Hafta SonuKöşe YazılarıManşetYazarlar

Siyaset iğrenç bir şey midir?

0

Gelin, neredeyse herkesin gündelik hayatında sık kullandığı ve çok klişe olan “siyaset iğrenç bir şey” söylemi üzerine bir düşünelim. Siyaset yapmayarak aslında ne yapıyoruz? Ya da siyaset yapmayarak da başka türlü bir siyaset yapmış olmuyor muyuz?

Siyaset iğrenç bir şeyse kadın cinayetleri, cinsiyet eşitsizliği, yoksulluk, mülteci sorunu, etnik sorun, ekolojik kriz, hayvan hakları ve bireysel özgürlüklerimiz konusunda ne yapacağız? Neden siyaseti, sadece bize gösterilen biçimiyle algılıyoruz? Sakın, gerçekten istenen de bu olmasın? Verili berbat siyasetin karabasanından dolayı, etik sahibi ve entelektüel insanların kamusal alandan uzak kalması, birilerinin elini ovuşturmasına sebep oluyor olmasın? Biz, siyaset yapmıyorsak siyaset ortadan kalkmış mı oluyor? Yoksa bizim adımıza verilen kararlar bir bir hayata mı geçiyor? Haber takip etmiyor, moralimizin bozulmasını istemiyorsak, olan kötülükler aslında olmuyor mu? Ya da umut verici gelişmeleri ve haberleri de kaçırıyor olabilir miyiz kapandığımız hayatlarımızda? Başka bir bakış açısıyla, içinde bulunduğumuz kaba gerçekliği siyaseten ve sosyolojik olarak iyi değerlendirip, anlamaya çalışarak Zizek’in deyimiyle “iyimser olmayan bir umut” geliştiremez miyiz?

‘Devrim televizyonda gösterilmeyecek’

Şairin dediği gibi; nasıl yeni bir ülke bulamayacaksak ve bu şehir arkamızdan gelecekse, başka bir yaşam da süremeyiz bilincinin cini kaçmışsa eğer içimize, çekildiğimiz köşelerimizde, ancak depresyona çağrı yapmış oluruz. Diyeceksiniz ki, iyi ama yok kendimizi özgürce ifade edebileceğimiz bir siyaset alanı… Bu konuda şu ana kadar karşılaştığınız toplumsal siyaset biçimleri üzerinden haklı olabilirsiniz. Ancak şunu da düşünmek lazım, binlerce yıldır siyaset felsefesi üzerine kafa yorulup kimi teoriler hayata geçirilmeye çalışılıyor. Ve bunlar içerisinde son derece kapsayıcı, özgürlükçü olanları var. Acaba ne kadar ulaşmaya çalıştık farklı siyaset anlayışlarına? Yoksa bir şeyler yapmak söz konusu olduğunda, başka türlü bir siyaset anlayışında olan toplulukta alacağımız sorumlulukların ağırlığından mı korkmaktayız? Orada yaşayabileceğimiz sorunlar çok mu korkutuyor gözümüzü? Peki neden kırılganız bu kadar? Yaşanabilecek sorunları, sanki biz topluluğun dışındaymışız gibi topluluğa atfedip niye hemen orayı terk etmeyi düşünüyoruz da düşüncelerimizin hayata geçmesi için çabalamıyoruz? Yoksa hiçbir sorun yaşamayacağımız, idealimizdeki kolektif bize hediye mi edilecek birileri tarafından? Ya da kimseyle paylaşamayacağımız işlere o kadar daldık ki, bırakın ortaklaşa girişilebilecek türden işlere enerji ayırmayı, bunu hayal bile demez halde miyiz? Nasıl “devrim televizyondan gösterilmeyecekse” özgürlük de kendiliğinden gelmeyecek!

Michael Ende’nin “Bitmeyecek Öykü” kitabında, sahaftan aldığı romanın içine girip, orada Atreju karakteri haline gelen çocuk, dışarıdaki kaba gerçekliğe meydan okurcasına kitaba devam edip düş kurabildiği sürece, fantazya yaşamaktadır. Çocuk ne zaman düşünden uzaklaşmaya başlarsa o zaman fantazya da çökmeye başlar. Hayallerimiz için yolda olmaya devam ettiğimiz sürece, fantazyamız dipdiri olmasa bile en azından çökmeyecektir. Bizi biz yapan hikâyemiz devam edecektir. Empati kurduğumuz yaşamlara, örgütlü olarak dokunma şansımız olacaktır. İyi de nasıl bir örgütlülük bunu sağlayacak denildiğinde tabi ki verilecek reçete gibi net bir cevap yok. Ancak nelerin olmaması gerektiği ve arzuladığımız özgürlükleri dile getirebileceğimiz bir topluluk olanağı da var.

Başka türlü bir siyaset ve kolektif mümkün!

Aslına bakarsanız, insanları muhalif siyasetten bile uzak tutan şeyin temelinde, hiyerarşik örgütlenme anlayışı ve modeli yatmaktadır. Böyle bir örgütlülükte insanlar, kendinden yaşlı olan, bilgili olan, deneyimli olan ve üst olan karşısında kendilerini ifade edemezler. Partinin aldığı kararları çok da sorgulayamadan uygulamak zorunda kalırlar. Bu da onlarda, içinde bulunduğu ortama karşı bir  yabancılaşmaya sebep olur. Hegel, bu durumu o kadar güzel ifade etmiş ki:

“Yabancılaşma, kendimizden yok olduğumuz duygusudur; başka güçler bizi yerimizden ederler, gerçek benliğimizi ele geçirirler ve yedek bir hayat yaşamaya zorlarlar bizi. Ne isek o olmamak, kendinin dışında olmak, adsız sansız öteki olmak, yerinde olmamak ve kesip koparılmaktır yabancılaşma.” [1]

Oysa hakiki bir topluluk; bireye güçlü bir aidiyet hissi, sözünü çekinmeden söyleyebileceği bir özgürlük ortamı, eşitlik, itiraz ve topluluğun karalarına sorgulayıcı ve aktif katılabilme imkânları sağlamalıdır. Bunun içinde o topluluğun doğrudan demokratik, hiyerarşisiz, şeffaf, hesap verebilir, kapsayıcı, birlikte iş ve siyaset üreten, yerel dinamikleri gözeten, ekolojist, her canlının özgürlüğünü kendi özgürlüğü kadar önemseyen bir topluluk olması gerekir. İçinde bulunacağınız böyle bir topluluk, düşlerinizi tam anlamıyla karşılamayabilir ancak oraya giden yolda büyük bir yer tutabilir. Topluluk aracılığıyla içinizdeki ve dışınızdaki tahakküm ve sömürüyle yüzleşebilir, özgürlüğünüz için önemli bir eylemliliğe kapı aralarsınız. Dünyayı değiştirmek için gerekli olan özgüveniniz gelişir. En yakınınızdakinden, dünyanın öbür ucundaki insana kadar, gelecek kuşaklara bırakacağınız pratik bir modeliniz olur. En önemlisi de kimsenin size bahşetmediği, kendi emeğinizin ve gözünüzün nuru bir meşruluğun coşkusuyla atarsınız hayattaki tüm adımlarınızı. İşte o zaman, yürümenin ve kolektifin  gücünü hissedersiniz örgütlü kötülük karşısında ve yalnızlık dolambacına bir daha girmek istemezsiniz.

*

[1] Octavio Paz, Çifte Alev Aşk ve Erotizm, syf.143, Everest Yayınları 2016, çeviri: Tomris Uyar

 

 

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.