Ana Sayfa Blog Sayfa 5239

Haftanın tortusu

* Japonya’da nükleer felaket oldu, Türkiye’de tüp koktu! * Nükleere karşı binler yürüdü. * HSYK terfilerini İnsanlık Anıtı’na bakarak mı yapıyor? * Libya halkı varil varil demokrasiyi hak ederken, Bahreyn’deki demokrasiyi Suudi Arabistan koruyor.

* Japonya’da nükleer felaket oldu, Türkiye’de tüp koktu! Japonya’da, önce deprem, sonra Tsunami… Şimdi ve önümüzdeki yüzyıllarda ise radyasyon… İşte böyle bir şey nükleer ama bizde kimse farkında değil. Kimse dediysem, yönetim kesiminden kimse. Anlaşmalar yapılmış, alacak verecek denkleştirilmiş, kazma elde bekleniyor. Nükleer santral seçimden önce başlayacak diyor Başbakan! Neden seçimden önce illa? Nisan ayında kasma vurulacak. Haziran’dan sonra yapsalar ne olacak ki? Başbakan’ın ya da genel olarak AKP’nin elinde/kafasında seçim sonrasına dair olumsuz veriler mi var? Japonya ki, yaptığı işlerde ciddiyetiyle tanınıyor geldikleri nokta ortada; Türkiye’nin nükleere yaklaşımı, benzettikleri ve acelesini düşününce durum gerçekten karamsar olmak için yeterli gözüküyor. (İlgili bir yazı: Japonya’nın köprüleri, tüp gazları ve Amerika’ya ulaşan molozlar )

* Nükleere karşı binler yürüdü. Türkiye’nin yönetim katı karamsar olmayı bize tek seçenek olarak sunsa da; taban hareketi olarak anti-nükleer hareket üzerimizdeki bu karamsarlığı atacak gücü kendinde topluyor. Binlerce insan, örgütlü/örgütsüz, nükleere karşı yürüdü. Yeşiller Partisi, Greenpeace ve KEG’in başı çektiği bir yürüyüştü ama önemli olan kalabalık ve katılım. Nükleer santral, yıllardır her “başa” geçenin özlemi, hayali… Her zaman da karşısında büyük bir karşıt kesim bulmuş. Türkiye halkının kararlılıkla karşı durduğu belki de yegane “şey”. Her yürüyüş, her kampanya, her açıklama destek buluyor halktan. Bu sefer halk biraz daha umursuz ama. Sesine kulak verilmediğini düşünüyor çünkü. Ne olursa olsun, engelleyemeyeceklerini… Eklemeden geçmemeli: Medya bunu görmedi, gören de küçülttü, küçülttü, küçülttü…

* HSYK terfilerini İnsanlık Anıtı’na bakarak mı yapıyor? İşte halkın karamsar olmasının en büyük nedenlerinden biri. Bir örnek: Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK), 76 idari hâkim ve savcının görev yerini değiştirdi. HSYK, ‘İnsanlık Anıtı’nın yıkılması kararının yürütmesini durduran hâkimi düz üye; yürütmeyi durdurma kararını kaldıran üyeyi de başkan yaptı. Şimdi, bu kadar netken her şey, kim karşı çıkabilir hükümetin icraatlarına? Bu yüzden işte, insanlar eylem yaparken geliyorlar ve “Haklısınız ama dediğini, kafasına koyduğunu yapıyor Başbakan!” diyor. Bu gücün iyice sınırsızlaşmasının 6. ayını “kutladık” geçenlerde. (İlgili bir yazı: 12 Mart’ın 3 hali: Darbe-Katliam-Referandum )

* Libya halkı varil varil demokrasiyi hak ederken, Bahreyn’deki demokrasiyi Suudi Arabistan koruyor. Şu an gündemin belki de tek maddesi. Ne Japonya, ne seçimler, ne İbrahim Tatlıses… Her yerde Libya konuşuluyor. Dalga geçer gibi 8 yıl sonra yine bir 19 Mart günü “koalisyon” güçleri bir ülkeyi bombalamaya başladı. Medyamız pek oralı değil ama Libyalıların tepkisi oldukça yoğun. BM Genel Sekreteri, Mısır’ı ziyaret ederken Libyalılar tarafından protesto edildi ve Tahrir Meydanı’nı göremeden kaçmak zorunda kaldı. Gelen görüntüler sivillerin de hedefler arasında olduğunu açıkça gösteriyor. Siviller ölüyor bahanesiyle yapılan müdahale, yine tabii ki sivilleri öldürüyor. Yakındır akması varil varil demokrasinin başta Fransa olmak üzere, Libya’ya saldırmak için sıraya giren o bir sürü ülkeye… (Bu koalisyona katılmak için can atan ülkeleri unutmamak lazım!) Durum Libya’da böyleyken, Bahreyn’de neden kimse ses çıkarmıyor? Onların demokrasisini Suudi Arabistan veriyor çünkü. Koalisyona katılmak için can atan ülkelerden bile beter durumu Suudi Arabistan’ın. Bir sistem ayakta kalsın diye, Şiilerin üstüne tanklarını sürüyorlar. Böylece en azından kimse yıllarca onlara demokrasi getirmeye çalışmaz. (İlgili bir yazı: Petrole “Şafak Yolculuğu” )

http://www.urbarli.net

Bir şehre kaç “çılgınlık” sığar? -Pınar Öğünç

Bir süredir Başbakan’ın ulusa hitaben sorduğu bir bilmecenin peşindeyiz. Bir çılgın projem var çocuklar! Acaba nedir, nedir?
İstanbullular içinde sadece Hıncal Uluç’un haberdar olduğu, sadece Hıncal Uluç’un onayını alan, 12 milyon ikâmetgahlının dışında aslında bütün Türkiye’yi alâkadar eden çılgın bir İstanbul projesinden söz ediyoruz. Uluç’un bunu ulusa duyurduğu 23 Eylül 2010 tarihli yazısında “‘Bin proje say’ dese, bin gün izin verse aklıma gelmez. Öyle çılgın…” diye anonslamıştı. Biz faniler aradan geçen 189 günde neyi, ne kadar tahmin edebiliriz ki! O mu, bu mu diye düşünüp duruyoruz.
* * *
Türk Dil Kurumu’nun tarifine göre ‘çılgın’ iki manaya geliyor. İlki ‘Aşırı davranışlarda bulunan, deli, mecnun’. İkincisi ise ‘çok büyük, aşırı, olağanüstü’. Tayyip Erdoğan’ın, artık hangi vurguyu tercih edecekse, çılgın bilmecesine hummalı bir biçimde cevap bulmaya çalışırken elimizde bu kadar fazla seçenek olması biraz tuhaf değil mi peki? Ortalıkta aynı anda bu kadar çılgınlık gezinebilir mi?

Miniatürk’ün büyüğü: Maksitürk
En taze ve en güçlü aday 82. il projesi. İstanbul’un göğsünden bir ‘Alien’ olarak fırlayacak Medeniyetler Şehri… Cumhuriyet’in 100’üncü seneyi devriyesine yetiştirilmek istenen bu kentin ‘Müslüman ve Müslüman olmayan’ kültürlerden izler taşıyacağı yönünde şahane açıklayıcı bir bilgi var elimizde. Eyfel Kulesi’ni, Zafer Takı’nı duyunca benim bundan anladığım Miniatürk’ün büyüğü; dünyadan seçme soslar katılmış Maksitürk bir nevi…
Ocak ayında dile düşen Michigan Üniversitesi’nin İstanbul Konut A.Ş.’ye hazırladığı ‘Yeni İstanbul’ projesi var sonra. Burada İstanbul’un merkezini Karadeniz kıyılarına taşıyoruz. Galiba eskisinden ümidi kestiğimiz için, bu yeni merkez depreme ve cümle felaketlere karşı korunaklı olarak inşa edilecekmiş. Park falan da var, burun kıvırmayın.

Anadolu’yu yarma projesi
Bir ara da sözü edilenin İstanbul hudutlarını aşan bir çılgınlık olduğu konuşuluyordu. Akdeniz’den Karadeniz sahillerine kadar Anadolu’yu bildiğiniz yaracaktık. Anadolu’nun bel nahiyesinden geçen bir su yolu… ‘Çok büyük, aşırı, olağanüstü’ diye buna derim.
Kanal açarak Haliç’le İstanbul Boğazı’nı birleştirme hayali de benzer bir mantığın mahsulü…
Hafızamıza yer etmiş çılgınlıkları biraz daha yoklayalım. Levent, Şanzelize olacaktı hani? Lale şeklindeki adacıkları unutmayalım. Boğaz Köprüsü’nün iplerine paralel teleferik hattı kurulacaktı… Aaa, bir de iki köprüyü birleştiren bir Uygarlık Köprüsü lafı dolanıyordu. Bir ömre kaç duba projesi sığar? Boğazı birleştirecek turistik, rantsal yahut depremden korunma maksatlı birkaç versiyonunu duyduk.

Pelüş hayvan ormanı
Bir vakit Haydarpaşa’nın önündeki mendireğe dev bir Fatih Sultan Mehmet heykeli konuşulmamış mıydı? Sonra sayesinde bütün dünyanın bizden söz edeceği Hayırsızada’ya 110 metrelik semazen heykeli ne oldu?
Bu arada 50 metrelik semazen heykeli vaadiyle 2004 seçimlerine giren, sonra da bu konuyu pek açmayan Melih Gökçek’in çılgın planlarını kolektif bilinçaltımızdan atabilir miyiz sanki? Şahsen ‘dünyadaki bütün hayvanların kumaştan ya da peluştan yapılmış birer maketinin bulunduğu 30 bin metrekarelik kapalı orman alanı’ ile şehrin bütün antenlerini bir araya toplayan anten bölgesi projelerini unatamam.
* * *
Galiba bu gizli bir belediyecilik numarası, hükümetlerin halk üzerinde incelikli bir ruhsal operasyonu… O kadar absürt projeler ortaya atılıyor, bunların konuşulmasına müsaade ediliyor ki, insanların ‘çılgın’ eşiği yükseliyor. Bütün bunların konuşulduğu yerde üçüncü köprünün ‘çılgınlığını’ anlatamıyorsunuz. Söylendiği gibi trafik derdine derman olmayacağını, şehir ve insanlık açısından zararın kârdan daha fazla tutacağına ikna edemiyorsunuz.
Birilerinin bir zamanlar Haydarpaşa’nın yerine yedi gökdelen düşünebilmiş olması bütün bunların yanında fantastik kaçmıyor. Deprem hazırlıkları nasıl da tali mesele… Tartışma sınırlarını genişletip fay hattına nükleer santral yapmanın çılgınlığına kadar gider bu iş.
Sanki başka tür bir psikolojik harp oyunu. Bu kadar fazla çılgınlıktan konuşmak, hakiki çılgınlıkları normalleştiriyor.

 

21 Mart

21 Mart’ta gece de gündüz de 12 saat. Gece ile gündüz eşit…

21 Mart aynı zamanda birçok doğu toplumunun kutladığı bir gün. O gün kışın getirdiği soğuk son bulur. Doğaya bahar gelir. Müjdedir bu tüm canlılar için.  Ağaçlar yeşerir, dağlar kırlar çiçeklenir.

365 gün içinde sadece 2 günde, gece ile gündüz eşit. Biri diğerinden uzun değil.  Biri yukarıda belirttiğim gibi 21 Mart diğeri ise 23 Eylül.

21 Mart, Newroz bayramı. Yeni gün demek, yeni bir bahar demek Newroz.

Yeni bir sayfa açmak demek…

İki gün önce memleketimde 1,5 milyon kişi yürümüş. Yeni günü kutlamak için, baharı kutlamak için.

Newroz, umudu da teslim ediyor.  Ülkemizde Barış’a dair eşitliğe dair, yeni bir sayfa açmak için.

Yeni bir sayfa açmaya, sadece Kürtlerin değil hepimizin ihtiyacı var. Artık cümle sonundaki ünlemleri soru işaretlerine çevirmeye, savaşın bize neler kaybettirdiğini sorgulamaya hepimizin ihtiyacı var.

Ayrımcılık bir virüs gibi sarmış Anadolu’nun dört bir yanını… Şiddetsizliğin İMKÂNSIZ ile yan yana kullanıldığı bir coğrafyaya dönmüşüz.

Bu virüs kanser gibi yayılmış her tarafımıza… Sarmadığı, bulaşmadığı yerimiz yok belki de. Eşitlik talebi vatan hainliği olarak etiketlenmiş.

Yine de yeni gün yeni umutlar demek… 21 Mart eşitlik demek… Newroz eşitlik demek, barış demek, yeni bir sayfa demek. umut demek Newroz…

İşte bu yüzden, Diyarbakır’da, Kazlıçeşme’de, Batman’da ve Anadolu’nun farklı yerlerinde milyonlar,  barış umuduyla,  kutladılar baharı.

Benim de umudum var.  Dört bir yanımızı saran virüsten, kanserden kurtulabiliriz. Yeter ki elimizi çabuk tutalım. Yeter ki virüs vicdanımıza da bulaşmasın.

 

*Yüksek teknoloji nükleer santral kazalarını önler mi?

Atom bombalarını nükleer santral denilen evlerde ısınmak için kullanılan sobalara benzeyen çelik ve beton duvarların içinde patlatıp, oluşan enerjiyi buhar ve suyla elektrik üreten tribünlere taşımaktan ibaret olan sürecin neresi karmaşık ya da yüksek teknoloji olabilir ki?

Modern dünyada yaratılan bilim ve teknoloji hayranlığının otoriter rejimlerin payandası haline gelişini hiç şaşırmadan izliyoruz. Karmaşık bilimsel bilgiler ve yüksek teknoloji cilalı pazarlama teknikleri nedense halktan gerçekleri gizlemek için en çok başvurulan araçlar haline geldi. Nükleer enerji söz konusu olunca da aynı tezgâh işliyor ve biz nedense gene hiç şaşırmıyoruz. Nükleer enerji üretimi söyle karmaşık bir süreçmiş, aman ne kadar yüksek bir teknoloji gerekli imiş, herkes bu işten anlamazmış, illaki uzmanlara danışmak gerekliymiş, miş de miş.
Oysa nükleer enerji konusu hiç de karmaşık bir iş değil. İkinci dünya savaşında ABD tarafından Japonya’ya atılan atom bombalarını nükleer santral denilen evlerde ısınmak için kullanılan sobalara benzeyen çelik ve beton duvarların içinde patlatıp, oluşan enerjiyi buhar ve suyla elektrik üreten tribünlere taşımaktan ibaret olan sürecin neresi karmaşık ya da yüksek teknoloji olabilir ki?
İçinde atom bombaları patlayan çelik-beton sobaların güvenli olup olmadığını anlamak da hiç de zor olmasa gerek… Ayrıca herkes biliyor ki çelik- beton duvarlar atom bombalarını durdurmaya yetmediğinden dereler, ırmaklar kadar çok miktarda suyla sürekli soğutulmaları gerekiyor. Üstelik de bu soğutma işleminde saniyeler çok önemli, bir kaç dakika gecikilirse atom bombasının yarattığı enerjiyi hiçbir şekilde kontrol etmek mümkün olmuyor. Kazalar da genellikle bu noktalarda ortaya çıkıyor.
Nükleer kazaların hesaplanamayacak kadar yüksek ekonomik ve ekolojik maliyetlerini bir kenara koyarsak, nükleer santrallerde yaşanan kazaların en temel problemi öngörülemiyor oluşudur. Bu nedenle de şu teknolojiyi kullanırız, bu teknolojiyi kullanırız, şöyle tedbir alırız, aman biz çok dikkatliyiz teranelerinin hiçbir işe yaramadığı baştan belirtmekte yarar var. Yeni nesil nükleer santrallerde elektronik bilgisayar sistemlerinin kullanıldığını bunun da kazaları önleyeceğini iddia eden uzmanlara bir de sorumuz var. Aslında öngörülemeyen kazalarda hangi kontrol sistemi kullandığınızın bir önemi yok. Ama gene de soralım. Acaba bu çok kıymetli elektronik bilgisayar sistemleri trafik kazalarının önlenmesi için otomobillerde ne kadar etkili oldu ki nükleer santrallerde işe yarasın?

Utanç anıtı

1979 yılında ABD Pennsylvania eyaletindeki Three Mile Island’da önemli bir nükleer kaza oldu. Nükleer kazaların önemsizi olmaz ama bu kaza nükleer santrallerin öngörülemeyen kazalardan muaf olmadığını gösteriyordu. Bu nedenle de nükleer enerji efsanesi için sonun başlangıcı oldu. Binlerce çeşit kaza ihtimaline karşı planlar, hazırlıklar yapılan santrallerde hesaplanması mümkün olmayan yine binlerce kaza biçimi olduğunu gösteren bu kazanın gerçekleşme biçimi hakikaten akıllara durgunluk vericiydi. Başlangıçta elektrik ve su taşıyan sistemlerdeki küçük aksaklıklar nedeniyle ısınan santrale su pompalama ihtiyacı doğar. Nükleer santrallerdeki ısınmayı kontrol etmek için su kullanıldığını biliyorsunuz. Bu suyu sağlayan pompalardan en az üç tane oluyor ki birinde kaza olunca bir diğeri devreye girsin diye. Oysa bu santralde ardı ardına devreye sokulan her üç pompada devreye girmedi. Bu öngörülemeyen kazanın sebebi ise çok basitti. Santralin temizlik ve bakım görevlileri 42 saat önce yaptıkları bakım ve kontroller sırasında her üç su pompasını da kapatıp açmayı da unuturlar. İhtiyaç ortaya çıkınca da kontrol merkezinde pompaların kapalı olduğu tespit edilip, tekrar devreye sokuluncaya kadar geçen sekiz dakika içinde santral patlar ve nükleer sızıntı başlar. Three Mile Island kazasında olduğu gibi Çernobil’deki kazanın da öngörülmesi mümkün değildi. Çernobil’deki santralde de eğer bir kaza oluşursa nasıl müdahale ederiz tatbikatı sırasında su pompalarının arızalanması nedeniyle kaza geri döndürülemez noktaya geldi. Kazanın ekonomik maliyeti yüzlerce milyar dolar ki, bu maliyetin altından kalkabilecek ABD ve o zamanki Sovyetler Birliği dışında herhangi bir ekonomi olmadığını yaşamı sadece paragözlüklerinden görenlere anımsatmak isterim. Kaldı ki Çernobil kazasının ekolojik maliyetinin hesaplanamayacak kadar yüksek olduğunu hepimiz öğrendik. Nükleer maceracılarının utanç anıtı olarak yüzlerce yıl gezegeni kirletmeye devam edeceğini de kolay unutmayı sevenler dışında herkes gayet açık olarak biliyor ve anımsıyor.
Fukuşima santralinde de olan kazanın temel karakteri yine önceden hesaplanamayan deprem ve tsunami nedeniyle ortaya çıkmış olmasıdır. Ayrıca Fukişima’daki kaza tarihin en korkunç nükleer kazası olmaya da aday gözüküyor. Çünkü nükleer santrallerde kullanılan uranyumdan tasarruf etmek için kullanılan yeni bir yakıt olan plütonyum ve uranyum-oksid karışımı MOX maddesi bu santralde denenmekteymiş. Bunun anlamı da çevreye normal bir reaktörde kullanılan iyod ve uranyum izotoplarının dışında çok daha tehlikeli olan plutonyum 239 izotoplarının da yayılmasıdır. Plutonyumun yarılanma süresi 24 bin yıl. Dolayısıyla bu felaketi bilinen derecelendirme yöntemleri ile açıklamak hakikaten mümkün gözükmüyor.

Bir seferlik felaket

Ülkemizi korkunç bir nükleer maceraya sürüklemekte olan AKP hükümeti enerji bakanı ve başbakan suçlu yakalanan çocuklar gibi akıl dışı cahilce yalanlarla halkı ve kendilerini kandırmak yerine, derhal nükleer santral projelerini iptal etmelidirler. Bu güne kadar yaşanan kazalardan özellikle de Fukuşima’dakinden öğrendiğimize göre nükleer santral kazalarının, teknolojinin yüksek ya da düşük oluşuyla hiçbir ilişkisi yok. Kazaları asıl korkunç yapan şey öngörülemez oluşlarıdır. Ayrıca özellikle ekonomist olan sayın başbabakan’a anımsatmak isterim ki Fukuşima ya da Çernobil kazalarından herhangi birisinin ülkemizde olması demek tüm ülke ekonomisinin iflas etmesi anlamına gelir ki bu yükün altıdan hiç kimse kalkamaz. Ayrıca da nükleer kaza riskleri ile bildiğiniz diğer kaza çeşitleri ile yatırım risklerini karıştırıp daha fazla komik olmayın.
AKP hükümetinin nükleer santral yapma konusundaki ısrarı en hafif tanımıyla ülkeyi sonu belirsiz bir maceraya sürüklemektir. Fukuşima’dan sonra gezegen üzerindeki hiçbir demokratik rejimde yeni santral yapmanın mümkün olmadığını hala anlamamış olanlar kendi kaderlerini nükleer enerliye bağlayıp intihar ettiklerini anladıklarını çok geç kalınmış olacaktır. Nükleer santral kazaları ne depreme ne tsunamiye benzer onlarda bir seferlik felaket olur. Nükleer santral kazalarının ardından hem gezegen hem de onun yüzeyinde yaşayanlar onlarca bazen yüzlerce yıl hastalanıp ölmeye devam ederler. Bu kadar büyük bir riski hangi toplum kabul eder ki?

Dr.Savaş ÇÖMLEK
Yeşiller Partisi-İstanbul

*2o-03-2011 Radikal iki gazetesinde yayınlanmıştır

Erdoğan: “NATO’ya şartlı evet!”

Suidi Arabistan’da konuşan Başbakan, Libya’da NATO’ya ‘evet’ şartlarını açıkladı: “Ülkenin Libyalılara ait olduğunu tescil için oraya girilmelidir, yer altı kaynaklarının birilerine dağıtımı için değil. Operasyon işgale dönüşmesin.” Bu açıklama ile Türkiye, Kaddafi’nin devrilmesine destek vereceğini, fakat sonrası için Libya’nın kaynaklarının bu operasyondan hareketle dağıtılmasına karşı olduğunu belirtmiş oldu.

Suudi Arabistan’da fahri doktora unvanı alan Başbakan Tayyip Erdoğan’ın NATO ve Libya’ya yönelik açıklamalar yaptı.

Erdoğan, “Ne yazık ki bize verilen sözler tutulmadı. Önce kardeş katliamı ardından da uluslararası operasyon geldi.

Operasyonun mümkün olduğu en kısa sürede sonuçlanmasını istiyoruz.

Libya halkının kendi geleceğini belirlemesi bizim en büyük arzumuzdur.

Şu anda NATO’nun devreye girmesi söz konusu. NATO için bizim bazı şartlarımız var:

NATO Libya’nın Libyalılara ait olduğunu tespit ve tescil için oraya girmelidir. Yer altı kaynaklarının, zenginliklerinin birilerine dağıtımı için değil.

Libyalı kardeşlerimiz güçlü, istikrarlı ve huzurlu bir geleceği inşa etmek için her türlü imkana sahipler. Libya halkına bu fırsat tanınmalı, operasyon işgale dönüşmeden Libyalıların kendi kararlarını vermeleri için fırsat tanınmalıdır.” (Ntv, Yeşil Gazete)

Genç-Sen 4. Olağan Kongresini yaptı

Öğrenci Gençlik Sendikası Genç-Sen’in 4. Olağan Kongresi dün Ankara’da yapıldı. 900’e yakın delegenin katıldığı kongrede, gençler yaptıkları konuşmalar ve sundukları önergelerle Genç-Sen’in önümüzdeki dönem yeni mücadele hattını çizmeye çalıştı.

“Asla Yalnız Yürümeyeceksin” sloganıyla yola çıkan Genç-Sen 4. Olağan Genel Kurulu, dün Ankara Tuzluçayır’da gerçekleştirildi. Ülkenin dört bir yanından gelen gençler, sendikanın geçmişine, pratiklerine ilişkin değerlendirmelerde bulundu.

Saygı duruşuyla başlayan kongrenin açılış konuşmasını Genç-Sen eski MYK üyesi Aziz güler yaptı. Aziz Güler bir dönemi değerlendirdiği konuşmasında Genç-Sen’in izlediği politik hattının direnen TEKEL, TARİŞ, Tuzla tersane işçilerinin, devletin katlettiği Şerzan Kurt’un yanında olduğunu gösterdiğini söyledi.

Yeni dönem MYK üyelerine başarılar dileyen Güler’in konuşmasının ardından eski MYK üyesi olan Emre Öztürk de bir dönemin değerlendirmesini yaptı. Öztürk, temel başlıklar şeklinde geleceksizliği, YÖK düzenini, paralı eğitim uygulamalarını, öğrencinin temel taleplerini (ulaşım, barınma, nitelikli eğitim) önüne koyduklarını ve bu başlıklarda çalışma yürüttüklerini ifade etti.

BDP İstanbul Milletvekili Ufuk Uras ve DİSK Eski Genel Başkanı Süleyman Çelebi’nin birer mesaj gönderdiği kongrede Genç-Sen kurucu üyesi Kıvanç Eliaçık’ta DİSK Genel Merkezi adına bir konuşma yaptı.

Açılış konuşmalarının ardından Genç-Sen’in Çalışma Raporu’na dair Genç-Sen üyeleri kürsüde görüşlerini ifade ettiler. Genç-Sen’in tüzüğünde önerilen değişiklikler de görüşüldü.

Tüzükte ilk değişiklik olarak MYK üyelerinin seçimine dair “Nisbi Seçim Sistemi” önergesi sunuldu. Önerge oy çokluğuyla kabul edildi. Bir başka tüzük değişimi de, MYK’da düşen üyenin yerine seçilecek adaylık durumu. Buna göre, seçimlerde en çok oyu alan 14. üye, kadın kotası gözetilerek düşen MYK üyesi yerine getirilir ve bu şekilde aşağıya doğru devam edilir. Tüzükte, Genç-Sen yönetici organlarında ancak 2 dönem yer alma maddesi de oylanarak, bir üyenin aynı anda iki yönetici organda olma koşulu da engellendi.

Tüzükte ikinci değişiklik önergesini eski MYK üyelerinden Ali Tektaş sundu. Tektaş’ın sunduğu önergede, neoliberal politikalar her ne kadar öteden beri üniversitelerde uygulana gelse de AKP hükümeti döneminde bu saldırganlığın çok daha üst boyutlara ulaştığı kaydedilerek, üniversiteler üzerinde yapılmak istenen yeni düzenlemelere dikkat çekildi. Üniversite sermaye işbirliği söyleminin gitgide arttığı ve üniversitelerin tamamıyla birer işletmeye ve ticarethaneye çevrilmek istendiği vurgulanan önergede, tam da bu nedenle Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Genç-Sen’i hedef alan açıklamaları hatırlatıldı.

Önergede ayrıca, öğrencilerin öz örgütlülüğü olma iddiasındaki sendikanın ittifak politikasının da gözden geçirilmesi ve sendikanın kendini daha görünür kılabilecek araçları da devreye sokarak bağımsız hattından sürece yüklenerek hak kazanımları elde etmesinin öneminin altı çizildi ve gençlik hareketinin somut kazanımlara ihtiyacı olduğu vurgulandı.

Önergede belirtilen bir sonraki kongre tarihinin 10 Aralık’ta olması oy çokluğuyla kabul edildi.

Tüzük değişikliklerinden sonra MYK adayları kürsüye çıkarak kendilerini tek tek tanıttılar. Bundan sonra önergeler sunulup oylandı.

Ayrıca kongrede Homofobiye karşı mücadele konusunda da sunulan bir önerge kabul edildi.

Önergelerin sunumunun ardından MYK üyelerinin seçimi yapıldı. MYK üyeleri şu isimlerden oluşuyor: Barış Çırpan, Deniz Doğruer, Uğurcan Bayer, Ulaş Taştekin, Yiğithan Kabukçu, Juliana Gözel, Işıl Kurt, Seçkin Erdoğan, Aylin Mert, Cansu Akkılıç, Özbey Türk, İlkin Sarı, Gamze Çetiner.

Kürt PEN’in Türkiye’de şubesi açılıyor.

Dünya Yazarlar Birliği’ne (PEN) bağlı olarak Kürt PEN kuruluş çalışmalarını başlatılması için çok sayıda yazar ve şair Diyarbakır’da bir araya geldi. Kürt PEN’i destekleyenler arasında dünyaca ünlü yazar Yaşar Kemal de yer alıyor.

Türkiye PEN yönetiminin kurumsal desteği ile başladığı belirtilen sürece Uluslar arası Pen Merkezi’nin de onay verdiği belirtildi. PEN’in ilk genel kurulunda onaylanması beklenen Kürt PEN, Kürtçe’nin yaşadığı siyasal, toplumsal, ekonomik, kültürel zorlukların aşılması ile Kürt edebiyatının gelişmesini hedefliyor. Kürt PEN, Kürtçe’nin yanısıra Türkçe, Ermenice, Arapça ve Süryanice edebiyatatının gelişmesine de destek vereceği kaydedildi.

İspanya, İsviçre gibi ülkelerde de farklı şubeleri bulunan Dünya Yazarlar Birliği’ne (PEN) bağlı olacak Kürt PEN Girişim Komitesi’nde Türkiye PEN Diyarbakır temsilcisi Şeyhmus Diken, Kürt Yazarlar Derneği Başkanı Mehmet Deviren, Kürt Yazarlar Derneği yöneticisi Arjen Ari, yayıncı Lal Laleş ve Kawa Nemir yer alıyor. (Yeşil Gazete)

Doğa talanında “Büyük koalisyon!”

Aynı düşündükleri dahil her konuda birbirine giren AKP ve CHP, konu doğa talanı olduğunda uzlaşmışa benziyor. Bu sefer sadece kimlerin fail olarak, bu talandan kar çıkartacağı konusu tartışma yaratacak gibi. Fakat, ne büyük sermaye sahiplerinin, ne de üzerinde oturan halkın fail olacak olması talan gerçeğini değiştirmiyor. Radikal Gazetesi’nden Enis Tayman’ın haberi:

12 Haziran seçimleri öncesinde vaat yarışı kızıştı. Bedelli askerlik önerisiyle gündem yaratan CHP bu kez 2B arazilerine el attı. CHP Grup Başkanvekili Akif Hamzaçebi, “2B arazilerindeki mülkiyet sorununu çözeceğiz” dedi. Hamzaçebi’nin ağzından CHP’nin 2B önerisinin AKP’nin 2B tasarısından ‘eksiği’ yok, fazlası var.

CHP Grup Başkanvekili Akif Hamzaçebi, bir bölümü İstanbul’un orman arazisi vasfını kaybetmiş arazileri üzerinde kurulu Sancaktepe ilçesinde düzenlediği basın toplantısında 2B sorununa çözüm getireceklerini savundu.

“Şehirler, kasabalar oluşmuştur. Şehir yapıları olan mahalleler oluşmuştur. Caddeler, bulvarlar açılmıştır. Kamu binaları yapılmıştır. Vatandaşlar evler yapmıştır. Hâlâ bu sorunu yok gibi yaşamak, buraları orman olarak görmek son derece yanlıştır.”

“CHP olarak, 2B arazilerindeki mülkiyet sorununu çözeceğiz. Şehirleşmenin olduğu yerlerdeki arazileri emlak vergisi değeri üzerinden, sahibi olan vatandaşlara devredeceğiz. Orman köylülerinin yaşadığı yerlerde ise bu arazileri orman köylülerine bedelsiz olarak vereceğiz.”

“Şehirlerde yapıların olduğu 2B arazilerinde ecrimisil sorununu da çözeceğiz. Kadastronun yapıldığı ve hak sahibinin belirlendiği bu arazilerde geçmişe yönelik olarak ecrimisil alınması uygulamasına son vereceğiz.”

2B yasa tasarısı, ‘orman vasfını yitirmiş orman arazileri’nin işgalcilere satışını öngörüyor. Türkiye’de 473 bin 419 hektar 2B arazisi olduğu belirtiliyor. Uygulamadan yararlanacaklar arasında ilk sırayı 45 bin hektarla Antalya alıyor. Onu 39 bin hektarla Mersin izliyor. Ankara’da 31 bin, Muğla’da 29 bin, İstanbul’da 18 bin hektar arazi bu kapsamda.

‘CHP ile AKP aynı yolda ilerliyor’
Orman Mühendisleri Odası İstanbul Şube Başkanı Besim Sertok: CHP satır arasında ‘İşgal edebilirsiniz, size göz yumacağız’ demek istiyor. AKP de, CHP de popülist bir yaklaşımla mavi boncuk dağıtıyor. AKP 2B sorununu demokratik kitle örgütleriyle tartışmak yerine kendi başına kapalı devre çalışmayı tercih etti. Görünen o ki CHP de aynı yolda ilerliyor. Anayasada ve ilgili yasa maddelerinde ‘orman vasfını kaybetmiş arazi’ şeklinde bir tanım kaldığı sürece, geleceğe yönelik olarak ‘Ben ormanı işgal edersem bir gün buna sahip olurum’ düşüncesi kaim olacak. Önce bu ibare kaldırılmalı; daha sonra teknik ayrıntılar tartışılmalı.”

Sultanbeyli ile göz boyanıyor
İstanbul Şehir Plancıları Odası Başkanı Tayfun Kahraman: Sultanbeyli’den yola çıkmak, 2B’deki gerçekleri gözden kaçırmaktır. Sultanbeyli’yle 2B tartışmasına meşruiyet getirilmek isteniyor. Arada villalar veya halen ormana dönüştürülebilecek çok miktarda alan gözden kaçırılıyor.

AKP’nin 2B tasarısı uyutuluyor
AKP’nin 2B yasa tasarısı kamuoyunda heyecan yarattıktan sonra uyutuldu.
Bayındırlık, İmar, Ulaştırma ve Turizm Komisyonu Başkanı AKPli Nusret Bayraktar, “Bu hafta tekrar gündeme getirmeye çalışacağız. Ancak seçim dönemine girildiği için Genel Kurul’a indirmek olası görünmüyor” dedi. Bayraktar’ın verdiği bilgiye göre tasarı için tarım, konut, ticaret merkezleri, tapulu yerler ve kooperatif alanlarında 5 ayrı çalışma yürütüldü. Bu yerlerin hak sahiplerine ulaştırılması için ‘emlak beyan bedeli’ üzerinden yapılacak modelleme ağırlık kazandı. Bayraktar, “Bu yasa çerçevesinde illa bir para kazanma maksadı yok. Biz bir sorunun çözülmesini istiyoruz. Satışları yüzde 10 peşin ve 5 yıl taksitle yapmayı öngörüyoruz. Kaldı ki 2B geliriyle Orman Bakanlığı’na devredilecek alanlarda ağaçlandırmalar için yoğun para transferi olacak” dedi. CHP’nin AKP’yi 2B arazilerini peşkeş çekmekle suçladığını da hatırlatan Bayraktar, “Hamzaçebi’nin bu açıklamasını anlamak mümkün değil” diye ekledi.

Partilerin 2B’de satış koşulları
AKP: 5 ana başlıktaki yerlerde emlak vergisi bedeli üzerinden yüzde 10 peşin, 5 yıl taksitli satış.
CHP: Şehirleşmiş yerlerdeki 2B arazilerinin emlak vergisi beyanı üzerinden satışı. Orman köylüsüne ise bedelsiz devir.

Ödenecek parada da aynı yaklaşım
2B’lerin satışında esas alınacak bedel konusunda 2 farklı yaklaşım var. Rayiç bedel veya emlak vergisi beyan bedeli. Rayiç bedel, bir mülkün bugünkü piyasa koşullarındaki satış bedeli demek. Emlak vergisine esas değerler ise genellikle piyasa rayiçlerinin çok altında kalıyor. Hem AKP hem de CHP’nin emlak vergisi bedelini esas alması, ‘satış’tan devlet kasasına daha az para girmesi olarak yorumlanıyor.

‘Ormanı kim önce dağıtacak kavgası’
Şehir Plancıları Odası Genel Başkanı Necati Uyar: (Hamzaçebi’nin söylediklerinin) AKP’nin açıkladığından ve niyetinden farkı yok. Konu orman arazilerini kim önce dağıtacak tartışmasına doğru gidiyor… Keşke bu tartışmalar seçim öncesi yaşanmasa. AKP de, CHP de benzer vaatlerde bulunuyor. Ama sorun bu arazilerin kaç paraya verileceği değil.

Eğer 2B arazilerinin satışı gerçekleşirse Türkiye 150 yıl boyunca orman yangınlarından kaybettiği araziden daha fazlasını kaybedecek.
Yoksa ister rayiç bedel, ister emlak vergisi bedeli… Kaybedeceklerimizin yanında aradaki fark tartışmaya değer olmayacak.

(Yeşil Gazete, Radikal)

ÖDP Ahmet Şık’a adaylık teklif edecek

Özgürlük ve Dayanışma Partisi’nin (ÖDP), 12 Haziran seçimleri için Ahmet Şık, Mikail Kırbayır, Mustafa Adnan Akyol ve Selçuk Özbek gibi isimlere milletvekili adaylığı teklifi götüreceği öğrenildi.

ÖDP seçim kampanyasının startını haftasonu verdi. ÖDP Genel Başkanı Alper Taş, partinin bazı isimlere adaylık teklifi götürmeyi düşündüğünü açıkladı.

Taş, Ergenekon dalgası kapsamında tutuklanan gazeteci Ahmet Şık, 12 Eylül döneminin faili meçhullerinden Cemil Kırbayır’ın kardeşi Mikail Kırbayır, geçtiğimiz aylarda kötü koşullarda ücretlerini alamadan çalıştırılan ve bu nedenle 35 gün boyunca Avrupa’nın en yüksek gökdeleni önünde mücadele ederek haklarını kazanan Sapphire işçilerinden Mustafa Adnan Akyol ile 2009 yılında Türkiye’yi ziyaret eden IMF Başkanı Dominique Strauss-Kahn’a ayakkabı fırlatan genç gazeteci Selçuk Özbek’i partilerinde aday görmek istediklerini, bu isimlere adaylık teklifi götüreceklerini açıkladı.

Taş, ayrıca ÖDP’de kadın adayları, kadınların belirleyeceğini ifade etti. (Sol, Yeşil Gazete)

Djokovic tufanı devam ediyor

0

Sezonun formda ismi Novak Djokovic, Indian Wells Masters finalinde karşılaştığı Rafael Nadal’ı 4-6/6-3 ve 6-2’lik setlerle mağlup ederek bu yılki üçüncü şampiyonluğuna ulaşırken galibiyet serisini 20 maça çıkardı.

Yıla dünya üç numarası olarak girdikten sonra Avustralya Açık ve Dubai’de zafere ulaşan Sırp tenisçi, sezonun ilk Masters turnuvasında yarı finalde Roger Federer’i devirerek iki numaraya yükselmişti. Pazar günü dünya 1 numarası karşısına çıkan 23 yaşındaki sporcu ilk seti kaybettikten sonra, Nadal’ın da servis yüzdesinin düşmesini çok iyi değerlendirerek şampiyon oldu.

Maçtan sonra Sırp tenisçi rakibine “Sen dünyanın en iyi tenisçisisin” derken, Nadal her zamanki alçakgönüllülüğü ile böyle bir şeyin mümkün olmadığını belirtti. Bu sezon Hopman Kupası’nda üç maçta aldığı üç galibiyet hariç 18 maç oynayan Nole, bunların hiçbirini kaybetmezken, sadece beş set kaptırdı.