Ana Sayfa Blog Sayfa 5294

Bir isyana yönelik her türlü düşünce

Siz bu yazıyı okuduğunuzda, Mısır’da çok şey değişmiş olabilir. Bugün 31 Ocak 2011. Yarın ise ayın biri. Kimisi için rejime girme günü, kimisi için sigarayı bırakma günü. Mısırlılar için ise büyük bir eylem günü. Gelen haberler 1 milyon kişinin meydana çıkacağını ve Mübarek’e karşı tek ses olacağını söylüyor. Samet Bey’in 3 gün sonra bozacağı rejim ya da Nermin Hanım’ın 4 gün dayanabileceği sigarasızlığa benzemezse bu direniş, yani pes etmezlerse, Mısır’da çok şey değişecek. Belki yeni bir dönem başlamış olacak. Suikastlerle yer değiştiren devlet başkanları döneminin yerine, tarih başka bir şey yazacak.

Hüsnü Mübarek, acaba sokaklarda olanlar için “eşkiya” diyor mudur içinden? Ya da yüksek sesle bağırıyor mudur televizyona karşı, eline gelen raporları okuduktan sonra? Bilemeyiz. İlerde bir biyografi ya da anı kitabında okuruz belki. Eşkiya nereden çıktı? Eşkiya, Başbakanımızın sokaklarda gösteri yapanlara verdiği isim. Biraz daha “afilli” söylersek miting yapan, protesto edenlere verdiği isim. Kısacası açın El Cezire’nin internet sitesini, canlı yayında hükümetin başındaki kişiye göre “eşkiya” olan insanların yazdığı tarihi canlı izleyebilirsiniz.

Tabii şunu unutmamak lazım. İyi eşkiyalar var, kötü eşkiyalar var. Örneğin, Tunus’ın eşkiyaları iyi. Tam destek verdi Dünya. Uçaktan inen ılımlı İslamcı lider de ağzını “AKP modeli”yle açınca eşkiyalar daha da iyi oluverdi bir anda. Düşünün ki, bizim gibi olmak için isyan edenler, eşkiyalık yapanlar var. Şimdi bunlara kötü eşkiya der mi bir hükümet yanlısı?

Kötü eşkiya ise, Mısır’dakiler. Baksanıza kimse destek vermiyor onlara. ABD, biraz reformdan sonra sakinlik öneriyor Mısırlılara. Tunus’u arayıp destekleyenlerden de ses yok. Resmi ağızlar pek açılmıyor şu anda.

Belki de herkesin kafası karışıktır. Benim karışık mesela. Bir diktatörün devrilmesi her zaman için iyidir tabii ki. Desteklenir. Heyecan verir insana. Diktatörlük, tek adamlık heveslilerine de yapılan bir uyarıdır bu. Peki diktatörlükten sonrası için hiç endişe etmemeyi mi gerektirir bu durum? Eğer öyle olsaydı, Irak’a demokrasi götürenleri de desteklemek gerekirdi. Bir diktatörü devirdiler. Şimdi Mübarek giderse, kim gelecek. İlerici, gerici gibi sıfatları kullanmadan doğrudan soralım: Bizim ütopyamıza, idealimizdeki düşüncelere yakın bir kesim mi gelecek? Yoksa daha uzak bir kesim mi? Mübarek’in kestiği parmaktan sonra, bir de şeriatın kestiği parmak mı acımayacak kısacası? Onlar belirsiz, kimse de bilmiyor. Ece Temelkuran’ın yazdığı gibi, Batı bunun en azından ideolojik öncelikli ayaklanma olmadığını görüp seviniyorsa, bizim üzülmemiz gerekebilir. Her ne olursa olsun, bir diktatörün devrilmesi sevindiricidir, devrildikten sonrası ise kaygı verici. Uçaktan birileri iniverir.

Kafamı karıştıran bir nokta daha var. Biraz daha kişisel. Hiç anlamadığım bir şeydir; sokak olayları başladığı anda bir haber çıkar TV’lerde. Her zaman ama. Orada yaşayanları tahliye etmek için uçakların gönderildiği haberidir bu. Halk oradan uzaklaşmak ister. Anlamadığım nokta da tam burada işte. Bir insan neden “oradan” kaçmak ister? Tam tersine orada olmak istemez mi? Hangi Tunus’ta olmak istediniz? Kahire Müzesi yağmalanmasın diye zincir olan insanlar arasında olmayı, herhangi bir zamanda o müzeyi gezmeye tercih etmez misiniz?

Sözün özü, yarın Mısır için tarihi bir gün olabilir. Konu Mısır olunca böyle bir söz de komik oluyor aslında. Firavunların ülkesinden bahsediyoruz. O firavunlar ki, bir kaçının mumyası parçalanmış isyan sırasında. Keşke, kendi firavunlarına olan hırslarını, tarihin fiavunlarından çıkarmasaydı Mısırlılar. Yarın tüm gözler umutla orada olacak. Başarırlarsa kaygı; başaramazlarsa üzüntü.

*****

Yeşil Gazete ve diğer yazılar için: http://www.urbarli.net

Mısır’da petrol devrimi

Mısır’daki protestolar birinci haftasını doldurmak üzereyken ülkede yaşananlarla ilgili derin ve kapsamlı analizler de gelmeye devam ediyor.

TheOilDrum ve OurFiniteWorld sitelerinde yayımlanan analize göre Mısır’da yaşananlarda ekonomik durumunun giderek bozulması ve yakın gelecekte ciddi bir kriz bekleniyor olması çok önemli bir etken. Üstelik bu kriz geçici de olmayacak. Bundaki en önemli nedenlerden biri de, aşağıdaki tabloda da görülebileceği üzere, 1970’lerden beri net ve açık ara biçimde bir petrol ihracatçısı olan Mısır’ın 2010 itibariyle petrol ithalatçısı bir ülke haline gelecek olması.

Analistlere göre bu durum çok ciddi sıkıntılar yaratacak. Dış ticaret açığının ciddi biçimde baş göstermesiyle birlikte gıdada %40 oranında, buğdayda ise %60 oranında dışa bağımlı olan Mısır bir açmaza girecek. En az bunun kadar önemli bir konu daha var : Mısır’da ihraç edilen petrol ürünlerine önemli miktarda devlet sübvansiyonları sağlanıyor, bu da enerji piyasasındaki dinamizmi ayakta tutan önemli unsurlardan biri. Uzmanlar bu ayağın çökmek üzere olduğunu, bu durumun da ekonomide giderek etkisini arttıracak bir kriz yaratacağını belirtiyor.

Mısır’da kamu harcamalarındaki yıllık 25 milyar dolara varan açık da durumun ciddiyetini arttırıyor. CIA verilerine göre Mısır’ın dış borcu 2011 yılı itibariyle GSMH’sinin %80’ini aşacak.

Mısır gelir dağılımında görece eşitlikli bir geçmişe sahip bir ülke. Ülkelerin nüfuslarında refah dağılımını analiz eden GINI endeksinde Mısır ve Birleşik Krallık hemen hemen aynı oranlarda (34.4). Ancak 2004 yılından beri yabancı yatırımcıları çekmek için agresif ekonomik reformlar izleyen Kahire yönetiminin yoksullarla zenginler arasındaki uçurumun açılmasına neden olduğu belirtiliyor. Bu da, Mısır’daki ayaklanmanın nedenleri arasında gösteriliyor.

Uzmanlara göre işin en önemli kısmı ise bu yaşananların sadece Mısır için geçerli olmaması. Dünyada gıda üretimi ciddi bir durağanlık içinde, ve bunun nedeni de 1950’lerde tarımda yaşanan “Yeşil Devrim” (isim yanıltmasın, kastedilen tarımda makineleşme ve yoğun sentetik gübre, ilaç kullanımı) in sınırlarına ulaşılmış olması, hatta bunun ters etkilerinin (toprak kalitesinin düşmesi, su kaynaklarının azalması vb…) görülmeye başlanmış olması.

Aynı zamanda petrol üretiminde “Peak Oil” olarak tanımlanan ve dünya genelinde ulaşılabilecek azami üretim hacim noktası ya ulaşılmış, ya da ulaşılmak üzere. Farklı araştırmalar farklı tarihler verse de BP gibi petrol kartelleri de dahil olmak üzere hepsi aynı noktada birleşiyor : 2005 ile 2025 tarihleri arasında bir noktada dünya petrol üretiminde zirveye ulaşılacak. O noktadan sonra da üretim hızla düşüşe geçecek, petrol rezervleri hızla azalacak. Bu durum da günümüzün tamamen petrole dayanan ekonomilerinde çok ciddi bir etki yaratacak.

Uzmanlar Mısır’da başlayan enerji ve ekonomi “devrimlerinin” bir sonraki durağının Meksika olacağını tahmin ediyorlar. Analizlere göre Meksika da birkaç yıl içinde petrol ihracatçısından petrol ithalatçısı bir ülkeye dönüşecek.

(Yeşil Gazete)

Mısır’da muhalefet meydanlarda bir milyon kişiyi hedefliyor

Mısır’da hükümet aleyhtarı eylemler yedinci gününde de devam ederken, polis başkent Kahire’nin bazı noktalarındaki mevzilerine geri dönmeye başladı.

Binlerce eylemci, 30 yıldır iktidarda olan Hüsnü Mübarek yönetimini yoksulluk, işsizlik ve siyasi özgürlüklerin kısıtlanmasından sorumlu tutarak geçen haftadan itibaren sokakları dolduruyor.

100 kadar kişinin hayatına mal olan olayların Cuma gününden itibaren büyümesiyle, polis sokaklardan çekilmiş, yerini ordu birlikleri almıştı.

Mısır İçişleri Bakanı Habib el Adli, polise orduyla işbirliği içinde çalışma talimatı verildiğini söyledi.

Ancak eylemciler, baskılarını artarak sürdürmeye kararlı olduklarını söylüyor.

Önce genel grev, sonra dev miting

Mısırlı göstericiler bugünden itibaren süresiz genel grev ilan edilmesi çağrısında bulunuyor.

Banka ve okullarla borsa, haftanın ikinci iş günü olan Pazartesi de kapalı kaldı. Fırınlar önünde de uzun kuyruklar oluştuğu haber veriliyor.

Muhalif gruplardan 6 Nisan hareketi, talepleri gerçekleşmeden hayatın normale dönmesine izin verilmemesini istiyor.

Kent merkezinde dün geceden itibaren sokağa çıkma yasağına meydan okuyarak toplanan binlerce kişi ise yeni bir yürüyüşe hazırlanıyor.

Kahire’de gerçekleşecek eyleme ülkenin her yanından katılım çağrısı yapıldı. Ancak bugün ülke genelinde tüm tren seferleri durduruldu. Kararın ardından yarınki mitinge katılımın önlenmesi olduğu belirtiliyor.

Kent merkezindeki Tahrir Meydanı’nda bazı tahminlere göre 50 bin kişi var.

Aralarında Müslüman Kardeşler’in de bulunduğu bir muhalif partiler cephesi ise, yarın Kahire’de bir milyon kişinin katılacağı bir eylem düzenlemeyi hedefliyor.

Eylemlerin odağı olan Tahrir Meydanı’na giden yollar dikenli tellerle kesilmiş durumda.

Kentteki BBC muhabirlerinden Tim Wicox ise merkezde bugün devam eden hareketliliğe rağmen Kahire’nin geri kalanında hayatın normale dönmekte olduğunu, sokakların işlek göründüğünü aktarıyor.

Başkent semalarında askeri helikopterler dolaşırken, ordunun da kente giriş çıkışlardaki kontrol noktalarında önlemleri artırdığı belirtiliyor.

Tahrir Meydanı dün de eylemlerin odağı olmuş, burada göstericilere hitap eden Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’nun eski başkanı Muhammed el Baradey, ‘değişim geliyor” demişti.

Dün ayrıca, İskenderiye, Mansura, Damanhur ve Süveyş kentlerinde de eylemler düzenlendi.

Yeni hükümet kuruldu

Kahire sokaklarıBu arada Hüsnü Mübarek, kurulan yeni hükümetten bazı tüketim maddelerine uygulanan sübvansiyonları sürdürmesini, yolsuzlukla mücadele etmesini ve siyasi reformlar yapmasını istedi.

Yeni kabinede maliye ve içişleri bakanlıklarında değişikliğe gidildiği konusunda iddialar bulunuyor.

Reuters haber ajansı Maliye Bakanı Yusuf Butros-Gali’nin yerini yolsuzluklarla mücadele alanında etkin olan Cevdet el Malt’ın alacağını duyurmuştu, ancak el Malt haberleri yalanladı.

Bazı kaynaklar göstericilere sert müdahale dolayısıyla eleştirilen İçişleri Bakanı Habib el Adli’nin de görevden alınacağını, yerini eski cezaevleri sorumlusu General Mahmud Vegdi’nin alacağını belirtiyor.

Devlet televizyonunda Mübarek’in yeni atanan Başbakan Ahmet Şefik’e gönderdiği mektup okundu.

Mübarek mektubunda önceliğin ekonomiye verilmesini istiyor ve siyasi partilerle diyalog içinde anayasa ve yasamaya ilişkin reformlar için adım atılmasını talep ediyor.

Obama liderlerle görüşüyor

Mısır’daki gelişmeler bölge ülkelerinde olduğu kadar, batılı güçlerce de yakından izleniyor.

Beyaz Saray yönetimi ise Başkan Barack Obama’nın Mısır’daki krizi ele almak üzere Türkiye, İsrail, Suudi Arabistan ve İngiltere başbakanları ile görüştüğünü açıkladı.

İngiltere Başbakanı David Cameron adına yapılan açıklamada iki liderin Mısır’da ‘halkın sıkıntılarına yanıt verecek’ bir hükümete sarsıntısız bir geçiş ihtiyacı konusunda hemfikir olduğu belirtildi.

Eski İngiltere Başbakanı Tony Blair, BBC’ye açıklamasında Mısır’da değişimin kesin olduğunu, ancak bunun istikrarlı şekilde gelişecek, evrimsel bir süreç olması gerektiğini belirtti.

Orta Doğu Dörtlüsü’nün elçisi olan Blair, ABD ve Avrupa’nın da bölgede değişim sürecine yardım etmek üzere el uzatmasını da savundu. Blair iki ülkenin değişim sürecinde ‘yorumcu’ olmaktan çıkıp oyuncu haline gelmesi gerektiğini söyledi.

Yabancılar kaçıyor

Gösterilerin ortasında kalan binlerce yabancı turist ise ülkeden tahliye ediliyor.

Amerika Birleşik Devletleri charter uçakları ile vatandaşlarını Kahire’den Kıbrıs’a naklediyor.

Çin, Japonya ve Avustralya da vatandaşlarını tahliye etmek için kendi uçaklarını gönderdi.

Pek çok ülke de vatandaşlarına Mısır’a seyahat etmeme tavsiyesinde bulunuyor.

Türkiye’de de dahil pek çok Avrupa ülkesi ile Güney Kore ve Endonezya’da da Mübarek aleyhtarı gösteriler düzenlendi.

(BBC ve NTV’den derlenmiştir)

Yeşil Gazete

Mısır’da yeni başkan yardımcısının işkence kariyeri

Ömer Süleyman
medeni ve kibar kişi Ömer Süleyman

Mısır’ın yeni Başkan Yardımcısı’nın işkence kariyeri: Ömer Süleyman ve İşkence için Nakil Programı

Stephen Soldz, 30 Ocak 2011, Commodreams.org –

Çok büyük protestolara cevaben, Hüsnü Mübarek 30 yıllık hükümetinde ilk sefer bir Başkan Yardımcısı atadı: Eski istihbarat şefi Ömer Süleyman. Süleyman’ın ismi ilk açıklandığında yorumlar mümeyyez ve saygın bir kişi olduğu yönündeydi. Öyle anlaşılıyor ki, temeyyüz ettiği bir çok alandan biri de Mısır’ın işkence kaydı ve ABD’nin işkence için nakil programı. Kendisi, ABD yetkilileri tarafından bu konudaki işbirliği ve daha birçok konu yüzünden saygı duyulan bir şahsiyet.

ABD’nin işkence için nakil programı üzerine bir uzman olan Katherine Hawkins Süleyman’ın adının geçtiği hayati öneme sahip bazı metinler gönderdi. Kitabı The Dark Side’da Jane Mayer Süleyman’ın nakil programındaki rolüne şöyle işaret ediyor:

“Her bir nakil için hükümetlerin en üst düzeylerinde izin veriliyordu.. Mısır istihbaratının uzun süredir şefi Ömer Süleyman, üst düzey CIA yetkilileriyle doğrudan müzakere ediyordu. [Eski ABD Elçisi] Walker Süleyman’ı ‘çok zeki, çok gerçekçi’ olarak tarif ediyor, ve ‘Mısır’ın dâhil olduğu bazı menfi şeylerin, işkencenin filân, bir eksisi olduğunun idrâkindeydi’ diye ekliyor.” (s. 113)

Nakil programı üstüne araştırması Ghost Plane‘de Stephen Grey de Süleyman’ı merkezi bir oyuncu olarak tanımlıyor:

“[Mısır’ın işkence için gönderilen tutsaklara ‘işkence’ etmeyeceğine dair] garantiler için CIA Mısır’la öncelikle Genel İstihbarat Teşkilatı EGIS’in 1993’ten beri şefi olan Ömer Süleyman’la irtibat hâlindeydi.  İçişleri’yle toplantıları ayarlayan oydu. İngilizce’yi iyi anlayan medeni, kibar bir adamdı. Başkaları bana Süleyman’ın yıllarca Mısır rejiminde Amerika’nın esas muhatabı olduğunu söylediler. İstihbaratın çok dışında konularda bile Cumhurbaşkanı Mübarek’e ulaşmanın do[rudan kanalı o.”

Süleyman’ın rölü bir Wikileaks metninde de öne çıkıyor:

“Misyon, Mısır Hükümeti’nin güvencsinin, ABD Hükümeti ve Mısır hükümeti arasında terörle mücadele konusunda yakın işbirliği çerçevesinde, Guantanamo’da tutulan üç Mısırlı tutsağın iadesi hakkında rica edilen prensiplere uymasında sıkı bir bağlılığı temsil ettiğine inanır. Bu güvenceler doğrudan EGIS Şefi Süleyman tarafından irtibat şahsı aracılığıyla verildi…”

Ancak, Süleyman sırf Amerikalılar’ın biraz işkence ayarlamak için aradıkları kişi olmakla kalmıyordu. Anlaşılan, bu “medeni, kibar kişi” az bir sertlikten kendisi de zevk alıyordu:

11 Eylül’ün akabinde Avustralya vatandaşı Mamud Habib Pakistan güvenlik güçlerince yakalanmış ve ABD baskısıyla Pakistanlılarca işkenceden geçirilmişti. Daha sonra, Avustralya diplomatlarının gözleri önünde CIA çalışanlarınca, pek olağan dışı olmayan bir şekilde, Mısır’a nakledilmişti. Mısır’da Habib, Süleyman’ın şahsi ilgisine nâil oldu. Habib’in hatıralarından Richard Neville aktarıyor:

“Habib ülkenin istihbarat şefi General Süleymanca sorgulandı… Süleyman El-Kaide bağlantısından şüphelenilen herkese şahsi bir ilgi gösteriyordu. Habib 11 Eylül’den az önce Afganistan’da olduğuna göre şüpheliydi. Habib’e defaatle yüksek voltajda elektrik verildi, burun deliklerine kadar suya batırıldı,dövüldü, parmakları kırıldı, metal kancalara asıldı.

Muamele Süleyman için yeterli değildi, ve:

Habib’in dilini açmak için Süleyman gardiyana fecii şekilde prangaya vurulmuş bir Türkistan tutsağını Habib’in gözleri önünde öldürmesini söyledi. O da şiddetli bir karate tekmesiyle emri ifa etti.

Habib, Süleyman’ın adamları itirafını aldıktan sonra tekrar ABD gözetimine verildi ve nihai olarak Guantanamo’da hapsedildi. İtirafı daha sonra Guantanamo’daki mahkemesinde kanıt olarak kullanıldı.”

Washington Post’un istihbarat muhabiri Jeff Stein, Süleyman ve protestocuların geride bırakmaya çalıştığı eski Mısır’daki rolü hakkında ek bilgiler veriyor:

“Voice of America Cuma günü Süleyman Mübarek’e muhtemel bir halef olarak görülüyor dedi. Uluslararası saygınlığını bir müzakereci olarak ve aşırı İslami akımlara gem vurmakla edindi…

Süleyman Mısır’ın saygın Askeri Akademi’sinden mezun, ama ayni zamanda Sovyetler’de de eğitim gördü. Onun denetiminde Mısır istihbaratı CIA’in terörizm karşıtı programıyla sıkı-fıkı çalıştı…

2009’da Foreign Policy dergisi Süleyman’ı Ortadoğu’nun en güçlü istihbarat şefi olarak sıraladı. Mossad şefi Meir Dagan’dan önde.”

Şayet Süleyman Mübarek’in ardından cumhurbaşkanı olur ve gücü elinde tutarsa, hükümet görevlileri ve ABD siyaset uzmanlarından Süleyman’ın mümaris vasıfları için pek muhtemelen bolca alkış işiteceğiz. Esas kastettiklerinin Süleyman’ın baskı altına alma ve işkence kabiliyeti olduğunu hatırlamalıyız.

Yine de Obama hükümetinin Süleyman’ın tayinini kabul etmeyebileceğine dair bazı işaretler var. Ümidimiz Mısır’lı protestocuların Süleyman’ın tayini saçmalığını reddedip tamamen bir rejim değişikliği için bastırmaları. Aksi taktirde, yeni rejim istikrarı sağlayıp ABD çıkarlarına hizmet etmeye başlarken Mısır işkence zindanları şüphesiz geri dönecek.

(Yeşil Gazete)

*Stephen Soldz bir psikolog ve psikoanalist, kamu sağlığı araştırmacısı ve Boston Graduate School of Psychoanalysis’de öğretim üyesi.

30 Ocak 2011’de yayınlandığı CommonDreams.org’dan çok az kısaltılarak iktibas edilmiştir.

Yeni Anayasa’da yeni bir hak: Doğa’nın hakları

Bu yazı 29 Ocak 2011’de Taxim Hill Oteli’nde yapılan “Herkesin Anyasasını Hepimiz Yapıyoruz” başlıklı Yeni Anayasa Forumu’nda Yüksel Selek tarafından yapılan konuşmanın tam metnidir.

Bir ilki yaşıyor olmak heyecan verici. Türkiyeli insanlar olarak birlikte nasıl yaşamak istediğimizi konuşup tartışmaya ve hepimizin Anayasasının yapma sürecine katılmaya başladık.  Böyle fırsatlar toplumların önüne gelirse, yüz yılda bir gelir.  Bu fırsatı iyi kullanmalıyız. Pekiyi, nasıl oldu da, bu şansı yakaladık? Nasıl oldu da yeni bir Anayasanın gerekliliği üzerine genel bir mutabakat var? Nasıl oldu da, sonunda, 12 Eylül’ün deli gömleğini üstümüzden atabileceğiz?

Evet, bilindiği gibi, dünyada büyük bir değişim yaşanıyor ve Türkiye mevcut statüko ile bu değişime ayak uydurmakta zorlanıyor. Yeni bir şey söylemiyorum. (Onu birazdan söyleyeceğim) Ekonomik krizle ekolojik kriz eş zamanlı yaşanıyor. İletişimde, bilgiye ulaşımda inanılmaz hızlı, devrimsel bir gelişme var. Bütün bunların Küreselleşmeyle ilgisi de malum.  Başta ulus-devlet olmak üzere, 19. yüzyıl kurumları sarsılıyor; gelecek öngörüleri belirsiz; zenginler de, yoksullar da zorlanıyor.

Diğer yandan, bütün bu zorlu gelişmelerin olumlu türevleri de oldu; bizde ve tüm ülkelerde ezilen halkların mücadelesi için şans böyle doğdu.

Birey ve topluluk hakları, özgürlükler öne çıktı, önem kazandı. Artık soyut ve homojen toplumlardan,  uluslardan değil, çok kültürlülükten, dilsel, dinsel, etnik, cinsel kimliklerden ve onların hak ve özgürlüklerinden söz ediliyor.  Şimdiye kadar devletin ve ulusun bütünlüğü adına yok sayılan, kırıma, asimilasyona uğratılan, ayrımcılığa uğrayan tüm farklılıklar artık kendilerini özgürce ifade etmek istiyor, bunun için mücadele veriyorlar.

Küreselleşme merkezleri zayıflattı, yerele önem kazandırdı. Artık bireyler , topluluklar, nasıl yaşamak istediklerine kendileri karar vermek, kendi kendilerini yönetmek istiyorlar.  Çok etnili, çok dilli, çok dinli, çok kültürlü ülkemizde biz de farklılıklarımızla bir arada yaşamak, yönetime katılmak istiyoruz. Yeni Anayasa tüm bu hak ve özgürlüklerimizi, farklılıklarımızı güvenceye alsın istiyoruz.

Peki, diyelim ki, bunu başardık, tüm insan haklarını ve özgürlüklerini güvenceye alan bir anayasa yaptık.  Mükemmel bir toplumsal sözleşme…  Adı üstünde bu, toplum için, yani insanın insan ile ilişkisini konu alan, insan merkezli bir tasarım olacaktır. İnsanı doğal yaşam ortamından soyutlayarak düşünen, ele alan bir yaklaşım… Refahı, gelişmeyi insanın doğa üzerindeki egemenliğine endeksleyen, insanı doğanın sahibi olarak gören bir yaklaşım… 19.yüzyıl anayasa anlayışının devamı bir anayasa olacaktır. Kalkınmacı, endüstriyalist bir zihniyetin ürünü; gezegenimizi ekolojik, iklimsel felaketlere sürükleyen bir sistemin felsefesinin ürünü olacaktır.

Bir hak öznesi olarak ‘doğa’

Biz insanlar, kendimizi efendi onu malımız,  kölemiz sayan bir uygarlık  kurduk doğanın da canlı bir varlık olduğunu,  kendi  dengeleri, döngüleri olduğunu hesaba katmadık. O artık kendini dayatıyor, üstümüze felaketler yağdırıyor. Demek ki, artık doğayı da bir hak öznesi olarak tanımaktan, haklarını anayasaya yazarak güvenceye almaktan başka çaremiz yok.

Bir an, yeni anayasamıza, doğanın haklarıyla ilgili şöyle bir madde yazdırdığımızı düşünün:

“Hayatın gerçekleştiği doğa ya da “Toprak Ana”; varlığının, devamlılığının, hayati döngülerinin, kültürünün, işlevselliğinin ve evrimsel süreçlerinin bütünsel anlamda korunması ve saygı gösterilmesi hakkına sahiptir. Doğa yaşayan bir canlıdır. Canlı olmak demek, bir hayat döngüsüne sahip olmak demektir ve bunun sosyal hayattaki, insanla doğa arasındaki ilişkideki önemi çok büyüktür. Bu ikisi arasında saygıya dayalı bir ilişki kurulmalıdır.  Bu, tek taraflı bir biçimde, insanın doğayı kullandığı/sömürdüğü bir ilişki değil, canlı,  her iki taraf arasında saygıya dayalı karşılıklı bir ilişkidir.”

Yeni Anayasa bu ilkeye dayanarak, hiç de alışık olmadığımız türden yeni hak ve sorumluluklar getirmektedir. Anayasada buna ilişkin şöyle bir madde yer alıyor olsun:

“Her kişi, topluluk ya da halk, kamusal otoriteden, doğa hakkının gerçekleştirilmesini talep edebilir. Bu hakları yorumlamak ve uygulamak için Anayasada belirlenmiş prensipler gözetilecektir. Buna göre devlet, insanların ve kurumların doğaya saygı göstermesi ve ekosistemi oluşturan bütün elementlerin korunması için inisiyatif verecek ve onları sorumlu tutacaktır.”

Maddenin gerekçesinde şöyle açıklamalar yer alıyor olsun:

Burada tabii ki, ilk ve en önemli amaç, doğal kaynakların doğaya zarar vererek sömürülmesine yönelik proje ve planları engellemektir. Çünkü, özellikle başlıca büyük projeler yerel halkların, köylülerin bulunduğu, bütün doğal zenginliklerin birikmiş olduğu, petrol, maden gibi birçok doğal kaynağın bulunduğu yerlerde uygulanmaktadır. Bu projelerin başını çok uluslu şirketler çektiği için, bu projeleri başlatırken, hiçbir ulusal yükümlülük altına girmezler. Yeni Anayasamız, ülkenin  kaynakları üzerinde halkımızın  egemenliğini ve haklarını koruyacak  ve zararları telafi edecektir.

Yeni Anayasanın ilgili bir diğer maddesi de şöyle diyor olsun:

“Doğanın onarılma/düzeltilme (restorasyon) hakkı vardır. Bu onarım, devletin, halkın ya da tüzel kişilerin, etkilenmiş olan doğal sisteme bağlı olarak yaşayan kişi ya da halkların zararını telafi etmesi yükümlülüğünü içerir.”

“Geri dönüşümü olmayan doğal kaynakların kötüye kullanılmasından dolayı meydana gelen durumlar da dahil olmak üzere, çevrenin önemli ve kalıcı bir şekilde etkilenmesi durumlarında devlet, doğa zararının onarımı için en verimli sonucun alınabileceği mekanizmaları kuracaktır ve çevre için oluşan zararlı sonuçları ortadan kaldırmak ve hafifletmek için uygun önlemleri alacaktır”.

Bir sonraki madde ise şöyle:

“Devlet, türlerin neslinin tükenmesine, ekosistemlerin yok edilmesine ve doğal döngülerin değiştirilmesine yol açabilecek aktivitelerin kısıtlanması ve önlenmesi için önlemler uygulayacaktır. Ulusal genetik mirası kesin bir şekilde değiştirebilecek organizmaların, organik ya da inorganik materyallerin ortaya çıkarılması/kullanılması yasaktır. Doğanın haklarını koruyacak kurumlar, kişiler, devlet ve yöre halkının örgütleridir.”

Ne güzel değil mi? Anayasamızda yer almasını tahayyül ettiğim bu ifadeler bir hayal ürünü değil, yakın zamanda böyle bir anayasa yapmayı başaran Okyanus ötesi küçük bir ülke olan Ekvator Anayasasından…

Çiftçi-Sen Başkanı Sayın Abdullah Aysu, Ekvator Anayasası’nda çiftçi hakları, doğanın korunması, toprağa, suya sahip çıkma konularını, “Ekvator Çiftçi ve Yerli Halk Örgütleri Ulusal Konfederasyonu” Başkanı Luis Alberto ile bir görüşme yapmış. Görüşmeyi Zeynep Gambetti  Türkçeye çevirmiş, sağ olsun. Ben de küçük dokunuşlarla sanki bizimmiş gibi sizlere sundum. Hayal etmesi bile güzel…

Biz Yeşiller Partisi olarak; ülkemizin duyarlı kamuoyu ile birlikte, topraklarını, denizini, suyunu, ormanını korumak için örgütlü mücadele veren halkla, onlarla dayanışma ve güç birliği halinde mücadele veren sivil toplum kuruluşları ile birlikte, yeni Anayasanın insanı ve doğayı bir bütün olarak ele alan, doğayı bir hak öznesi olarak tanıyan ve onun haklarını da güvenceye alan bir anayasa yapılmasının mümkün olacağı umudunu taşıyor, bunun için çalışıyoruz.

Ve diğer siyasi partilerden de, doğanın haklarını, en az insan hakları kadar önemli saymalarını, doğa savunuculuğunu araçsal olarak değil, samimiyetle, en önemli siyasi sorun olarak ele almalarını bekliyoruz.

Doğa bize mi, Allaha mı emanet?

Türkiye böyle bir ekolojik, doğa korumacı anayasa yapabilir mi? Bu sorunun yanıtını hep birlikte vermeliyiz. Ülkemiz bir enerji koridoru ve enerji yatırım-üretim şantiyesi haline dönüştürülüyor. Elbette enerji üretmek, özellikle yenilenebilir enerji üretmek, bu alanda dışa bağımlılığı azaltmak önemli bir hedeftir. Ne var ki, dünyanın artık terk ettiği, en pahalı, en riskli nükleer enerji yatırımlarına Akdeniz, Karadeniz sahillerimizi açmak, hem de yüz yıllığına topraklarımızı bağışlamak olmaz!

Binlerce Hidro Elektrik Santrali (HES) yaparak dereleri ırmakları kurutmak, etrafındaki canlı hayatı öldürmek,  biyolojik çeşitliliği yok etmek, yöre halkını perişan etmek olmaz! 33 bin maden arama ruhsatı verip ülke topraklarının yarısını maden aramaya açarak zeytinlikleri, tarımı, hayvancılığı yok etmek olmaz!

Biliyorsunuz, son zamanlarda Türkiye,  AB mevzuatına uyum çerçevesinde “Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Yasası”nı tartışıyor. Doğa koruma kuruluşları, çevreciler, ekolojistler, Yeşiller, ilgili meslek kuruluşları Bakanlığın  taslağı üzerinde çalışıyorlar. Genel kanı,  bu yasanın amacının,  HES’lerin, barajların, maden aramaların önündeki tüm engelleri aşmak, olduğu yolunda. Tasarı bu haliyle yasalaşırsa tüm koruma alanları korumasız kalacak. Koruma- kullanma dengesi ve sürdürülebilirlik kavramları altında sit alanları, milli parklar, doğal koruma alanları, ne varsa yatırıma açılabilecek. Bu konuda tek yetkili de siyasi iradeyi temsil eden Bakanlık ya da bakanlar kurulu olacak.  Karar verecek kurulda uzmanların, sivil toplum kuruluşlarının varlığı neredeyse sembolik ve onların seçiminde de Bakanlık son sözü söyleyecek.

Ne var ki, bu doğa yıkım politikalarına karşı ülkenin her yanında duyarlı bir kamuoyu, direngen yerel halk örgütlenmeleri oluştu. Doğa koruma kuruluşları, yeşil hareket, çevre hareketleri halkla birlikte mücadele ediyor; kazanımlar azımsanmayacak sayıda.

Sonuç olarak Türkiye, bu yüz yıllık fırsatta, doğayı bir hak öznesi olarak kabul eden bir anayasa hazırlamak zorunda. Aksi halde topraklarımızın altı üstü, dereler, ırmaklar, denizler;  ormanlar, zeytinlikler, dağlar taşlar Allaha emanet!

Ben bu devrimleri hiç sevemedim

Berlin duvarının yıkılışından sonra doğu bloğunda başlayan sokak hareketlerinin her ülke için farklı sonuçları oldu. Kimilerinde iktidar sahipleriyle birlikte ülkelerin düzeni de değişti, kimilerinde ise iktidar sahipleri aynı kalırken sadece ekonomik  düzenleri değişti. Bir sürü iç ve dış dinamikle şekillenen bu süreçlerle ilgili genellemeler yapmak oldukça güç olmakla birlikte ne Yugoslavya’da devrim oldu, ne Arnavutluk’ta ne Ukrayna’da ne de Gürcistan’da… Daha çok dış dinamiklerin yani uluslar arası ilişkilerin hâkim olduğu bu süreçlerde ne yazık ki sokak hareketleri iktidarı tanımlayan etkin güç olmayı başaramadılar.

Doğu Almanya, Çekoslovakya, Macaristan ve Bulgaristan örneklerinde olduğu gibi bazı ülkeler yaşadıkları sancılı süreçlere rağmen nihai hedef olan batı bloğuyla bütünleşme süreçlerinde daha başarılı oldular. Coğrafi konumları muhalefetin örgütlenme geleneği, sosyal kültürel ve tarihsel birikim, kuşkusuz ekonomik alt yapı kadar,  bu süreçlerin oluşumunda etkili oldu.

Anlaşıldığı kadarıyla Mısır ve Tunus’ta yaşananları da bu çerçevede değerlendirmek gerekiyor. Nihai hedef ya da en iyi senaryo her iki ülkede de batı tipi bir demokrasinin kurulması… Her iki ülkenin de askeri bürokratik bir zümreye yaslanan yıpranmış birer diktatörü var. İslami hareketlerin eski etkinliklerini yitirip, evcilleşmiş olanlarını saymazsak muhalefet neredeyse hiç yok. Sokağa çıkıp iktidar sahiplerini titreten ateşleri yakanlarının devrimci olduğuna hiç kuşku yok da, ne yazık ki sokakta başlayan devrim her iki ülkede de askeri bürokrasi ve dış etkenlerin himmetine muhtaç. Bundan sonra olacakların da devrim değil saray entrikalarından ibaret olması pek muhtemel. Son yirmi yıllık zaman diliminde bu tip diktatörlüklerin yıkılışına onlarca kez şahitlik ettik. Kimi ülkelerde batı tipi demokrasiler kurulurken kimilerinde kostüm değiştiren ”tıpkısının aynısı” diktatörler gülümseyerek geri döndüler.

Mısır ve Tunus’taki sokak hareketlerinin bu güne kadar elde ettiği en önemli kazanım da eskimiş diktatörlerin kovulması ki bunu sevinçle karşılamamak mümkün değil! Ancak tek kazanımı yeni diktatörü seçme hakkını elde etmekten ibaret olan sokak hareketlerini devrim olarak nitelemeye benim içim elvermez. Dahası var ki insan doğasını hesaba katıp dönüştürmeyen siyasal ve ekonomik düzen değişikliklerini topyekun olsalar bile devrim olarak tanımlamak olanaklı değil…Kaldı ki tarih bize insan doğasını dönüştüremeyen devrimlerin dolapçı beygiri gibi dönüp dolaşıp aynı yere geldiklerini onlarca kez öğretti. Ayrıca da Marks söyle demişti diye konuşmayı seven eski kitap kurtlarını da bir sürprizim var, dış etkenlerin değişmesiyle boya küpüne batırıp çıkarır gibi insan doğasının değişmediğini eskiden de biliyorduk ama artık tartışmıyoruz bile…

İktidarlar değişiyormuş, siyasal düzenler yıkılmış, ekonomik sistem alt üst olmuş bana ne! Siz bunlara devrim diyorsanız ben demiyorum. Devrim her türden düş kırıklığıyla birlikte, sevinç, aşk, nefret, biraz şiir ve yüzeysellikten oluşan bir şeydir.Yaşamımızın gidişatını değiştirme arzusuyla beslenir, çok sevilir, yaşama sevinci gibidir hem çok büyük, bir o kadar da küçücüktür. Peşinde koşanlar için her şey günlük yaşamın ayrıntılarında gizlidir. Hamasi siyasetin, sıkıcı ekonomi kuramlarının içinde aranılan şey devrimse beni hiç ilgilendirmediğini söylemeden edemeyeceğim.

Kış Oyunları’nda taciz şoku!

0

Oyunlar Köyü’nde görevli personelin Kanadalı bayan sporcuları taciz etmesi bomba gibi patladı. Konuk kafile ateş püskürdü, organizasyon olayı kapatmak için devrede.

25. Dünya Üniversiteler Kış Oyunları’nda önceki gece meydana gelen bir olay ortalığı karıştırdı.
Sporcuların kaldığı oyunlar köyünde ‘taciz’ şoku yaşandı. Erzurum’daki herkesin keyfini kaçıran olay önceki gece meydana geldi. Hadise’nin gönüllüler için verdiği konsere katılan Kanadalı bayan sporcular, daha sonra oyunlar köyüne döndü.

Ancak buradaki görevlilerin ‘alkollü olmalarından cesaret alarak’ sporcuları taciz etmeleri oyunlar köyüne bomba gibi düştü. Kanadalı sporcular, bu durumu derhal kafile sorumlularına aktardı. Sporcularından gelen bu şikayetle şok olan Kanadalı yetkililer, derhal organizasyon komitesinin kapısına dayandı.

KAMERA KAYITLARI TAKİPTE
Olayın bir an önce emniyete intikal ettirilmesini ve sorumlularm gözaltına alınmasını isteyen Kanada kafilesi, “Eğer bunu yapmazsanız oyunları protesto eder, ülkemize döneriz” resti çekti.

Olayın büyümemesini için Kanadalı yetkilileri sakinleştirmeye çalışan organizasyon sorumluları ise derhal bir ‘kriz toplantısı’ yaptı. Olayın emniyete intikal etmeden çözüme kavuşması için çaba harcandığı, suçluların bulunması için oyunlar köyündeki kamera kayıtlarının incelemeye alındığı öğrenildi.te yandan Hadise konseri sonrası oyunlar köyüne alkollü olarak döndükleri belirtilen Türk Milli Takımı sporcularının ise akreditasyon kartları toplandı.

Bazı Türk sporcuların ise gece 02.00’ye kadar diğer ülkelerden gelen sporcularla birlikte oldukları ve gece yarısı ikamet ettikleri bölüme geldikleri ifade edildi.(Habertürk)

Acı ama gerçek: Hitler’in koruması hayranlara yetişemedi

Hitler’i sağ gören son insan olarak bilinen koruması Rochus Misch, ilerleyen yaşından dolayı artık hayran mektuplarına cevap vermeyeceğini açıkladı.

İkinci Dünya Savaşı’nın üzerinden 65 yıldan fazla geçmesine rağmen Adolf Hitler’in hayattaki son koruması çoğu imza isteyen hayran mektupları almaya devam ediyor ancak 93 yaşına gelen Rochus Misch, artık sağlığı el vermediği için mektuplara cevap yazmayı bırakacağını söylüyor.

Berliner Kurier adlı tabloit gazetesine konuşan eski koruma; Kore, ABD, İzlanda, Finlandiya gibi dünyanın farklı birçok yerinden mektup aldığını ve bunların içinde tek bir kötü söz bile bulunmadığını anlatıyor.

Şu an ancak yürüteçle yürüyebilen Misch, daha önce savaş zamanına ait SS üniformalı resimlerini imzalayıp hayranlarına gönderirken artık bu postalar Berlinin güneyindeki dairesinin önünde birikmiş halde duruyor.

Hitler’i ve Nazi üst yönetimini son sağ gören kişi olarak bilinen Misch, Hitler’in kuryeliğini ve telefon operatörlüğünü de yaptı. 2008’de “The Last Witness” (Son Tanık) adlı bir kitap yazdı. Kitaptan yola çıkan filmin hazırlıkları da sürüyor. (ntv)

Skandal: Erdoğan’ı ‘protesto edecekler’ gözaltısı

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ı protesto edecekleri iddiasıyla yapılan gözaltıları protesto edenler de gözaltına alınınca Denizli’de gözaltına alınanların sayısı 18’e çıktı.

İşçi Partisi Denizli İl Başkanı Mustafa Güleç, Merkez İlçe Başkanı Mehmet Çobanoğlu ve Belediye Meclisi üyesi Gökhan Dikmen’in de aralarında bulunduğu 10 kişilik grup, Erdoğan’ın Denizli Valiliği’ni ziyareti sırasında basın açıklaması yapmak istedi.

Önce tartışma
Burada polislerle protestocular arasında tartışma çıktı.  İşçi Partisi İl Başkanı Mustafa Güleç’in, “Habur’da teröristleri davul zurnayla karşıladınız. Bizim açıklamamıza neden izin vermiyorsunuz. ” dedi. Partili bir gencin megafonla slogan atmaya başlaması üzerine ise polis müdahale etti. Çevik kuvvvet ile partililer arasındaki arbede sonrası Mustafa Güleç, Gökhan Dikmen ve Mehmet Çobanoğlu’nun da aralarında bulunduğu 10 kişilik gruptakilerin tamamı gözaltına alınıp ekip otosuyla Emniyet Müdürlüğü’ne götürüldü.

Gözaltı furyası
Denizli’de, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a yönelik protesto gösterisi yapacakları iddiasıyla sabah saatlerinde Ulus Kavşağı’ndan İşçi Partili 3 kişiyle, İçişleri Bakanı Beşir Atalay’a bağırdığı gerekçesiyle Türkiye Gençlik Birliği üyesi 1 kişi gözaltına alınmıştı. Bu olayın ardından 4 kişi daha gözaltına alınınca sayı 8”i bulmuştu. (Milliyet)

Türkiye karbon salımında 24’üncü

Amerikan Enerji Veri İdaresi’nin karbon salımlarıyla ilgili yeni raporuna göre ekonomide 1930’lardan sonra görülen en büyük resesyon bile, küresel ölçekte karbon salımlarını azaltamadı.

2008 yılında başgösteren mali kriz etkisiyle Batı’daki sanayi üretiminin düşmesine rağmen, Çin ve bir dizi ülkedeki hızlı büyüme, 2009’da atmosfere karışan zehirli gaz miktarının bir önceki yıla göre hemen hemen aynı kalmasını sağladı.

Çin, 2009’da en fazla karbon salımı yapan ülke olurken Türkiye, 24’üncü sırada yer aldı.

İngiliz Guardian gazetesinde yer alan habere göre, Türkiye’de karbon salımları bir önceki yıla oranla yüzde 7,3 azaldı.

İlk beş

Amerikan Enerji Veri İdaresi bu listeyi sadece enerji üretimini yani termik ve doğalgazla çalışan santrallerden ve otomobillerden kaynaklanan salımları inceleyerek hazırlıyor.

Listede, 7 milyar 711 milyon ton’luk salımla birinci sırada olan Çin’i, 5 milyar 425 milyon ton’la ABD izliyor.

1 milyar 602 tonla Hindistan üçüncü, 1 milyar 572 tonla Rusya dördüncü ve 1 milyar 98 milyon tonla Japonya beşinci sırada.

İlk onda Avrupa’dan sadece Almanya ve İngiltere yer alıyor. Almanya yüzde 7’lik düşüşle 6. sırada yer alırken, İngiltere yüzde 7,8’lik düşüşle 10. oldu.

Türkiye’nin yıllık karbon salımı ise 253 milyon ton.

2009’da bir önceki yıla kıyasla karbon salımı sadece binde bir oranında azalırken, Kuzey Amerika ve Avrupa’da yüzde 6,9’luk bir düşüş, Asya ve Okyanusya’da ise yüzde 7,5’luk bir artış görüldü.

Afrika ve Avrasya’da salımlar azaldı, Orta Doğu ve Güney Amerika’da ise arttı. (BBC)