Hafta SonuKöşe YazılarıManşetYazarlar

Sürü kudurmuşluğuna karşı ÖZGÜRLÜK -1

0

Efsanevi rock müzik grubu Pink Floyd’un yine kendi gibi efsanevi nitelik taşıyan ve Alan Parker tarafından sinemaya da uyarlanan “The Wall” albümünün bir yerlerinde şu sözler geçer:

Goodbye cruel world (Elveda zalim dünya)
I’m leaving you today (Terk ediyorum seni bugün)
Goodbye, goodbye, goodbye (Elveda elveda elveda)
Goodbye all you people (Elveda tüm insanlar)
There is nothing you can say (Bir şey yok söyleyebileceğiniz)
To make me change my mind (Fikrimi değiştirmem için)
Goodbye (Elveda)

Pink Floyd’u ve müziğini bilenler hem zalim dünyanın nasıl bir şey olduğuna ve hem de onu terk etme arzusuna aşinadırlar. Sıcak ve soğuk tüm savaşlar, kirlenmiş siyasal güçler, demokrasimsi kandırmacalar, sömürü, giderek yok olan doğa ve daha neler neler… Hayalimizdeki dünyadan uzaklaştığımızı hissettikçe gerçek dünyadan uzaklaşma isteği daha ağır basmaya, bir kurtuluş gibi görünmeye başlar. Ancak bunu yapmamak için pek çok neden bulur sereriz ortalığa. En başta sevdiklerimiz gelir.

Montaigne okumuş biri dünyayı terk edebilir mi? 

Peki ya en çok sevdiğiniz kişi de sizinle bunu yapmaya hazırsa? Örneğin eşiniz. Hayat arkadaşınız ölümde de yanınızda olmayı tercih eder mi? Stefan Zweig’ın karısı Lotte bu tercihi tereddütsüz yapanlardan. Hitler Almanyası’nın yarattığı korku dünyasından kaçmak için okyanus ötesine bile gitmişlerdi oysa. Ne var ki dünyanın geleceğine ilişkin derin umutsuzluk, onların beraberce zalim dünyayı terk etme kararlarını pekiştirdi ve 1942 yılında Rio’da kararlarını uyguladılar.

Stefan Zweig ve eşi Lotte.

Zweig yaşama tutunmaya çalışmamış mıydı dersiniz? Mutlaka çalışmış olmalı. Zengin bir ailenin çocuğu olmanın tüm avantajlarından yararlanarak dünyayı dolaşmış ve hiçbir ekonomik sıkıntı yaşamdan, harika bir villada kendini yıllarca yalnızca işine verme şansı bulmuş bir kişinin yaşama arzusunu canlandırmaya çalışmadığını düşünmek pek de olanaklı değil. Bu arzunun en büyük kanıtlarından biri, bence, 1941 yılında Montaigne üzerine çalışmaya başlamış olması. Böyle düşünüyorum, çünkü Montaigne okuyan birinin daha öncekinden şu ya da bu biçimde farklılaştığına inanırım. 20’nci  ya da 21’inci yüzyılda “bak işte, tam da aklımdan geçtiği gibi” dediğiniz şeylerin sizden 400 yıl önce düşünülmüş, harmanlanmış ve dile getirilmiş olması karşısında hem bu büyük insana olan hayranlığınız artar hem de ortak bir insanlık ülküsünün bütünüyle hayal olmadığına olan inancınız. Bu düşüncemi daha açık ifade edebilmek için iki ünlü şahsiyetin Montaigne hakkındaki sözlerine sığınmak daha kolay olacak sanırım. Önce Nietzsche’den başlayalım; şöyle demiş Montaigne için: “ Bir zamanlar böyle bir insanın yaşamış olması, bugün şu yeryüzünde yaşamanın hazzını gerçekten artırıyor.” Ardından Béragner’e kulak verelim: “Montaigne amma da düşünce çalmış benden.”

Zweig’in Montaigne’i

Montaigne bütün dünyada olduğu gibi ülkemizde de Denemeler’i ile tanınmıştır. Zaten başka bir şey yazdığı da pek söylenemez. Denemeler’i ilk kez Türkçeye kazandıran Sabahattin Eyüboğlu ilk çevirisinin önsözünde şöyle demektedir: “Onunla okuyucu arasına girecek olan herkes boş sözler söyleme tehlikesine düşer.” Biraz da bu kaygıdan olacak, Montaigne hakkında başkalarının sözlerini aktarmak daha akılcı bir yol olarak görünüyor.

Montaigne ile Zweig’ı buluşturan şey neydi? Bana göre Zweig’ın yaşama tutunma arzusu. Oysa Ahmet Cemal Zweig’ın Montaigne ile ilgili çalışmasını değerlendirirken bakın ne diyor: “Bu deneme ile karşımıza, yüzlerce yıl önce, Rönesans’ın ve hümanizmin gerçek bir mirasçısı kimliğiyle insana dair her şeyi sorgulamaya insandan yola çıkarak başlayan bir düşünür ile ondan yüzyıllarca sonra insanlığın büyük çöküşünü yine insandan yola çıkarak sorgulamak peşindeki bir başka büyük düşünürün karşılaşmaları çıkmaktadır.”

Montaigne Rönesans hümanizminin yarattığı dünya ülküsünün yavaş yavaş yok olmaya başladığı bir çağda yaşamıştır. Din savaşlarının bütün Avrupa’yı bir uçtan diğer uca kırıp geçirmesine şahit olmuştur o. Katoliklerle protestanlar acımasızca birbirlerini öldürürken bir yandan, barbarlık ve bağnazlık kol geziyordu Montaigne’in çağında. Gencecik bir çocukken o, Bordeaux’da tuz vergisine karşı çıkan halk ayaklanmasının vahşice bastırılmasına tanık olmuş, insanların sokaklarda parçalanmasına, kazıklara geçirilmesine, ölü bedenlerin leş kargaları tarafından paylaşılmasına şahit olmuştur. Yıkılıp yakılan köyler, baştan sona kılıçtan geçirilen askeri birlikler ve bütün bunlar yaşanırken dış dünyada, kendi kendine sürekli “nasıl özgür kalabilirim?” diye soran bir düşünürdür sözünü ettiğimiz. 

İki büyük dünya savaşını yaşama talihsizliğine sahip olan Zweig’a kulak verelim: “Montaigne’in özgür ve yanıltılması imkansız düşüncelerinin en yardımcı olabileceği kuşak ise, örneğin bizimkisi gibi, kaderin bir dünya kargaşasının ortasına fırlatıp attığı bir kuşaktır. Ancak savaşların, zorbalığın, tiranca ideolojilerin bireyin hayatını –ve yine bu hayat içinde olmak üzere- en değerli özü, bireysel özgürlüğü tehdit ettiği bir zaman dilimini kendi sarsılmış ruhunda yaşamak zorunda kalmış olan kişi, sürü kudurmuşluğunun egemenliğindeki böyle zamanlarda insanın iç dünyasının en derin noktasında yatan “ego”suna sadık kalabilmesinin ne büyük bir cesaret, dürüstlük ve kararlılık gerektirdiğini bilebilir. Yalnızca böyle bir insan, dünyada kitlesel bir yıkımın ortasında kendi manevi ve ahlaki bağımsızlığını lekesiz koruyabilmekten daha güç bir şey olmayacağını bilir. İnsan, ancak kendisi akıldan, insanlık onurundan yana kuşkuya düşüp çaresiz kalmışsa eğer, dünya çapında bir kaosun ortasında tek bir kişinin örnek biçimde dimdik ayakta kalabilmesini övgüyle karşılayabilir.

Büyük dedesinin aldığı şatonun yaşamdan izole kıldığı kulesinde; Goethe’nin tabiri ile “iç kale”sinde, Montaigne, kitaplarını yoldaş kılarak özgürlük arayışı yolculuğuna çıkar, ömrünün sonuna kadar bitiremeyeceği. Çünkü bilmektedir ki, dünyayı daha özgür yapabilecekler yalnızca kendi özgürlüğüne sahip çıkabilenlerdir. Özgürlük yolculuğunun yoldaşının kitaplar olması, onun bilgiye olan açlığının göstergesidir aslında. İç kalesinde, kitaplarının bulunduğu çalışma odasının duvarlarına elli dört özdeyiş yazdırmıştır Montaigne. Hepsi Latince. Yalnızca sonuncusu Fransızcadır: “Que sais-je?”, yani “ne biliyorum?”.

Daha fazla bilmek için hep daha fazla kitap ister. Şöyle der Montaigne kitapları hakkında: “İstediğim zaman onlarla mutluluğu tadabileceğimden, yalnızca varlıkları bile beni hoşnut kılmaya yetiyor. Ne savaş ne de barış zamanlarında yanıma kitap almadan yolculuğa çıktığım olmuştur. Fakat çoğu kez günler, aylar boyunca kapaklarını açmadığım da olur. Kendi kendime şu ya da bu kitabı nasılsa bir gün okurum, derim, yarın ya da istediğin herhangi bir zaman… Kanımca kitaplar, insanın hayat yolculuğunda yanına alabileceği en iyi besinlerdir.” Zweig Montaigne’i şöyle tanımlar: Montaigne üşengeç bir okurdur, okumanın amatörüdür, ama ondan daha iyi, daha akıllı bir okuru ne kendi zamanı ne de ondan sonraki zamanlar görmüştür.”

Montaigne için görkemli şatonun kulesi, yani iç kalesi dokunulmazdır. O, zaman zaman dışarı çıkabilir. Ancak dışardan hiçbir şey içeri giremez. Çünkü o kule ya da o kale onun özgürlüğünün, dokunulmazlığının sembolü değil aynı zamanda somut yansımasıdır.  1882 yılında çıkan bir yangında Montaigne’in yaşadığı şato bütünüyle yanar. Bir tek yer hariç, onun iç ku(a)lesi!

Dünya büyük bir karanlık çağdan geçiyor. Türkiye ise ne yazık ki çok daha karanlık. Fakat sanmayın ki bu ilk kez yaşanıyor ve sanmayın ki son olacak. Böyle karanlık dönemlerde sürü kudurmuşluğuna karşı iç özgürlüğümüzü, iç kalemizi korumak yapabileceğimiz diğer her şeyden çok ama çok daha önemli. Nasıl mı? Zamanı geldiğinde bu dizinin diğer yazılarından anlatmaya çalışacağım.

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.