Hafta SonuKöşe YazılarıManşetYazarlar

Seaspiracy: Kurgu mu, komplo mu, gerçeklik mi?

0

Üyesi olduğum BreakFreeFromPlastic grubunun mail grubuna geçtiğimiz gün sabah erken saatlerde bir mail düştü. Mail bir belgeselden bahsediyor ve bu belgeselin ulaştığı izlenme sayısı ve söylediği bazı bilgilerin hem doğa koruma hem de plastik kirliliğiyle olan mücadeleye zarar verdiğini, bu sebeple de bu konuda bir aksiyon alınması gerektiğini öneriyordu. Bu, Netflix platformunda yayınlanmış olan Seaspiracy belgeseliydi. STK’lerin “mücadelesine” zarar verebilecek potansiyeli olan ve yıllardır ilmek ilmek örülmüş çevre koruma mücadelesinin bu tarz bir belgeselle bertaraf edilmesi ihtimali ortak kaygıydı. Bana kalırsa fazla abartılı bir tepkiydi ama haksız da sayılmazdı. Serzenişlerin haklı ve haksız kısımları anlamak için belgesel hakkında “spoiler” olma ihtimali yüksek bazı bilgileri paylaşmak gerekiyor.

Seaspiracy belgeseli, insanın doğaya verdiği zararı denizler ve okyanuslar üzerinden anlatmaya çalışan agresif bir belgesel. Ana odağı da endüstriyel balıkçılık! Denizlerle ilgili birçok problemi, bazı sayılarla birlikte endüstriyel balıkçılıkla ilişkilendirerek anlatıyor. En nihayetinde vardığı noktanın “balık yemeyin” olması ise biraz hayal kırıklığı yaratabilir. En azından bende yarattı diyebilirim. Çünkü tüketici davranışları üzerinden gerçekleştirilen plastik kirliliği karşıtı kampanyaları ve mücadelesini mahkûm ederken yine tüketici davranışı üzerinden yapılan bir öneriye varmak, açıkçası belgeselin yönetmeninin ve aynı zamanda anlatıcısının sahip olduğu kafa karışıklığını ortaya koyuyor.

Belgeselin diğer bir handikabı da bazı bölgesel verileri genel problemin verisi gibi yansıtması. Örneğin denizlerdeki plastik çöplerin %46’sının balıkçı ağlarından oluştuğu aktarımı! Bu bilgi doğru bir bilgi değil. En azından küresel deniz çöpleri için böyle bir orandan bahsedemeyiz. Zaten belgeseldeki sıkıntı da veriyi Büyük Pasifik Çöp Yaması için verip sanki bu veri tüm dünya deniz ve okyanuslarındaki çöplerin miktarıymış gibi sunması! Sonra da bunun üzerinden STK’lere “neden bunu değil de tek kullanımlıklara karşı kampanya yapıyorsunuz” diye bir soru sorarak devam ediyor. İstediği cevabı bulamayınca da bunu bazı STK’ler üzerinden “sizi gidi, sizi kimler fonluyor” komploculuğu ile okuma yaparak en nihayetinde “tek kullanımlıklara karşı değil, balık tüketimine karşı olun” diye bir çıkış yapıyor.

Bunu yapmasında elbette bir problem yok ancak bunun düpedüz “komplocu okuması” olduğunu belirtmem gerekiyor. Yoksa tabii ki endüstriyel balıkçılık, INTERPOL tarafından da yayınlandığı şekilde ciddi suç faaliyeti içerebilen bir sektör! Ayrıca bu tür balıkçılığın sürdürülebilir olabileceği iddiası da tamamıyla aldatmaca. Sürdürülebilirlik örneğini küçük ölçekli alanlardan hareketle geliştirip, sürdürülebilirliğinin mümkün olabilirliğini de endüstriyel balıkçılığa uyarlamak en hafif tabiriyle absürt. Doğru, evet sürdürülebilirlik mümkündür. Ama ancak ve ancak küçük ölçekli balıkçılıkla mümkündür. Endüstriyel balıkçılık ve onunla ilişkili sektörler bu kadar devasa boyuttayken sürdürülebilir balıkçılık filan hikâye!

Zaten belgeselin belki de en önemli ve güçlü tarafı da buna atıf yapıyor olması. Tıpkı geri dönüşüm işinde olduğu gibi doğal kaynakların sömürüsünde de deniz koruma alanları üzerinden yapılan sürdürülebilirlik güzellemesi çözüm olmaktan uzak ve anlamı pek de olmayan bir yaklaşım. Çünkü tıpkı geri dönüşümün miktarı ve işlevselliği gibi, deniz koruma alanlarının miktarı ve işlevselliği de ciddi anlamda tartışmalı meseleler. Deniz koruma alanı üzerinden değil de balıkçı filosunun dramatik bir şekilde azaltılması üzerinden bir sürdürülebilirlik anlatısı olacaksa ona diyecek bir söz yok tabii. Bu durum gayet tabii belgesel için de geçerli olabilir. Zira belgesel de “sürdürülebilir balıkçılık imkânsızdır” söylemini çok kısıtlı argümanlarla tartışmış. Nitekim benim belgeselden aldığım izlenim biraz bu yönde.

Belgeselin sürdürülebilir balıkçılık açısından dile getirdiği imkânsızlık söylemi elbette ki kıymetli. Ancak belgeselin yaptığı gibi bunu da “balık yemeyin”e bağlamak ise oksimoronluk! Ayrıca yerine getirilen öneri de ayrı bir konu. İnsanlara hayvansal değil, bitkisel beslenin derken kullanılan argümanın hayvansal beslenmenin, yenilen hayvanın sahip olduğu toksik kimyasalların ve ağır metallerin de yenildiği üzerinden sunulması oldukça eksik ve hatalı. Bitkisel gıdalar da gayet tabii toksik kimyasallar içerebilirler. Üstelik balıkların maruz kaldığı kimyasalların, aynı ortamdan elde edilen bitkisel organizmalar için de bir problem olduğunu unutmamak gerekiyor. Böylesi basit bir argüman, bu düzeyde bir belgesel için hiç olmamış. Veganlık ve vejetaryenliği insan sağlığı üzerinden değerlendirmek, en azından vejeteryan yaşamaya çalışan benim için kıymetsiz ve hatalı bir yaklaşım. Konumuz bu olmadığı için buradan bir gedik açmayacağım.

Arkasında kimler var? 

Belgeselin yaptığı “arkasında kimler var acaba” metodu da ayrıca tartışmayı hak ediyor. Elbette ki birçok STK büyük kirleticilerin aklayıcısı gibi hareket etmiyor değil. Ancak bunu sanki Amerika kıtasını keşfetmiş gibi sunmak biraz ucuz propaganda gibi duruyor. Yine de bu yöntemi biz de kullanarak belgesel için bazı çıkarımlarda bulunabiliriz.  İşte bu yaklaşımla hareket edersek bu belgeselin de arkasında pek tabii petrokimya endüstrisinin olduğunu iddia edebiliriz. Nasıl mı? Hadi biraz komploculuk yapalım.

Belgeselin çeşitli kısımlarında “tek kullanımlık plastiklerden daha büyük problemlerimiz var” söyleminin pipet üzerinden anlatılıyor olması ve bunun yerine de başka bir endüstrinin hedef gösterilmesi, petrokimya endüstrisinin de sıklıkla yaptığı bir şey. Çünkü tek kullanımlık plastiklerin üretim miktarı toplam plastik üretiminin üçte biri kadar! Pek tabii tek kullanımlık plastik karşıtı söylemin, bu plastiklerin birçok ülkede yasaklanmaya başlamasına neden olduğunu gören petrokimya endüstrisinin buna karşı hedef şaşırtma amaçlı böyle bir yapımı desteklemesi akla yatan bir ihtimal. Üstelik böyle bir ihtimali destekleyen bir başka şey daha var belgesel içerisinde! O da Deepwater Horizon vakasının sanki masum bir şeymiş gibi gösterilmesi. Özellikle bu kısım benim en çok şaşırdığım kısım. Çünkü belgesel ilginç bir karşılaştırma ile balıkçılık sektörünün bu petrol sızıntısı vakasında meydana gelen deniz canlısı ölümlerinden daha fazla canlıyı öldürdüğünü, üstüne üstlük bu sızıntı sonrası balıkçılığa kapatılan alandaki balık miktarının arttığını, bu nedenle de Deepwater Horizon vakasının aslında faydalı olduğunu bile söyleyebiliyor. Tıpkı Çernobil faciasının, insan erişimine kapalı alandaki canlılığın coşmasına neden olduğunu iddia etmek gibi bir şey! Ben de çağrıştırdığı şey bu açıkçası.

İyi polis-kötü polis

Belgeselin yaptığı gibi bir okuma yapacak olursak o halde “petrokimya endüstrisi hedef şaşırtmak için bu belgeselin arkasındaki güç olabilir” çıkarımını gayet tabii yapabiliriz. Çünkü belgesel, petrokimya endüstrisinin bariz suçlu olduğu bir faaliyeti “öyle demeyin şimdi oralar hep balık dolu” diyerek başka bir doğa kıyımına karşı “iyi polis” olarak sunuyor. Nasıl ki belgesel “yeşil yıkamacı STK’ler” söylemi üzerinden tüm STK mücadelesini toptan mahkûm edebiliyorsa biz de gayet tabii bu söylem ve yaklaşım üzerinden böyle bir şeyi tersinden yapabiliriz.

Komploculuğu bir tarafa bırakıp belgeseli değerlendirmeye devam edelim. Benim belgeseldeki en beğendiğim noktalardan biri de bir önceki yazımda anlattığım aktif çevreciliğin en nadide temsilcisi olan Sea Shepherd organizasyonu güzellemesi yapması. Açıkçası bu organizasyona uzun zamandır sempati ile bakan birisi olduğum için direkt olarak yüzümde bir gülümseme oldu belgeseli izlerken. Gerçekten de oldukça kıymetli bir organizasyon ve çok isabetli işler yaptığını söyleyebilirim (Ancak onlara kefil olacak da değilim). Daha önce de bahsettiğim gibi, doğa koruma işi ölen yunusun cesedini alıp laboratuvara götürüp incelemek sonra da afili cümlelerle bildiri yayınlamak değil, o yunusun ölmesini engellemektir. Bu da ancak sebep olanlara müdahale ederek yapılabilir. Belgeselin değindiği önemli noktalardan biri de bu. Diğer bir önemli nokta da daha önce benim de bir yazıyla değerlendirdiğim dip trolü avcılığının ne düzeyde yıkıcı bir avcılık yöntemi olduğunun işlenmesi.

Aslında yukarıdakiler dışında belgeselden yaptığım bazı iyi ve kötü çıkarımların listesini yaparsam şöyle bir liste çıkabilir.

İyi tarafları

  • Ebolanın çıkışı Afrika kıyılarının sömürülmesi ile ilişkili!
  • Siz balık yemeseniz de hükümetleriniz sizin tepki olsun diye yemediğiniz balığı avlayan endüstriyi maddi olarak desteklemeye devam ediyor
  • Balık yetiştirmek için balık avlamak sürdürülebilir değil!
  • Çevresel ırkçılık her sektörde olduğu gibi balıkçılık endüstrisinde de hâkim
  • Okyanuslar bizim tüketebileceğimiz bir kaynaklar manzumesi değil bilakis tükettikçe bizim de sonumuzu getirebilecek düzeyde önemli ekosistemler
  • Bir yandan sığır eti yerken bir yandan balina avcılığına karşı olmak tutarlı değil!
  • Balıkçı ağlarının hedef dışı dediği ve her yıl milyonlarca canlının ölümü şeklinde gerçekleşen bu durum yanlışlıkla avlanan ya da tesadüfen avlanan şeklinde açıklanamayacak kadar bilinçli. Çünkü hayvanın yaşam alanına kapan koyduktan sonra o kapanın hayvanı yakalaması gayet olağan bir durumdur.

Belgeselin yapımcısı Ali Tebrizi.

Kötü tarafları

  • Somalili korsan güzellemesi
  • Balık yetiştiriciliğinin tümden tu kaka edilmesi
  • Balina öldüren kişinin “ben bir balık öldürüyorum ama balıkçılık sektörü bir sürü öldürüyor” söyleminin reklamının yapılması
  • Bitkisel beslenmek daha az zehirli argümanı
  • Denizlerde pipetlerin sayısı çok az o nedenle pipet yasaklamak faydasız söylemi

Sonuç olarak zamanınız varsa bu belgeseli mutlaka izleyiniz. Ancak izlerken yukarıda saydıklarımı da aklınızda bulundurun.

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.