Ana Sayfa Blog Sayfa 5262

Araplar, demokrasinin yeni öncüleri -Michael Hardt & Antonio Negri

Ortadoğu’nun lidersiz isyanları, Latin Amerika’nın daha önce başardığı gibi, özgürlük hareketlerine ilham olabilir

Kuzey Afrika’dan Ortadoğu’ya uzanan isyanları inceleyenlerin karşılaştıkları en önemli güçlük yaşananların geçmişin bir tekerrürü olarak değil, bölgenin ötesinde özgürlük ve demokrasi için yeni siyasi imkânlar açabilecek orijinal deneyimler olarak okunmasından kaynaklanıyor. Aslında, umudumuz Arap dünyasının bu mücadele dalgasıyla önümüzdeki on yılda Latin Amerika’nın geçtiğimiz on yıl için ifade ettiği şeye dönüşmesi: Arjantin’den Venezüella’ya, Brezilya’dan Bolivya’ya kadar güçlü toplumsal hareketlerle ilerlemeci hükümetler arasındaki siyasi mücadele deneyiminin laboratuarı olmak.

Bu ayaklanmalar ayrıca Arap siyasetini geçmişe gönderen ırkçı medeniyetler çatışması düşüncesini defetmeye yarayan ideolojik bir ev temizliği işlevi de görmekte.

Tunus, Kahire ve Bingazi’de toplanan kalabalıklar, Arapların seküler diktatörler ile fanatik teokrasiler arasında seçim yapmak zorunda oldukları ya da Müslümanların bir şekilde demokrasi ve özgürlük için yetersiz oldukları şeklindeki önyargıları darmadağın etti. Bu mücadeleleri “devrim” olarak adlandırmak bile, olayların seyrinin, 1789’un ya da 1917’nin yahut kral ve çara karşı olan diğer geçmiş Avrupa isyanlarının mantığına uymak zorunda olduğunu varsayan yorumcuları yanlışa sevk etmekte.

Arap isyanları işsizlik meselesi etrafında ateşlendi ve isyanların merkezinde -Londra ve Roma’daki protestocu gençlerle büyük benzerlik içinde olan- hayal kırıklığına uğratılmış iyi eğitimli gençler yer almakta. Her ne kadar, Arap dünyası boyunca yükselen talepler tiranlıkların ve otoriter hükümetlerin son bulması meselesine odaklanmış olsa da, bu ortak çığlığın gerisinde emekle ve hayatla ilgili, yalnızca bağımlılığı ve fakirliği sonlandırmayı içermeyen, bunun yanında güç ve otonominin oldukça zeki ve yetkin olan bir nüfusa verilemesini de kapsayan bir dizi toplumsal talep yatmakta. Yani, Zeynel Abidin El Ali, Hüsnü Mübarek veya Muammer Kaddafi’nin iktidarı bırakması sadece ilk adım.

İsyanların organizasyonu, Seattle’dan Buenos Aires’e, Cenevre’de Kamboçya’da ve Bolivya’da, dünyanın diğer bölgelerinde on yıldan uzun bir süredir göre geldiğimiz tek bir lideri ve merkezi olmayan yatay ağı (network) andırmakta. Geleneksel muhalefet toplulukları bu ağa katılabilirler fakat onu yönlendiremezler. Dış gözlemciler, başından beri, Mısır isyanlarına bir lider belirleme uğraşındalar: bu belki Muhammed El Baradey, belki de Google’ın pazarlama sorumlusu Wael Ghonim. Korkuları Müslüman Kardeşlerin ya da başka bir grubun olayların kontrolünü ele geçirmesi. Anlamadıkları şey ise kalabalıkların kendilerini bir merkez olmadan da örgütleyebilecekleri. Bir liderin başa geçirilmesi veya geleneksel bir örgüt tarafından yönetilmesi kitlelerin bu kendi kendini örgütleme kabiliyetine zarar verecektir. İsyanlarda Facebook, Twetter, Youtube gibi sosyal ağ araçlarının yaygın olarak kullanılmış olması bu örgütlenme yapısının bir nedeni değil sonucudur. Bunlar eldeki imkânlardan faydalanmayı bilen zeki bir topluluğun özerk bir şekilde örgütlenebilmek için başvurduğu kendini ifade etme biçimleridir.

Her ne kadar, bu örgütlü ağ hareketi merkezi bir liderliği reddetse de, yine de, taleplerini, isyanın en aktif kesiminin toplumun genelinin ihtiyaçlarıyla bağlantı kurabileceği yeni bir anayasal süreçte konsolide etmesi gerekmektedir. Arap gençlerinin isyanının, yalnızca güçler ayrılığını ve düzenli seçimleri garanti altına alacak geleneksel bir liberal anayasayı hedeflemediği çok açık, aksine, istekleri kitlelerin yeni kendini ifade etme biçimlerine ve ihtiyaçlarına uygun bir demokrasi biçimi. Böylesi bir demokrasi, ilk olarak, hükümetlerin ve iktisadi elitlerin ayartmalarına tabi, tipik hakim medya formlarının dışında, network ilişkilerinin ortak deneyimleri tarafından temsil edilecek bir ifade özgürlüğünün anayasal olarak tanınmasını içermektedir.

Bu isyanların kıvılcımının, yalnızca işsizlik tarafından değil aynı zamanda üretici ve kendilerini ifade edici kapasitelerine ket vurulmuş genç insanların yaygın hisleri tarafından ateşlendiği düşünüldüğünde, radikal bir anayasal tepkinin doğal kaynakları ve toplumsal üretimi yönetecek ortak bir plan icat etmesi gerekmektedir. Bu neoliberalizmin aşamadığı ve kapitalizmin sorgulanmasına neden olan bir eşiktir. Ve İslami bir yönetim bu ihtiyaçların giderilmesinde tamamıyla yetersiz kalacaktır. Bu noktada isyanlar, sadece Kuzey Afrika ve Ortadoğu’nun değil tüm küresel ekonomik yönetişimin dengelerini sarsmaktadır.

Bundan dolayıdır ki, umudumuz Arap dünyasında yayılan mücadele dalgasının Latin Amerikalılaşması, bölgenin ötesinde siyasi hareketlere ilham vermesi ve özgürlük ve demokrasiye ulaşma tutkusunu büyütmesi. Her isyan başarısızlığa uğrayabilir: tiranlar kanlı bir şekilde isyanı bastırabilir; askeri juntalar başta kalmaya devam edebilir; geleneksel muhalefet grupları hareketin liderliğini gasp etmeye çalışabilir; ve dini kurumlar kontrolü ele geçirmek için her yönteme başvurabilir. Fakat asla ölmeyecek olanlar, bir kere açığa çıkmış, siyasi talepler, arzular ve zeki, genç bir neslin kendi kapasitelerini kullanabilecekleri farklı bir yaşama dair ifadeleridir.

Bu talepler ve arzular yaşadığı sürece, mücadele sürecektir. Asıl soru demokrasi ve özgürlüğe yönelik bu yeni deneyimlerin önümüzdeki yıllarda dünyaya neler öğreteceğidir.

24 Şubat 2011, 23.30

[guardian.co.uk’deki İngilizce orijinalinden Erdem Demirtaş tarafından 5deniz.net (Sendika.Org) için çevrilmiştir]

Gazeteciler sokağa çıkıyor!

Gazeteciler meslektaşları Nedim Şener ve Ahmet Şık’ın Ergenekon soruşturması kapsamında gözaltına alınmasını protesto edecek. Dayanışma eylemi yarın saat 12.00’de Taksim Meydanı’nda.

Sosyal paylaşım sitelerinde Türkiye’de basın özgürlüğünün kapsamının günden güne daraldığını söyleyen gazetecilerin tepkisi büyüyor. Twitterda #gazetecisokaga başlığıyla örgütlenen eyleme geniş katılım bekleniyor.

Başkentte de gazeteciler yarın eylemde olacak. Ankara’da protestonun adresi Kızılay Meydanı, saat 13.00.

Ergenekon soruşturmasında yeni dalganın yaşandığı gün iki gazeteci de bir başka soruşturmanın fezlekesinde “şüpheli” sıfatıyla yer aldı. Olayın dikkat çekici yanı fezlekeye kaynak olan haberin yalanlanmış olmasıydı. NTV eski genel yayın yönetmeni Mustafa Hoş ve Mirgün Cabas BBP lideri Muhsin Yazıcıoğlu’nun helikopterini “telefonla arayarak” düşürmekle suçlanıyor. İddiayı Taraf gazetesi ortaya atmış, ancak aramaların helikopter düştükten sonra yapıldığının ortaya çıkmasının ardından gazete özür dilemişti. Şimdi o iddia savcılık fezlekesinde yer alıyor. Eğer fezleke iddianameye dönüşürse gazetecilerin yargılanması gündeme gelecek. Fezlekenin bir başka dikkat çekici noktası ise suçlanan gazeteci Mustafa Hoş’un helikopterin düştüğü 25 Mart 2009 tarihinde NTV televizyonunda çalışmıyor oluşu. Hoş NTV’de Mayıs 2009’dan itibaren çalışmaya başladığını açıkladı.

-Yeşil Gazete-

Şener: “Hrant için Adalet için”; Şık: “Dokunan Yanar!”

Ergenekon soruşturması kapsamında evi aranan ve gözaltına alınan Şener, polis aracına bindirilirken, “Hrant için adalet için” dedi. Gazeteci Şık da gözaltına alınırken kapıda bekleyen gazetecilere ”Dokunan yanar” diye bağırdı.

İstanbul ve Ankara’da 11 evde arama yapıldı, Gazeteci Ahmet Şık ve Nedim Şener ile yazar Yalçın Küçük ve Odatv koordinatörü Doğan Yurdakul, gazeteci Sait Çakır, Odatv Ankara temsilcisi Mümtaz İdil, Aydın Bıyıklı gözaltına alındı.

Odatv yazarı İklim Kaleli Bayraktar ile Odatv yazarı Müyesser Uğur Yıldız‘ın evinde aramalar sürüyor. Eski MİT’çi Kaşif Kozinoğlu’nun da evi arandı. Gözaltına alınanlar, üç günlük gözaltı süresinin ardından savcıya ifade verecek. Tutuklanmaları talebiyle mahkemeye sevk edilmeleri durumunda mahkemede de ifade verecekler.

Gazeteci Ahmet Şık, gözaltına alınırken “Dokunan yanar” diye bağırdı. Şık’ın avukatı Bülent Utku, Şık’ın emniyette ifade vermeyeceğini, savcılıkta konuşacağını söyledi. Gazetecinin editör olarak çalıştığı Bilgi Üniversitesi İletişim Fakültesi bünyesinde yayın yapan habervesaire sitesine ait büroda da arama yapıldı.

Avukat Utku, ”Müvekkilim, yazdığı ve “İmamın Ordusu” ismini vermeyi düşündüğü, Fethullah Gülen’in cemaatteki örgütlenmesini anlatan kitap nedeniyle gözaltına alındığını söyledi” dedi.

bianet’te de yazan gazeteci Şık, Nokta dergisinde emekli Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Özden Örnek‘in “darbe günlükleri”ni yayınlamıştı. Şık, gazeteci Ertuğrul Mavioğlu‘yla birlikte “Ergenekon’u anlama kılavuzu” isimli kitabı yazmıştı. İki gazeteci bu kitap nedeniyle yargılanıyor. Şık’ın henüz basılmamış kitabının taslaklarının, Odatv bilgisayarlarında bulunduğu iddia edilmişti.

Şener’in eşi fenalaştı

Gazeteci ve yazar Nedim Şener de Bakırköy’deki evi ve otomobili arandıktan sonra gözaltına alındı. Şener polis aracına bindirilirken, “Hrant için adalet için” diye bağırdı. Şener’in geçen hafta ameliyat geçiren eşi aramalar sırasında fenalaşınca hastaneye kaldırıldı.

Gazeteci Şener, Posta gazetesinde 17 Şubat’ta yayınlanan yazısında, “Bana ‘sıra sende’ diyorlar” demişti. Şener, “Gazeteci hesap soran ve hesap verebilen kişidir” başlıklı yazısında şöyle yazmıştı:

Soner Yalçın‘ı da aldılar… Hrant Dink cinayetinde ihmali ve sorumluluğu bulunanların, Ergenekon soruşturmasını yürüten polisler olduğu anlaşıldığından beri bana yapılan uyarıların ardı arkası kesilmiyor. Şimdi de “Sıra sende. Soner’e söylüyorduk, bak, oldu. Bavulun hazır mı birader? Kalın pijaman, yün donun tamam mı kardeş?” diyorlar. Ne korkunç!”

Dink cinayetini yazdı, Emniyet’e “dokundu”

1994 yılından bu yana Milliyet Gazetesi’nde gazetecilik yapan Şener, “Dink Cinayeti ve İstihbarat Yalanları” isimli kitap nedeniyle 28 yıl hapis cezasıyla yargılanıyor.

Şener, son kitabı “Kırmızı Cuma, Dink’in Kalemini Kim Kırdı?”da, Hrant Dink cinayetinde gizli kalmış noktaları açıkladı. Kitapta yer alan belgeler, MİT’in ve Emniyet’in, Dink’in ölümle tehdit edildiğini bildiğini kanıtlıyordu.

Boşandığı eşinin ofisini de aradılar

Ergenekon davası sanıklarından yazar Prof. Dr. Küçük’ün Ankara’daki evi ve ofisi, İstanbul’daki evi, otomobili ve yıllar önce boşandığı eşi Temren Küçük’ün evi arandı. Küçük gözaltına alındı.

Küçük, Ergenekon soruşturması kapsamında terör örgütüne üye olduğu iddiasıyla 11 Ocak 2009’da tutuklandı. 12 gün sonra serbest bırakıldı. Ergenekon davasında tutuksuz yargılanan Küçük’ün haftada bir gün Odatv’deki toplantılarda çalışanlara seminer verdiği de ileri sürülüyor. (Bia)

Kocasakal: Film aynı, senaryo aynı

Ergenekon’daki son gözaltıları yorumlayan İstanbul Barosu Başkanı Kocasakal, “Film aynı, senaryo aynı, kurgu aynı. Artık ‘yargı sürecini bekleyelim, bakalım nedir’ sözü hiçbir şey ifade etmiyor” dedi.

Türkiye bu sabah yeni bir gözaltı dalgasıyla güne başladı.

Ergenekon soruşturması kapsamında aralarında gazeteciler Nedim Şener ve Ahmet Şık’ın da olduğu 10’u aşkın kişi gözaltına alındı.

Son gözaltıları İstanbul Barosu Başkanı Ümit Kocasakal televizyonda değerlendirdi.

Kocasakal şunları söyledi: “Bu yaşadığımız geldiğimiz tırnak içinde ileri demokrasiyi ortaya koyuyor. Bizler artık her gün neredeyse baskınlar gözaltılar ve aramalarla güne uyanıyoruz. Ben burada vicdanı olanlara sesleniyorum. Her nedense bütün bunlar siyasi iktidara muhalif olan bir takım kişilerle ilgili oluyor. Film aynı, senaryo aynı, kurgu aynı. Eve geliniyor arama yapılıyor, sonra gözaltı ondan sonra tutuklama, tutukluluğa itiraz, itirazın reddi. Artık ‘yargı sürecini bekleyelim, bakalım nedir’ sözü hiçbir şey ifade etmiyor.

BU ORTAM İLERİ FAŞİZM
Bizim itirazlarımız esastan ziyade usuledir. Usulle ilgili eleştiriler bakımından yargı sürecinin beklenmesine gerek yoktur. Eğer arama usulsüzse, gözaltı usulsüzse bunun yargı süreci ile ilgisi yoktur. Bu hukuksuzlukları meşrulaştırmaya çalışmaktan başka bir işe yaramaz. Arama diyorsunuz arama bir kere yönetmelikte açık aramanın nedenini oluşturan fiil somut olgular, neyin aranacağı bunların hepsinin belirtilmesi gerekiyor. Yoksa gireceksiniz, insanların her şeyini kitaplarını çuvallara koyacaksınız ne çıkarsa bahtımıza böyle bir arama böyle biz gözaltı olmaz. Ceza muhakemesi kanunu 91’de savcının daha başlangıçta gözaltı kararı verebilmesi CMK’ya göre mümkün değil. Şimdi Türkiye bir korku toplumuna dönüştü. Şu gözaltılar şu aramalar kimseyi şaşırtmadı, bunların arkası da gelecek. Bu Ergenekon öyle bir bohça ki istediğiniz zaman istediğiniz kişileri atabileceğiniz bir şey. Ben o yüzden artık bu ortama ileri faşizm dedim. Eğer bütün bu hukuksuzluklar, bütün bu zulüm şekli bir yargı eliyle meşrulaştırılırsa gidebileceğiniz bir nokta kalmıyor.

SİYASİ GÖZDAĞINA DÖNÜŞTÜ
Somut olarak belli bir şeyi arıyorum denilir. Eğer suç silahla işlenmişse silah arıyorsunuzdur bir takım belgelerse bir takım belgeler arıyorsunuzdur. Bu size insanların özel hayatına dair çizgi filmlerden tutun her şeyi alıp götürme fırsatı vermez. İkincisi bir takım müesseselerin kanunda yer alıyor olması o konudaki her somut uygulamanın kanuna uygun, meşru ve hukuka uygun olduğu anlamına da gelmez. Yani tutuklama, gözaltı, hakimlere savcılara verilmiş istedikleri gibi doldurabilecekleri birer açık çek midir? Hakim kararı var, kanun böyle söylüyor diyerek bunları göz ardı ederek yapılıyor. Kimisi tahliye oluyor deniyor; o tahliye kararlarını veren hakimlerin HSYK’nın kararı ile Beşiktaş adliyesinden gönderildi. Gözaltı, tutuklama bir ceza yargılamasının mutlak vazgeçilmez parçaları değildir. Nedim Bey’i çağırırsınız alırsınız ifadesini ve ona göre süreç işler. Bu şekilde devamlı baskın, gözaltı, tutuklama bunlar artık siyasi nitelikte bir gözdağına dönüşmüştür. Kimsenin hukuk güvenliği yok. İktidara yakın, o konuda gayret gösteren yazan bir takım yazarların hâlihazırda bir hukuk güvenliği var ama o da ne kadar sürer bilmiyorum. Balyoz davasında tutuklama talebi oldu. Ama savunmaya söz verilmeden heyet müzakereye çekiliyorsa kapılar kapatılıyorsa kimse kusura bakmasın ben bir baro başkanı olarak, bir hukukçu olarak ‘hakim kararıdır süreci bekleyelim’ diyemem.

ARAŞTIRMACI DEĞİL YANAŞTIRMACI GAZETECİLİK
Gazeteciler bakımından basın bakımından gene bir yanlış algılama var. Hep basının haber verme hakkında bahsediliyor; halbuki o modern toplumda öyle değil. Toplumun bilgilenme hakkını yerine getiriyorlar. Daha önemlisi kamusal bir denetim fonksiyonları da var. Mesela Başbakan dedi ki; 1 milyar doları olduğunu söyleyen gazeteci şimdi Silivri’de. Ben soruyorum bir ülkenin Başbakanı böyle söylerse artık bir takım gazeteciler bir takım hususlarda yazı yazmayı kolay kolay göze alabilirler mi? Demokratik bir ülkede bir Başbakan şu gazeteleri almayın diyebilir mi? Burada araştırmacı gazeteciliğin yerini yanaştırmacı gazetecilik almış durumda.” (Ntv)

Gazetecilere dokunmayın

Bir ülkede demokratik siyasetin mümkün olup olmadığının az sayıda işaretinden biridir, gazetecilerin mesleklerini yapıp yapamadıkları. En az adil ve serbest seçimler kadar, en az gösteri ve yürüyüş hakkı kadar, en az siyasi partilerin ve sivil toplumun örgütlenme özgürlüğü kadar önemli bir işaret.

Rusya’ya bakın mesela. 2009’da 59 gazeteciye saldırı yapılan, 8 gazetecinin öldürüldüğü Rusya’ya. En büyük muhalif basın kuruluşunun patronunun rejim muhalifi olarak hala hapiste tutulduğu Rusya’ya. Rusya’da demokrasinin D’sinin olduğuna kim inanır?

Türkiye’de demokrasinin D’sinin olduğuna kim inanır?

Geçen 19 Ocak’ta, Hrant Dink’in ölüm yıldönümünde Agos’un önünde toplandığımızda Hrant’ın arkadaşları adına Bülent Aydın’ın okuduğu o uzun listeyi hatırladım şimdi. Bitmek bilmeyen o öldürülen gazeteciler listesini.

Lafı eveleyip gevelemeden söylemek lazım. Soner Yalçın’ın gözaltına alındığı sondan bir önceki Ergenekon operasyonunda aklımıza ilk gelen şey Odatv’nin yaptığı nefret söylemiyle dolu yayınlardı. Soner Yalçın hem son yıllarda yaptığı gazetecilik biçimiyle, hem de kitaplarıyla ayrımcılığın, ırkçılığın, nefret söyleminin ortasında geziniyordu. Ama gözaltıyla beraber ortaya çıkan durumun tuhaflığını Fuat Keyman geçen Pazar günü Radikal İki’de yayınlanan yazısında çok doğru bir şekilde tespit etti: “Nefret söylemi ve suçu başka bir şey, Ergenekon soruşturması başka bir şeydir.”

Bugün Ahmet Şık ve Nedim Şener gibi araştırmacı gazeteciliğin en tanınmış isimlerinin de gözaltına alınmasıyla giderek büyüyen gazetecilere yönelik operasyonlar, Türkiye’de iktidarın muhalif gazetecileri susturma geleneğinin bir devamı. Devlette devamlılık esas! Bu ülkenin yakın tarihinde bir gazete binasının havaya uçurulduğu (Özgür Ülke), bir muhabirin dövülerek öldürüldüğü (Metin Göktepe), onlarca gazetecinin faili meçhul suikastlerle ortadan kaldırıldığı, sayısız gazetecinin işkence tezgahlarından geçtiği ve hapislerde süründürüldüğü sıradan bir gerçek. AKP’nin uygulaması giderek bu geleneği biraz farklı bir yöntemle devam ettirmeye dönüşüyor.

Aslında yöntem ne kadar farklı o da tartışılır. İşinize gelmeyen, muhalif haberler yapan, yazılar veya kitaplar yazan bir gazeteciyi veya yazarı örgüt üyesi ilan etmek de eski bir yöntemdir. Metin Göktepe’yi öldürenler gazeteci değil militan olduğuna gerçekten inanıyorlardı. Kürt siyasal hareketinin gazeteleri kapatılmaktan, bu gazetelerde çalışanlar PKK üyesi diye hapislere tıkılmaktan hala kurtulabildiler mi? Sol örgütlere yakın gazetelerin hiçbir çalışanını gazeteciden saymaz mesela yargıçlar. Gördükleri işkencenin, haksız yere yattıkları yılların haddi hesabı yoktur.

Şimdi de terör örgütü olarak kabul edilen Ergenekon’u savunan yazılar yazan, yayınlar yapan Soner Yalçın gibi bir gazeteci, hakkında olumlu yayın yaptığı örgütün veya oluşumun üyesi olarak görülüp cezaevine konuyor. Bunun Kürt hareketinin ya da sol örgütlerin tarafındaki gazetecileri içeri tıkmaktan ne farkı var. Gazeteci illa ki hükümetin, polisin, yargının ya da toplumun belli kesimlerinin düşündüğü gibi düşünüp, kendine uygun görülen sınırlarda mı yayın yapacak? Ergenekon’u savunamayacak mı mesela? Terörist diye kovuşturulan falanca örgütü “terörist”  olarak görmek zorunda mı?

Durum oldukça net artık. Şu anda hükümete muhalif gazetecilerin bir kısmı bir terör örgütünün üyesi olmakla damgalanıp mesleklerini yapmaktan alıkonuyorlar. Yani ortada eskisinden çok da farklı bir yöntem falan yok. Belki etkisiz hale getirme şekli açısından biraz yumuşama olabilir, hepsi o.

AKP’nin bir zamanlar samimi bir şekilde olmasa ve kendi işine geldiği kadar, kendi iktidarını sağlamlaştırmak için de olsa demokrasinin sınırlarını genişleten hamleler yaptığı söylenebilirdi. Ordunun darbe yapmayı daha az düşünür hale gelmesi, memleketin en azılı kontrgerilla şeflerinin hapse tıkılması elbette azımsanmayacak olumlu adımlardı. Ama bu hükümet ne yazık ki demokrasiye de yarayabilecek her ilerlemeyi, yaptığı bir karşı hamleyle kendisi tenzil etti.

Basına yönelik baskıları azaltmadı arttırdı. Türkiye hala basın özgürlüğünde 178 ülke arasında 138. değil mi? Ülkenin her yerinden toplu mezarlar fışkırırken faili meçhulleri araştırmayı reddetti. Kürt açılımı yaparken seçilmiş Kürt yöneticileri hapislere doldurdu. Öğrencilerin ve işçilerin sokaktaki muhalefetine göz açtırmadı, şiddet uyguladı, bastırdı. Üstelik işine gelen konular oldu mu Anayasayı referanduma götürmeyi göze alarak değiştiren AKP, ne siyasi partiler yasasına, ne seçim kanununa, ne lider sultasına, ne %10 ayıbına dokundu. Şimdi de muhalif gazetecileri terör suçlusu diye damgalayıp gözaltına aldırarak bütün bir muhalefete gözdağı vermeyi sürdürüyor.

Türkiye hala ağır düzeyde demokrasi eksikliği çeken bir ülke. Örneğin The Economist dergisinin yıllık demokrasi endeksinde hâlâ zayıf demokrasi olmaya bile terfi edememiş, demokrasiyle otoriterlik arasında, hibrid (melez) rejim olarak kabul edilen bir ülkede yaşıyoruz. Üstelik AKP’nin demokrasi karnesindeki bu gerilemeyi seçimler yaklaşırken hızlandırarak sürdürmeyi göze alması da korkutucu. Türkiye’nin iktidar partisinin artık demokrasinin kendisine oy kazandırmadığını, ya da en azından antidemokratik uygulamaların oy kaybettirmediğini düşünüyor olduğu ortada.

AKP aklını başına toplamaz, gazetecilerle JİTEM şeflerini birbirinden ayırmayı öğrenemezse demokrasi değil, otoriterlik daha da ağır basacak. Gazetelerin iktidarın eline geçtiği, gazetecilerin susturulduğu, siyasi örgütlenmenin tehlikeli hale geldiği bir ülkede askeri vesayet ortadan kalkmış olsa neye yarar?

En büyük kim?

İngiliz Cycle Sport dergisinin Şubat sayısında ilginç bir araştırma var.

Lionel Birlie tarafından hazırlanan çalışmada modern zamanların en büyük 50 galibi seçilmiş.

Farkındaysanız  bu “en … 50…” muhabbeti giderek çoğalmaya başladı. Artık haftada bir dünyanın en seksi 50 kadını seçiliyor mesela. Eğer periyot aksarsa Hürriyet’in yazı işleri kendince bir liste yapıyor sanki.

Geçenlerde Ronaldo’nun sevgilisi olarak bilinen ve en seksi kadın ünvanına  sahip, İrina isimli bir hanımefendi memleketimize geldi.

Allah sevdiğine bağışlasın, güzel kız.  Ancak nasıl Miguel İndurain bizim kuşağımızın bisikletçisiyse, Cindy Crawford‘da kuşağımızın modelidir ve aşılamamıştır.

O zamanlar top model dediğin Türkiye’yi dolmuş durağı yapmaz;halley gibi süzülür, simlerini bırakır giderdi.

Karacaoğlan‘ın ‘benli Cindy’si de vaktinde memleketimize sorti eylemiş, gönüllerimizi fethetmişti.

Gerçi Sezen Aksu defile sonrası kendisine uzatılan mikrofonlara: “Ne o öyle yahu, çık çık bitmiyor. Kadın dediğin birbuçuk metre boyunda, kalın dudaklı kepçe kulaklı” olur diye cevap vermiş, o da  gönlümüzü fethetmişti.

Malum, bir de Sivaslı Cindy var: Tülin Şahin. Yurtdışında büyümüş, hoş ve esprili bir kadın.

Kendi anlattığı bir hikayeyi aktaralım hemen.

Şahin birgün taksiye biniyor. Taksici onu tanıyor ve “hoş geldin Sindi abla. Geçen gün seni bir saat reklamında gördüm.” diye mevzuya giriyor

Tülin Şahin: ” O ben değilim, Cindy Crawford” deyince aldığı karşılık:  “O kim ki abla?” oluyor.

İçinizde “İyi de kardeşim bunların bisikletle ilgisi ne diyenler” var diyenler varsa cevabım hazır: Tulin Şahin iki yıl önceki Türkiye Bisiklet Turu‘nun reklam yüzü olmuştu…(Bizde yok öyle haybeden atıp tutma)

Neyse dönelim şu en seksi 50 adam muhabbetine.

Liste şaşırtıcı. Zira Lance Amstrong listenin ancak 33. sırasında kendine yer bulabilmiş. İndurain ise 31. sırada.

7 kez Fransa Turu’nu kazanan Armstrong 74, 5 kez kazanan İndurain ise 75 puan almış.

Listeye göz attığımızda halen yarışan birkaç sporcu görüyoruz. Mesela Cavendish 62 puanla listeye 50. sıradan gimiş. Oscar Freire 69 puanla 41. sırada. Petacchi 147 ile 11. olmuş.

Yakın tarihlerde emekli olmuş, Cipollini 7, Zabel 8, Jalabert 18 sırada kendilerine yer bulmuş.

Pantani, Ullrich, Riis gibi adamlar listeye girememişler bile.

Buraya kadar şaşırtıcı şeyler var. Ama kimse listenin birincisi konusunde tereddüt etmiyor.

Eddy Merckx o kişi. Yamyam lakaplı büyük şampiyon, araştırmada  tam 333 puan almış. Onu yine iki Belçikalı Rik Von Loy ve Rik Van Steenbergen takip etmiş.

Merckx‘i benzersiz kılan şey sadece aldığı puanlar değil. Örneğin onu takip eden iki kişi hiç büyük tur kazanamamış. Listedeki bir çok isim de öyle. Zira Cipollini, Zabel, Cavendish vb. adamlar sprint zaferleriyle bu listeye girmiş.

Oysa Merckx, tam 5 Fransa, 5 İtalya ve 1 İspanya Turu kazanmış, 3 kez Dünya Şampiyonu olmuş, bahar klasiklerinde, günlük yarışlarda kazandığı etapların sayısını kendi bile bilmiyor.

Hem yokuşçu, hem sprinter, hem mukavemetçi… İnanılmaz bir organizmadan, komple bir bisikletçiden söz ediyoruz.

Bugün bisiklet dünyası onun gibi kahramanlar yetiştirmeye uygun değil, herkes kendi alanında uzmanlaşmış ve sinekten yağ çıkarır gibi, saniye hesabı yapıyor.

O yüzden tadı tuzu da her geçen gün azalıyor.

Ahmet Şık gözaltına alındı

Alınan bilgiye göre gazeteci Ahmet Şık, evininde yapılan aramanın bitmesinden sonra polisler tarafından gözaltına alındı.

Ahmet Şık, Yeni Yüzyıl gazetesinde ardından Radikal gazetesinde çalıştı. Gazeteye açtığı davanın ardından “performans düşüklüğü” sebebiyle işten atıldı.
Nokta dergisinde yaptığı “İki tür gazeteci vardır: TSK karşıtları, TSK yandaşları” isimli haberlerle “Metin Göktepe Gazetecilik Ödülü”nü kazandı.
Ahmet Şık aynı zamanda Nokta dergisinde darbe günlüklerini ortaya çıkaran gazeteci olarak biliniyor.

Basında özellikle askeriyeye karşı yaptığı haberlerle bilinen Şık, Bilgi Üniversitesi’nde dersler veriyordu.

Victor Ananias’ı kaybettik…

Victor Ananias 1971-2011Türkiye’de ekolojik yaşam hareketinin gelişmesinde çok büyük katkısı olan Victor Ananias’ı kaybettik. Yeşil Gazete ekibi olarak üzgünüz; ailesine, tüm dostlarına ve ekoloji camiasına başsağlığı diliyoruz. Bu sabah Fethiye’deki evinde hayatını kaybeten Victor, gençti, 71’liydi. Hayatını doğayla içiçe yaşamaya vakfetti. Kendini genç yaştan itibaren ekolojik tarım, organik mutfak ve doğal tarım ürünlerinin insanlara ulaşması konusunda eğitti, bu alanda çalıştı. 1996’dan itibaren Buğday Dergisi’ni geliştirdi, kurucusu olduğu Buğday Derneğiyle ve verdiği eğitimlerle doğayla iç içe yaşam yaklaşımını yaygınlaştırdı. Victor’u özleyeceğiz.

(Yeşil Gazete)

Yine bir şafak baskını: Aramalar sürüyor

Polis, gazeteciler Ahmet Şık, Nedim Şener, yazar Yalçın Küçük ve altı kişinin daha evinde arama yapıyor. Evi arananlar arasında Yurdakul, Bayraktar, Kılıç, İdil, Yıldız ve Kozinoğlu’nun adı da geçiyor. Gazeteci Mavioğlu, yaşananlarla ilgili “Sözün bittiği yerdeyiz” dedi.

Ergenekon soruşturması kapsamında gazetecilerin büro ve evlerinde arama uygulamalara sürüyor. Polis, gazeteci yazar Ahmet Şık, Milliyet ve Posta gazeteleri yazarı Nedim Şener, odatv.com sitesi yayın koordinatörü Doğan Yurdakul, odatv. com Ankara temsilcisi Mümtaz İdil, Odatv.com yazarları İlkin Bayaktar ve Sait Kılıç ile yazar Yalçın Küçük‘ün evlerinde arama yapıyor.

Evi arananlar arasında Ankara’dan gazeteci Müyesser Yıldız‘ ve eski MİT mensubu Kaşif Kozinoğlu‘nun adı da geçiyor.

Mavioğlu: Sözün bittiği yer

Şık’ın evinin önünde bekleyen gazeteci Ertuğrul Mavioğlu, şüphelilere “Ergenekon örgütüne üye olmak” ve “kin ve düşmanlığa tahrik” gerekçelerinden işlem yapıldığını öğrendiklerini ifade etti.

Mavioğlu, Ahmet Şık’ın Nokta dergisinde çalışırken Ergenekon davasının başlatılmasına gerekçe oluşturan Özden Örnek günlüklerini gündeme getiren haberci olduğunu, Nedim Şener’inse Hrant Dink cinayetinin Ergenekon kapsamına alınmasını savunan bir gazeteci olduğunu ifade etti; “Herhalde, sözün bittiği yer demek dışında bir şey kalmadı” dedi.

Hürriyet gazetesi yazarı Sedat Ergin de “Kimse bana Nedim Şener’in örgüt üyesi olduğu konusunda beni ikna edemez. Nedim, görüşlerini beğenmeyebilirsiniz ama her şeyden önce bir gazetecidir” diye konuştu; gazetecilerle dayanışma içinde olduğunu söyledi.

Daha önce de Odatv.com sitesine ait büro aranmış, site yetkilileri Soner Yalçın, Barış Terkoğlu ve Barış Pehlivan üç gün gözaltında tutulduktan sonra tutuklanmıştı.

Gazeteci Ahmet Şık’ın Beyoğlu Gümüşsuyu’ndaki evinde sabah 7.00’de polis arama başlattı. Gazetecinin avukatlarının gözetiminde yaklaşık 10 polisin yaptığı arama, kitaplar, CD’ler ve fotoğraflar üzerinde yoğunlaşıyor.  Arama, gazetecinin editör olarak çalıştığı Bilgi Üniversitesi İletişim Fakültesi bünyesinde yayın yapan habervesaire sitesine ait büroda da sürdü.

Bianet yazarı da olan gazeteci, daha önce gazeteci Ertuğrul Mavioğlu ile birlikte “Ergenekon’u anlama kılavuzu” başlıklı bir kitap yazmıştı. İki gazeteci bu kitap nedeniyle yargılanıyorlar.

Şık, son 20-25 yılda emniyet teşkilatı içindeki “cemaat örgütlenmesi süreci” ile ilgili kitap hazırlıyordu.

OdaTV yöneticilerinin bilgisayarlarında ele geçirildiği öne sürülen bazı belgelerde adı geçen Şık, kendisiyle ilgili bir karalama ve yıpratma kampanyası başlatıldığını söylemişti.

Şık, bu kampanyanın, üzerinde çalıştığı ve yakında yayınlanacak yeni kitabının sanki “Ergenekon örgütü” tarafından yönlendiriliyormuş algısıyla itibarsızlaştırma amacı güttüğünü yazmıştı.

Uzun bir süredir telefonlarının dinlendiğini ve bu dinleme-izleme faaliyetinin kitap çalışmasıyla birlikte daha da sıkılaştığını düşünen Şık, kitabı hazırlarken gazete arşivlerinden, dava dosyalarından, dosyalardaki belgelerden yararlandığını ayrıca Emin Aslan, Sabri Uzun ve Hanefi Avcı gibi emniyet içinden isimlerle de görüştüğünü, kitap çalışması yapan bir gazeteci icin de bu görüşmelerin son derece normal olduğunu ifade ederek asıl sorulması gereken sorunun “000Kitap” adıyla kaydettiği kitap dokümanının nasıl olup da OdaTv’ye veya başka bir yere gittiği sorusu olduğunu söylüyordu.

Şık, emekli Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Özden Örnek’in darbe günlüklerini 2007 yılında gündeme taşıyan haftalık Nokta dergisinde de çalışmıştı.

TEMREN KÜÇÜK’ÜN EVİNDE ARAMA
Yalçın Küçük’ün eski eşi olan avukat Temren Küçük’ün evinde de yapılan arama Ankara Barosu’nun yaptığı karşı çıkışla durduruldu. Yalçın Küçük’ün boşandığı eşinin evinin ve ofisinin olduğu dairedeki aramaya savcı eşlik etmeden devam edilmeyeceğini söyleyen Ankara Baro Başkanı Metin Feyziooğlu ayrıca arama belgesinde bazı hukuka aykırı durumlar olduğunu açıkladı.

Feyzioğlu, arama kararında somut fiil olmadığını bunun da hukuka aykırı olduğunu ifade etti.

Bitmemiş kitabımın OdaTV bilgisayarında işi ne? – Ahmet Şık

Henüz yazdığım son yazının (http://www.habervesaire.com/news/2030/) mürekkebi kurumamıştı. İstediğim gibi değildi ama meramımı da anlatabilmiştim sanırım. “Ergenekon ve iktidar arasında kalmak” başlıklı yazıda Ergenekon adı altındaki soruşturma ve davalar zinciriyle mevcut iktidarlar arasında mesafeli durmanın zorluğu anlatılıyordu. İktidarlar dediğimin farkındayım. Çoğul olmasının nedeni malum, çünkü bu ülkeyi yöneten sadece AKP değil. Hadi daha spesifik hale getirerek söyleyelim ki yazının konusu da bu zaten, ülkeyi yöneten diğer güç kısaca cemaat diye anılan kesim. Bu tezimde de ısrarlıyım. Nasıl ki AKP’den önce ülkeyi asker yönetiyorduysa şimdi de sivil bir iktidar yönetmiyor. Bakmayın siz üzerlerindeki kıyafetlerde apolet olmadığına, onların zihniyetleri üniformalı, kafaları apoletli. Uzun lafın kısası, onlar da dini teamüller çerçevesinde bir emir komuta zincirinden oluşan bir başka askeri düzen. Ergenekon ve türevi bilumum soruşturmayı yürütenler de bu hiyerarşinin parçaları.

Gazeteci değil provokatörmüşüm!

Öfkeli bir giriş oldu farkındayım. Öfkeliyim. Nedeni Hürriyet gazetesinde yayımlanan bir haber ve bu haberden yola çıkılarak yapılmış bir başka “haber”. Önce bu paçavra yazıya yer verip sonra da öfkemi yatıştırsın diye size açıklama yapayım. Soner Yalçın’ın tutuklanmasıyla ilgili Hürriyet gazetesinde çıkan bir haberde adım geçince “medyasavar” adında bir sitede beni hedef alan bir yazı yayımlanmış. “Vay Ahmet vaaayyy. Bu hiç Şık olmadı” diye de başlık atmışlar. (http://www.medyasavar.com/ozel_haber/10400-Vay-Ahmet-vaaayyy-olmad.html)

Birlikte okuyalım:

“Ahmet Şık, provokatör gazeteciydi, Alper Görmüş’ten ‘beslenen’ liberal oldu. Peki Soner Yalçın dosyasında işi ne…

90’lı yıllarda muhabirlik yapanlar Ahmet Şık’ı çok iyi tanırlar… Daha basın yayında okurken Cumhuriyet’te polis muhabirliği yapıyordu. O yıllar İstanbul Basın Yayın’da etkili olan DHKP/C kontenjanından olduğu bilinirdi. Onur Akın gibi, Murat İde gibi, Semra Kardeşoğlu gibi…

Örgüt bir yandan üniversitelerdeki sempatizan çocukları sokağa döküyor, diğer yandan biraz palazlanan sempatizanlara bankaları soyduruyor, taşeron suikastlar yaptırıyor, kan döktürüyordu…

Ahmet Şık’ın görevi polisi provake etmekti. Muhabir kisvesiyle katıldığı her eylemde mutlaka polislere ‘Köpek’, ‘işkenceciler’ gibi laflar atarak gözaltına alınmasını sağlar, sonra da gazetecilere, ‘Niye beni kurtarmıyorsunuz’ diyerek, onları ‘işbirlikçilikle’ suçlardı…

Gazeteci kimliği, örgütçü kimliğinden hep sonra gelirdi…

Ahmet’in tavırları, ‘protest’ten daha çok ‘provokatör’ceydi… Polislere sadece eylemler sırasında değil, gazetedeki haberlerinde de saldırıyordu.

Ahmet birgün ortadan kayboldu, yıllarca da ortalarda görünmedi. Örgütçü kimliği nedeniyle güvenlik kuvvetleri tarafından sıkıştırılmaya başlanınca Fransa’ya kaçmıştı.

Döndükten sonra ‘daha bir akıllanmış’ görünüyordu Ahmet. Nokta dergisini kapanmaya, yayın yönetmeni Alper Görmüş’ü de mahkeme salonlarına götüren meşhur ‘darbe’ haberlerinde, Ahmet Şık imzası görünce, Ahmet’in, üniversite yıllarında kol kola olduğu DHKP/C’li arkadaşlarından farklı olarak, ‘ulusalcı’ değil, ‘liberal’ bir çizgiye daha yatkın olduğu yönünde kafalarda fikir oluşmuştu.

Hatta Nokta dergisi kapandıktan sonra, hamisi Alper Görmüş onu işsiz bırakmamış, liberallerin kalelerinden biri olan Bilgi Üniversitesi’nin yayın organında işe yerleştirmişti…

Soner Yalçın’la ilgili soruşturma dosyasında, Ahmet Şık’ın adının, hükümete zarar vermek için Haziran ayında yapılacak seçimler öncesinde hazırlanan kitap için çalıştığı yönündeki iddialar, ‘İşte gerçek Ahmet Şık budur’ dedirtiyor.

“Provokatör, örgütçü, ulusalcı…”

Şimdi bu yazının neresini düzelteyim bilemedim. Hani neredeyse sadece adımı doğru yazmışlar. Eğer ki bu yazıyı kaleme alan, kendisine bu bilgileri veren ve polis olduğundan emin olduğum kişiyle karşıma çıkma cesaretini gösterirse iddialarının hepsini tartışmaya hazırım. Hatta tartışmaya konu etsinler diye bir ipucu da vereyim: Ahmet Şık, 40 yıllık yaşamında aklı ermeye başladığından bu yana Sosyalisttir. Yani hiçbir zaman liberal olmamıştır.

İki gazeteci, 3 polis müdürü denklemi

Bu yazıya konu olan haber Soner Yalçın’ın tutuklanmasıyla ilgiliydi. Hürriyet’te, “PKK’yı ön plana çıkarttın” (http://www.hurriyet.com.tr/gundem/17064558.asp?gid=233&srid=4079&oid=1&l=1)

başlığıyla19 Şubat Cumartesi günü yayımlandı. Odatv baskınında bilgisayarlarda yapılan incelemelerde bir takım dokümanların ele geçirildiği anlatılan haberin en sonunda, “Eklemeden çekinme” ara başlığıyla duyurulan bölümde ise adım şöyle geçiyordu. “Sabri Uzun adlı world belgesinde ise şu ifadeler yer aldı: ‘Şık-Sabri kitap başlıklı belgede Sabri’nin kitap konusunda çekincesi var. İkna etmeye çalışalım. Kitabı seçimden önce yetişmeli. Nedim, Ahmet Şık konusunda görüşsün. Kitaba çalışırken cesur olun. Çıkarma ve ekleme yapmaktan çekinmeyin. Bu kitap Simon’dan daha kapsamlı olmalı. Nedim’i kutlarım. Ahmet’i çalıştırsın. Hanefi çıkacak ve Sabri’ye katılacak. Emin ve Sabri’ye moral verin. Sabri adıyla çıkmasına zorlayın. Seçimden önce yetişsin.’ Bu belgeyi de Soner Yalçın haberi olmadığı iddiası ile kabul etmedi.”

Bahsi geçen Ahmet ben oluyorum. Nedim ise, dürüstlüğüne kefil olduğumu her ortamda söylediğim nesli tükenmekte olan birkaç iyi gazeteciden biri olan Nedim Şener oluyor. Sabri, eski Emniyet İstihbarat Daire Başkanı Sabri Uzun; Emin, garip bir uyuşturucu kaçakçılığı soruşturmasına komployla adı karıştırılarak görevden alınan eski Emniyet Genel Müdür Yardımcısı Emin Arslan; Hanefi ise tahmin edeceğiniz üzere cemaati hedef alan kitabı sonrasında sosyalist bir örgüte yardım yataklık ettiği iddiasıyla kendisini cezaevinde bulan ülkücü gelenekten yetişme eski polis müdürü Hanefi Avcı. Nasıl denklem ama?

Kitabım odatv’nin bilgisayarında

Bu isimlerle ortak bir noktam var elbet. Nedim, öncelikle arkadaşım ve aynı zamanda meslektaşım. Ne o beni çalıştırır ne ben onu. Zaten gazetecilik geçmişimizi bilenler için de fazla söz söylemeye gerek yok. Adları geçen polis müdürlerini de tanırım. 3’ü de yakın zamanda piyasaya çıkacak kitabımda yer alan isimler. Zaten benim adımı Soner Yalçın’la ilgili yürütülen soruşturmaya dâhil eden de halen üzerinde çalıştığım bu kitap. Hürriyet’teki haberde odatv baskınında bilgisayarlarda bulunduğu söylenen “000Kitap” başlıklı doküman da kişisel bilgisayarımda aynı adla kaydedilmiş bulunan çalışmamın kendisi oluyor.

Kafanız karıştı değil mi? Anlatayım.

Avcı’yla tanışma

Hanefi Avcı’yla tanıştığım sıralarda, tıpkı şimdi olduğu gibi Türkiye’nin yine derin devletiyle hesaplaştığı iddia edilen Susurluk günleriydi. Avcı da o süreçte önemli bilgiler aktaran polis müdürü olarak medyada sıkça boy gösteriyordu. O günlerde çalıştığım Radikal gazetesinde “İşkencecim şimdi demokrat” başlığıyla manşetten yayımlanan bir haberde Avcı’nın kurbanlarından biri olan Şaban Dayanan’ın hikâyesine yer verilmişti. Birkaç gün sonra da haberin devamı yayımlandı. Avcı ve Dayanan yüzleşmişti. İşkence karnesi hayli kabarık olan Türkiye için önemli bir haberdi ama ilki kadar değer görmediğini söyleyebilirim. O günden sonra Hanefi Avcı’yla bir daha yüzyüze hiç görüşmedim. Nadiren telefonla ve her seferinde benim aramamla hal hatır sorduk o kadar.

İşkence söyleşisi ve cemaat örgütlenmesi kitabı

Kitabının yayımlandığı 2010 Ağustosundan sonra da birkaç kez daha görüştük. Cemaatle ilgili yazdıklarını “çok içeriden” bir sistem eleştirisi olarak çok önemli bulduğumu söyledim kendisine. Kitabın meslek anılarını oluşturan ilk bölümde işkencecilik geçmişiyle yüzleşememesini ise büyük bir eksiklik olarak gördüğümü de kendisine ilettiğimde bana, “İşkence bu kitabın konusu değildi. Başlı başına bir kitap olabilecek bu konuyla ilgili keşke birisi benimle söyleşi yapsa. Devletin bizi nasıl yetiştirdiğini, işkence yapanları nasıl koruduğunu, bu anlayışın bir devlet sistematiği olduğunu anlatırım o kitapta” demişti. Ben o söyleşiyi yapmaya hazırdım ve Avcı’ya da söyledim.

Yine kendisini ilgilendiren bir başka kitap çalışması daha yapmak istediğimi de aktardım. O da zaten bitmek üzere olan, Emniyet’teki cemaat örgütlenmesini anlatan kitabımdı. Avcı’yla ilgisi ise hem kitabında bahsettiği hem de kendisinin de kurbanları arasında yer aldığı, komplolarla ayağı kaydırılan polis müdürlerinin başlarına neler geldiği de yazdığım kitapta yer alacaktı ve aldı da. Anlayacağınız, odatv baskınında ele geçirildiği öne sürülen belgede Sabri, Emin, Hanefi diye adları geçen polis müdürleriyle birlikte adımın geçmesine neden olan hikâye budur.

Kitabim odatv’nin bilgisayarına nasıl gitti?

Peki, o belgenin ve bitmemiş kitabımın kopyasının orada işi ne? Ben de bilmiyorum. Önümde iki seçenek var. İlki birilerinin inandırılmaya çalışıldığı gibi Ergenekon güdümünde olduğu öne sürülen Soner Yalçın’la ortak hareket ediyor olmam. Beni birazcık tanıyan, gazetecilik geçmişimi kıyısından köşesinden takip edenler dahi bu ihtimalin gerçek olmayacağını anlar. Yalçın’ın kendisi mi öyle bir bilgi notu yazdı onu da bilemem. Yazdıysa da doğru yapmamış. Ama sorgusunda öyle bir yazıdan haberi olmadığını söylediğinin de altını çizmek gerek. Bu vurguyu avukatlarının, odatv’nin bilgisayarlarına suçlanmalarına konu olan virüslü elektronik posta gönderildiği açıklamalarıyla birlikte değerlendirdiğimizde ise aklıma yatan diğer ihtimal oluyor.

Telefonlarım yıllardır dinleniyor. Bu kitap çalışmasına başladıktan sonra da daha sıkı izlendiğimi biliyorum. Bilmediğim tek şey bu dinleme ve takibin yasal olarak yapılıp yapılmadığı ki hâkim kararı alındıysa da buradan o kararı talep edenler ve de izni verenler hakkında suç duyurusunda bulunuyorum. Neyse, eğer Yalçın’ın avukatlarının iddiası doğruysa üzerinde çalıştığım kitaptan haberdar olanlar ki eminim kitabımın konusunu oluşturan yapının mensuplarıdırlar, çalışmamı bir şekilde ele geçirip o bilgi notuyla odatv’nin bilgisayarlarına da yüklemiştir. Zaten ben de buna inanıyorum.

Kitabımın daha çıkmadan, Ergenekon etiketiyle itibarsızlaştırılmaya çalışıldığını anlayacak kadar zekâm var. Bunu yapmaya çalışanlar ne beni, ne gazeteciliğimi, ne siyasal duruşumu ne de Ergenekon soruşturmalarına bakış açımı bilmiyorlar. Ya da, Ertuğrul Mavioğlu’yla birlikte kaleme aldığımız “Kırk Katır Kırk Satır” üst başlıklı 2 ciltlik kitabımızı iyi okumuşlar ve anlamışlar. Ben de anlıyorum ki telaşları bu yüzden. Aslında diyecek çok şey var ama yeterince uzun oldu. Malum sitede gazetecilik yapıldığı iddiasıyla kaleme alınan paçavrada hakkımda, “Gazeteci kimliği, örgütçü kimliğinden hep sonra gelirdi…” diye yazan cemaatçilere ve Ergenekoncu olduğumu düşünenlere vereceğim yanıtla bitireyim: “Bu suçlamalarla anılmak, cemaatçi ya da Ergenekoncu olarak anılmaktan daha onurludur.”

(t24 sitesinde, 21 Şubat günü yayınlanmıştır)