ManşetEkonomiKöşe YazılarıYazarlar

Piyasalarda neler oluyor?

0

Geçtiğimiz hafta piyasalar yine çalkalandı. Hafta içerisinde döviz kurlarında yüzde 5’e varan, altında ise yüzde 7 artış olurken borsa yüzde 10 civarında düştü. Kredi ve borçlanma faizlerinde de kısmi artışlar kaydedildi. Euro bütün dünyada değer kazanırken dolardaki artış tamamen Türkiye’ye özgü bir durum çünkü bu dönemde Euro’ya ve diğer birçok paraya karşı dolar dünyada genel olarak değer kaybetti. Ekonomiyi çok yakından takip etmeyen insanların kafası karışık. Bu olup bitenlerin ne kadarı uygulanan ekonomi politikalarından ne kadarı Covid-19’un yarattığı sıkıntılardan kaynaklanıyor? Bu yazıda, yaşanan karmaşanın kafa karıştıran teknik detaylarını bir kenara bırakarak, işin özüne odaklanmaya çalışacağım.

Güven bunalımı

Yaşadığımız ekonomik çalkantının temelinde 2018 yazından itibaren ekonomi yönetimine duyulan güvenin azalmaya başlaması yatıyor. Bunun başlıca nedenleri ise yönetimin ekonominin temel sorunlarını görmezden gelerek pansuman tedavisine yönelmesi ve ne olursa olsun faizleri düşürme takıntısı olmuştur. Bu tutum, hem uzun zamandır Türkiye’ye borç vererek hızlı büyümesini sağlayan yabancı yatırımcılar ve bankaları, hem de ülke içindeki tasarruf sahipleri ve iş insanlarını ciddi bir şekilde endişelendirmiştir.

2018’de başlayan bu bozulma süreci, Covid-19 salgınıyla birlikte ülke içindeki ekonomik faaliyetlerin azalması, bunun yarattığı iflaslar ve işsizlik yanı sıra turizm ve ihracat gelirlerinin ani düşüşüyle daha da ağırlaştı. Ekonomideki bu güven problemini, 2015’ten beri iç ve dış siyasette görülen sertleşme ve yalnızlaşmayla birlikte yorumlamakta da fayda var. Yani sorunun özü güven azalması, ama salgın durumu daha da kötüleştirdi. Salgının etkisi sadece ekonominin küçülmesi, işsizliğin artması ve döviz gelirlerinin azalmasıyla değil, vergi gelirlerinin azalması ve kamu destek harcamalarının artması ile de kendisini gösterdi. Bunun sonucunda, ekonomide göreli olarak en iyi gösterge durumda olan kamu bütçesinde açık oldukça büyüdü.

Faiz ve enflasyon sarmalı

Enflasyon, biliyorsunuz, fiyatların artış hızı demek. Bugün bir ürünü veya ürün sepetini 100 TL’ye satın alıyor ama 1 yıl sonra aynı ürün veya sepete 112 TL ödüyorsanız, yıllık enflasyon %12 olmuştur. (Bu arada, resmi enflasyon hesaplarını açıklayan TÜİK’e uzun süredir güvenin azaldığını, çünkü herkesin satın aldığı mal ve hizmetlerin fiyatlarının TÜİK’in açıkladığı artış oranlarının çok üzerinde olduğunu düşündüğünü not edelim.) Enflasyonun yüksek seyrettiği bir ortamda 2019 sonbahar aylarından itibaren faizler hızla düşürüldü. Bunun sonucunda faizler reel olarak negatife düştü. Yukarıdaki örnekten hareketle, yıllık enflasyon oranı %12 iken yıllık mevduat faizi %8 ise, tasarruf sahiplerinin reel faiz getirisi negatife düşmüş (basit hesapla 8-12=-4), yani fiyat artışının altında kalmıştır. Bu ortamda TL olarak tasarruf etmek cazip olmaktan çıkmıştır. O zaman ne yaparsınız? Paranızı ya harcarsınız ya da TL dışı varlıklara yatırırsınız. Türkiye’de tasarruf yapabilecek durumdaki kişilerin fazla tüketim ihtiyaçlarının olmadığını düşünürseniz bu paranın dövize, altına, gayrimenkule ve borsaya gitmesi kaçınılmaz. TL’ye olan talebin azalarak dövize yönelmesi ise döviz kurlarını artıracaktır. Nitekim öyle oldu.

Düşük reel faiz

Ekonomi teorisinde ekonomik faaliyetleri ve büyümeyi teşvik edeceği için faizlerin düşük olması tercih edilir. Faiz düşük olduğunda insanlar daha az tasarruf ederler ve daha fazla harcarlar ve tüketirler. Ayrıca, taksitli satın almanın faiz maliyeti düşeceğinden ev ve araba gibi yüksek tutarlı ürünlerin alımı daha kolaylaşır. Buna ilaveten, piyasada talep arttığı için iş insanlarının ucuza kredi alarak yatırım yapma iştahları da artar. Bütün bunların sonucunda ise ekonomi canlanır. Ancak, burada kastedilen reel faizdir. Enflasyon yüksekken faizlerin düşürülerek reel faizlerin negatife getirilmesi son derece yanlış bir politikadır. Reel faizleri kısa yoldan negatife düşürmek yerine hükümetin öncelikle enflasyonun üzerine giderek fiyat artış oranlarını düşürmesi gerekiyor. Maalesef, hükümet işin kolayını seçmiş, enflasyonun üzerine kararlı ve uzun vadeli politikalarla gidip enflasyonu düşürdükten sonra faizleri indirmek yerine, kısa yoldan faizleri düşürmeyi tercih etmiştir.

Dövize yönelme

Döviz cephesindeki gelişmelerin temelinde ise birçok etken bulunmakta. İlki, yukarıda ifade ettiğim güvensizlik ve negatif reel TL faiz ortamı nedeniyle yerli yatırımcıların doğal olarak dövize yönelmesi. Bunun sonucunda Türklerin bankalardaki döviz hesaplarının toplam mevduata oranı 2011 başında %30 iken şu anda %54’e çıkmıştır. İkincisi, yabancı bankalar ve yatırımcılar artan güvensizlik nedeniyle Türkiye’ye borç vermeyi azaltmışlardır. Yıllardır borç alarak ve borcu borçla kapatarak büyüyen şirketler döviz bulmakta zorlanmaya başlamışlardır. Benzer ülkeler çok daha ucuza borçlanırken, Türkiye’nin yurt dışından borçlanması hem miktar olarak azalmış hem de maliyet olarak yükselmiştir. Yabancı yatırımcıların Türkiye’ye ilgilerinin azalmasında izlenen ekonomi politikaları yanısıra ekonomi yönetiminden gelen ani ve tepkisel uygulamalar, bankalara kapalı kapılar ardından yapılan müdahaleler, hukuk sistemine güvensizlik, şeffaflık eksikliği, iki-üç ayda bir piyasaya servis edilen “İş Bankası’na el koyuyoruz” gibi haberler de maalesef etkili olmuştur.

Turizm gelirlerinde azalma 

Son olarak, Covid-19 nedeniyle turizm sektörü ciddi darbe yemiş, ihracat azalmış ve bu kanallardan ekonomiye döviz girişi de düşmüştür. Bütün bu faktörler dövizin arzını azaltıp talebini artırdığından döviz fiyatları yükselmiştir. Dövizin daha fazla yükselmesini engellemek isteyen Merkez Bankası ise uzun süredir döviz satarak piyasaya kamu bankaları kanalıyla müdahale etmektedir. Bu müdahale sonucunda Merkez Bankası döviz rezervlerinin azalması ise piyasaları daha da endişeye sevk etmiştir. Döviz rezervinin azalmasını telafi etmek isteyen Merkez Bankası bazı ülkelerle kısa süreli takas (swap) anlaşmaları yapma yoluna gitmiştir. Ama kısa vadeli olduğundan ve esasen borç niteliğinde olan bu tür anlaşmalarla ekonominin temelindeki endişelerin giderilmesi mümkün olmamaktadır.

Altın dövizle alınan bir varlık olduğundan, altın fiyat artışının arkasında esas olarak yukarıda açıkladığım döviz piyasalarında yaşanan gelişmeler bulunmakta. Bunun yanısıra Covid-19 bütün dünyada riskleri ve belirsizlikleri artırdığından altına sadece Türkiye’de değil, küresel düzeyde ciddi bir talep artışı olmuş, bu nedenle dövizden daha fazla değer kazanmıştır.  Hisse senetleri ise, şirketlerin çoğunun gelirleri ve karları Covid-19 nedeniyle azaldığından aslında hiç cazip olmadığı halde negatif reel faizler nedeniyle alternatif bir yatırım aracı olarak ilgi çekmiştir. Birçok yatırımcı hesap açtırarak ilk kez hisse senetlerine yatırım yapmıştır. Bu talep artışı bir süre hisse senetleri fiyatlarını yükseltmiş ama bu durum büyük ölçüde Türkiye’den çıkmak için fırsat bekleyen yabancı yatırımcıların işine yaramıştır. Yeni girenlerin artırdığı fiyatlardan hisse senetlerini satan yabancılar, Merkez Bankası’nın rezerv azalması pahasına sattığı ucuz dövizden satın alarak paralarını yurt dışına çıkarmışlardır.

Geçen hafta salı gününden beri yaşanan gelişmeler karşısında hafta sonuna doğru Merkez Bankası ve BDDK bazı palyatif adımlar atarak TCMB’nin bankalara verdiği paranın miktarını azaltıp, faizini biraz yükselttiler. Ayrıca kamu bankaları kanalıyla verilen konut, araba ve tüketici kredisi faizleri de yükseltildi. Bunları teknik bir incelikle ve mahcup bir şekilde yaptılar. Bu yolla piyasadaki likidite azaltılarak dövize olan talep frenlenmeye çalışılıyor. Özel bankalar da haftanın son iş günü mevduat faizlerini biraz artırdılar. Bu mütevazi adımlar pansuman tedavisi yaklaşımının sürdüğünü gösteriyor. Maalesef bu önlemlerle yangını söndürme ihtimali çok düşük.

Ne yapılmalı?

Sorunlardan bahsettim. Pekiyi, şimdi ne yapılması gerekiyor? Yapılması gerekenleri zaman/öncelik bazında üç başlık altında vermek istiyorum:

HEMEN: Öncelikle ve hemen faiz ve enflasyona odaklanmak gerekiyor. Enflasyonla mücadele orta-uzun dönemli bir politika olduğundan, ilk aşamada faizin yükseltilerek reel faizlerin pozitif seviyelere getirilmesi şart. Resmi enflasyon oranının %12 civarında olduğu bu ortamda mevduat faizlerinin şimdiki %8-10 seviyesinden %15-20 bandına gelmesine izin verilmelidir. Bu artış, TL’ye olan talebi artıracak (yani TL mevduatı artacak) ve dövize olan ilgiyi bir nebze azaltacaktır. Reel faizlerin pozitif olması elbette büyümeyi olumsuz etkileyecektir. Salgın etkisiyle ciddi bir daralma yaşayan ekonomi daha da yavaşlayabilecektir.

Zaten uzunca bir süredir sadece büyüme odaklı bakıldığı için ekonominin dengeleri bozulmuş, bugünlere gelinmiştir. İlk aşamada büyümeyi olumsuz etkileyecek olan pozitif reel faizler enflasyonun düşmeye başlaması ve ekonomiye güven tesis edilmesiyle tekrar ekonomiyi büyüme rotasına sokacaktır. Enflasyon düştükçe faizler de aşağıya çekilecektir.

GELECEK 2-3 AYLIK DÖNEMDE:  İkinci aşamada, dövize yönelimin azalması ve ekonomiye güven duyulması için çok daha temel alanlarda doğru adımların atılmasına ihtiyaç var. Enflasyonu düşürmek amaçlı ciddi, uzun vadeli, tutarlı ve inandırıcı politikalar uygulanırken, Merkez Bankası bağımsızlığına uyulması, keyfilikten vazgeçilmesi, şeffaf olunması, ekonomiyi yöneten kadroların yetkin uzmanlarla takviye edilmesi gibi ilave ciddi adımlar atılmalı.

Ayrıca, ülkeye para getirirken baş tacı edilen, çıkarttığı zaman “düşman” ilan edilen yabancı yatırımcılara yönelik söylem ve uygulamaların da düzeltilmesi gerekiyor. Diğer yandan ekonominin acil döviz ihtiyacı var. Kısa vadede güven oluşturup yabancı banka ve yatırımcılardan fon sağlamak mümkün değil. IMF veya ABD Merkez Bankası benzeri bir kaynaktan kredi veya orta vadeli swap yoluyla döviz girişi sağlanması gerekiyor.

ORTA-UZUN VADEDE: Bunlar, ateşi söndürmek ve ortamı sakinleştirmek için gerekenler. Orta-uzun vadede ise yapısal reformlara gereksinim var. Adalet (hukuk) sisteminin bağımsızlaştırılması ve güvenin yeniden tesisi şart. 2000’lerin başında, krizi takiben yapılan bütün yapısal reformlar neredeyse heba edildi. Ülkenin üretim ve istihdam yapısının daha sağlıklı bir noktaya getirilmesi, gelir dağılımının iyileştirilmesi, kadının işgücüne katılımının artırılması gibi alanlarda mesafe alınması ise çok daha kapsamlı eğitim, sağlık, çevre, tarım, gıda, teknoloji… politikalarına, ama ondan da önemlisi, radikal bir “zihniyet değişimine” ihtiyaç gösteriyor. Kısaca, 2000-2001 reformlarının hepsinde oldukça geri adım attık ve hala uzun ince bir yolun başındayız!

More in Manşet

You may also like

Comments

Comments are closed.