek bir oranla oy verebilmişti?

* * *

Yukarıda Hem Gezi, hem de İBB seçimleri vakaları vesilesiyle sorduğumuz iki soru da aynı, aslında: ‘Kedi sürüsünü’ andıran, çok parçalı, çok renkli bir vatandaş kitlesinden, hükümeti tökezleten ortak bir politik irade nasıl çıkabilmişti?

Hükümet cenahının bu soruya verdiği cevap,  ‘dış mihrakları’ ‘FETÖ’cüleri, ‘Teröristleri’, ‘Terör destekçilerini’ velhasıl ‘Türkiye’nin, Türkiye Hükümetini devirmek isteyen iç ve dış düşmanlarını’ adres gösteriyor. Daha açık bir deyişle hükümet Gezi’nin bir takım iç ve dış mihraklar tarafından kışkırtılmış üstü örtülü ‘bir darbe girişimi olduğuna’, İBB seçimlerinde ise İstanbullular’ın, sözde ‘teröristlerle işbirliği yapan bir belediye başkanı adayına’ kanarak büyük bir ferasetsizlik örneği gösterdiklerine inanmamızı istiyor.

Muhalefet partilerinin yönetici kadrolarının aynı soruya verdiği cevap ise, hükümetin yanlış politika ve söylemlerinin kamuoyunda sebep olduğu bıkkınlığa, aralarındaki siyasi kavgaları askıya alıp, ‘tavanda’ bir iş ve güç birliği kotarma basiretini gösterebilmiş olmalarına ve özellikle İBB seçimleri bağlamında CHP’nin ‘seçilebilecek bir aday’ gösterme konusundaki becerisine işaret ediyor. Dolayısıyla onlar da vatandaşlardan yanlış politikaları nedeniyle hükümete kızmalarını, bu yanlış politikaların karşısında, demokrasinin yanında duracak basireti gösterdikleri için de kendilerine müteşekkir olmalarını bekliyor.

Ancak hükümet cenahının verdiği cevap Türkiye nüfusunun kabaca yarısına tekabül eden bir seçmen kitlesini ‘düşman’ ilan ederek, Türkiye kamuoyuna, hükümeti destekleyenler ile desteklemeyenler arasındaki kutuplaşmaya sıkışmış iki parçalı Türkiye algısını dayatmakla kalmıyor, sağlıklı ve işleyen demokrasilerin en önemli nirengi noktasını, yani vatandaşların özgür iradelerini ve özgür iradeleriyle, kamusal alanda, Gezi sürecinde sokaklarda, İBB seçimlerinde oy sandıklarında ifade ettikleri özgür vicdani kanaatlerini de hiçe sayıyor.

İktidar ve muhalefet partilerinin çıkmazı

Muhalefet partilerinin yönetici kadroları ise, aynı soruya verdikleri yanıtta vatandaşların özgür vicdani kanaatlerinin arasındaki ortaklaşmanın itici gücünü — ya kamuoyuna Gezi eylemlerinden sonra hükümet tarafından pompalanmaya başlanmış iki parçalı kutuplaşmış Türkiye algısı ile gözleri kamaştığından ya da Türkiye’nin siyasal sistemine on yıllardır musallat olmuş güç reflülülerini kanıksamış ya da hatta benimsemiş olduklarından — göremiyor ya da görseler bile söylemlerine ve eylemlerine yansıtamıyorlar. Dolayısıyla onlar da vatandaşlardan Türkiye Hükümeti’nin Türkiye kamuoyuna dayattığı siyah-beyaz kutuplaşma algısında, kendilerinden yana, hükümet karşısında saf tutmalarını isteyerek, aslında hükümet tarafından dayatılan o kutuplaşma algısının derinleşmesine ve müzminleşmesine katkı yapıyorlar.

Velhasıl hükümet de, muhalefet partilerinin tepe kadroları da ülke siyasetinin dinamiklerini bu tepe kadroları arasındaki itiş kakışlar, demeç savaşları, polemikler üzerinden okumaya, anlamaya ve anlatmaya alışmış ‘kanaat önderleri’ de, tüm bu kakafoni içinde, demokrasi açısından en ve hatta tek önemli unsuru, yani Gezi’de sokakta, İBB seçimlerinde sandıkta ortaya çıkmış politik iradenin gerçek paydaşı vatandaşların özgür vicdanlarını, onların ‘vicdani kanaatlerini’ dikkate almıyorlar.

* * *

Oysa, Gezi’de insanlar iki hafta boyunca gaza, tazyikli suya, plastik mermiye maruz kalmak pahasına sokakta kalma kararlılığını, o veya bu muhalefet partisinin tepe kadrosundan aldıkları talimatlara değil, üzerinde ortaklaştıkları bir vicdani kanaate, daha açık bir deyişle, Gezi parkındaki ağaçların kesilmesine engel olmaya çalışan barışçı eylemcilere uygulanan orantısız polis şiddetinin yanlış olduğu konusunda aralarında mevcut olan bir ‘örtüşen görüş birliğine’ borçlulardı. Onlara bu ortak vicdani kanaatlerinin gereğini eylemli olarak yerine getirme cesareti veren şey ise, Hükümetin kamuoyunu inandırmaya çalıştığı gibi, adresi belirsiz  bazı ‘iç veya dış mihraklar’ değildi. Olamazdı da zaten. O kadar ‘çok parçalı,’ o kadar özerk birey ve gruplardan müteşekkil  bir ‘kedi sürüsüydü’ ki Geziciler, onları tek elden, tek odaktan, tek mihraktan gütmek kimsenin, hiç bir iç ya da dış mihrakın harcı olamazdı. Onlar bu cesareti aralarındaki örtüşen görüş birliği sayesinde buluştukları ortak eylemlilikten, bu eylemlilik içindeki birlikteliklerinden, yani tüm çoğulluklarıyla birbirlerinden almışlardı.

İBB seçimleri vakasında ise, evet, Ekrem İmamoğlu toplumun farklı kesimleriyle düzgün iletişim kurabilen, farklı kesimlere umut verebilen, farklı kesimlerin bir belediye başkanından beklentilerini karşılayabileceği izlenimini yaratan bir siyasetçiydi — muhtemelen hala da öyle. Ama İstanbul Belediye Başkanlığı seçimlerini ona iki defa kazandıran tabandaki ortaklaşmayı, bu özelliklerini kullanarak, o oluşturmamıştı; o çok parçalı tabanda, farklı yurttaş kesimleri arasında, hükümetin güç ve yetki akışını tersine çevirerek kamuoyunu tek elden biçimlendirme çabalarında artık çok ileri gitmiş olduğuna ilişkin örtüşen bir görüş birliği, İmamoğlu aday gösterilmeden çok evvel mevcuttu. Aynı vatandaşlar, hükümet yenilgiyi içine sindiremeyip seçimleri iptal ettiğinde, bunun yanlış olduğu konusunda da ortaklaştılar ve hatta bu vatandaşlar arasındaki ‘örtüşen görüş birliğine’ ilk seçimde İmamoğlu’na oy vermemiş başka seçmenler de katıldı. İmamoğlu’nun tek yaptığı tabanda, vatandaşların özgür vicdani kanaatleri arasında zaten mevcut olan bu ‘örtüşen görüş birliğininin’ sözcüsü, taşıyıcısı, görünen yüzü olmaktan ibaretti. Bu görevinin hakkını da verdi İmamoğlu, bunda bir siyasetçi olarak yukarıda andığımız özellikleri de pay sahibiydi belki, ama seçimlerin sonucunu belirleyen şey İmamoğlu’nun bu kişisel özelliklerinden çok ona oy veren vatandaş kitlesinin ortaklaşmış vicdani kanaatleri, yani tabandaki, vatandaşlar arasındaki ‘örtüşen görüş birliğiydi.’

Aynı şeyi İBB seçimlerinde İmamoğlu’nu destekleyen siyasi partiler, daha doğrusu o partilerin yönetici kadroları için de söyleyebiliriz. İmamoğlu’na oy veren seçmenler, söz konusu siyasi parti yöneticileri  İmamoğlu’nu adres gösterdiği için ona oy vermediler. Aslında durum bunun tam tersiydi: Seçmen tabanında İmamoğlu profilindeki bir adayı destekleyebilecek bir örtüşen görüş birliği zaten mevcut olduğu için, tavanda, yönetim kadroları arasında İmamoğlu’nun ‘seçilmesi için’ yapılan iş ve güç birliğini kotarmak mümkün olmuştu.

Dolayısıyla her iki vakada da kedi sürüsünü andıran çok parçalı, çok renkli bir vatandaş kitlesinden hükümeti tökezleten ortak bir politik irade çıkabilmiş olmasını, iç ve dış mihrakların komplolarından, muhalefet partilerinin tepe kadrolarının ferasetinden evvel, bu vatandaşların vicdani kanaatleri arasındaki bir ortaklaşmaya, ‘bir örtüşen görüş birliğine’ borçluyduk.

Peki tam olarak ne anlama geliyor bu ‘örtüşen görüş birliği’ dediğimiz şey?

II

Örtüşen görüş birliği kavramını ilk olarak içinde yaşadığımız çağın en önemli siyaset kuramcılarından biri olan John Rawls ortaya attı.[2] Muradı, farklı düşün veya inanç sistemlerini benimseyen insanların, benimsedikleri düşün veya inanç sistemlerinin referans aldığı en temel felsefi veya itikadi varsayımlar ve/veya hakikat iddiaları konusunda anlaşamasalar da, yine benimsedikleri bu farklı farklı düşün ve inanç sistemlerine özgü, farklı farklı düşünsel veya itikadi gerekçelerle, ortak vicdani kanaatlerde buluşabilme ve bu ortak kanaatlerden hareketle ortak bir politik irade oluşturabilme ihtimaline gönderme yapmaktı. Daha açık bir deyişle insanlar somut bazı ahlaki veya vicdani yargıların doğruluğu ya da yanlışlığı üzerinde hemfikir olabilirler, ancak söz konusu ahlaki veya vicdani yargının ‘neden herkes için doğru’ ya da ‘herkes için yanlış’ addedilmesi gerektiği konusunda verdikleri düşünsel veya itikadi gerekçeler birbirilerinden farklı, hatta birbirleriyle çelişik olabilirdi Rawls’a göre. Ancak düşünsel veya itikadi gerekçeler düzeyindeki çoğulluğa rağmen, somut bir ahlaki veya vicdani yargı üzerindeki ortaklaşmış olmanın kendisi, insanların o ahlaki veya vicdani yargının gereğini yerine getirecek ortak bir politik eylemlilik içinde buluşmalarına da olanak tanırdı.

Somut bir örnek verirsek belki bu kavramsal tanımı biraz daha anlaşılabilir kılabiliriz: Düşünsel kılavuzluğunu Karl Marx’ın tarihsel maddeci felsefesinden alan bir ‘solcu’ ile Sünni-hanefi bir müslümanın, diyelim ki Gezi Protestolarının civcivli günlerinde,  ya da İBB seçimleri sırasında Ekrem İmamoğlu’nun mitinglerinden birinde karşılaşıp, bir birleriyle konuşmaya başladıklarını tahayyül edelim. Söz ‘imanın beş şartından’ açılırsa bu iki seçmenin birbirleriyle anlaşmaları muhtemelen mümkün olmayacaktır ya da en fazla İslamiyetin bu en temel itikadi hakikat iddialarının doğruluğu ya da yanlışlığı üzerinde bir görüş birliğine varamayacakları, yani anlaşamayacakları konusunda anlaşabileceklerdir. Zira Müslümanın imanın bu beş şartının tartışması bir Müslüman olarak kimliğini tartışması anlamına gelecektir; solcu içinse bu beş şartın hakikatini kabul etmek, ancak tarihsel maddeci düşün sistemine, dolayısıyla kendi solcu kimliğine sırtını dönmesi ile mümkün olacaktır. Aynı şeyi, örneğin aydınlanmacı bir sosyal demokratın Kantçı akılcılığı, ya da Ortodoks bir Hristiyan’ın “teslis” doktrinine beslediği inanç için de söyleyebiliriz. Yani, iş bu en temel düşünsel veya itikadi varsayımlar ekseninde bir tartışmaya gelirse, bu insanların bırakın bir görüş birliğini, al gülüm – ver gülüm tarzı bir pazarlıkla ulaşılabilecek bir uzlaşmaya varmalarını beklemek bile safdillilik olacaktır.

 

Öte yandan, aynı solcu ile Müslüman, örneğin “güçlünün, sırf güçlü olduğu için zayıfın iradesini hiçe sayma ve onu ezme hakkını kendinde görmesi doğru değildir” gibi bir ahlaki veya vicdani yargı üzerinde ortaklaşmakta güçlük çekmeyeceklerdir. ‘Güçlünün zayıfı ezmesi neden doğru değildir?’ diye sorulduğunda verecekleri cevaplar, elbette benimsedikleri farklı düşün ve inanç sistemlerine, bu somut örnekte ‘tarihsel maddeciliğe’ ve ‘İslamiyete’ gönderme yapacaktır; ama aralarındaki felsefi veya itikadi gerekçeler düzlemindeki bu farklılıklar, politik düzlemde zayıfın yanında, güçlünün karşısında, kendilerine özgü farklı düşünsel veya itikadi saiklerle, ama beraberce saf tutmalarına engel olmayacaktır. Dolayısıyla örneğin orantısız polis şiddetine maruz kalan barışçı eylemcilerle dayanışma göstermek için Gezi Parkı’na gitmeleri ve orada birbirlerinden aldıkları cesaretle elele bir direniş sergilemeleri, ya da  iptal edildiği için yenilenen İBB seçimlerinde, Ekrem İmamoğlu’na oy vermeleri mümkün olacaktır.

Ki yukarıda da dedim ya, ben her iki vakada da yaşadığımızın tam olarak bu olduğunu, yani her iki vakada da,  biz adını böyle koymamış, dolayısıyla mevcudiyetini kavramsal bir farkındalık düzeyine çıkartmamış olsak da, vicdani kanaatlerimizin arasındaki böylesi bir ‘örtüşen görüş birliğinin’ etkili olduğunu, hükümeti tökezleten politik iradenin varlığını da tüm çoğulluğumuz içinde, vicdani kanaatlerimiz arasındaki bu ortaklaşmaya borçlu olduğumuzu düşünüyorum.

III

Türkiye’nin politik sisteminin ağır bir güç reflüsünden muzdarip olduğunu söylemiştik ya: işte bence hükümetin tersine çevirdiği güç ve yetki akışını tersine çevirmemize, hatta Türkiye’nin gelecekte de bu tür güç reflülerine karşı bağışıklık kazanmasına olanak sağlayacak şey, ‘diyalog’ üzerine yukarıda tarif ettiğim türden bir ‘örtüşen görüş birliği’ olacaktır. Ben, bu tür bir örtüşen görüş birliğinin tabanda, tabanın tüm çoğulluğu içinde mevcut, ama adı konulmadığı için kavramsal farkındalık düzeyine çıkamamış olduğunu ve onun bu mevcudiyetini farkındalık düzeyine çıkartabildiğimiz takdirde, onun üzerine demokratikleşme yönünde ortak bir politik irade inşa edilebileceğimize inanıyorum.

“Ya hu, çok parçalı, çok renkli bir vatandaş kitlesinin, tümüyle kendilerine özgü düşünsel ve itikadi saiklerle ‘zayıfın yanında, güçlünün karşısında’ birlikte saf tutması bir şey, diyalog ve demokratikleşme yönünde ortak bir politik iradede buluşması başka bir şey, onu da nerden çıkarttın?” diye soracak olursanız, haklısınız. Ama dilerseniz bu soruyu da, yine Gezi ve İBB seçimleri örnekleri üzerinden, bir sonraki yazıda yanıtlayayım.

*

[1] Gezi eylemlerinin ayrıntılı bir politik – teorik çözümlemesini daha önce Gezi Ruhu ve Politik Teori başlıklı kitabımda (Kollektif Kitap, 2013)  paylaşmıştım.
[2] John Rawls’un bu kavramı ve genel kuramsal yaklaşımı ile ilgili daha fazla bilgi ve kaynakça Rawls – Habermas Tartışması: Neden Demokrasi? Nasıl İstikrar? (İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2009) başlıklı kitabımda bulunabilir.

You may also like

Comments

Comments are closed.