Ana Sayfa Blog Sayfa 5429

Soykırım limited şirketi: 'Çekirgeleri Dinlemek' / Kaya Genç

Arundhati Roy’un yeni kitabı ‘Çekirgeleri Dinlemek’, adını Hrant Dink’e ithaf edilen bir konuşmadan alıyor. Roy’un okura sunduğu çarpıcı argümanının odağında, neo-liberalizmin felsefesiyle soykırım pratiklerinin huzursuz edici ortaklığı var. Yazar, en çok seyredilen televizyon kanallarından yüz binlerce tirajlı günlük gazetelere uzanan bir medya aygıtının çeşitli terör eylemlerindeki şüpheli ve sanıklar hakkında yaptığı hayat kaydırıcı yayınları da anlatıyor.

Bundan iki yıl önce Boğaziçi Üniversitesi’nin Albert Long Hall binasında kuş cıvıltıları arasında konuştuğumuz Arundhati Roy, bize “İsrail, Birleşik Devletler ve Türkiye’nin oluşturduğu ‘şer ekşeni’ne (axis of evil) Hindistan’ı da ekleyin,” demişti. “Siz bir Avrupa Birliği üyesi olmak için mücadele ediyorsunuz, biz ise Birleşik Devletler’den biri olmak için.”

Hindistan’ın kuzey doğusundaki Meghalaya eyaletinde doğan Arundhati Roy (onu en çok Küçük Şeylerin Tanrısı isimli Booker ödüllü romanıyla tanıyoruz) hayatının son on beş yılını, etkileri dünya çapında takip edilen, kapitalist/neo-liberal/erkek iktidarına karşı yürüttüğü şiddetli bir savaşa adadı. Osman Akınhay’ın harika çevirisiyle bu haftadan itibaren Türkçede okuyabileceğimiz son kitabı Çekirgeleri Dinlemek, 2002-2009 yılları arasında yazılmış dergi makalelerini, insan hakkı ihlalleri üzerine sunumlarını, web yazılarını, bir hikâyesini ve George W. Bush’un Delhi hayvanat bahçesinde yaptığı hayali bir konuşmayı dramatize eden bir tiyatro metnini içeriyor. Okudukça görüyoruz ki, bu metinlerdeki başlıca kritik nesnesi olan Hindistan hükümetinin pratikleri, Roy’un iki yıl önce söylediği gibi, Türkiye, İsrail ve Birleşik Devletler arasındaki ideolojik birliğin bir başka çeşitlemesi. Sayfaları çevirdikçe bize uzak olabileceğini düşünebileceğimiz bu dünyanın aslında içinde yaşadığımızı fark ediyoruz. Neo-liberalizmin felsefesi, özgül farklılıklarına karşın küresel boyutta etkili olan stratejilerin örgütlenişine önayak oluyor.

Çekirgeleri Dinlemek’te anlatılan, en çok seyredilen televizyon kanallarından yüz binlerce tirajlı günlük gazetelere uzanan bir medya aygıtının çeşitli terör eylemlerindeki şüpheli ve sanıklar hakkında yaptığı, aceleye gelmiş ve sonuçları itibarıyla hayat kaydırıcı yayınlar örneğin, bizim için çok tanıdık ve güncel. Beş (veya altı) silahlı saldırgan tarafından 13 Kasım 2001’de Hindistan Parlamentosu’na düzenlenen ve saldırganlarla birlikte sekiz güvenlik görevlisiyle bir bahçıvanın ölümüyle sonuçlanan olayın ardından Hindu milliyetçisi ana akım medya, bunu ülkede yaşayan Müslümanlar kadar komşu Pakistan’a da bir savaş açma vesilesi olarak temsil etti. Bu çerçevede devletin aygıtları (polis ve medya) tarafından yoğun bir işkenceye maruz bırakılan ve teröristlere yardım ve yataklıkla suçlanan sanıkların masumiyetleri ortaya çıktığında, kimse onlardan özür dilemedi.

Hindistan’ın 11 eylül’ü
Bir başka tanıdık uygulamaya, devlet destekli linç eylemlerine geçelim. 27 Şubat 2002’de Hindistan’ın Godhra eyaletinde 500 kişilik bir radikal grubun saldırısı sonucunda 58 Hindu, yanarak ölmüştü. Çekirgeleri Dinlemek’in çarpıcı açılış bölümünde (‘Demokrasi: Kendi Ülkemizde Onu Kimler Temsil Eder?’) Vadodara’da yaşayan bir okuru Roy’a Godhra tren felaketinin ardından yaşanan ayaklanmalar sonucunda, bir arkadaşının göstericiler tarafından yakalandığını, karnının yarıldığını ve içinin hâlâ yanmakta olan paçavralarla doldurulduğunu anlatıyor. Hindu milliyetçileri eski Kongre milletvekili İhsan Cefri’nin evini kuşatmış, kalabalık evinden zorla çıkardıkları Cefri’yi linç etmişti. Çekirgeleri Dinlemek’te Roy’un incelediği bir başka mesele, Hindistan’ın Kaşmir eyaletindeki insan hakkı ihlalleri. Kaşmir’in bağımsızlığını destekleyen Roy’un 2008’deki Mumbai saldırıları üzerine yazdıkları ise, kitaptaki bütün yazıları bütünleyici bir nitelik taşıyor. Senatör John McCain, saldırılardan sonra “Eğer Pakistan hükümeti saldırının arkasındaki kötü adamları yakalamakta Hindistan’a yardımcı olmazsa Hindistan’ın Pakistan’daki terörist kampları bombalayacağına dair duyumlar aldım,” diyor ve Washington’un bunu engellemek için hiçbir şey yapamayacağını söylüyor. Çünkü yaşanan olay, ‘Hindistan’ın 11 Eylülü’dür.’

Buradan kitabın asıl meselesine geliyoruz. Roy’un argümanına göre, Birleşik Devletler’in öncülük ettiği ‘demokrasi koalisyonu’yla demokrasi arasında büyük bir uçurum ve dahası, bir karşıtlık var. 1989’da Sovyetler Birliği’nin çöküşünün ardından Hindistan hükümeti İsrail ve Birleşik Devletler’in en hevesli müttefiklerinden biri oldu. Bu süreçte Hindistan, Kaşmir’de bir askeri kuşatma başlattı, tıpkı İsrail’in Filistin’de, Birleşik Devletler’in Irak ve Afganistan’da yaptıkları gibi. Ancak girilen ittifakın asıl amacı, ülkenin ‘ittihat’ ve ‘terakki’si, yani birlik ve gelişimiydi. Gayri safi yurt içi hasılanın (GYSH) yükselmesi, yeni konut projelerinin hayata geçirilmesi, Hindistan’ın Birleşik Devletler, Japonya ve Çin gibi rakiplerini geride bırakıp bir ‘dünya devi’ olması, sinema endüstrisi Bollywood’un Amerikan sinema aygıtının uluslararası kârlarını geçecek oranda kazançlar elde edebilmesi için, Hint kültürünün kendi içindeki ayrık otlarını kesmesi, ‘Müslümanlar’ gibi ‘modernlik dışı’ özneleri gerekirse imha etmesi gerekiyordu. Bu yolda her tür önlem ve pratik mübahtı, ne de olsa Birleşik Devletler himayesinde Hindistan demokratikleşiyor, ‘modern dünyanın vazgeçilmez bir parçası’ haline geliyordu.

Ve nihayet, kitabın bizi daha da çok ilgilendiren meselesine, yakıcı yüreğine ulaşıyoruz. 2008 yılında Roy’u İstanbul’a getiren ‘katastrof’, yukarıda tarif edilen tür bir modernleşmenin ‘bu topraklarda’ yıkıp geçtiklerinin hatırasını, varlığını yazılarında ve konuşmalarında yaşatmayı bir hayat pratiği haline getiren gazeteci Hrant Dink’e düzenlenen suikastti. Roy’un Uluslararası Hrant Dink Vakfı için Dink’in birinci ölüm yıldönümünde yaptığı (‘Çekirgeleri Dinlemek’ başlıklı) konuşma bir kez daha Türkiye modernleşmesindeki hedefler ve araçlar (ends and means) meselesini bize hatırlatıyor. 1915 katastrofunun sorumlusu İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin adından yola çıkıyor Roy; ne pahasına ittihat, ne pahasına terakki diye soruyor.

Çekirgelere dair anlattığı yürek burkan hikâye şu: Arundhati Roy’un dostu David Barsamian’ın annesi Arexie, 1915’te on yaşındaymış. Yaşadığı (Diyarbakır’da bulunan) Dubne köyünü basan çekirge sürülerini hâlâ hatırlıyormuş Araxie; köyüler çekirgelerin kötü olaylara alamet olduğunu söyleyip dertleniyormuş ve gerçekten de köylülerin başına geleceklerin bir işareti olmuş bu çekirgeler ve 1915 katastrofu yaşanmış.

Salman rüşdi ve şürekası
Bugün inandırılmaya alışık olduğumuzun aksine, çekirgeler ‘demokrasi düşmanı barbarların’ değil, demokrasi havarilerinin gelişini haber veriyor. Üstelik Roy bunun tarihsel arka planını da önümüze seriyor: Birleşik Devletler, bir soykırım üzerine (Amerikan Yerlileri) kurduğu uygarlığını başka soykırımlarla (Vietnam, Hiroşima) mükemmelleştirdi. 1876 ile 1902 arasında, 20. yüzyıldaki faşizm deneyimlerinin teorik ve pratik önçalışmasının büyük oranda yapıldığı bir dönemde, Hindistan’da yaşanan kıtlık 12.2 ile 29.3 milyon kişinin hayatına mal olurken, Britanya İmparatorluğu Hindistan’dan kendi topraklarına hammade ve yiyecek taşımayı sürdürüyordu (çünkü ‘şov devam etmeli’ydi).

Bugün ise Hindistan’ın kendi egemenleri, soykırım olarak tanınabilecek suçların uygulayıcısı konumunda. Otuz milyondan fazla kişi Hindistan’daki baraj inşaat projeleri yüzünden evsiz kaldı, büyük şirketlerin devletle işbirliği içinde ülkeyi kalkındırma projelerine karşı haklı bir direniş sergileyen Maocu gerillalar güvenlik güçleri tarafından imha edilmeye çalışıldı. Buna ancak ‘boynuz kulağı geçti’ denir; fakat benzer uygulamalara imza atmış olan, imza atan bir devlet geleneğinin tanımladığı yurttaşlar olarak, Çekirgeleri Dinlemek’te Hindistan’a yöneltilen eleştirilerin Türkiye’deki pratiklerle bağlantısını kurmaktan da hiç geri durmamamız gerekiyor.

Mumbai saldırılarını anlattığı etkileyici yazısında Arundhati Roy, neo-liberalizmin buradaki çeşitli zenginlik sembollerinin ülkedeki korkunç gelir dengesizliğini de gösterdiğini söylemişti. Bu durumun ifade edilmesi, bir süredir demokrasi havarilerinin korkutucu liderlerinden olmayı seçmiş Sör (ve romancı) Salman Rüşdi’nin öfkesini üzerine çekmişti. “Mide bulandırıcı sözler, Arundhati Roy kendinden utanmalı,” diyen Rüşdi ve şürekası, Hindistan ve Çin ve ‘gelişmekte olan pazarlar’ın diğer örneklerinde ittihat ve terakki getirecek bir ekonomik kalkınmacılığa inanmaya devam edebilirler elbette, itiraz etmeyiz. Ama onlara inanmayı çoktan bıraktığımızı söylememize de izin verin. Bu saf liberal erkekler yerine, erkek egemenliği, sömürgecilik, emperyalizm ve özgürlük sorunu arasındaki bağlantıları romanlarında yeniden kuran Jane Austen’ın takipçilerine inanıyoruz. Yani Şok Doktrini kitabında şeceresi Adam Smith’e ve elbette daha öncesine uzanan bir baskıcılık söylemini ifşa eden ve bunun günümüzün liberalleşme pratikleriyle bağlantılarını kuran Naomi Klein’a ve bize çekirgeleri dinlemeyi öğreten, Arundhati Roy’a.

Beyaz bereli genç çocuklar
Ben Hrant Dink’le hiç tanışmadım; bu şanssızlığı ömrümün sonuna dek telafi etme şansım da yok. Onun hakkında kendi yazdıkları, söyleyip yaptıkları ve hayatını nasıl sürdürdüğünden öğrendiğim kadarıyla şundan eminim ki, eğer bir yıl önce burada, İstanbul’da olsaydım, bu şehrin kış havası esen sokakları ve caddelerinde “Hepimiz Ermeniyiz”, “Hepimiz Hrant Dink’iz” yazılı dövizlerle onun tabutunun arkasında sessizce yürüyen yüz bin kişinin arasında ben de olurdum. Hatta belki de elimde, “1 milyon 500 bin + 1” yazılı bir döviz taşırdım. Eğer öyle bir şey olsaydı, Hrant Dink’in tabutunun arkasında yürürken zihnimin içinde acaba neler gezinirdi? (…)

Ben buraya ‘küresel entelektüel’ rolü oynayıp size ders vermeye ya da 1915’te Anadolu’da meydana gelen olaylarla ilgili belleği (veya bu olayların unutuluşunu) saran sessizlikte bir gedik açmaya gelmiş değilim. Hrant Dink bunu yapmaya çalışan biriydi ve bedelini hayatıyla ödedi.

İstanbul’a geldiğim gün saatlerce sokakları arşınladım ve güzel, esrarengiz, heyecan verici bir şehirleri olan İstanbul halkına imrenerek bakarken, bir arkadaşım bana şehirde birdenbire göze çarpmaya başlanan beyaz bereli delikanlıları gösterdi. Bu genç çocuklar başlarına geçirdikleri beyaz bereyi, Hrant’ı öldürürken kafasında aynı beyaz bere olan çocuk katille dayanışma olsun diye takıyorlardı. Açıkça ortadaydı ki, bu suikastla hedeflenen hem Hrant’ı cezalandırmak, hem de bu ülkede Hrant’ın cesaretinden (yalnızca söze dökülemez olan şeyi dile getirmesinden dolayı değil, aynı zamanda düşünülemez olanı düşünme cesareti göstermesinden) esinlenebilecek başka insanlara gözdağı vermekti.

Hrant Dink’i katleden merminin üzerinde bu mesaj yazılıydı. Üstelik bu, Türk devletinin görüşlerinden daha farklı bir çizgide durmaya cüret etmiş Orhan Pamuk, Elif Şafak ve diğerlerinin aldıkları ölüm tehditleriyle de iletilmekte olan mesajdır. Hrant Dink’in kendisi de öldürülmeden önce, ‘Türklüğü’ alenen aşağılamayı cezai bir suç olarak telakki eden Türk Ceza Yasası’nın 301. maddesi uyarınca üç defa yargı önüne çıkmıştı. Bu mahkemelerin her biri Türk devletinden Türkiye’deki faşist sağ harekete, Hrant Dink’in meşru bir hedef olduğu yönündeki sinyali oldu. Oysa gerçekleri söyleyerek Türklük nasıl aşağılanabilir? Türklüğün ne olduğunu sınırlayıp tanımlama hakkı kim(ler)dedir?  Kitaptan

ÇEKİRGELERİ DİNLEMEK
Demokrasi Üzerine Saha Notları
Arundhati Roy
Çeviren: Osman Akınhay
Agora Kitaplığı, 2010
352 sayfa

(Radikal Kitap’tan alınmıştır)

Anayasa Değişiklikleri Üzerine / Kemal Tuncaelli

Anayasa değişikliği paketinin götürüldüğü Anayasa Mahkemesi’nden kimi kesimlerin istediği gibi bir iptal çıkmadığı için 12 Eylül’de referandumla değişiklikler oylanacak.

Bu nedenle siyasi partiler ve diğer kurumlar, bu değişiklik paketine karşı tutumlarını açıklıyor ve kendi tavırlarının ne olduğunu belirtiyorlar.

Genel olarak baktığımızda bir karmaşa yaşanıyor gözükse de AKP dışında asıl iki ana eğilim mevcut.

1.Eğilim- AKP ne yaparsa kötüdür. Şeriat devleti oluşturmak gibi bir niyeti var. Devleti ele geçirmek için operasyon yapıyor. Onu durdurmak lazım… Öyleyse paketin içeriğinden bağımsız olarak hayır demek ve onu sandıkta bir yenilgiyle tanıştırmak gerekir. Asıl amaç bu olmasına rağmen bazı maddelerdeki sakıncalar ileri sürülerek geliştirdikleri hayır tavrına hukuki mesnet yaratılmaya çalışılıyor.

2.Eğilim- Bu yasal değişikliklerde AKP, bazı maddeleri kendi işine geldiği için değiştirmeye kalksa da değişikliklerle eski haline göre daha demokratik bir yasal düzenleme getirildi diye düşünüyor.

Asıl gerekli olan ise baştan yazılacak özgürlükçü, demokratik ve sivil bir anayasa olması gereğini bir an bile unutmadan, var olan her adımı kimden gelirse gelsin doğru ise desteklemek; yanlış ise karşı çıkmak. Bu tavır da ismini “yetmez ama Evet kampanyasında” buluyor.

Genel eğilimlere baktığımızda zaten geçmişten beri statükoyu savunan bazı  partilerin, AKP muhalefetini de eklemleyerek neden hayır cephesinde olduklarını anlamak mümkün.

Ama bazı  sol partiler ile BDP’nin bu hayır cephesinde olmayı kendi kitlelerine ve halka nasıl açıklayacaklarını oldukça merak ediyorum doğrusu. Gerçi BDP hayır yerine boykot önererek kendisine ayrı bir manevra alanı açmaya çalışıyor ama sonuç olarak hayır cephesindeler.

Bir hukukçu olarak kişisel tavrım tek tek maddeleri karşılaştırıp eskisiyle yenisi arasındaki farklara bakıp öyle karar vermekten geçiyor. Sizlere de bunu öneririm.

Tabi tüm bunları  yaparken var olan Anayasa’nın kimler tarafından hangi amaçlarla yapıldığını ve bu maddelerin neye hizmet ettiğini de bir an için aklımızdan çıkarmamak gerektiğini de unutmayalım.

Süreç  içinde üzerinde değişikliklerle tırpanlansa da elimizde faşist darbenin baskıcı, ceberut devlet yaratmak için kutsal devlet anlayışıyla hazırlanmış bir hukuk metni var.

Değişikliklere karşı çıkan bazı arkadaşlar yapılmış değişiklikler nedeni ile var olan metnin artık 12 Eylül anayasası olmadığı  gerekçesini de ileri sürüyorlardı.

Hayır, öyle değil arkadaşlar!

Daha evvel yapılmış değişiklikler bir adım ileriye götürse de elimizde yeni bir Anayasa yapılana kadar, orasını burasını düzeltmiş olsak da ruhu itibariyle özgürlüklere kapalı, baskıcı, kutsal devlet anlayışı ile hazırlanmış bir Anayasa olacaktır.

Yani bu yapılan değişiklikler de Cuntacıların bu topluma biçtiği bu deli gömleğinin niteliğini tam değiştiremeyecektir.

Ama bir nefes alma alanı yaratacaktır.

Asıl hedefimizin özgürlükçü, demokratik ve sivil bir anayasa olduğu gerçeğini unutmadan eski maddelerle yenilerini bir karşılaştırma yapalım.

Özetlersek;

  • Kişisel hürriyetler alanını genişletiyor,
  • Sendikal haklarda olumlu gelişmeler var,
  • Askeri Mahkemelerin yargı alanı daraltılıyor,
  • Yüce Divan Kararlarına karşı yeniden inceleme istenebiliyor,
  • Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarının görevleriyle ilgili suçlarda Yüce Divan’da yargılama yolu açılıyor,
  • Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru yolu açılıyor,
  • Siyasi parti kapatılması ve devlet yardımından yoksun bırakılma zorlaştırılıyor,
  • Darbecilere yargı yolu açılıyor.

Buraya kadar saydığım değişiklerde bir itiraz olduğunu sanmıyorum. Genel olarak olumlu bulunduğunu biliyoruz.

Gelelim büyük itirazlara neden olana maddelere…

Bunlar Anayasa Mahkemesi ve HSYK ile ilişkin maddeler.

Burada üye sayısını arttırıldığını ve meclisin de üye seçmesinin eklendiğini ve üyelik süresine ilişkin değişiklikler yapıldığını görüyoruz.

Üzerinde büyük gürültü kopartılan maddeler ve değişiklikler bunlar. Bunları incelediğimizde Meclis’in Anayasa Mahkemesi’ne üye seçmesi ve HSYK’nun kadro yapısının değiştiğini farklılık olarak görüyoruz.

Kişisel kanımca da bu maddelerde yapılan değişikliklerde eskisine göre daha anti-demokratik bir şey yok. AB üyesi ülkeler ve demokraside gelişmiş diğer ülkelerde de üç aşağı beş yukarı bu tarz düzenlemeler mevcut. AB’nin düşüncesi bizim için belirleyici olmasa da onların da bu paketi doğru bulması ayrı bir referans noktası olabilir.

Ama bunlarda problem olduğunu varsaysak bile paket genel haliyle Anayasayı  eskisine göre bir adım öne götürüyor.

Eleştirilerin büyük kısmı “Yürütme erkini diğer erkler aleyhine kuvvetlendiriyor” itirazından geliyor. Toplumsal yönetim modelleri açısından Kuvvetler ayrılığı bir yönetme biçimi, dengelemenin öne çıkarıldığı bir sistem, demokrasiyi sağlamada bir enstrümandır sadece. Ama bunun sağlandığı her toplum demokratik midir; o da ayrı bir sorudur. Doğrudan demokrasinin uygulandığı topluluklarda kuvvetler birliği uygulanır. Yasama, yürütme ve yargı tek elde toplanmıştır; o da halkın kendisidir ve demokratiktir. Bunları neden söylediğime gelince kuvvetler ayrılığının tek başına demokrasiyi sağladığını düşünmek yanlış bir yerden bakmak anlamına gelir diye düşünüyorum.

Özellikle bu konuda bayraktarlığı yürüten Kemalistlerin özlemle andıkları Atatürk dönemine bir bakalım. (Meclisin ilk yıllarının Kuvvetler birliğinin uygulandığını, sonrasında da sözde ayrılık var olduğu ileri sürülse de yürütme erkinin tüm yetkileri elinde topladığı bir dönemdir.) Yasama da, yargı da tamamıyla yürütmenin elindedir. Ama bu döneme itirazı olmayan kesimler, şu anda kuvvetler ayrılığının yılmaz bekçileri haline nasıl gelmişlerdir bu da ayrı bir merak konusudur.

Toplumsal modellerin birbirine üstünlüğünden çok tek tek bireylerin bu erkler karşısında ne gibi denetim yolları vardır? Demokratik bir toplum için asıl bu soru önemlidir diye düşünüyorum.

Konumuza geri dönersek Anayasa değişiklikleri tek tek değerlendirildiğinde eskisine göre önemli düzeltmeler taşımaktadır. Bu nedenlerle desteklenmesi “Yetmez ama EVET” denmesi gerektiğini düşünüyorum.

Bunların dışında kişisel bir nedenim daha var.12 Eylül cuntacılarının yargılandığını görmek, idam sehpalarında, işkencelerde katledilen arkadaşlarımın hesabını sormak istiyorum. Sırf cuntacıların yargılanmasını önünün açılması bile ülke demokrasi tarihinde dev bir adım olacaktır.

12 Eylülle hesaplaşmanın yolu 12 Eylül de EVET demekten geçiyor biraz da.

Bu nedenlerle YETMEZ AMA EVET…

ek: değişiklikler karşılaştırmalı tablosu: http://www.hukukihaber.net/anayasa-degisiklik-teklifi-karsilastirmali-tablo-haber,2398.html

Festival Habercisi – 3 Uni-rock, Mersin Ani-fest ve Taner Öngür ile Muhabbet

34616_1335119933494_1095942568_30768145_930101_nTürkiye’de rock müzik festivallerinin sayısı hergeçen gün artıyor. Bu durumun en belirgin örneklerinden biri geçen hafta yaşandı. Aynı tarihlerde iki rock festivali birden düzenlendi. Bunlardan biri Maçka Küçükçiftlik Park’ta, bu yıl üçüncüsü düzenlenen Uni-rock ve diğeri Mersin’de Anti Nükleer İnisiyatif’in düzenlediği Ani-fest.

Köpekler Yasaklanmak ve Yok Edilmek İsteniyor

Içinde bulunduğumuz günlerde, Türkiye’de canlı olmanın nasıl zor olduğunu, insanların hem kendi türlerine, hem de başka türlere nasıl da zarar verdiğini açıkça gördüğümüz olaylar yaşanıyor. Bir yasa ile köpekler toplanacak deniyor, sahiplerine para cezası verilecek deniyor; toplanan köpekler öldürülüyor ve para cezasından kaçan kişiler köpeklerini ya eve gizliyorlar ya da sokağa salıyorlar. Yaz şartlarında hırçınlaşan ve sokağa alışık olmayan köpekler de saldırganlaşıyor. Bir yasa, zincirleme olarak kaç tane can yakıyor?

Tarımsal Sorunlar, Mevcut Politikalarla Çözülebilir mi? / Hakan Ozan Erzincanlı

Dün televizyonda Boutros-Ghali eski BM genel sekreterinin bir röportajını dinledim. Bize soruyordu: “Global sorunlar, ulusal politikalarla çözülebilir mi?” Ve sonra cevabını kendi veriyordu. “Çözülemez. Sorunlar global ve bu sorunlara çözüm ancak demokratik, global yollardan bulunabilir. Ülkeler sorunların sadece kendi ülkelerine özel olduğunu sanıyorlar ama yanılıyorlar.”

Azad İle Mehmet / Fırat Bilir

Dün Barcelona’da 1 milyon Katalan yürüdü, “Biz bir ulusuz, İspanya Anayasası’nda yapılan değişiklikleri kabul etmiyor ve kaderimizi kendimiz tayin etmek istiyoruz” dediler. Aynı akşam İspanya futbol takımı, ülkelerinden kilometrelerce uzakta dünya kupası finali oynuyordu ve o takımda İspanyol, Katalan, Basklı, Endüliçyalı, Galiçyalı omuz omuza mücadele edip kupayı kaldırdı. Ne mi? Katalanlar “yeni anayasaya hayır” dedi. İspanya kupayı aldı. Birlikte sevindiler. Çünkü orada insanlar ölmüyor.

Dostlar Gözaltındayken

Yorucu Erzincan seferinin yorgunluğunu atamadan karşımızda yeniden nükleer süreci karşımıza çıkmıştı. 350 imza ile kamuoyuna sunduğumuz imza kampanyası ve NKP Yürütme toplantısı derken tam bir curcunanın içinde bulmuştum kendimi. Ama bu sefer umutluydum.

Yeşiller Neden Korsan Politikaya Dahil Olmalıdır?

Korsan Partiler 2009’da Avrupa Parlamentosunda sandalye kazanarak sabun köpüğü bir hareket olmadıklarını kanıtladılar. Korsan Partilerin odaklandığı konuların giderek önem kazandığı aşikar. Yeşiller’in de bu konularda söyleyecek sözlerinin olması gerekir. Üstelik Korsan partilerin tematik duruşuna da sıkışmayan bütünsel bir tavır sergileme fırsatı da elimizdeyken…

Akıl Tutulması

Hep söylenir : Türkiye toplumu, yakın tarihinde üst üste yaşadığı travmaların tornasından çıkmış, tüm dengesini ve mantıklı düşünme yetisini kaybetme noktasına gelmiştir, diye. Gerçekten de en gündelik olaylardan en “ciddi”, en karışık, en hassas meselelere kadar birçok olgu karşısında akıllara durgunluk veren gelişmeler yaşanması, kararlar alınması, tepkiler verilmesi artık alışılageldik bir Türkiye gerçeği oldu. “Burası Türkiye, olur öyle” tekerlemesinin bu kadar sık tekrarlanması da bunun bir göstergesi olsa gerek.

Bu durumun insanı en acı acı gülümsettiren hali ise herkesin kendisini akıllı, başkasını ise akılsız davranıyor sanması… Öyle ki, “memlekette akıl makıl hak getire, böyle saçmalık mı olur!” veryansını edenler, o akıl tutulmasının en ön koltuktan müdavimi olabiliyorlar. Tüm bu toz duman içerisinde kimin haklı kimin haksız olduğunu anlamak da zorlaşıyor (haklılık ve haksızlık diye birşey varsa tabi, ya da herkes her durumda kendince haklı, değilse).

Peki ne yapmalı, bu toz duman içerisinde önümüze nasıl bakmalı? Benim bildiğim en adil, en sağlam, en etik ve en işe yarar yöntem şudur : Elinizdeki çuvaldızı; yani bir ilke, bir görüş, bir değerler bütününü, önünüze çıkan herşeye gözünüz kapalı batırıverebilmek. Aynı batı toplumlarında “adalet” i simgeleyen, gözleri kapalı, bir elinde terazisi, bir elinde kılıcı tutan kadın figürü gibi. Fikirlerinizi biçimlendiren temel değerlerin (ideolojinizin) ne olduğu ayrı mesele, bu değerlerin ışığını her karanlık köşeye aynı kararlılıkla tutabilmek ise apayrı, ve belki ilkinden de önemli bir mesele.

Türkiye’de demokratikleşme ya da genel olarak siyaset konusundaki en önemli sorun nedir?, diye sorulsa, benim cevabım, pek de düşünmeye gerek duymadan, şu olur : Herkesin kendine demokrat, kendine adil, kendine hoşgörülü, kendine dürüst olması. Çıkıp “giysime karışmayın” diyenlerin hiç utanmadan başkalarının cinsel eğilimine karışması. “Türkiye laiktir laik kalacak” diye haykıranların, sünni müslümanlığın alışılageldik tanımı dışında kalanları (Alevi’leri mesela) görmezden gelmekle kalmayıp, bir de üstüne “siz de müslümansınız, haberiniz yok” densizliğine kalkışmaları. “Biz çok insancılız, yurtta sulh – cihanda sulh” diyenlerin ölüp giden insanları üzerindeki üniformaların rengine göre “şehit” diyip göklere çıkarmaları, ya da “leş” diyip yerlere sokmaları. Giden canların bir yarısı için anasının-babasının-sevdiğinin hilkayeleri anlatılarak durumun tüm dramatikliği ortaya konurken, diğer yarısının isminin bile anılmaması, cesedinin bile verilmemesi, “ölüm” lafının bile “etkisizleştirme” ye dönüşmesi.
Hani özgürlükten bahsediyorduk? Hani laiktik? Hani yaradılanı seviyorduk, yaradandan ötürü? Demek ki bütün bunlar özümsediğimiz, gerçekten benimsediğimiz değerler değil, sırf kendi yararımıza kullanmak isteyip başkasının eline-yüzüne-kanına-ruhuna kesinkes yakıştıramadığımız takılar adeta. Ve bunu yaparken, örneğin özgürlükçü olduğumuzu ilan edip ardından başkasının özgürlüğüne karalar çalarken, kendimizi gerçekten de özgürlükçü sanıyoruz çoğu zaman. Bu işi kurnazca bir iki yüzlülük olarak falan yapanlar da vardır mutlaka, ve ama çoğumuz gerçekten de özgürlükçü, gerçekten de laik, gerçekten de modern olduğumuzu düşünebiliyoruz, hiç de öyle olmamamıza rağmen. Akıl tutulması burada başlıyor. Bu saçmalık, bu iki yüzlülük, o akıl tutulmasından uzakta durmaya çalışan insanların yüreklerini kahredip yakacak kadar traji-komik olaylar yaratabiliyor.

Birkaç basit örnek verelim.

Kendini “pozitif milliyetçi” (vatansever demeye çalışıyorlar sanırım, anlamını tamamen çarpıtarak… ki bu da bir sonraki yazımızın konusu olsun) olarak tanımlayan haber kanalları veya portalları Barcelona takımının her maçından önce ve sonra “Katalan takımı 3 attı, 5 yedi” diye manşetler atar; hemen yanına da “İşte ülkeyi bölmeye çalışanlar : bilmemne ülkesinin bilmemne gazetesinde Türkiye’nin güneydoğusundan ‘kürdistan’ diye bahsettiler” manşetini koyuverirler. Aynı hastalıklı akıl tutulması, devletin en “rasyonel” olması gereken kurumlarında bile gani gani bulunur : “ Ünlü sanatçı Kudüs’te vereceği konseri İsrail’in insan haklarını hiçe sayan politikaları yüzünden iptal etti, oh ne şahane” sevinmelerinin yanına KKTC’de vereceği konseri aynı “insan hakları” gerekçesiyle iptal eden Jennifer Lopez’e “İnsanların müzik dinleme hakkını elinden almaktır esas insan hakları ihlali” diye çemkirir Dışişleri Bakanlığı sözcüsü (Hürriyet, 10.07.2010). Sudan’da milyonlarca insanın ölümüne neden olan ve artık neredeyse resmileşmiş, tüm dünyanın hemfikir olduğu soykırımı “Olmaz öyle şey, ben gittim gördüm. Hem müslümanlar yapmaz soykırım” diye reddedenle, Filistin’deki acıların hamisi kesilen aynı kişidir, Türkiye Cumhuriyeti Devleti başbakanıdır. Sokakta yalnız başına dolaşan kızı taciz eden, o kıza laf atanla, kız kardeşini bir erkekle beraber yürürken gördüğü için döven, belki de öldüren delikanlı da aynı kişidir. Oğlunun yattığı kadınların sayısının çokluğuyla gurur duyup övünen babayla kızının evlenene kadar bekaretini koruması gerektiğine yürekten inanmış ve bunu sağlama almak için her türlü “önlemi” almaya ant içmiş baba da aynı anda, aynı kişidir.

Öyle bir akıl tutulmasıdır işte bu, “hep ben” der. Ben ve biz, der, şahaneyiz, ve masumuz, ve adiliz, ve en iyisiyiz, ve bıraksalar cihana diz çöktürürüz. “Hep yabancılar” der, kimi kastettiğini kendisi de bilmeden, “onlar bizi bu hale getirdi.” Türk resmi tarihinin kendisine yem niyetine sunduğu tarih mitlerinden de güç alır : “Bak” der, “Çinliler de zamanında Göktürklerle Hunları içten çökertmiş entrikalarla.” Sürekli bir komplo, sürekli bir paranoya, sürekli bir “suç başkasında” güdüsüyle yaşar. “Avrupa’da aile sistemi çökmüş abi, kızları salıyorlarmış çocuk yaşta oğlanların koynuna” diye kötüler ‘öteki’ ni, hemen ardına da “Bu sene bi’ Rusya’ya gitsek, ya da İsveç’e, hatunlar şahaneymiş” planları kondurur. Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu; diyorlar böyle durumlar için sanırım.

Ve ama geç değil düzeltmek için birşeyleri. Herşeyin temelindeki çözüm -Kürt sorununun da, ekonomik ve ekolojik krizin de, demokrasi meselesinin de, ve başka bir çok sorunun da- bildiğimiz herşeyi unutup, herşeyi baştan bir düşünmek. Bildiğimizi sandıklarımızı, ve hatta bildiğimize emin olduklarımızı da baştan bir kurcalamak. Tüm önyargı ve varsayımlarımızı bir anlığına geride bırakmaya çalışmak. Kendimizi bu sayede öldürüp her gece, her sabah yeniden doğmak. Kendi elimizle, kendi aklımızla yarattığımız kategori, kalıp ve kavramları yıkıp yıkıp yeniden inşa etmek. Bunu bir alışkanlık haline getirerek hem de… Kaba tabirle beyaz bir sayfa açmak her gün, ama kendi usumuzda, kendi vicdanımızda herşeyden önce. Ve bütün bunları yaparken, Konfüçyus’un şu sözünü de belki hatırda tutmaya çabalamak, her ne kadar zor olsa da unutmamak :

“Bildiklerimizi biliyor, bilmediklerimizi de bilmiyor olduğumuzu bilmek; gerçek bilgi işte budur.”

Deliliğe Övgü

tour-de-france-route-2010Herkesin bildiğini bir daha tekrar edelim: Bu bisiklet akıllı işi değil.

Üç haftada 3642 km. yol yapmak delilikten başka ne olabilir?

Biz her Fransa Bisiklet Turu’nu, “deliliğe övgü” olarak okuruz.

Geçen cumartesi başlayan tur, belki de en doğru adresteydi.