Dış Köşe

Taksim Projesi üzerinden neoliberal kenti okumak -Cihan Uzunçarşılı Baysal

0

Genel Seçimlerde iktidarın ustalık dönemi projeleri arasında saydığı trafiğin yeraltına indirilerek Taksim’in yayalaştırılması projesi, 2011 Eylül’de İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi tarafından oybirliği ile onaylandıktan sonra, İstanbul 2 Numaralı Koruma Kurulu tarafından da 10 Ocak 2012’de yine oybirliğiyle kabul edildi. Taksim’in yayalaştırılması olarak sunulan projenin adıyla çelişkili (uzmanlar projeyi tam aksine bir yayasızlaştırma projesi olarak değerlendirmekte) amacını ve ayrıca kent ile kentsel yaşama etkilerini doğru okuyabilmek için Tarlabaşı dönüşümünü ve İstiklal Caddesi’nin masa/sandalye yasağı ile ıssızlaştırılmasını hatta en son Nevizade operasyonunu da hesaba katmak zorundayız. Bu bağlamda iktidarın, bu ve benzeri projeler vasıtasıyla yaratmaya yol aldığı kent tasavvuru gözler önüne serilirken aslında neoliberalizmin bugün kentleri getirdiği noktadan çok da farklı bir konumda olmadığımız anlaşılacaktır.

Biraz geriye giderek değerlendirmemize başlarsak, 2011 Seçimleri’ni bir kırılma noktası olarak kabul edebiliriz. Bu seçim dönemi, bir genel seçim olmasına rağmen, şimdiye dek hiç olmadığı kadar iktidarın ‘Kent’ üzerinden yerele yaptığı vurguyla öne çıktı. İktidarın kentleri yeniden şekillendirecek çılgın projelerini, bu projelerden bizzat etkilenecek kentlilerin katılımını tamamen dışlayarak, şatafatlı sunumlarla ‘kullarına’! birbiri ardına ilan ettiği bir seçim döneminden geçtik. Korhan Gümüş’ün Taksim Projesi üzerinden doğru nitelendirmesiyle, tüm açıklanan projelerdeki bu anti-demokratik yöntem, ‘’yukarıdan, bir mimari süreci tarif etmek, kitap yakmak, film yasaklamak gibi bir şey ve demokratik yönetimlerde olmaz ancak otoriter ve teknokratik yönetimlerde olur’’. Öte yandan, deprem bekleyen İstanbul ve 2009’da Mimarlar Odası tarafından ‘depremin eli kulağında’ diye dikkat çektiği Van gibi kentlere yönelik deprem hazırlık çalışmaları iktidarın seçim bildirgelerinde hemen hiç yer almazken, bu çılgın projeler ardı ardına (İstanbul’a Kanal ve 2 yeni Kent/ Van’a Nevruz Efsaneler Ülkesi Projesi) ortaya saçıldı. Burada bir parantez açarak, iktidarın Van depreminde neden sınıfta kaldığının da böylece açıklanmış olduğunu belirtelim.

Tüketim ve tüketicilik değerleri üzerinden şekillenen yeni paradigma yeni bir kent ortaya çıkarmakta ve böyle bir kentte kentlilerin yaşamlarını iyileştirmeye, yaşam alanlarını sağlıklaştırmaya ya da kamusal binaları ve mekanları kamu yararı doğrultusunda kullanmaya yönelik bir kaygı yok. Merkezi ve yerel yöneticiler, kentlerin çok önem kazandığı bir çağda, artık yöneticilik yerine girişimcilik yaparak kentlerini küresel sermayeye pazarlama telaşındalar. 2011 seçimleri işte bu gidişatın en görünür veçhesi oldu ve çılgın projeler de böyle bir siyasi tercihi gözler önüne serdi. Bugün Taksim, yarın Beyoğlu, öbür gün Haydarpaşa derken bir kentkırımdan ekokırıma 3. Köprü ve Kanal İstanbul sırada. David Harvey, ‘’ Dikkat çekici, sosyal adaletten uzak ve çevreyi heba edecek şekilde ortadan kaldırmaya girişmiş, suç denecek derecede absürd sayılmasa da insanın dudaklarını uçuklatacak cinsten mega-kentleşme projeleri ortaya çıkmıştır’’, diyerek çağı yorumlarken sanki İstanbul başta olmak üzere geleceğimize ışık tutuyor. Arazinin arsızca metalaştığı bu düzende arazi kullanımında sosyal ve çevresel koşullara (ve insani değerler ile hak ve özgürlüklere ) itibar etmeden artık tamamen arazinin değerine göre hareket edilmekte (Hasan 2009). Kamusal mekânların ve kamu hizmetlerinin giderek özelleştirildiği ve planlama pratiklerinin de değişerek etkileşimin meta ve sermaye akışlarına göre yürütüldüğü bir dönemdeyiz: Parayı veren düdüğü değil kenti çalıyor, kendi kentlilerinden!

Bu gidişat sonucu küresel sermaye ve üst gelir gruplarına yönelik bir kentsel mekân tanzim edilirken, alt gelir grupları, emekçiler ve kentin dezavantajlı kesimleri kısaca ‘tüketemeyecek’ olanlar kentten dışlanıyor; kapılar kapanmıyor ama kentsel mekânlar ya soylulaştırılıp/özelleştirilip pahalılaştırılarak erişilemez yapılıyor ya da işte Taksim gibi otobanlaştırılarak/kavşaklaştırılarak. Tabi bunun bir başka veçhesi de bugün her ne dönüşümü adı altında olursa olsun, alt gelir gruplarının yaşam alanları ve mahalleleri üzerinde estirilen zorla tahliyeler. Swyngedouw, ‘’Kimin Kent Hakkı?’’ (2009) sorusuyla böyle bir kenti ‘Post-Demokrat’ bir kent ilan ediyor. Post-Demokrat çünkü rastlaşma, temas, toplanma, iletişim, bilgi, etkileşim, kamusal ve siyasi buluşmalar / karşılaşmalar, karşı çıkış, muhalefet ve başkaldırılar mekânı olarak kent meydanlarımız/ Agoralarımız birer ikişer AVM’leştirilip/ kavşaklaştırılıp elimizden alındığında geriye demokrasiden pek bir şey kalmayacak.

Çok öykündüğümüz dünya kentlerinden Los Angeles’in hal-i pür melaline göz atalım:

‘‘Sokakları olmayan bir kentten geliyorum. Los Angeles’in baskın özelliği hiç kuşkusuz otoyollarıdır. Ve otoyollar çabuk hareket etmek için tasarlanmıştır, kenti görünmez kılar. Sokaklar karşılaşma mekânlarıdır ancak LA sokakları bomboştur. Yollarda yürürken suçluluk duyarsınız, muhtemelen bir polis otosu yaklaşıp o saatte oralarda ne işiniz olduğunu soracaktır… Kentin diğer baskın özelliği son on yılda stratejik mekânlarda oluşan düzinelerce alışveriş merkezidir’’ (Friedmann 2002).

Taksim’e dönersek, 1 Mayıs Alanı’na çıkış sadece İstiklal Caddesi girişinden olup da uzmanların dikkat çektiği üzere diğer yönlerden meydana çıkış bilet sırası vaziyetinde tek-sıra olacaksa, 1 Mayıslarda İstanbul’un neresini mekân tutacağız? Üstelik Gezi Park’ın betonlaştırılmasıyla alan daralmış da olacak. Çeperlerdeki TOKİ silolarına sürülen gecekondulular misali, kimselerin duyamayacağı çeper meydanlardan mı muhalefet hakkımızı seslendireceğiz? Beyoğlu’ndan masa sandalyelerin kaldırılması da, Nevizade’nin ‘yenileme’ adı altında soylulaştırılması da aynı planın parçalarıdır; alt gelir ve emekçi grupları ile öğrencilerin ayaklarını buralardan kesmek. Böylece bir taşla 2 kuş: Masa sandalyeleri toplar, mekânları şıklaştırır, pahalılaştırır, binaların üst katlarını da ayrıca kullanıma açar ve küresel kentin turistlerine ve sermayenin üst hizmetlileri CEO’larına sunarsınız. Tarlabaşı butik oteller ve şık binalar ile dolduğunda zaten kimlere hizmet verecek? Emekçi ile öğrencinin ayağını kesince, İstiklal boyunca yürüyüşler de engellenmiş olur; hem zaten birtakım ‘lümpenler’ kim ola ki oraları mekân tuta, buyurmamış mıydı bir Zerdüşt!

Taksim’i yayasızlaştırma, kentin kamusal mekânı Gezi Park’ı elimizden alarak betonlaştırma, Beyoğlu’ndaki masa-sandalye operasyonları dahası … Mahallelerimiz, hafıza mekanlarımız, kamusal alanlarımız, kamu binalarımız ve bil cümlesi neoliberal düzenin kent mekanlarına rantsal müdahaleleridir. Kentin sakinleri olarak, kentsel mekânın kullanım ve üretim hakkını elinde bulunduranlar, kısaca Kent Hakkı’nın gerçek özneleri olarak, ayrı –ayrı, parçasal mücadeleler yerine bütüncül bir mücadeleyi hayata geçirmenin acil zamanlarındayız. Değil mi ki iktidarlar hegemonyalarını kentlerin meydanlarından cümle âleme duyurur, iktidarın demokrasiden nasibini almamış, tüketime odaklanmış siyasi görüşünün simgesi olarak kışla-AVM-otoban arasında sıkışmış Disneyland -Kent tasavvurunu yerle yeksan eyleyip demokrasinin kentini inşa etmek de elimizdedir, istersek.

Cihan Uzunçarşılı Baysal – www.sendika.org

 

 

 

More in Dış Köşe

You may also like

Comments

Comments are closed.