Hafta SonuKöşe YazılarıManşetYazarlar

Parasını kaybeden ülke

0

[email protected]

Türkiye artık parasına önem vermeyen, onun yerlerde sürünen değerinden rahatsız olmayan, adeta parasından vaz geçen bir ülke görüntüsü vermeye başladı. İzlediği yanlış ekonomi politikalarıyla döviz kurlarında aşırı yükselmeye yol açan, enflasyonu ciddi bir oranda artıran, ülkedeki ekonomik dengeleri bozan, dolayısıyla ekonomideki riskleri büyüten bir yönetimin sebep olduğu doğal bir sonuç bu!

Parasını gözden çıkaran bir ülke, ülkesindeki vatandaşın kullandığı paranın değeriyle ve alım gücüyle de ilgilenmiyor demektir. Vatandaşın karnını nasıl doyuracağını dert etmeyen ülke demektir. Bunun yanı sıra gelir dağılımı veya gelir ve servet uçurumu gibi sorunları da umursamayan ülke demektir. Milli paranızı gözden çıkardığınız zaman küresel ekonomi içerisindeki yerinizi ve öneminizi de kaybetmeye doğru gidiyorsunuz demektir. Aslında, parasını kaybeden bir ülkenin nereye gittiği bile belli değildir. Bir kaos ve karanlık içerisinde yol alıyorsunuz demektir. Bir ülkenin parasını kaybetmesi özünde bir bireyin ismini ve kimliğini kaybetmesinden ne kadar farklıdır?

Buraya nasıl geldik?

Bu noktaya bir çırpıda veya sadece son üç aydaki faiz indirimleriyle gelmedik. Yaklaşık son 10 yıldır izlenen politikaların ve asıl 2018’den beri yapılan yanlışların ve piyasalarla inatlaşmanın sonucunda adım adım buraya geldik. Üstelik her adımda ülkenin sayısız iktisatçısı, eski bürokratı, iş insanı ve sade vatandaşı olacakları gördü ve uyardı hükümeti.

Farklı AKP hükümetleri tarafından bu adımların atılmasının temel amacı Türkiye’de ne pahasına olursa olsun büyümeyi sağlamaktı. Büyüme para harcamak, yatırım yapmak ve bir ölçüde istihdam yaratmak anlamına geldiğinden oldum olası politikacıların çok sevdiği bir şeydir. Ekonomi büyüyünce ve piyasalarda hareket yaratılınca adeta bütün sorunların üstünü örteceklerini düşünür politikacılar. Onların derdi büyümenin kalıcı ve istikrarlı olması, günümüzün popüler terimiyle “sürdürülebilir” olması değildir. Onların tek amacı seçimlerden önceki dönemde büyümeyi patlatmak, gayrimenkul fiyatlarını tavana vurdurmak, iç turizmi canlandırmak vb. yollarla sahte ve geçici bir ışıltı yaratarak seçmenin gözünü boyamaktır.

AKP, iktidarının ilk dönemlerindeki yaklaşımını bırakarak son 10 yıldır esas olarak bu çerçevede ekonomi politikaları izledi. Her bir seçim veya referandum öncesi dönem bu ekonomi politikalarının çeşitli versiyonlarına sahne oldu. Bu süreçte izlenen politikaların değişmeyen ana hedeflerinden birisi de gayrimenkul piyasasını canlı tutmak oldu. Bu nedenle, gayrimenkul piyasasının hareketliliğine yönelik tercihleri AKP ekonomi politikalarının omurgası olarak tanımlamak sanıyorum yanlış olmaz.

“Faiz sebep, enflasyon sonuç”

Özellikle dışarıdan gelen finansmanın kurumasına doğru giden asıl vurucu adımlar 2018 yılı başlarında atıldı. Bu adımların ilki Erdoğan’ın iktisat teorisine ters olan “Faiz sebep, enflasyon sonuç” olarak özetlenen ekonomi yaklaşımının net bir şekilde hayata geçirilmeye başlanması, ikincisi de damat Berat Albayrak’ın ekonomiden sorumlu bakan olarak atanması oldu. 2018 başlarında Erdoğan faizlerle ilgili yaklaşımını net bir şekilde ortaya koymaya ve enflasyonla mücadele için faizlerin yükseltilmeyeceği mesajını vermeye başladı. O senenin mayıs ayında Londra’da Türkiye’ye yatırım yapan yabancı fon yöneticileriyle yapılan toplantıda da bunu kararlı bir şekilde ifade etti. Temmuz ayı başlarında da Berat Albayrak ekonomiden sorumlu bakan olarak atandı. Artık ekonomi politikalarının Erdoğan’ın tercihleri çerçevesinde doğrudan damadı tarafından uygulanacağına ilişkin kanaat hem ülke içinde hem de dışındaki yatırım çevrelerinde belirginleşmeye başladı.

2018 yazında kurları ve ekonomiyi etkileyen başka bir gelişme ise Rahip Brunson kriziydi. Rahip Brunson’ın tahliyesi Temmuz 2018’de mahkeme tarafından reddedilince ABD Başkanı Trump sert bir tepki verdi ve kurlarda çok ciddi bir sıçrama oldu. Seneye 3.79 TL seviyesinde başlayan dolar kuru kriz sırasında Ağustos ayında 7 TL’ye kadar çıktı ama Brunson tahliye edilip kriz yatışınca 6 TL’ye düştü. Ama artık daha aşağı inmiyor, ekonomideki riskler büyüyordu. 2019 yılı boyunca da enflasyon-kur-faiz dengesindeki gerginlik artmaya devam etti. TÜİK’in bütün düşük gösterme çabalarına karşın enflasyon artıyor ama faizler düşük tutuluyor ve kurlardaki artış eğilimi sürüyordu. Diğer yandan yabancı yatırımcıların Türkiye’den çıkışı durmaksızın sürüyordu.

Ülke ekonomisinde bunlar olurken Mart 2020’de dünya ve Türkiye Covid-19’la karşı karşıya kaldı ve ekonomilerde ciddi daralmaların sinyalleri gelmeye başladı. Türkiye açısından iç piyasa özellikle turizm, yeme-içme, ulaşım gibi belirli sektörlerde keskin bir şekilde daralmaya başladı. Bir yandan pandemiden zarar gören kesimlerin yardım talepleri artıyor, diğer yandan özellikle turizm gelirlerindeki ciddi azalma nedeniyle döviz gelirleri keskin bir şekilde düşüyordu.

Pandemi, zaten zor durumda olan ve yurt dışından gelen fonların azaldığı bir ortamda Türk ekonomisine ilave ciddi bir darbe vurmuştu. Bu ortamda sıkışan hükümet, pandemiden zarar görenlere ancak ilave kredi imkanları sunabiliyor, bütçeden ödenen karşılıksız nakit destek diğer ülkelerle kıyaslandığında çok çok sınırlı kalıyordu.

128 milyar dolar satışı

Pandemi dönemi, arzda yaşanan sıkıntılar nedeniyle fiyatların daha da artmasına yol açıyordu. Artan enflasyona rağmen faizlerin düşük tutulmaya çalışılması doğal olarak dövize olan talebi artırmaya başladı. Dövize olan bu talep sadece spekülasyon amaçlı veya bireylerin tasarruflarını koruma amaçlı alımlarından kaynaklanmıyordu. Dışarıya milyarlarca dolar tutarında borcu olan şirketler de bir an önce döviz alarak ilerideki daha yüksek kurlardan bir ölçüde kendilerini korumaya çalışıyorlardı. Ayrıca ülkeden çıkan yabancı portföy (hisse senedi-tahvil) yatırımcılarının döviz talebi de oluyordu.

Kurlar üzerindeki bu baskıya rağmen faizler yükseltilerek Türk Lirasının cazip kılınması ve dövize olan talebin bastırılması istenmiyordu çünkü ilahlar büyümenin yüksek kalmasını ve gayrimenkul satışlarının durmamasını istiyordu. Bu amaçla 2020 yazında kamu bankaları konut kredisi faizlerini düşürüp piyasanın çok altında faiz oranlarından kredi vererek adeta devletin (dolayısıyla milletin) cebinden konut alımlarını sübvanse etti. Bu nedenle temmuz ve Ağustos 2020 aylarında rekor sayıda konut satışı oldu. Bunun sonucu olarak elbette konut fiyatları da yükseldi.

Bu arada kurları kontrol altında tutmak için sürekli döviz satılıyordu. Mekanizma çok net değildi ama kamu bankaları sürekli döviz satıyordu. Bu dövizlerin nereden geldiği belli değildi. Bir süre sonra anlaşıldı ki bu dövizler Merkez Bankası’nın rezervleriydi ve bu rezervler artık tükenmiş, hatta negatife geçmişti. Tam tamına 128 milyar dolar kurları kontrol etmek için satılmış ve koskoca TCMB’nin kasasında “rezerv” olarak tanımlanacak döviz kalmamıştı. Hükümet çeşitli ülkelerle swap anlaşmaları yaparak kasaya biraz döviz koydu ama bunlar komşudan alınan ödünç parayla banka hesabını kabarık gösterme çabasından başka bir şey değildi.

Bunun ortaya çıkması ve ekonomi yönetimindeki diğer sorunlar TCMB Başkanını koltuğundan etti ve ardından Berat Albayrak Kasım 2020’de bakanlıktan ayrıldı (veya alındı). TCMB Başkanlığına atanan eski bakan Naci Ağbal faizleri yükselterek doğru yönde bir adım attı, kurlardaki artışı kontrol altına almaya başladı ama  faizlerin yükseltilmesi fikrini sevmeyen Erdoğan buna ancak beş ay dayanabildi. Mart 2021’de Ağbal’ı görevden alıp şimdiki başkan Şahap Kavcıoğlu’nu atadı.

Son üç aydaki faiz indirimleri

Şahap Kavcıoğlu’nun Naci Ağbal’ın yükselttiği faizleri düşürmesi gerekiyordu ve rivayete göre Erdoğan kendisine beş-altı aylık bir süre vermişti. Ama bu dönemde enflasyon da artmaya devam ediyordu. Ayrıca artık kamunun (TCMB ve kamu bankaları) elinde satılacak döviz de kalmamıştı. Kavcıoğlu eylül ayına kadar bekleyebildi ancak. Artık Beştepe’de sabır tükeniyordu. Kavcıoğlu yönetimindeki Merkez Bankası, enflasyonun artmayı sürdürdüğü, FED’in global likiditede daralma sinyalleri verdiği, dolayısıyla kırılganlıkların arttığı Eylül-Kasım 2021 döneminde faizleri üç aşamada yüzde 19’dan yüzde 15’e indirerek, tam 4 puan düşürdü. Ekim ayındaki Yeşil Gazete yazımda da vurguladığım gibi  “Bir süredir ülkemizin koskoca Merkez Bankası, ekonomik yaşamımız için o pek önemli faiz kararlarını adeta sadece bir kişiyi düşünerek, onu mutlu etmek için alıyor gibi. Ekonominin istikrarı, enflasyonu dizginlemek ve beklentileri olumlu etkilemek gibi önemli olması gereken hedefler göz ardı ediliyor ya da ikincil plana itiliyor. Yeter ki o kişinin isteği ve beklentileri karşılansın.” Merkez Bankası’nın bu sert faiz düşürme hamlesi yaşanan krizi daha da derinleştirdi.

Faizlerin düşürüldüğü eylül-kasım döneminde tüketici enflasyonu hem TÜİK verileriyle hem de ENAG verilerine göre yükselmeyi sürdürdü ve reel faizler negatife döndü. Dolar ve Euro’dan oluşan döviz sepeti ise Eylül başında 9.05 TL iken 25 Kasım itibarıyla 12.74 TL’ye ulaştı. Kur sepeti üç ayda tam tamına yüzde 40 artmış oldu. Döviz kurlarındaki bu olağanüstü artışın enflasyonu fırlatması kaçınılmaz. Zaten her alanda fiyat artışları başladı bile. Önümüzdeki aylarda çok daha yüksek fiyat artışlarıyla karşı karşıya kalacağımız kesin ve artık enflasyon maalesef kontrol edilemez bir seviyeye doğru yol alıyor.

Bir ülkenin parasının değerini ve itibarını bir kişinin istekleri için feda etmek ve bunun yarattığı vahim sonuçlara insanları mahkum etmek ülkenin kurumlarının ve var olan yöneticilerin asli görevlerini unuttukları anlamına geliyor. Parasının itibarını ve halkının maddi koşullarını umursamayan bir iktidar ülkeyi yönetme kapasitesini de yitirmiş olmuyor mu?

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.