Ana Sayfa Blog Sayfa 5240

Kulaçlar Fransa’da atılacak

0

23 Mart’ta başlayacak olan Fransa Yüzme Şampiyonası’nda mücadele edecek Türk sporcular belli oldu.

Fransa’nın Strasbourg kentinde 23-27 Mart’ta düzenlenecek Fransa Yüzme Şampiyonası’nda yarışacak milli takım, Strasbourg’a 21 Mart’ta hareket edip, ayın 28’inde yurda dönecek. Kafilede şu sporcular bulunuyor.
Burcu Dolunay, Dilara Buse Günaydın, Nazlı Uzman, Güven Duvan, Ömer Aslanoğlu, Kemal Arda Gürdal(Galatasaray), Gizem Bozkurt, Melisa Akarsu, Ozan Kemer (Fenerbahçe), Yeşim Giresunlu (ENKA), Bertuğ Coşkun (ARKAS), Hazal Sarıkaya (FMV Işık), Esra Kübra Kaçmaz (Yıldızlar Kocaeli), Timur Dellaloğlu (Kastamonu Yüzme İhtisas).

Yeşiller, Saksonya Anhalt Eyaleti’nde 13 yıl sonra mecliste…

0

ALMANYA’da bu yıl yapılacak yedi eyalet seçiminin ikincisi olan doğudaki Saksonya Anhalt Eyaleti’nde, aşırı sağcı NPD partisi yüzde 5 barajının altında kalarak eyalet meclisine seçilemedi.

Seçime katılım oranı saat 16.00 itibariyle yüzde 40,2 olarak tespit edilirken, 5 yıl önceki seçimde ise aynı saatte seçmenlerin sadece yüzde 31,4’ü sandık başına gitmişti. Yaklaşık 2 milyon seçmenin kayıtlı olduğu eyalet genelinde 2.350 sandıkta verilen oylara ilişkin sayım işlemi devam ederken, kesin olmayan ilk resmi sonuçlara göre, Sosyal Demokrat Parti (SPD) ile büyük koalisyonu oluşturan Hıristiyan Demokrat Birliği Partisi (CDU), yüzde 33 oy (- 3,2) oranıyla seçimin galibi oldu.

YEŞİLLER’DE OY PATLADI
Sol Parti ise 0,6 oy kaybına rağmen aldığı yüzde 23,5 o oranı ile ikinci parti olurken, SPD 0,1 artışla oyların yüzde 21,5’i ile üçüncü parti oldu. 1998’den bu yana meclis dışında kalan Yeşiller ise oy oranını yüzde 3,4 artırarak yüzde 7’ye yükseltti ve böylelikle tekrar meclise girmeyi başardı. Beş yıl önceki seçimlerde oyların yüzde 6,7’sini alarak meclise giren Hür Demokrat Parti (FDP) ise, bu kez yüzde 3,5’lik oy oranıyla meclis dışında kaldı.

Kesin olmayan bu resmi sonuçlara göre, ibre yine CDU-SPD’den oluşan büyük koalisyonu gösteriyor. Zira Sol Parti ile SPD, koalisyonu oluşturmak için oy çoğunluğuna sahip olamadı.

İlk sonuçlara göre, meclisteki sandalye dağılımı da şöyle olacak:
CDU (38), Sol Parti (27), SPD (24), Yeşiller (8)

(Hürriyet Avrupa)

İstanbul’da yüzbinlerin Newroz coşkusu

İstanbul Kazlıceşme’de yapılan Newroz kutlamaları yüz binlerce kişinin katılımıyla gerçekleşti. Sabah saatlerinden itibaren BDP’lilerin yanı sıra pek çok sol ve sosyalist parti, sendika ve sivil toplum kuruluş temsilcilerinin yer aldığı kitle alanı doldurmaya başladı. Müzik esliğinde halayların çekildiği kutlamalarda sık sık Abdullah Öcalan lehinde sloganlar atıldı.

2011 Newroz'u kutlandı

Kutlamalarda BDP İstanbul Milletvekili Sebahat Tuncel, Ufuk Uras, BDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş birer konuşma yaptılar. Kürt sorununa demokratik çözümün vurgulandığı konuşmalarda yaklaşan seçimlerde demokrasi bloğuna olan ihtiyacın önemi dile getirildi. Halkın demokratik çözüm konusunda ki güçlü talebine hükümetin yanıt vermesi istendi. Alanda buluşanlar çeşitli noktalarda yaktıkları ateşlerle sanatçılar Cano, Suavi Seyda Perinçek’i dinledi.

Aşırı kalabalık sonucu kontrolü sağlamakta zorlanan tertip komitesinde görevli BDP’liler, kutlamaları erken bitirme kararı aldı. Saat 15.00’de sloganlar ve türküler esliğinde Es Başkan Selahattin Demirtas’la beraber Zeytinburnu’na doğru yürüyüşe gecen kitle daha sonra dağıldı.

Yeşiller Partisi üyelerinin de katıldığı kutlamalar olaysız sona erdi.

(Yeşil Gazete)

 

Bütün isimlerimizi geri istiyoruz

Türkiye’de son yıllarda önemli tartışmalar ve bunlara bağlı olarak çeşitli ölçeklerde değişimler yaşanıyor. Merkezi otorite tarafından onlarca yıldır baskı altında tutulan dillerde eğitim ve ifade hakkı bunlardan biri. Yerleşim yerlerinin yöresel isimlerinin kültüre geri kazandırılması da bu çerçevede ele alınıyor.

Türkiye’de isim değiştirme siyasetinin tarihçesi

Yerleşim birimlerinin isimlerinin Türkçe’leştirilmesi ilk olarak 1920’de gündeme geldi. 1922 yılında ilk adım olarak birçok ilçe, köy, kasaba, dağ, köy isimleri Türkçeleştirildi. 1925’teki Şeyh Said Ayaklanması’ndan sonra Doğu ve Güneydoğu’da yapılan isim değişikliklerinin ardından, 1934 – 36 yılları arasında da 834 köye Türkçe isimler verildi. 1938’teki Seyid Rıza Ayaklanması’yla birlikte isim değiştirme genelgelerle, valilik kararlarıyla devam etti. Kürtçe, Arapça, Ermenice, Lazca, Gürcüce, Çerkezce isimler genelgelerle ya da yerel yönetimlerin veya valiliklerin tasarrufu ile değiştirildi. 1940 yılında İçişleri Bakanlığı’nın 8589 sayılı genelgesi ile ad değiştirme işlemi resmileşti ve tek elden yapılmaya başlandı.

Ad Değiştirme İhtisas Komisyonu ve 1980 Darbesi sonrası

1957 yılı ise adeta bir dönüm noktası oldu. Bu tarihte, “Ad Değiştirme İhtisas Komisyonu” oluşturularak sistematik bir asimilasyon politikası hayata geçirildi. Genelkurmay Başkanlığı, İçişleri Bakanlığı, Savunma Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı, Ankara Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi ile Türk Dil Kurumu’nun temsilcilerinin bulunduğu bu komisyon eliyle, Türkiye’de yer alan pekçok yerleşim biriminin ve coğrafi yörenin adları değiştirildi. Yıllar içinde farklı iktidarlar geldi geçti ama bu kurulun faaliyetleri hiçbir aksamaya uğramadan 1978 yılına kadar devam etti . Bu tarihler arasında yaklaşık 28 bin isim değiştirildi. Bunların 12 bin 211’i köy ismi olurken, diğer kalanlar ise il, ilçe, nahiye, mezra, dağ, göl, nehir, ova ve dere isimleriydi.

Söz konusu komisyonun 1978’e kadar yürüttüğü bu asimilasyon faaliyeti, 12 Eylül 1980 askerî darbesinden sonra, askeri rejim tarafından daha da hızlandırılarak devam etti. 1981 – 83 yılları arasında özellikle Kürtler’in yaşadığı Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerine yönelik, o coğrafyanın tarihini ve kültürünü adeta tamamen ortadan kaldırmak amaçlı bir “isim operasyonu” gerçekleştirildi.

Cumhuriyet tarihi boyunca 12 bin 211’i köy ismi olmak üzere 28 bin yerleşim biriminin adı zorla değiştirilmiştir. Başka bir ifadeyle ülkemizdeki köylerin takriben yüzde 35’inin adları değiştirilmiştir. Bunlar yerleşik toplumun rızası olmadan, tamamen asimilasyon amaçlı yürürlüğe konan bir politikanın sonucudur. Bütün Kürtçe, Lazca, Gürcüce, Rumca, Ermenîce, Arapça, Çerkezce isimler silinmiş, hepsinin yerine Türkçe isimler verildi. Bu politika yoğun olarak Kürt nüfûsun yaşadığı Doğu ve Güneydoğu ile Laz ve Gürcü nüfûsun yaşadığı Karadeniz bölgelerinde uygulandı.

Bütün İsimlerimizi Geri İstiyoruz Girişimi

Girişim, hiçbir siyasî partiyle veya ideolojik dernek ve hareketle ilişkilendirilmek istemiyor. Bu mücadeleyi herhangi bir dünya görüşü, dîn, mezhep, ırk, kavim, ideoloji, devlet, parti, örgüt, cemaat adına yapmadığını ifade ediyor. Bunun siyasî ve ideolojik bir konu olarak değil, insani, insancıl bir konu olarak görülmesini istemiyor.

Bu ülkenin onurlu insanlarını, ister Türk, Kürt, Laz, Çerkes, Ermenî, Arap veya Gürcü olsun, Alevî veya Sünnî olsun, bu ülkenin tüm yurttaşlarını, yaşadığımız coğrafyada egemen olan şoven siyasetin yüz yıla yakın bir zamandır yaşattığı bu utanca son vermek için sorumluluk almaya çağırıyor.

Bu çağrıya katılmak isteyenler http://www.ufkumuz.com/imza/index.php adresini ziyaret edebilirler. Yeşil Gazete olarak biz de, yerel ve doğrudan demokrasi mücadelesinin önemli bir yapıtaşı olarak gördüğümüz bu talep ile mücadele sürecine destek vermeye devam edeceğiz.

* Haberdeki bilgiler İbrahim Sediyani’nin Adını Arayan Coğrafya isimli kitabından derlenmiştir.

(Yeşil Gazete)

Yunanlılar Türkiye’nin nükleer ısrarını endişeyle izliyor

Atina, Yeşil Gazete – Yunanistan Cumhurbaşkanı Papulias, Cuma günü yaptığı açıklamada Türk hükümetini deprem riski taşıyan bir bölgeye nükleer reaktör inşa etme planlarını tekrar gözden geçirmeye çağırırken, burunlarının dibinde Japonya’dakine benzer bir felaketle karşılaşmamak için Brüksel’den de duruma derhal müdahale etmelerini talep etti.

Türkiye’nin deprem bölgesi olduğu ifade edilen bir yere nükleer reaktör inşa etme isteğini “anlaşılmaz” olarak niteleyen Yunanistan Cumhurbaşkanı, Erdoğan’ı biraz düşünmeye davet etti.

Yunanistan Cumhurbaşkanı Papulias

“Türk Nükleer Fizikçisi Akkuyu Tehikeli Diyor”

Yunanistan’ın çok satan gazetelerinden Elefteriopia’nın Pazar eki Epsilon ise “Türk Nükleer Fizikçisi Akkuyu Tehikeli Diyor” başlığıyla Tolga Yarman’ın görüşlerine yer vererek Türkiye’nin nükleer planlarını, ekonomisinin neredeyse tamamı turizme dayanan Yunanistan’ı büyük ölçüde etkileyecek bir sabotaj olarak değerlendirdi.  Yarman’ın “rekabetçi Türk turizmini baltalamak isteyen Yunanistan olsaydı, Akdeniz’in bu el değmemiş güzellikteki beldesine nükleer yapılmasını isterdi” sözlerine yer vererek nükleerle birlikte Türkiye turizmini bekleyen tehlikeye değindi.

Tolga Yarman’ın “Yarın bir gün Türkiye’nin reaktörü faaliyete girer de, Yunanistan ‘Türkiye’nin Akdeniz sahilleri radyasyonlu’ şeklinde bir iddia ileri sürerse Türkiye’nin aksini kanıtlama şanısı yok” dediğine yer veren gazete ayrıca, Profesör Yarman’nın  1975’te Akkuyu’nun nükleer santral yapımına uygun yer olarak seçen komitede yer aldığına dikkat çekerek, “Akkuyu 35 yıl önce uygun bir aday olarak belirlendiğinde 25 km uzaklığında yer alan fay hattının varlığı bilinmiyordu. Fay hattı 1990 da bulundu” dediğini vurguladı.

Prof. Tolga Yarman

Yazıda, Akkuyu’nun seçilmesinde dönemin jeopolitik durumlarının öncelik oluşturduğuna değinen Yarman, aslında o zamanlar Trakya ve Karadeniz’in daha uygun olduğunu düşündüklerini ancak Bulgaristan ve Yunanistan’la ilişkilerin iyi olmadığı ve herhangi bir sabotaj olasılığından çekinildiği için Akdeniz’de karar kılmak zorunda olduklarını belirtti. Ancak, Yarman’a göre  deprem bölgesi olmasının yanında, kurulacak reaktörün deniz suyu kullanılarak soğutulmasının gerekmesi ve Akdeniz’in sularının sıcak olmasının bir soğutma problemi teşkil etmesi Akkuyu’nun yine santral için uygun  yer olmadığını gösteriyor.

Yeşiller’den protesto

Cuma günü akşam saatlerinde de Yunanistan Yeşiller Partisi hem Atina Akademisi, Enerji Komitesinin daha önce ifade ettiği “Amerika’da ve Japonya’da deprem bölgelerinde olan pek çok nükleer santral bulunuyor fakat herhangi bir problemle karşılaşılmıyor” sözlerine hem de Türkiye’nin nükleer inadına tepkisini ortaya koymak üzere bir araya geldi.  Atina Akademisi önünde yapılan basın açıklamasında Japonya’daki felaketin ardından Rusya’yla yaptığı nükleer anlaşmasını gözden geçirmemekte ısrarcı olan Türkiye’yi “dik kafalı” olarak nitelendi. Türkiye Yeşiller Partisi, Kıbrıslıtürklerin Yeni Kıbrıs Partisi, ve Kıbrıs Yeşiller Hareketi’nin de destek verdiği açıklamada, Türkiyeli, Yunanistanlı ve Kıbrıslı ekolojistler, çevreciler ve yeşiller Türkiye’nin ekolojik yıkım planına karşı bir birlikte mücadele etmeye çağırıldı.

Haber: Dilek Özkan – Yeşil Gazete, Atina

Nükleer santrallere dair gerçeği söylemek… – Fikret Başkaya

Japonya’da deprem ve tusinaminin tetiklediği nükleer kaza, nükleer enerji sorununu tartışma gündemine getirse de, tartışmanın uygun bir zeminde yürütüldüğünü söylemek mümkün değil. Elbette böyle bir durumun altmışaltı yıldır Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombasının feci sonuçlarını hâlâ yaşamaya devam eden Japonya’da ortaya çıkması da üzerinde düşünmeyi gerektiriyor. Atom bombasından muzdarip Japonya, atom santrallerine mecbur muydu? Başka seçenek yok muydu? Deprem ve tusinami felâketti ama nükleer reaktörlerdeki patlama felâket değil, bir insan hatasıydı ve asıl hata da nükleer santrallerin kurulmasıydı… Her zaman olduğu gibi yetkililer ve medya durumun vahametini gizlemek için ne gerekiyorsa yaptılar, yapıyorlar. Her zaman olduğu gibi gerçek, Japon halkından ve dünya kamuoyundan saklandı. Aksi halde dünya borsalarında büyük bir panik yaşanabilir, ‘ileri teknoloji saplantısı’ dolayısıyla kapitalizm tartışma gündemine gelebilir, küresel oligarşinin durumunu sarsacak ‘sevimsiz bir durum’ ortaya çıkabilirdi… Dünya Sağlık Örgütü’ de [WHO], misyonuna uygun davrandı, gerçeği söylemek yerine ‘rahatlatıcı’ açıklamalar yapmayı tercih etti: “ Eldeki veriler göz önüne alındığında, Japonya’da radyoaktivite düzeyinin kamu sağlığı için önemli bir risk oluşturmadığını” söyledi. Daha geçen yıl aynı Dünya Sağlık Örgütü ‘Domuz Gribi’nin [Influenza- H1,N1] insanlık için büyük bir felâket olduğunu ilân etmemiş miydi? Elbette ilân ederdi çünkü çokuluslu ilaç firmalarının çıkarı öyle bir açıklamayı gerektiriyordu…

Japonya’daki nükleer kazanın tam da Türkiye’de Akkuyu ve Sinop’a nükleer santral kurulması için son hazırlıkların yapıldığı günlere rastlaması da tuhaf ama yine de iyi bir tesadüf olabilirdi. Lâkin durumun pek de öyle olmadığı anlaşılıyor. Hükümet cephesi nükleer santrallerin gerekliliği ve yararı konusunda kendinden son derecede emin ve kararlı. Japonya’da, Rusya’da, ABD’de ve başka yerlerde ortaya çıkan ve sayıları yüzlerle ifade edilen ‘kazaların’ ilerleme, kalkınma, ‘muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkmak için” ödenmesi gereken bedel olduğunu” söylüyorlar. Muhalefet cephesinin [CHP] de ilke olarak nükleer santrallere bir itirazı yok. Kim bilir, her halde nükleer santrallileri ‘ilericiliğin’, ‘çağdaşlığın’ sembolü olarak görüyorlardır. Kılıçtaroğlu’nun itirazı usul hatası yapıldığına ilişkin. Reaktör kurma işinin ihale açılmadan Ruslara verilmesinden rahatsız… Uzmanlar cephesine gelince, konunun uzmanlarını üçe ayırmak mümkündür: Zihinleri ileri teknoloji fetişizmi ve saplantısı tarafından kolinize edilmiş, teknik bilimin her sorunun üstesinden geleceğine inancı tam olan ‘samimi bilim ve teknik severler’, bunlar samimiyetle nükleer santrallerin gerekli, yararlı ve hayırlı olduğuna inanıyorlar; İkinci gruba dahil olanlar hem ileri teknoloji hayranı olup hem de nükleer lobilerlerden nemâlanan profesörler, doçentler, uzmanlar; Üçüncü bir grup da [ki küçük bir azınlıktır] nükleer santrallerin kurulmasına ilke düzeyinde karşı çıkıyorlar. Üçüncü grubun sesini duyurması çok zor. Zira, nükleer santrallilerin ileri teknolojinin [ high–tech diyorlar] timsâli sayıldığı koşullarda, nükleere karşı çıkmak öncelikle gericilikle, teknoloji ve bilim düşmanlığıyla suçlanmayı göze almayı gerektiriyor. Dahası, nükleerin gerisinde oligarşik çıkarlar söz konusu… Üçüncü gruba dahil olanların sesini duyurması zor ama faturanın öncelikle kendilerine çıkması kesin olan yöre halkı ve bir bütün olarak halk çoğunluğu pekâlâ sesini duyurabilir ve duyurmalıdır. Zira sorun uzmanlara, oligarşik çıkarların bir parçası ve aracı durumundaki politikacılara bırakılmayacak kadar önemlidir…

O halde sorun nedir, soru nasıl sorulmalı, nasıl ele alınmalı, velhasıl nasıl bir zemin üzerinde tartışılmalıdır? Başka türlü ifade edersek, nükleere dair gerçek nedir? Neden kirliliği, kirleticiliği, yaşamı yok etme istidadı ve potansiyeli, yıkıcılığı, yok ediciliği, mantıksızlığı, gereksizliği tartışmasız bir kesinlik olan nükleer santraller enerji sorununu çözmenin ‘vazgeçilmez’ aracı olarak sunulabiliyor? Geçtiğimiz yüzyılda ‘ilerleme’, ‘modernleşme’, ‘kalkınma’ adına ölenlerin sayısının, tüm yıkıcı savaşlarda, katliamlarda, jenositlerde ölenlerden daha çok olduğu biliniyor mu? Ne kadar biliniyor ve neden sorun edilmiyor? Eğer nükleer enerjiyi gerektiği gibi tartışıp/anlamak gibi samimi bir niyet taşıyorsanız, önce şu teknoloji meselesine dair bilinç açıklığına ulaşmanız, kapitalizm koşullarında üretilen ‘ileri teknoloji’ hârikalarının neden, ne amaçla, nasıl üretilip, dayatıldığını, öncelikle neyin hizmetinde olduğuna dair bilinç açıklığına ulaşmanız gerekecektir. Kapitalizm koşullarında üretilen teknoloji, insanlar daha kolay üretsinler, rahat etsinler, rahat yaşasınlar diye peydahlanmıyor. Kapitalistler daha çok kâr etsinler diye devreye sokuluyor. Eğer öyleyse ve asıl amaç kapitalistin kârını büyütmekse, başkaca hiç bir kaygı söz konusu değilse, her türlü etik kaygıya yabancılaşmış bir kör gidiş söz konusuysa, oradaki ileri teknolojinin geniş emekçi kitlelerin çıkarlarıyla uyuşması mümkün müdür? Yegane amacı kâr ve her seferinde daha çok kâr olan kapitalist üretimin, doğanın kendini yenilemesi gereğiyle uyumlu olması, doğal çevreye zarar vermeden yol alması mümkün müdür? Kapitalizm ve ekoloji antinomik [zıt anlamlı] iki kavram değil midir? Eğer kapitalizmin insana, topluma ve doğaya zarar vermeden yol alması mümkün değilse, onun ürettiği teknolojinin yüceltilmesi ne anlama geliyor. Böyle bir dünyada teknolojinin ‘tarafsızlığı’ söyleminin reel bir karşılığı olabilir mi?

Teknolojik ilerlemenin, her teknik buluşun ve teknolojinin her çeşidinin mutlaka insanlığın hayrına, toplum çoğunluğunun yararına olduğu düşüncesinden ve saplantısından da kurtulmak gerekiyor. Nitekim her tarihsel dönemde belirli bir enerji teknolojisi geçerli oluyor ama söz konusu teknolojinin toplumun tamamı için gerekli ve yararlı olduğunu söylemek mümkün değildir. Kapitalizm koşullarında geçerli enerji teknolojileri, toplum için ‘en uygun’ teknolojiler olmak yerine, egemen sınıfların çıkarıyla ‘ en uyumlu’ teknolojiler olduğunu söylemek mümkündür. Orta Çağda bile su değirmenlerini kontrol altına alan soylular, serflerin rüzgârdan yararlanmalarına ve yel değirmenleri kurmalarına şiddetle karşı çıkıyorlardı… Kullanılan enerjinin egemen olan sınıfların çıkarı açısından en avantajlı olma durumu da, ekseri tekli enerji politikasının geçerli olması yönünde bir eğilim ortaya çıkarıyor. Kömürün enerji kaynağı olarak kullanılmaya başlamasıyla, su ve rüzgardan yararlanma ortadan kalktı, petrol de nerdeyse kömürü unutturmak üzere… Velhasıl fosil yakıtlar [ kömür, petrol, doğal gaz] hakim enerji durumuna geldi. Nükleer enerjiye gelince, bu enerji türünün bırakın toplum çoğunluğunun ihtiyacına cevap veren bir enerji türü olmasını, acilen insanlığın gündeminden çıkarılması gerekiyor. Bizimki gibi, emperyalist dünya sisteminin çevresinde yer alan ülkelerde geçerli enerji politikaları, ülkenin imkân ve ihtiyaçlarından bağımsız olarak, kapitalist sömürü ve şartlandırmanın, bağımlılığının sonucu olan, dışarıdan ‘uyarılan’, dışarıyı taklit etmeye dayalı enerjilerdir. Türkiye’de zaman zaman daha çok gündeme gelmekle birlikte, yaklaşık yarım yüzyıldır nükleer [atom] santraller kurma niyeti gündemden düşmüyor… Oysa asgari mantık ve muhakeme yeteneğine sahip birini bu enerji türünün gerekliliğine ve yararlılığına inandırmak, iknâ etmek mümkün değildir…

Bir kere nükleer enerji santralleri kurmak demek, dışa bağımlılığın zirvesi demektir, her şey [en azından başlarda personel de dahil olmak üzere] dışardan gelecektir. Fakat nükleer enerjiye karşı olmak için dışa bağımlılık, pahalılık, turizme, sebze ve meyve üretimine, vb. vereceği muhtemel zararları, deprem riskini, vb. ileri sürmek sorunun en önemli yanı değildir. Eğer Akkuyu ve Sinop’a nükleer santral kurulursa, nasıl bir kabusun ortaya çıkacağını düşünmek bile ürperticidir… Bunun anlamı Karadeniz ve Doğu Akdeniz de canlı yaşamın yok edilmesi olabilir. Bunun için Three Miles Island [ABD], Çernobil [Rusya] ve Fukuşima [Japonya] türü büyük kazaların ortaya çıkması da gerekmiyor. Bizzat santralin kurulması ve çalışmaya başlamasıyla insan ve canlı sağlığı, çevre tahribatı bakımından da geri dönüşü olmayan bir yola girilmiş oluyor. Elbette kazalar da her an mümkün… Kazalar mümkün ama atom santrallerindeki kazalar, trafik kazalarına ‘Aygaz tüpü kazalarına’ pek benzemiyor… Zira sorun kaza ile bitmiyor. Asıl sorun kazadan sonra başlıyor zira, radyoaktivitenin binlerce, onbinlerce yıl süren olumsuz etkileri söz konusu… Nitekim plütonyum- 239 çekirdeğinin yarı ömrünün 20 bin yıl olduğu, karbon- 14 çekirdeğinin yarı-ömrünün de 5 bin yıl olduğu ileri sürülüyor… Yıllar önce Greenpeace, Çernobil çevresindeki 900 kilometrelik alanda 10 bin kanser vakası tahmin ediyordu… Türkiye’de özellikle Karadeniz sahil şeridi olmak üzere Çernobil’den kaynaklanan kanser vakaları hakkında ne biliyoruz? Neden bilmiyoruz? Gerçek neden toplumdan saklanıyor? Bu arada nükleer enerjinin sınırlı miktardaki doğal kaynağa dayalı bir enerji türü olduğunu da unutmamak gerekir… Nitekim, nükleer enerjinin hammaddesini oluşturan Uranyum ve Toryum dünyada bir kaç ülkede ve denizlerde sınırlı miktarda bulunuyor… Ne tarafından bakılırsa bakılsın, nükleer enerjinin savunulur bir yanı yoktur. Zaten nükleer enerji başlangıçta insânî kaygılarla da ortaya çıkmış değildi… Askerî amaçlar için, öldürmek ve yok etmek için gündeme gelmişti…

O halde sadede gelebiliriz… Nükleer muhipleri, nükleer santrallere ihtiyaç olduğunu çünkü Türkiye’nin enerji ihtiyacını fosil yakıt [petrol, doğal gaz, kömür] ve hidrolik santrallerle sağlanamayacağını ileri sürüyorlar. Birinci soru şu olabilir: Neden enerji ihtiyacı hızla artıyor? Enerji ihtiyacı hızla artıyor zira kapitalist üretim enerji yutucu tuhaf bir makine gibi işliyor. Sistem enerji ihtiyacını sürekli olarak artırıyor, artırmak zorunda. Kapitalizm [sermaye] sürekli büyümek zorunda, sermayenin her seferinde genişletilmiş ölçekte yeniden üretilme zorunluluğu var. Fakat kapitalizm koşullarında üretimle tüketim, üretimle ihtiyaçların karşılanması gereği arasındaki bağ kopmuş durumdadır. Üretimin ihtiyaçları karşılama gereğine yabancılaşması, tam bir israf tablosu ortaya çıkarıyor. Bir sürü gereksiz, yanlış ve kimi zaman da zararlı şey üretiliyor.1 Dolayısıyla kapitalizmden çıkılmadığı sürece, enerji de dahil her şeyin üretimi üssel bir şekilde artmak zorundadır. Oysa, doğanın kaynakları sınırlıdır. Eğer her üretim ve her tüketim doğadan bir şeyler alıp [eksiltip], doğaya bir şeyler atmaksa [kirletme], belirli bir eşik aşıldığında sürdürülemez bir durumunun ortaya çıkması kaçınılmazdır. Maalesef şimdilerde çoktan sürdürülemezlik sınırı aşılmış durumda ki, bu da artık insanlığın aklını başına alması, şu sınırsız üretim ve saçma tüketim sarmalından ve saplantısından çıkma zamanının geldiğini haber veriyor. Herkesin bir arabaya ihtiyacı olduğu için mi bunca araba üretiliyor? Bir arabanın üretilmesinin ve yürütülmesinin ne tür ekolojik, sosyal, insâni maliyeti olduğu biliniyor ve sorun ediliyor mu? 60 katlı gökdelenler inşa etmek, devasa alış-veriş merkezleri kurmak gerekli mi? 20 milyon nüfuslu bir kent demek, akıl almaz bir enerji israfı değil midir? Öyleyse sorun, nasıl bir enerji politikası gerekiyor sorusundan önce, nasıl bir toplumda yaşamak istiyoruz sorusunu sorup, gerektiği gibi tartışabilmekle ilgilidir… Hem içine sürüklendiğimiz anlamsız üretim/tüketim sarmalını sorun etmemek, hem de enerji sorununa çözüm arıyormuş gibi yapmak, sorunu yanlış bir zeminde ele almak, değilse savsaklamaktır. Bir büyük alış-veriş merkezi [mega-market kompleksi] bir günde kaç köyün ve kasabının bir yılda harcadığı kadar enerji harcıyor? Dişinizi elektrikli diş fırçasıyla fırçalamak, saçınızı elektrikli saç kurutma makinesiyle kurutmak, meyve sıkmak için elektrikli bir alet kullanmak neden gerekli olsun? Elektrik enerjisi kullanmadan kolaylıkla yapılabilen şeylerin bile elektrikli aletlerle yapılması ne menem bir aymazlıktır? Bu dünyada her şeyin bir bedeli, bir karşılığı vardır ve başka türlü olması da asla mümkün değildir… O halde yapılması gereken şey belli: Kapitalizmden çıkılacak ve egemen sınıfların, küresel oligarşinin ihtiyacı olan değil, toplumun gerçekten ihtiyacı olan şeylerin üretimini esas alan bir toplumsal düzen tercihi yapılacak. O zaman, nasıl daha çok enerji üretebiliriz sorusu değil de, en az enerji kullanarak, doğaya ve insana zarar vermeden nasıl üretebiliriz sorusu öncelikle sorulabilecektir…

Bu bağlamda bilinmesi gereken bir şey daha var: kalkınma diye bir şey yok… Kapitalizm geçerliyken ‘kalkınma’ olarak sunulan son tahlilde sermayenin büyümesidir ki, sermayenin büyümesinin orta ve uzun vadede kalkınma üretmesi asla mümkün değildir ama yıkım üretmesi kaçınılmazdır… Ne demek istediğimizi görmek için Marmara Denizine bakmak yeter… Bir doğa harikası olan bu güzelim deniz ‘kalkınma’, ‘büyüme’, ‘ilerleme’, ‘çağdaşlaşma’… adına tam bir lağım çukuruna dönüştürülmedi mi? Bu gün Marmara Denizinde kaç balık türü yaşıyor? Marmara denizinde biyolojik çeşitlilikten geriye ne kaldı? Onca öğünülen Milli Gelir Artışı [GSYH], hangi petro kimya fabrikasının ürettikleri bir bardak temiz suyun karşılığı olabilir? Türkiye ‘kalkındıkça’, ‘muasır medeniyeti yakalama yolunda ilerledikçe’, kapitalistleşip, ‘muasır medeniyet’ denilenin bir parçası haline geldikçe, neye benzediği ortada değil mi? Ve ortaya çıkan bu sefil durum rahatsız edici değil mi?

Velhasıl, enerji sorununu çözmenin yolu, geçerli paradigmanın dışına çıkmayı gerektiriyor. Geçerli sefil paradigmadan çıkıldığında, bu günkünden çok daha az enerji kullanarak, insana ve doğaya olabildiğince az zarar vererek, üretmek, tüketmek ve insânî bir sosyal-doğal ortamda insanca yaşamak mümkün hale gelecektir. O zaman su, rüzgar, termal, vb. yumuşak ve yenil elenebilir enerji kaynaklarına öncelik veren, çevre kirlenmesine, çevre tahribatına, atmosferin ısınmasına, iklim krizine, vb. neden olan fosil yakıtları olabildiğince az kullanmak da mümkün hale gelecektir. Ve tabii nükleer enerji türü aymazlıklar da asla gündeme gelmeyecektir… Sorun, sorunlar çözümsüz değil. Eğer, bu gün olup-bitenler birilerinin verdiği kararların, uyguladıkları politikaların sonuçları ise, başka insanlar da neden başka türlü yapma iradesini ortaya koymasınlar?

O halde neoliberalizm fanatiği AKP hükümetinin Akkuyu ve Sinop’a nükleer santral kurma girişiminin boşa çıkarılması aciliyet arzediyor. Başbakan ve bakanları ağızlarını her açtıklarında ‘demokrasiden’ bahsediyorlar… Demokrasi sevdalısı bu şahsiyetler acaba hiç zahmet edip Akkuyululara, Sinoplulara nükleer santral hakkında ne düşündüklerini sormuşlar mıdır? Öyle bir şey akıllarından geçmiş midir? Elbette sorun sadece Mersinlileri, Sinopluları ilgilendirmiyor, hepimizi ilgilendiriyor. O halde Greenpeace’in, Yeşiller Partisi’nin, Mersin ve Sinop Nükleer Karşıtı Platformların yıllardır sürdürdüğü anti-nükleer mücadeleye katılmak vazgeçilmez bir yurttaşlık gereğidir. Son bir şey daha: Bir yere nükleer santral mi kurulması yoksa tiyatro binası mı yapılmasına bölge halkı değil de, ‘konunun uzmanları’, burunlarından kıl aldırmayan anlı-şanlı profesörler ve profesyonel politikacılar karar vermeye devam ettikçe, işler sarpa sarmaya devam edecektir…

(Fikret Başkaya’nın yazısı ilk olarak ozguruniversite.org’da yayınlanmıştır)

Nükleer mi? Bugün git yarın gel! – Bülent Somay

Baştan söyleyeyim, ben ilkesel olarak nükleer enerjiye karşı filan değilim. Daha doğrusu, herhangi bir enerji üretimi teknolojisine kendi başına “karşı” olunabileceğini ya da olunması gerektiğini düşünmüyorum. Ama Japonya’daki (hâlâ sonuçlarını tam olarak görmediğimiz) nükleer felaketin üstüne, AKP hükümetinin ve TC Cumhurbaşkanı’nın “İnadım inat” tavrıyla Akkuyu projesinde ısrarlı olmalarının da büyük bir aymazlık örneği olduğuna inanıyorum.

Enerji ihtiyaçları büyük bir hızla, geometrik bir biçimde artan bir dünyada yaşıyoruz. Enerji kaynakları arasında ilkesel tercihler yapacak lükse sahip değiliz, tabii ki bugün kullandığımız enerjinin bedelini yarın misliyle ödemek zorunda kalmadığımız sürece. Dolayısıyla şu ya da bu enerjiye baştan karşı olmak akıllıca bir tavır değil.

* * *

Ancak, bugünün koşullarında, nükleer santrallere razı olmak ilkesel değil pratik nedenlerle çok daha akıl dışı, hatta çılgınca. Çünkü kapitalizm koşulları altında, nükleer enerji üretiminin risksiz, güvenli ve verimli olması, eşyanın tabiatına aykırı.

Kapitalist üretimin tek bir rasyoneli vardır: Kârın maksimumda, maliyetin minimumda tutulması. Nükleer enerji üretiminde ise hammadde maliyeti son derece sınırlıdır. Uranyum ya da Plütonyum izotoplarından birinin sınırlı bir miktarı, size çok uzun süreler için enerji sağlayabilir. Bunun ise maliyeti baştan bellidir ve öyle fazla bir esnekliği yoktur.

* * *

Nükleer enerji üretiminin esas maliyeti, daha bir santralin planlanması aşamasından başlayarak, güvenlik için alınacak tedbirler, atıkların tasfiyesinin sağlanması, insan hatalarının sıfıra yaklaştırılması için atılacak adımlardır. Eğer bu tedbirler riski minimuma indirecek şekilde alınır, adımların tümü layıkıyla atılırsa, nükleer enerji de güvenli olabilir. Ama maalesef bu dediklerim kapitalizm şartları altında yapılamaz, çünkü yapıldığında, kârlılık sıfıra yaklaşır, kapitalist sistemin iç mantığı ise bunu asla kabullenemez.

* * *

O yüzden daha baştan güvenlikten tavizler verilmeye, önce küçük sonra büyük geri adımlar atılmaya başlanır. Bir santral kurulup yaşlanmaya başladığında ise, bakım, onarım ve amortisman giderleri, ortadaki riskin büyüklüğü oranında, hızla artar, oysa kapitalist mantığın buna da tahammülü yoktur. Dolayısıyla zaman geçtikçe risk iyice artar, güvenlik iyice zayıflar. Atıkların tasfiyesi ise başka bir büyük ve masraflı sorun olur: Önceleri (başlangıçtaki denetimin sıkılığı yüzünden) özenli bir biçimde yapılıyormuş gibi görünse de, zaman geçtikçe o iş de tavsar, risk yeniden artar.

* * *

Kârın tek müşevvik olmadığı kapitalizm sonrası bir dünyada ise, insan sağlığı ve çevre güvenliği her şeyin önüne geçecektir. O yüzden de post-kapitalist bir düzende nükleer enerji kullanımı neden düşünülmesin? Kuşkusuz orada da risk sıfır değildir: Malzeme yorgunluğu ve insan hatası mutlaka bir risk faktörü yaratır. Ancak şahsen ben o riski almaya razı olabilirim. Ama kapitalist düzenin maliyet düşürüp kâr artırma hevesi yüzünden en küçük bir risk almaya bile niyetim yok.

Dolayısıyla, kapitalizmin aklından başka bir akıl, kapitalizmin mantığından başka bir mantık tanımayan hükümetler beni hiçbir zaman nükleer konusunda ikna edemeyecek: İnatçılığımdan ya da “ilkeliliğimden” değil, onlara, onları güden aklın insaniliğine inanmadığım için.

Yani kısacası, nükleer, bugün git yarın gel!

(Bülent Somay: Radikal, 20.03.2011)

Kazanın 10. gününde riskler devam ediyor

Japonya’da oluşan depremin ardından Fukuşima 1 Nükleer Santrali’nde başlayan nükleer kazalar zinciri onuncu gününe giriyor. Soğutma işlemlerinin yeniden başlayabilmesini sağlamak ve böylece kazanın daha fecii bir hâl almasını önlemek üzere santrale dışarıdan elektrik hatları döşenme çabaları devam ediyor. Şu ana kadar tesisteki 2 numaralı reaktöre 2 ve 5 numaralı reaktörlerdeki soğutulamadığı için kritik etkileşime girme tehlikesi olan yüksek dereceli atık havuzlarına soğutma işlemlerini başlatacak şekilde elektrik verildi. 1, 2, 5 ve 6 numaralı reaktörler ve atık havuzlarında gereken elektrik bağlandı. 1 ve 2 numaralı reaktörlerde kısmi çekirdek erimesi yaşandığından reaktörlerin soğutulabilmesi zor ama elzem. Ancak, 2 numaralı reaktöre elektrik verilmeden önce özellikle kontrol odasında ve batarya şarj sisteminde birçok sistemin kontrolü gerekli. Bu reaktörde de yaşanan hidrojen patlamasının sonucunda iki metre eninde beton duvarlar ve çatı yıkılmıştı.

3 ve 4 Numaralı reaktörlere itfaiye araçlarıyla su sıkılarak bu üniteler işlemlere başlayabilecek derecede soğutulmaya, yani yaydıkları radyasyon ve basınç düşürülmeye, çalıştılar. İşlemin şu an için başarılı olması üzerine, santralin sahibi Tokyo Elektrik Şirketi (TEPCO) Pazartesi sabahı itibariyle dışarıdan elektrik hatları bağlama girişimine başladı. Eğer planlandığı üzere Salı günü elektrik verilebilirse, çok tehlikeli MOX yakıt yüklü ve kısmi çekirdek erimesi yaşayan 3 numaralı reaktör ile 3 ve 4 numaralı reaktörlerin yüksek seviyeli atık havuzları da soğutulmaya başlayacak. Aksi taktirde çekirdek erimesi,radyoaktivite ve radyoaktif madde salımı ve atık havuzlarındaki yüksek dereceli atıkların kritik reaksiyona geçmesi üzerine ciddi serpinti riski devam edecek.

3 Numaralı reaktörde yükselmekte olduğu tespit edilen basıncın indirilmesi için çalışmalara ara verilip, çalışanlar geri çekildikten sonra radyoaktif buhar salımına gidilmesi düşünüldüyse de TEPCO şimdilik basıncın seviyelendiğini ve buhar salınmayacağını açıkladı. Bu işlem hidrojen patlaması riskini de barındırıyor. Radyasyon seviyesi tesisin yarım kilometre dışında düşme eğilimi gösterir bir biçimde ölçülüyor. Cumartesi saatte 3443 mikrosievert olan radyasyon seviyesi Pazar akşamı saatte 2623’e düşmüştü. Bu yine de her saat başı bir insanın yılda maruz kalabileceği radyasyonun ölçüldüğü anlamına geliyor.

Bu arada, Japonya Bilim Bakanlığı ilk defa resmi radyoaktivite ve radyoaktif partikül ölçümleri yayınlamaya başladı ve verileri günde 2 kez güncelliyor. Daha önce rapor edildiği gibi içme suyu şebekesinde de olmak üzere radyoaktif iyot ve sezyum izotopları bulunurken, ne bunların ne de ölçümlerin sağlığa zarar vereceği addedilen seviyede olmadığı açıklanıyor. Fukuşima’da santral etrafında ise ölçülen İyot-131 seviyesi radyasyonla alâkalı iş sahalarında çalışan işçilerin maruz kalmalarına izin verilen seviyenin 6 kat üstünde. Ölçümler Japonya’nın birçok bölgesinde normalin üstünde şeklinde açıklanıyor.

TEPCO’nun Cumartesi günü yaptığı bir açıklamaya göre ise Fukuşima 1 Nükleer Santrali’nde depremin ölçülen gücünün 431 gal (cm/s²) olduğunu söylüyor. Japonya’da nükleer santraller 600 gal gücünde bir depreme dayanıklı olacak şekilde tasarlanmalı, ve sözkonusu deprem nükleer santrallerin yüksek güvenlik standartlarıyla iftihar eden Japonya’da bile tasarım kriterlerinin vaad edilen tasarım standartlarına ulaşamadığını, hele bu boyutta bir tsunami gibi tahmin edilemeyecek veya tasarım parametrelerinin dışında kalan şartlarla nasıl kontrolden çıkabileceğini, yakıt-atık zincirinden çalışma sürecindeki doğa-yıkımı ve belirsizliklere son derece yıkıcı olan bu teknolojinin ne derece riskler barındırdığını bir kere daha gözler önüne seriyor.

(Yeşil Gazete, NHK, Kyodo News)

Avrupa’nın en büyüğü Vakıfbank GSTT

Voleybol Kadınlarda Avrupa’nın en büyüğü bir Türk takımı oldu. Vakıfbank Güneş Sigorta Türk Telekom ülkemize büyük bir gurur yaşatarak kadınlarda Avrupa’nın en büyük kupasını müzesine götürdü.

Voleybol Kadınlarda Avrupa’nın en büyüğü bir Türk takımı oldu. İstanbul’da düzenlenen Voleybol Kadınlar Avrupa Şampiyonlar Ligi Dörtlü Finali, Final maçında Azerbaycan’ın Rabita Bakü takımını 3-0 yenen Vakıfbank Güneş Sigorta Türk Telekom ülkemize büyük bir gurur yaşatarak kadınlarda Avrupa’nın en büyük kupasını müzesine götürdü.

Yenilgisiz Vakıfbank, finale Fenerbahçe Acıbadem’i eleyerek gelmişti.

Ayvalık’ta nükleere karşı piknik tüplü eylem

0

Yuva Derneği* üyeleri ve “piknik tüpleri” Türkiye’de yapılması planlanan nükleer santralleri protesto etmek amacıyla Ayvalık Cumhuriyet Meydanı’nda bir eylem gerçekleştirdi. Eylemci “piknik tüpleri”, üzerinde “Na to… Kafa, Na to Nükleer” yazan ve Başbakan Tayyip Erdoğan’ın karikatürü bulunan dövizler taşıdı.

Yuva Derneği’nin açıklaması şöyle: “Japonya’da meydana gelen nükleer felaket, bir kez daha bu teknolojinin bütün gezegeni ve insanlığı tehdit edecek büyüklükte bir risk içerdiğini gösterdi. Buna rağmen geçtiğimiz günlerde Tayyip Erdoğan, Rusya’ya giderek milyarlarca dolar karşılığı bütün Türkiye halkının hayatını riske atacak bir nükleer santral yapımı için söz verdi. Üstelik bu riski evlerimizde kullandığımız tüplerin riskiyle karşılaştırarak… Bilimsel raporlar, Avrupa, Türkiye ve Kuzey Afrika’da yapılacak yatırımlarla bu bölgenin bütün elektrik ihtiyacının 2050 yılına kadar sadece rüzgar ve güneş enerjisiyle ve enerjinin etkin kullanımı karşılanabileceğini gösteriyor. Bu, iklim değişikliğinin etkilerini sınırlandırdığı gibi, nükleer santralleri de tamamen gereksiz kılıyor.”

Eylemde Yuva Derneği adına konuşan Erdem Vardar şunları söyledi: “Türkiye halkı ülkesinde bir nükleer santralle yaşamak istemiyor. Aynen İtalya ve Yunanistan halkları gibi. Buna rağmen her on yılda bir bu konu tekrar tekrar gündeme getiriliyor. Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül, aynen Irak’a asker gönderme tezkeresinde olduğu gibi bu konuda da, “halka rağmen-halkın canı pahasına” politikalarını sürdürüyorlar. Hükümeti İtalya ve Yunanistan’da olduğu gibi Türkiye’de de nükleer santrallerin yapılmasının sonsuza kadar yasaklanması için halk oylamasına gitmeye çağırıyoruz.”

İtalya ve Yunanistan daha önce nükleer santral yapımını referandumla yasaklamıştı. Halen bu ülkelerde nükleer santral bulunmuyor.

* Yuva Derneği 2010 yılında Ayvalık’ta kuruldu. Yuva Derneği’nin amacı, Dünya gezegenindeki yaşamı bütün çeşitliliğiyle koruma çalışmalarına katkıda bulunmak ve doğayla uyumlu bir yaşamı savunmak.

(Yeşil Gazete, Ayvalık)