Ana Sayfa Blog Sayfa 5221

De Ronde’de Nuyens sürprizi

0

Baştan sona heyecan fırtınası şeklinde geçen yol bisiklet klasiği Ronde Van Vlaanderen’i Saxo Bank Sungard’ın Belçikalısı Nick Nuyens kazandı. Bitiş çizgisine Fabian Cancellera ve Sylvain Chavanel’le gelen Nuyens son metrelerde yaptığı sprintle ipi göğüslemeyi başardı.

Yarışın ilk bölümlerinden itibaren agresif stiliyle öne çıkan Quick-Step bisikletçisi Sylvain Chavanel, yarışı Nuyens’in arkasında ikinci bitirdi. Fransız Chavanel bu sonuçla birlikte 97’de yine Ronde Van Vlaanderen’de ikinci olan Frederic Moncassin’in başarısını tekrarladı ve Fransız bisikletinin 2011’deki güzel başlangıcını devam ettirdi.

60 kilometre kala yarışın favorilerden Belçikalı Tom Boonen’in atağına karşılık veren Fabian Cancellera ise uzun süre rahat biçimde götürdüğü yarışta, Kapelmuur tırmanışı geçilirken yakalandı. Akabinde favorilerle birlikte finişe gelen İsviçreli bisikletçi, son atağında başarılı olamayınca yarışı üçüncü tamamladı. Geçen sene Ronde Van Vlaanderen ve Paris-Roubaix’yi kazanarak duble yapan “Spartaküs”, bunu arka arkaya iki sene yaparak tarihe geçme fırsatını böylece kaçırmış oldu.

Nick Nuyens, bu zaferle birlikte Ronde Van Vlaanderen’i kazanan 50. Belçikalı bisikletçi olarak tarihe geçti.

Demokrasi kültürü ve sivil itaatsizlik


Anayasa deli gömleği, yasalar ayak bağı. Siyasi partiler yasası, seçim yasası, terörle mücadele, basın yasası ve diğerleri,  demokrasimizin gelişmesi önünde birer barikat gibiler.Topluca zorlanıyoruz elimizi ayağımızı kurtaralım, nefes alalım,  adım atalım diye. Yeni yollar deniyoruz. Bu kez sivil itaatsizliğe sarıldık. Sanal alemde, sokaklarda, meydanlarda taleplerimizi dile getirmenin en barışçıl, en pasif ancak, en etkili yollarından biriyle direniyoruz, yasakçı yasalara, devlete ve siyasi iktidara.

Otuz yıldır silahla, savaşla çözüm arayan devlet ve PKK da artık barışçı, demokratik çözümün önünü açmış görünüyorlar. Ne var ki, bu son otuz yılda ruhlara işlemiş şiddet kültürünün aşılması kolay görünmüyor.

Kürt hareketinin liderleri sivil itaatsizlik eylemini başlattıktan hemen sonra, birkaç merkezde, polisin gereksiz müdahalesi sonucunda eyleme şiddetin gölgesi düştü. Güvenlik güçleri koşullandıkları devlet refleksiyle ve kuşkusuz amirlerinin emirlerine uyarak copa, gaz bombasına, tazyikli suya başvurdular. Bunu hep yapıyorlar.

Bugüne kadar kaçmaktan, taştan, pankart sopalarından başka savunma aracına sahip olmayan sivilin hafızasına polisin şiddeti nakşedilmiş durumda. Gözünü şiddetin coğrafyasında açmış; dayakla, işkenceyle, ölümle, yoksullukla terbiye edilmek istenmiş bir halk için, korunma refleksi geliştirmekten  doğal ne olabilir.

Ama hayır, sivil itaatsizlikte refleksler bile kontrol altına alınmak zorundadır. Hem kendimizi hem polisi eğiteceğiz ve bir barış kültürünü, demokrasi kültürünü geliştireceğiz. Gerçek anlamda sivil olmayı, sivil itaatsizlik yapmayı öğrendikçe, bizim de devletin de alışkanlıkları değişecek.

Bu iletişim çağında, özellikle de internet üzerinden, en kapalı rejimlerde bile artık siviller, özellikle de genç nüfus, demokrasiyi sosyal medyalarda öğreniyor. Başkasını dinlemeyi, diyalog kurmayı, dayanışmayı ve birlikte hareket etmeyi, direnmeyi öğreniyor. Ortadoğu ülkeleri peş peşe ‘genç sivillerin’ demokratik, barışçı yollarla ayaklanışına sahne oluyor. Sivil halklar 40 yıllık totaliter, otoriter rejimleri sarsıyorlar, değişime zorluyorlar.

Biz de öğreneceğiz pasif direnişi, sivil itaatsizliği. Devleti yönetenler de öğrenecekler, demokratik haklarını kullanan insanlara şiddet kullanılmayacağını. Halkların, demokratik haklarını eninde sonunda yasalara, anayasalara yazdıracaklarını bilecekler…

Dünya artık birleşik kaplar gibi. Özgürlük, dolu olandan boş olana doğru akıyor, eşitleniyor, dengeleniyor. Özgürlük rüzgarları tüm halkları dalgalandırarak esiyor…

Demokratik çözüm için sivil olmak…

Kürt halkı barış için, demokratik çözüm için meydanlara çıkıyor. Bu ülkede eşit haklı yurttaşlar olarak, barış içinde birlikte yaşama iradesini, bu kez de sivil itaatsizlik yoluyla ifade etmek için meydanlara çıkıyor.

Çünkü, sivil itaatsizlik, kamu vicdanında haklı olmanın verdiği özgüvenle ve cesaretle mevcut yasalara meydan okumaktır. Hak yerini bulsun, diye… Meşru olan hak, yasal da olsun, diye… Hak’sızlığı cümle alem duysun, görsün diye, meydanlara çıkmaktır…

Sivil itaatsizlik aleni, açık açık, ilan ederek yasayı ihlal etmektir.  İhlal ederken de, bedelini  ödemeyi göze almak, demektir.

Ancak, bu bedeli benden (gönüllü olanlardan) başkasına ödetmeyeceğim, başkalarına zarar vermeyeceğim, demektir.

Şiddet kullanmayacağım, silah kullanmayacağım, taş atmayacağım, sopa kullanmayacağım, demektir. Bana şiddet kullanılsa bile, ben karşılık vermeyeceğim, şiddete baş vurmadan eylemimi sürdürmeye devam edeceğim, demektir.

Çünkü taleplerim haklıdır, direnişim meşrudur!

Sivil itaatsizlik aynı zamanda pasif direniş demektir. Bu elbette kolay bir yol değil, çelik gibi bir irade gerektirir. İnsan bu irade gücünü ancak haklılığından alır.

Pasif direniş halindeki insana şiddet uygulayan güç ise, arkasında ister devlet olsun, ister ordular, halkın gözünde de vicdanında da adaletsizdir, haksızdır; eninde sonunda silahını bırakmaya, yasasını değiştirmeye yazgılıdır…

Mahatma Gandhi, pasif direnişle milyonlarca silahsız insanı arkasına alarak İngiliz sömürgecilerini mağlup etmiş, bağımsız Hindistan’ı böyle kurmuştu. Güney Afrika’daki beyaz ırkçı rejime karşı siyahlar uzun yıllar boyu sivil itaatsizlikle, pasif direnişle aphartheit’a son verdiler. Eşit vatandaşlık haklarını kazanıp Anayasalarına yazdılar. Direnişin lideri Nelson Mandela devlet başkanı oldu. Amerika’da “Sivil Haklar Hareketi” sivil itaatsizlik eylemleriyle, pasif direnişle ‘siyah beyaz ayrımcılığı’nı yasaklayan yeni bir medeni hukuk yarattılar.

Sivil itaatsizlik, ahlaki ve vicdani bir eylem olarak hak ve özgürlüklerin alanını genişletir ve hukuk yaratır. Örneğin, Kürtlerin sivil itaatsizlik eylemi taleplerinden olan anadilde eğitim hakkı ülkemizde konuşulmakta olan tüm anadillere eğitim hakkını da kapsayan yeni bir hukuk yaratacaktır.

Düzeni korumak amacıyla yapılan yasalar statik metinlerdir; donuk, cansız, zamandan, değişimden bihaber metinler. O yasaları, anayasaları yapan koşullar çoktan değişmiş, o yasakları koyanlar iktidardan gitmişlerdir, ama yeni gelenler, işlerine geldiği sürece dokunmak istemezler onlara, hatta onların arkasına sığınarak yönetmeyi tercih ederler.

Egemenlerin kendi iradeleriyle iktidarlarını sınırlandırdıkları nerede görülmüştür? Hangi hak yukarıdan bahşedilmiş, hangi özgürlük bedeli ödenmeden elde edilmiştir!

Yukardan yapılan reformlar da, iktidarların alicenaplığı sonucu değil, mutlaka yakın ya da uzak tarihlerde insanların ödedikleri bedellerin karşılığıdır.

Bu toprakların insanları da, 100 yıldır çok bedel ödediler ve artık eşit, özgür vatandaşlar olarak huzur içinde, insanca bir yaşamı çoktan hak ettiler!

 

Bahçesiz Büyüyenler – Elif Şafak

Böylesine büyük çalkantılar ve gergin tartışmalar yaşanırken Türkiye’de ve dünyada, tutup da bitkilerden, çiçeklerden, yeşilden bahsetmek adeta imkânsız geliyor insana. Bir nevi lüks. Ama işte bu hafta Yeryüzü Derneği’nin çalışmalarını basından takip ederken, kendi kendime sormadan edemedim:
“Burada güzel, anlamlı bir faaliyet var. Görülesi bir uğraş. Destek vermek gerekmez mi?” Demek bunca kaosun içinde bile sessiz ve sakince, kimseyle polemiğe girmeden, zamanın ruhuna kapılmadan, içe dönük ve yarınları düşünerek didinen; bahçeler, bostanlar, fidanlıklar yaratan insanlar var. Takdir etmek gerekmez mi?

TOPRAKTAN KOPTUK
Çocukluğumun Ankara’sı. Tipik Yenimahalle evleri, minik minik, yan yana. Orta gelirli aileler, birbirinin her halini bilen komşular, evlerden yayılan patlıcan kızartması, sigara böreği kokuları, bahçelerde kiraz ve kayısı ve armut ağaçları. Toplar, oturur, afiyetle yerdik. “Acaba hormonlu mu bunlar?” gibi kaygılarımız yoktu doğrusu.
Anneannem reçel yapardı bu meyvelerden. Biz ev sahibi değil kiracı olduğumuz için, öncelikle ev sahibimizin toplayıp bir sepet de bize vermesini beklerdik. Anneannem okunmuş gül dikenleri saplardı elmalara. Siğilleri iyileştirirdi. O günlerden bu güne meyveler ve meyve ağaçları ile kaplı bir çocukluktur hatırladığım. Demek ki, bir dönemliğine de olsa bahçeli bir evde büyüyen şanslı kuşaklardanım. Sonra hızla apartman daireleri kapladı her tarafımızı. Topraktan giderek uzaklaştık; bir ağaç türünü bir başka ağaç türünden ayırt edemez olduk. Ama o kadar doluydu ki zihnimiz, gündemimiz, ne önemi vardı iki fidanın, üç bitkinin? Önemsemedik bile. Bu arada yediğimiz meyveler, sebzeler, süt ürünleri giderek kimyasal maddelerle dolmaya başladı. Beş kuruş daha fazla kâr edebilmek için üreticiler her şeye hormon katmaya başladılar. Denetimsiz, standartların tam oturmadığı bir ortamda kimyasallar aldı başını yürüdü. Gene önemsemedik. Vücudlarımızı beslediğimiz kadar zehirledik de. Senebesene. Kanser vakaları katlanarak arttı. Onu da anlayamadık.
Topraktan kopmamız ile sağlığımızın bozulması arasındaki bağlantıyı göremedik.
Nice sonra üniversitede, bilhassa idealist solcu çevrelerde, sık sık duyduğum bir söz, gördüğüm bir refleks vardı. “Kadın hakları” dediğinizde, “Evvela daha acil meseleler var. Onlar hallolsun. Ona da gelir sıra” denirdi. Keza eşcinsel hakları dediğinizde, konu manidar bir tebessümle geçiştirilirdi. “Böyle tali şeyleri konuşmanın sırası değil daha.” Aile içi şiddet, cinslere fırsat eşitliği, pozitif ayrımcılık… Hepsi rafa kaldırılırdı. Önce bir demokrasi gelsin, şu sistem değişsin, ondan sonra o tür konular da ele alınabilirdi. “Henüz vakti gelmemiş meseleler” listesinde ta en sonlarda yer alan bir konu vardı: Çevrecilik. “Oooo, daha ona gelene kadar…..” Çevrecilik dediğinizde ya boş ya eleştirel bakışlara maruz kalırdınız. “İnsanların aç olduğu, işsizliğin arttığı, faili meçhul cinayetlerin yaşandığı yerde çevrecilik konuşabilir misin?”
Bir dönem belki ben de böyle düşündüm. Ama sonra baktım, erteleye erteleye bir yere varılmıyor. Memleketin gündemi, malum, alabildiğine hızlı, yoğun ve hiç mi hiç bitmiyor. Olan, ertelenen meselelere oluyor bu arada. Onlara sıra bir türlü gelmiyor.
Oysa her şeyi beraber konuşabiliriz. Aynı anda, ertelemeden. Pekâlâ mümkün, neden olmasın? İnsan yüreği birden fazla durumu hissedebilecek kadar engin, insan aklı aynı anda birden fazla konuda analiz yapabilecek kadar karmaşık iken neden erteleyelim? Öyleyse bugün, şu yaşadığımız tabloda, basın özgürlüğünü, daha tam rayına oturamayan demokrasimizi, ana dilde eğitim hakkını, ifade özgürlüğünü ve pek çok kallavi konuyu konuşurken bir yandan da “İhmal Ettiğimiz Başlıklar Listesi”nden çekip alalım çevre duyarlılığını. Onu da koyalım üst sıralara.

İSTEMEK YAPMANIN YARISI
Basında Ceyda Saygıner Falay’ın açıklamalarını okurken bunları düşündüm. Yeryüzü Derneği ismini bu haftaya kadar duymamıştım. “Ekolojik yaşamı desteklemek ve çevre sorunları ile mücadele etmek için kurulduk. Yeryüzü Derneği; iklim değişikliği, çevre politikaları, ekolojik yaşam ve yenilenebilir enerji konularında farkındalık yaratma ve kapasite geliştirme faaliyetleri düzenliyor” diyor. Nasıl başladıklarını ise şöyle dile getiriyor: “Acaba yapabilir miyiz?’ diye düşündük, ‘istemek yapmanın yarısıdır’ diyerek yola koyulduk.” Güzel!

KENT BAHÇELERİ
Henüz yeterince kişi bu konuda bilinçlenmiş olmasa da, nüfusun giderek kentlerde yoğunlaştığı Türkiye’nin geleceğinde bu tür girişimler hayati kıymet taşıyor. “Kent Bahçeleri projesiyle; evsel atıklardan kompost üretilip, gübre olarak bahçeye verilmesiyle, şehir çöplüklerinin vaktinden erken dolması önlenecek. Kente gelen sebze-meyve miktarı azaldığı için, daha fazla fosil yakıtın kullanılmasına gerek kalmayacak. İklim değişikliğinin önlenmesine katkı sağlanacak, çocuklar ve gençler toprakla tanışacak, hasat nedir öğrenecek…” Doğrusu, benim bu projeyi önemsememin bir başka sebebi var. Toprakla uğraşan, bir bitkiyi sabırla, özenle yetiştirmeyi öğrenen insanın yüreğinin de yumuşayacağına inanıyorum. Ruhumuza da iyi gelecek.
Ne çok kadın biliyorum, çocuklarını yetiştirdikten sonra ruhsal bir boşluğa yuvarlanan, kendilerini Zaman’a karşı yenik ve ezik hisseden, günlerini yeterince üretken geçiremeyen. Keza çok erkek görüyorum ömrünü kahve köşelerinde yahut eski arkadaşlarla çene çalarak geçiren, bir tekerrür çemberinde habire. Hani hep kitap okumaya vakit bulamamaktan şikâyet ederiz ya. Doğru değildir halbuki. Vakit dediğin yaratılır, yeter ki istek olsun.
Şimdi, vaktimizi ve emeğimizi anlamlı bir şekilde değerlendirmek için yeni bir fırsat var önümüzde. Kent bahçeleri yaratmak. Ufacık alanlarda. Akıntıya karşı kürek çekerek. Balkon bostanları, arka bahçe fidanlıkları, saksıda yeşeren hayaller. Kendi meyve sebzesini üreten aileler. Hormonsuz, kimyasal maddesiz, zehirsiz. Neden olmasın. İstedikten sonra.

 

Türkiye nükleer teknokrasisi: etik, pratik kaygılar.

Bu satırları Enerji Bakanı Taner Yıldız’ın dün gece CNN Türk’te Ömer Madra’yı anlamamazlıktan gelen reddedici tavırlarından duyduğum derin endişe ile, insana dokunmaktan aciz ve doğanın haklarını hesaba katmaz bir dünya görüşünün hakimiyetinden kalkmış bir mide ile yazıyorum.

Bugün okudum ki geçen Mayıs’ta Japonya parlementosunun alt kanadında yapılan tartışmaların zabıtlarına dönüp bakmış gazeteciler. Bunlara göre, Japon hükümeti Fukuşima’da dış güç kaynağının birkaç saat boyunca kesilmesi durumunda bir çekirdek erimesi olabileceğinin gayet de farkında idi. Nükleer ve Endüstriel Güvenlik Ajansı’nın idarecisi Nobuaki Terasaka bunu zabıtlarda “mantıki bir olasılık” olarak değerlendiriyor. Zabıtlarda, Terasaka soruyu birçok yedekleme sisteminin dahil edildiği savunusuyla güvenle cevaplıyor.  Sonuç ortada.

Aynı şekilde, geçen hafta Yukinobu Okamura isminde bir deprem uzmanı 2 sene önce Fukuşima’da 7.5 büyüklüğünde bir depremin yaratacağı tsunaminin çekirdek erimesine yol açabilecek hasarlar verebileceğine dair bir rapor hazırladığını açıklamıştı. Fukuşima’nın işletmecisi TEPCO’nun bunu gözardı ettiğini söylüyordu. Şirketten konu hakkında bir yorum gelmedi. Sanırım onlar da durumda iyimser olabilecek bir taraf göremediğini açıklayan Japonya hükümetiyle birlikte kafalarını kuma gömmekteler; ama nâçâr, artık yeraltı sularına kadar sızmış vaziyette plütonyum.

Bu örnekler Fukuşima özeline mahsus; eminim daha ortaya çıkacaklar arasında sadece iki küçük anekdot kalacaklar. Nükleer sanayinin gizliliklerle marîz üstü-örtülü tarihine baktığımızda bunlar gibi yüzlerce küçük itirafla karşılaşırız. Bizler ex-post-factum bakınca hafsalamız alamasa da, telaffuz edildiklerinde fevkalade rasyonel, bir o kadar da mağrur, hendese argümanları olarak sunulmuşlar bunlar. Bu tavır nasıl mümkün kılınıyor sorusunun cevabı ise altında yatanın nükleer endüstrinin, onun dayandığı teknokrasinin kaza riskini bir mühendislik hesabına indirgeyen yaklaşımında. Tüm insani, ahlâkî ve ekoloji-savunucusu dürtülerden sıyrılmış bu yaklaşım, nükleer enerjinin, bundan öte, nükleer teknolojinin sorunlar yumağını tekil sorunlar gibi ele alıp, toplumsal boyutundan ayrıştırıp, asgariye indirgeyip bu yanılsama kurgusu içinde güvenle cevaplar verebiliyor. Bu teknofiks hülyâ içinde tabii ki azami deprem riskleri oluyor, minimal sızıntı riskleri, optimal çalışma standartları, öngörülen depolama şartları olduğu gibi.

Ayni yaklaşım  atık sorununda da karşımızda. Nükleer reaktöre taktıkları fişlerinin sadece senede 25ton atık çıkarmasıyla mutlular. Soğutma suyunun vereceği tahribat, periyodik olarak ya da ‘olay’cıkları kontrol altına alabilmek için atmosfere bırakalacak sezyum ve iot izotopları içeren gazlar, soğutma kulelerinden insanların ve doğanın üzerine yağacak ağır metaller, kurşun, cıva ‘hesaplanmış riskler’. Yakıt nereden geldi, nereye gidiyor, umurlarında bile değil. 24.000 yılmış plütonyumun yarı-ömrü, yüzbinlerce yıl, homosapienlerin sathıarzda adım atar olduklarından uzun süre bu atıkların akıbeti, mesuliyetiymiş, bunlar detay. Güvenle sorunu teknoloji tanrılarına tevekkül ediyorlar.  AdemOğluna olan aydınlanmacı, sonsuz ilerlemeci inançları, başka türlüsünü düşünenleri biraz da küçümsemeyi şart koşuyor hani.

Nükleer atıklar sanki bu küçük hacim ancak çok uzun ömürlü atıklarla mahdutmuş gibi davranıyorlar. O 25 ton yakıt çubuğu için nükleer yakıtın üretilme sürecinde yerinden edilen dağlarca maden, bunların işlenmesinin, zenginleştirilmesinin çıkardığı milyonlarca ton düşük ve orta seviyeli radyoaktif atık, yanında daha beter bir toksik kirlilik ve bütün sürecin yaktığı muazzam fosil yakıt, sebep olduğu iklim değişikliği pek de umurlarında değil. Ne de olsa, herşeyden önce Allah’ın Arabının derdi bu (yani madenlerde köle gibi çalıştırılan siyah, fakir, gözden ırak orta-Afrikalı çocukların), bizim gelişmemize mâni mi olacak böyle teferruat? Ne de tükenen nükleer yakıtın akıbeti; onyıllarca reaktörde soğuduktan sonra tekrar kullanılacak olursa, bunun yeniden işlenmesi sırasında ne kadar toksik ve radyoaktif atık üretilmiş, dünyanın hangi köşesine gitmiş ve ayni döngü, tüm riskleriyle nasıl tekrarlanmış, hepsi gözardı edilebilir. Aynen hiçbir şekilde telaffuz edilmemesi gereken nükleer santrallerin ikiz kardeşleri nükleer silahlar gibi. Önemli olan stratejik menfaat, arz güvenliği, Gelişme (büyük harf g ile, bittabii).

Zaten bunun için 442 tane varken bu santrallerden (hayır, aslında reaktörlerden), bizim de birkaç tane yapmamız en doğal hakkımız. Milli bir onur meselesi, boyun borcu belki de. Onlar kapanana kadar ayni ahlâkî çöküntüyü biz de tekrarlamazsak Machiavellian bir dünyada nice olur hâlimiz sonra? Dünyanın tüm ekoloji sorunlarına da yaklaşımımız bu olmalı, önemli olan milli menfaat, küresel sorumluluk değil. Yerkürenin nihai bütünlüğü işimize geldiğinde en önemli sığınağımız, onda da var bunda da deriz. Ancak işimize gelmeyiversin, iklim değişikliğinden bir daha alınmaması gereken nükleer katastrof riskine, gelecek nesillere bırakılmasının altında ezilemeyeceğimiz ahlâkî bir yük olan nükleer atılara kadar ne söz konusu olursa olsun işimiz kolay, önce başkaları tarihsel mesuliyetini alsın! Maazallah, başka bir dünya mümkün oluverir aksi şekilde düşünürsek; ekolojik olarak daha sağlıklı, daha eşit, sürdürülebilir bir dünya.

Sivil itaatsizliğin ve hayal kırıklığının başkenti Diyarbekir – Filor Uluk Benli

Sokak sokak, mahalle mahalle, şehir şehir, tozu dumana katarak cellât cirit atarken, daha ben doğmadan hayal kırıklığını kaderime nakış nakış işleyen, bana isyan etmeyi değil, acıyı ve çaresizliği sineye çekmeyi öğreten kent Diyarbekir. . . Adım “azınlık” diye tarihe yazılırken, yok edilmek için göz kırpmadan kanına girilenim ben. Geçmişimi, okuduğum taraflı tarafsız yazılmış tarihten değil, “Yaya’mın (yaya: nine) Masalları’ndan” dinlemiş, “Gâvur Mahallesi’ni” daha hiç görmeden yurdum bilmişim…

Şimdi sana geliyorum Diyarbekir. Sana geliyorum Gâvur Mahallesi. Ben insan, kadın, Ermeni, sense acılarımızın ev sahibi tanığı, başkenti. İkimiz de geçmişimizle yüzleşip helalleşeceğiz.

Belki bu yüzden İstanbul’un 2011 Mart’ının son günlerinde, beni yurduma uğurlarken Eylül gibi ağlamaya başlaması. Bu yüzdendir beklide benim yağmurdan değil, acıdan ıslanırken ürperip üşümem. Ey İstanbul sen de az yakmadın ya canımızı?

“Ne Diyarbekir anladı beni ne de sen…”

Diyarbekir bana acılarımı unutturmak, kendi pişmanlıklarını ve utancını eritmek istercesine sımsıcak güneşiyle mahcup mahcup gülümseyerek kucakladı beni. Sırf bu yüzden beklide Diyarbekir yine kana bulanırken, güneşten ısınan tenimin sıcaklığını iliklerime kadar hissettiğim halde, içimin ayaz kesmesi ve titremem… Kanla sulanmış verim fışkıran toprakların, dibi görünmeyen bereketteki çorbasını bitiremeden ‘Sivil İtaatsizlik’ konuk severliğini gösterdiğinde gocundum. Oysa ben; Misafir değildim. Çaresizliğin, oturan ama asla diz çökmeyen onurlu başkaldırısının, en güçlü sessiz çığlığı, en eski ev sahibiydim. Benim içimden akan kan yüzyıllık çınardı artık. Sıcaklığı, ar etmeyi geçmişindeki hatalarından ders çıkarıp öğrenen yürekli insanlarının gözlerinden yüreğime aktığında, kadere boyun eğip itaat eden atalarıma cevabını asla öğrenemeyeceğim sorular sormaktan vazgeçtim. İçim ısınmış, titremem dinmişti. Diyarbekir’e yük değil, kardeş olduğumu hissetim ta iliklerime kadar… Kucaklaştık… Bu gün kardeş olma, affetme günü…

Diyarbekir seni affediyorum…

Bu gün hala yurdumda, kapanmayan yaralarımızdan sızan kan, bana insan olmaktan utanmayı öğretirken; bastırılmış ve saklanmış gerçekleri, dokunduğu vicdanları temizleyerek dillendirip “Yaya mın masalları” olmasa da  “Çiroka dapiro mın” olarak günümüze taşıyor.

Bu masallara kulaklarını tıkayıp gözlerini kapatanların nasbine ise hâlâ ‘kan dökmek’  kalıyor ki, umarım utanmaktan çok günahtan korkmayı nasiplenir bu zihniyet. Utanmaktan çok günaha girmekten korkmuşum hep. Ayıp, bilmeden yapılan hata ise, günah bilerek suç işlemek denmiş bana. Bu yüzdendir, insanlığa işlenen suçlarda, günaha girmesem de, insan olduğum için utançtan payımı alışım…

” Masum değiliz hiç birimiz”

Yine büyük bir utancın içindeyim…

Şimdilerde vicdansızların inkarla, kana susamışlarında tırnak takıp hâlâ kanattıkları ‘Gâvur Mahallesi’nin adı zaman zaman bilinçli hatırlanırken, ‘Qasaba Newala’da tarih tekerrür ediyor, tek farkla. Üstelik bu defa akan kan ‘Gâvur’ değil ‘ Müslüman ’ kanı. Türk değil Kürt oldukları için de, onlara ‘Bölücü, Terörist’ diyerek olmayan vicdanlarını rahatlatıyorlar… Hayal kırıklığımın başkenti,  kendi hayal kırıklığını yaşarken onu yalnız bırakmamanın acılı ve utançlı onurunu bahşetmişti bana. Beni kardeş kabul etmişti artık. Kardeşimle kucaklaşırken, samimiyetinin sıcağında acımı unuttum.

İçimdeki coşku,  Qasaba Newala’ya gitmek için yola çıktığımız otobüsle birlikte çoğalırken yerini, sayılması imkânsız araçlardan oluşan konvoy gibi yeni bir acıya bırakmıştı. Yok sayılan bu devasa kalabalığı her soluduğumda, içime çekiyordum bakışlardaki duyguları.  Gözlerime değen her gözün derinliğinde kayboldum…

İlk küçük Ömer’in gözlerindeki kararlılığı gördüm ve hayran oldum. O bir yetişkin gibiydi. Bildiğim akranlarına hiç benzemiyordu. Ona çok baktığımı fark ettiğimde utanarak, şaşkınlığımı ve hayranlığımı gizlemek adına yaşını sordum. Onatlısında olduğunu söyledi. Üzerindeki sarı zemine siyahla  ‘görevli’ yazan önlüğü öyle bir bilinç ve gururla taşıyordu ki, bizi tuvalete götürüp yeniden o mahşer kalabalığında yol alan otobüsümüze ulaştıracağından zerre kadar kuşkum olmadı. Ömer büyük bir ciddiyetle yapıyordu görevini. Yaptı da; İki arkadaşımı ve beni otobüsten içeri girme anımıza kadar küçük kolları ile kalabalıkta kaybolmadan, hırpalanmamıza izin vermeden koruyarak ulaştırdı… İki defa gözaltına alındığını söylerken çocuk olmaktan eksik Ömer’in fazlasında, gözlerindeki nefrette, isyânda ve itaatsizlikte kayboldum… Sonra onu çok aradım ama hiç göremedim.

Ya konvoya yetişebilmek için tepelerden yola koşarak inmeye çalışan dört yaşlı dededen en ihtiyar olanı… Tam üç defa yere düşüp kalkarken oyuncağına koşan bir çocuğun, acıyı iplemeden ona ulaştığında yaşamak istediği sevincin umudunu gördüğüm an, kendi gözyaşlarımda kayboldum. İçimde umudu yeşertecek olan gözyaşlarım mıydı acaba?

“Bir şey yapmalı?”

Altında kalmaktan bile korkmadan otobüsümüzün önüne ikide bir fütursuzca kendisini atan, çok sevdiğim pullu boncuklu elbiselerden giyinen karagözlü o kadına ne demeli? Gözlerindeki umut artık elinden alınmış haklarının iadesindeki sevince dönmüş kum gibi kaynıyordu. O sevinçli ışıltılarda kayboldum. . .

Yol kenarındaki tepede boy boy dizilen küçük çocukların elleri zafer işaretiyle bizi selamlarken, güneşten kısılan gözlerindeki bakışları görmek için ararken kayboldum…

Ey tüm bunlara tanıklık edemeyecek körlükte, sağrılıkta insan olmaktan nasibini alamayanlar… Ey vicdanı ve utanmayı bilmeyen günahkârlar; Siz değimlisiniz yediden yetmişe bir halkı, sırf ana dillerinde eğitim almak ve konuşabilmek, kendilerini temsil etme haklarına koyduğunuz haksız barajları yıkmak, askeri ve siyasi operasyonların durmasını, hakları için mücadele eden tutukluların serbest bırakılmasını istemenin en son yolu olan ‘Sivil İtaatsizlik’ için sokaklara döken? Yine siz değil misiniz tüm bu istekleri biber gazında boğmaya çalışan? Sizler değil misiniz koca yetişkinlerin bile dayanamadığı gazın soluksuz bıraktığı durumda, küçücük bir çocuğa bombanın üzerine atlayarak bize soluk olmaya çalışmayı düşündüren?

Ey işi uyduruk haber yapmak olan çıkarcılar… Ya sizler neredesiniz? Size emredileni değil gerçeği göstermeniz konusunda hiç mi bir şey öğretmediler? Bizleri özendirmek, düşünmemize fırsat vermemek için saçma sapan haber yapmak dışındaki görevleriniz nelerdir?

Sizleri bana bu acıları yaşattığınız, yetmez gibi bu acıları yaşattıklarınıza tanıklık ettirdiğiniz için, Doğu’yu Batı’ya yalan yanlış anlattığınız, halkları birbirine kırdırdığınız için, nasıl ki bir gayrımüslimi Müslüman yaparak cennet kazanıldığını yıllarca bana empoze etmeye çalıştınızsa şimdi, sizi bir gayrımüslim, ‘Ermeni dölü’, ‘Gâvur’ hakkı ile cehenneme mahkum ediyorum.

Sizler… Bu durumu sorgusuz sualsiz kabul edenler, sizleri de affetmiyorum. Devletin bizim refah içinde, kardeşçe bize ve birbirimize saygı duyarak verdiğimiz inisiyatifle hizmet etmesi gerekirken. hak etmedikleri gibi, çıkarları gereği bizi bize düşüren bu zihniyetine ‘dur’ demediğiniz için affetmiyorum.

Ankara’dan ötesi Türkiye değil derlerdi de inanmazdım. Yerinde yaşamak gerekmiş. Gördüm ve yaşadım. Yaşadıklarım gözümden yüreğime, beynime akarken geç de olsa gerçeği kavramanın hazmını yaşama şansı, onur olmayı zaten kaybettirdiği gibi utanç olarak özüme karıştığında, onulmaz iflah olmaz yaradan nasibimi alıp yeniden kurban olmayı seçtim… Biz cellât olmayı seçecek kadar vicdansız, ahlaksız, duyarsız bir toplum olamayız! Biz insan olmaktan bu denli uzak olamayız!

İstanbul sana geldim. Şimdi seninle helalleşeceğiz. Sana Diyarbekir’den toz toprak, gaz bombası getirdim. En çok da onurlu vicdanlı insanlardan izlenceler getirdim. Bu çağrıya kulak ver!

“Diyarbekir etrafında tanklar var”

Az önce öğrendim küçük Ömer’in şiş olduğunu bile görmediğim gözünün kör olduğunu. . .“Olsun GÖZÜM olsun.” Senin gönül gözün açık, bu yaşananlar bakar körlere ibret olsun. . .

YAŞASIN SİVİL İTAATSİZLİK! ,YAŞASIN HALKLARIN KARDEŞLİĞİ!

Filor Uluk Benli

Büyük Anadolu Yürüyüşü Başlarken …[3]

Büyük Anadolu Yürüyüşü hakkında yaptığımız üç bölümlük haber dizisinin son gününde Anadolu’yu Vermeyeceğiz İnisiyatifi’nin kendisine yöneltilen eleştirilere verdiği yanıtları ve Yeşiller Partisi Eş Sözcüsü Ümit Şahin’in konuya ilişkin değerlendirmelerini  yayınlayacağız.

Öncelikle belirtelim, iddiaların hedefindeki bazı dernek ve STK temsilcilerine sözkonusu iddiaları sorduğumuzda, ne polemik yaratmak ne de harekete zarar vermek istedikleri için tartışmalara doğrudan katılmayacaklarını, ayrıca bu yürüyüşte yer alanların şu veya bu dernek ya da STK değil bizzat Anadolu halkı olduğunu ifade ederek, gerekli açıklamaların Türkiye Su Meclisi’nin internet sitesinden yapıldığını bildirdiler. Açıklamadan bazı başlıklar şöyle:

 

“… Türkiye Su Meclisi,  suyun ticarileşmesine veya devlet eliyle tüketimine topyekün karşıdır.

Su Meclisi’nin sermayeden beslendiği ve AB veya benzeri uluslar arası kurumların güdümünde hareket ettiği yönündeki iddialar asılsız ve mesnetsizdir…
Türkiye Su Meclisi, hiçbir zaman, hiçbir ticari oluşumla ortaklık kurmamış, şirketlerden ne bağış talep etmiş, ne de kabul etmiştir.

Kurulduğu günden bu yana Meclis’imiz bir halk meclisidir ve tek gelir kaynağı üyelerimizin aidat ve bağışlarıdır. Meclis’in tüm çalışmaları gönüllü olarak yürütülmektedir.

…Türkiye Su Meclisi’nin AB Su Çerçeve Direktifi’ni destekleyici bir girişimi hiçbir zaman olmamıştır…

Türkiye Su Meclisi ile ilgili söylemlerden biri de, Büyük Anadolu Yürüyüşü’nün Türkiye Su Meclisi tarafından yönetildiği şeklindedir. Türkiye Su Meclisi, Büyük Anadolu Yürüyüşü’nün yöneticisi veya yürütücüsü değildir…

Türkiye Su Meclisi, Ocak 2010’da doğa haklarını anayasal güvenceye almak amacıyla kurulmuştur…
HES’lere karşı mücadele eden oluşumlar ortak bir kurumsal çatı altında toplanmak istemeyebilirler. Ancak bu oluşumların birbirine kasten zarar vermeye çalışması, hak mücadelesinin temel etiğine aykırıdır.

Türkiye Su Meclisi, yaşadığımız toprakların acımasızca katledildiği ve kapitalist sistemin emrine sunulduğu bir dönemde, HES’lere karşı mücadele eden tüm tarafları itidal, saygı ve birlik beraberlik içinde hareket etmeye davet etmektedir.”

 

Yeşiller Partisi Eş Sözcüsü Ümit Şahin’in konuya ilişkin değerlendirmeleri ise şunlar:

Bu tartışma ortamında Yeşiller Partisi  Büyük Anadolu Yürüyüşü’ne nasıl bakıyor?

Yeşiller Partisi olarak HES’ler, altın madenleri, termik santraller, nükleer gibi doğayı tahrip eden, ekonomik büyüme çılgınlığı uğruna geleceğimizi tehdit eden bütün yatırımlara karşı verilen mücadeleleri destekliyoruz, katılmaya ve katkıda bulunmaya çalışıyoruz. Tabiatı Koruma Kanun tasarısının da geri çekilmesini istiyoruz. Yürüyüşün taleplerinin tamamı bizim de taleplerimiz. Elbette mücadele kimsenin tekelinde değil ve her kurum ve kişi eleştirilebilir. Önemli olan sorular şunlar: Neye ve kime karşı mücadele ediyoruz, asgari müşterekte olsun buluşuyor muyuz ve mücadelenin samimiyetine inanıyor muyuz? Biz Büyük Anadolu Yürüyüşünü verilen büyük ekoloji ve yaşam  politikası mücadelesinin bir parçası olarak görüyoruz. Başarıya ulaşması için de elimizden geldiği kadar katkıda bulunmaya hazırız. Zaten Antalya, Bodrum ve  Datça gibi yerlerde Yeşiller Partisi üyesi arkadaşlarımız da organizasyon aşamasında ve yürüyüşte aktif olarak yer alıyorlar.

Supolitik Grubu, bu oluşumun içindeki bazı dernek ve sivil toplum örgütlerinin büyük şirketlerle sponsorluk ilişkisi içinde olduğunu, bu durumda bağımsız bir mücadele yürütmesinin mümkün olmadığını söylüyor. Genel anlamda STK’lar ve sponsorluk meselesine nasıl bakıyorsunuz?

Bu eski bir tartışma. Elbette Amerikalıların “parayı takip et” düsturu önemlidir. Bazı şirket ve kuruluşlar sponsorluk ve fonlama yoluyla sadece çevre mücadelesini değil, genel anlamda sivil toplum hareketlerini ve politikayı yönlendirmeye çalışırlar. Bu durum son 20 yılda iyice önemli hale geldi. Bazı durumlarda doğrudan şirketlerin parası ve ismiyle kampanyalar yürütülüyor, ama bunları kimsenin ciddiye aldığını sanmıyorum. Örneğin çıkardığınız dergiye Siemens’ten ya da Areva’dan reklam alıp, ondan sonra da aynı dergi yoluyla nükleere karşı mücadele edemezsiniz. Ama burada böyle bir durum yok. Mücadele edenler de, talepler de samimi. Hareketin sözcülerinden biri bir göçer örneğin, çeşitli vadilerde HES’ler karşı mücadele eden insanlar işin içinde. Görüş ayrılıkları olabilir, bu mücadeleye katılmayıp bir başka yerde başka bir şey yapmayı daha doğru bulanlar olabilir. Herkes herkesle yan yana gelmek de istemeyebilir. Ama daha işe yarar bir mücadeleyi mücadele ederken yaratırsınız, masa başında değil. Bu hareketin yerel katılımcıları da akıllı insanlar, neyin ne olduğunu görüyorlardır.

Öte yandan bağımsız mücadele önemlidir, bazen de hayatidir. Özellikle de politikada. Ama bağımsızlık denen şeyi dogma haline getirmemek gerekir, çünkü her şeyin ve herkesin bir tarafından sisteme bağlı olduğu ya da en azından sisteme değdiği bir devirde yaşıyoruz. Politik ilişkiler de hayatın akışı gibi; basit değil, karmaşık. Elbette kendi doğrularımız, ilkelerimiz ve politik hattımızı ısrarla korumamız, mücadelemizi kötü niyetli birilerinin manipüle etmesine izin vermememiz gerekir. Ama bu meseleyi püriten bir biçimde değil, akıl ve vicdanla ele almak lazım. Aksi takdirde bir bakmışsınız mutlak doğrular uğruna iyice steril hale gelmişsiniz. Steril bir mücadele de ancak sistemin işine yarar. Elbette uyanık olmak lazım, ama yine de kendine ve sokağın gücüne güvenmek steril kalmaktan iyidir.

Supolitik, bu hareketin antikapitalist bir sistem eleştirisi yapmak yerine,  tekil bir soruna odaklanarak mücadele zeminini kaydırdığını söylüyor. Siz bu eleştiriyi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bunun anlamsız bir eleştiri olduğunu düşünüyorum. Antikapitalist mücadele kimsenin tekelinde değil. Kapitalizmin ve endüstriyel sistemin yarattığı yıkıma karşı mücadele etmenin yolunu ekoloji hareketine öğretmeye çalışmasınlar. Ekoloji mücadelelerinin tabanda gelişmesi, yerel halkın inisiyatifi ve kararıyla yürütülmesi son derece önemli. İnsanlar kendi yaşadıkları yere yapılan saldırılara kendi anlayışları, kendi dilleri ve kendi yaklaşımları ile karşı koyuyorlar. Tarlasını suladığı derenin kurutulmasına, ya da köyünün sular altına kalmasına karşı mücadele eden insanlar elbette kendi türkülerini söyleyecek. Yerel ekoloji mücadelelerini hizaya dizip marş söyletmeye kalkmak ekoloji hareketinin dinamiklerini anlamamaktır.

Bu yürüyüşün HES mücadelesinde önemli bir kazanım yaratacağını düşünüyor musunuz?

Eminim ki çıkan her ses, atılan her adım steril teoriler üretmekten daha çok kazanım yaratır. Umuyorum bu eylem de mücadelede yeni bir adım olacaktır. Zaten mücadelenin tek bir “doğru” biçimi de, mutlak zafer diye bir şey de yok.

(Gülden Akyol – Yeşil Gazete)

Gerçek bir Ankara polisiyesi – Murat Yetkin

Ankara Barosu Başkanı Metin Feyzioğlu, 7 Mart 2011 tarihinde Ankara Emniyet Müdürlüğü’ne bir yazı yazdı.
‘Ekte fotoğrafları görülen’ kişiler son bir haftadır Ankara Barosu Eğitim Merkezi binası önünde ve etrafında dolaşıyorlardı. Bir ara içlerinden biri binaya girip “Burada mescit var mı” diye sormuş, olmadığının söylenmesine rağmen bina önünde dolaşmaya devam etmişti. Barodan emniyete giden yazıda bu kişilerin 5 gün boyunca binayı gözledikleri de vurgulanarak, ‘şüphe yaratan’ bu durum, ‘gereği’ üzerine emniyete bildiriliyordu. Yine baronun yazısından öğrendiğimize göre, bu şahıslar sorulduğunda Danıştay’da ‘işleri olduğunu’ söylemişlerdi.
Ankara’yı bilenler ve bilmeyenler için, Ankara Barosu Eğitim Merkezi, Kızılay ile Sıhhiye arasındaki Zafer Parkı’na komşu. Bu küçük parkın doğu cephesi Atatürk Bulvarı’na açık ve bulvarın orta bölmesindeki Zafer Anıtı’na bakıyor. Burası Ankara’da siyasi sokak gösterilerinin, yürüyüş ve basın açıklamalarının sıkça yapıldığı bir bölgedir.
Parkın Kızılay, yani güney cephesinde Baro Eğitim Merkezi bulunuyor. Parkın Sıhhiye, yani kuzey cephesinde Subay Orduevi var. Parkın batı cephesinde ise Danıştay binası bulunuyor. Bundan beş yıl önce, 17 Mayıs 2006 sabahı saat 09.45’te Alparslan Arslan’ın içeri dalarak toplantı halindeki 2’nci Daire üyelerine ateş açtığı, Mustafa Yücel Özbilgin’i öldürüp, şimdiki Danıştay Başkanı Mustafa Birden dahil 4 yargıcı yaraladığı binadır bu.
Bir anlamda Ergenekon soruşturması sürecinin filli başlangıcı sayılan bu olayda, Arslan binadan dışarı çıkmış, ancak dış koruma ile görevli polislerden birisinin görev sadakati sayesinde yakalanmıştı. Hem yeri, hem etrafındaki binaların özelliği nedeniyle burası Ankara’nın sürekli polis kontrolünde olan bölgelerinden biridir.
Yazı üzerine Ankara Emniyeti, Baro Yönetim Kurulu toplantılarının da yapıldığı Eğitim Merkezi’ne bir ekip göndermiş. Dün konuştuğum Feyzioğlu’na göre, bu polis ekibinin ilk merak ettiği konu, ne şüphelerinin nedeni ne de şahısların davranış biçimleri olmuş. Feyzioğlu, “Önce ‘Fotoğrafları kim çekti’, sonra da ‘Fotoğraf makinesi nerede’ diye sordular” dedi. Baro yetkilileri, “Biz çektik, ama bu sizin sormanız gereken herhalde son soru” yanıtını vermiş.
Ankara Emniyeti, baroya 18 Mart’ta cevap vermiş. Cevapta, “Yapılan çalışmalar neticesinde, kimlikleri tespit edilen fotoğraftaki şahısların kamu kurumlarından emekli oldukları, Danıştay’da olan işlerini takip ettiklerinden dolayı orada bulundukları anlaşılmıştır” deniyordu. Ankara polisinin, baroya bir de tavsiyesi vardı:
“Bu şekilde şüpheli durumlarda ivedilikle 155 polis imdat hattına veya en yakın Polis Merkezi Amirliği’ne müracaatta bulunulması, olayın aydınlatılmasını hızlandıracaktır” deniyordu. Yani polis, avukat örgütüne “Bana yazı yazacağına 155’i ara, daha hızlı sonuç alırsın” diyordu.
Dün Ankara Emniyet Müdürü Zeki Çatalkaya ile bu konuyu görüştüm; şunları söyledi: “O şahısları bulduk. Kimliklerini baroya yazdığımız yazıda açıklamadık, ama hepsini tespit etik. Ankara’da oturuyorlar. Kimi polislikten, kimi öğretmenlikten, kimi adliyede alt düzey görevden emekli olmuş beş kişi; Danıştay’da iş takibi yapıyorlar. Şahısların şüpheli ya da eylem yapma potansiyeli olmadığı kanısına vardık. Baro yetkililerinin de her vatandaş gibi şüphe duymaları doğal. Orası zaten bizim için hassas bölge, hep kontrol altında, o yüzden bu bildirim sonrası ek tedbir almaya gerek duymadık.”
Feyzioğlu, emniyet ile temas kurmalarının ardından ‘iş takibi’ için orada bulunduğu söylenen kişilerin bir daha ortalarda görünmediklerini söyledi. (Danıştay’da iş takibi meselesi ayrıca üzerinde durulmaya değer bir itham.)
Peki, baronun şüphesi bir evhamdan mı ibaretti? Feyzioğlu, “Bu kişiler bir yasadışı örgüt adına da, resmi bir örgüt adına da istihbarat yapıyor olabilirlerdi” diyor ve şöyle açıklıyor: “Çok önemsemesek de ara sıra tehditler alıyoruz. Toplumda da iktidarı eleştirenlerin bastırılmaya çalışıldığı yönünde bir algı var; çevremizden aldığımız telkin de bu yönde. Ama neticede biz bu yönde eğitimli gözlere sahip değiliz. Bizim dahi dikkatimizi çekecek şekilde etrafımızda bu gelişmeler olunca, kuşkulanmamak değil, kuşkulanmak doğal. Emniyet Müdürlüğü’nün bize yaklaşımı doğrusu nazikti, iyi niyet vardı, bizim için aksi ortaya çıkana dek emniyetin beyanı geçerlidir. Ama ortada mantığa uymayan bir şeyler de var.”
İşte size gerçek bir Ankara polisiyesi… Polisiyenin sonuç bölümü, evet, yok. Ama olmasını da istemeyiz zaten, değil mi?

Neden inandırıcı değil? – Abbas Güçlü

YGS’ye yönelik şifreleme iddiası, sınava hazırlanan milyonlarca adayın moralini altüst etti. ÖSYM yaptığı yazılı açıklamada, şifreleme konusuna hiç girmeden, söz konusu kitapçığın sadece medyaya verildiğini iddia ederken, adaylar, veliler ve bilgisayar uzmanlarından gelen mailler, yeni iddiaları gündeme getirdi…
Bilgisayar yazılım uzmanları, ÖSYM’nin aksine, medyaya verilen ayrıca ÖSYM’nin internet sitesinde yayımlanan soruları ve cevap anahtarına bakıldığında, tesadüflerin değil, kesinlikle bir şifrelemenin olduğu iddiasındalar. Çünkü 40 soruda 8 sorunun üzerinde bir doğru cevap söz konusu ise istatistiksel açıdan bakıldığında ortada mutlaka bir şifreleme olduğu inancındalar.
Peki, şifreleme varsa, bu şifreleme 1 milyon 700 bin soru kitapçığından kaçına uygulandı? Daha da önemlisi bu şifre kimlere sızdırıldı ya da verildi. Eğitim sendikaları ve adayların özellikle merak ettiği soru bu!

ÖSYM’nin çelişkisi
ÖSYM dün yaptığı açıklamada kendi kendisiyle çelişti. Açıklamanın başında, basına verilen kopyada doğru cevap sabit tutularak, yanlış seçeneklerin yeri değiştirildiği belirtilirken, açıklamanın sonunda, doğru cevap da dahil tüm seçeneklerin yerinin değiştirildiği söyleniyor. İşte açıklamadan iki bölüm, gelin de işin içinden siz çıkın:
“Basında ‘YGS’de Gizli Şifre” başlığı ile yer alan kitapçık, ÖSYM’nin sınav sonrasında basına vermek ve internet sitesinden duyurmak üzere hazırlanmış, ana soru kitapçığından türetilmiş, tek bir soru kitapçığıdır. Bu soru kitapçığının herhangi bir adaya verilmesi söz konusu olmadığından, doğru cevabın bulunduğu yer değiştirilmeden sadece yanlış cevap seçeneklerinin yerleri değiştirilmiştir.”
“…Her sorunun doğru cevabı da her bir adayın soru kitapçığında yine rastgele biçimde bir şıka atanmaktadır. Madde analizine imkân tanımak üzere yanlış seçeneklerin de yerleri değiştirilmektedir.”

İstatiksel olarak mümkün mü?
Şans faktörü elbette her zaman için mümkün ama YGS benzeri sınavlarda şans faktörünün çok düşük olduğu zaten bizzat ÖSYM başkanları tarafından açıklanıyor. Yani kurayla ya da yazı tura atarak sınav kazanmak mümkün değil. Hele hele 40 soruluk bir sınavda şans faktörü ile 30 soruyu doğru tutturmak milyarda bir ihtimal bile değil deniliyor. İşte bu konudaki yorumlardan bazıları:
“Sayın Güçlü,
Aşağıdaki tablo Binom dağılımıyla elde edilmiştir. Ölçme ve Değerlendirmede şans faktörünü bu dağılımla hesaplarız.
Tablo, YGS’deki seçeneklerin şıklara rastgele dağıtıldığı kabul edilerek hesaplanmıştır.
Bu kabul altında, 40 sorudan “en az n tanesini” doğru tespit edecek bir şifre üretme ihtimali ilgili sütunda görülmektedir.
Örneğin, bir kişi çıkıp 40 sorudan 8’inin cevabını doğru veren bir şifre bulduğunu iddia etse, bu kişiye şıkların tesadüfen dağıtılması altında bile en az 8 soruyu doğru verecek bir şifre uydurulması ihtimalinin yaklaşık yüzde 40 olduğu, dolayısıyla kişinin iddiasının dikkate değer olmadığı söylenebilir.
Sizin yayımladığınız şifre 23 soruda doğru cevabı belirliyor. Böyle sonuç veren bir şifrenin uyduruk olma ihtimali, tabloda da görüleceği gibi 10 trilyonda 352’dir. (Yaklaşık 25 milyonda 1).
Yani, YGS’de şıklar rastgele dağıtıldıysa, 40’ta 23 doğru cevap yakalayacak bir şifrenin uydurulmuş olma ihtimali 25 milyonda birdir, yani neredeyse sıfırdır.
Dolayısıyla, YGS’de şıklar, ÖSYM’nin açıkladığı gibi rasgele de koyulmuş olabilir ama bunun doğru olma ihtimali 25 milyonda birdir.
Dahası, tutun ki bu sadece, ÖSYM’nin basına verdiği kitapçıkta var. Bu durumda bile ÖSYM, 25 milyonda 1 görülebilecek böyle bir durumu nasıl ürettiğini açıklamalıdır.
Yrd. Doç. Dr. Hüseyin H. YILDIRIM
Abant İzzet Baysal Üniversitesi

“İmamın Ordusu” Kuzey Kıbrıs’ta yayınlanıyor

Kuzey Kıbrıs’ta yayınlanan Afrika adlı gazete, Ahmet Şık’ın henüz basılmadan imha edilen “İmamın Ordusu” adlı kitabını dün itibariyle yayınlamaya başladı.

Kuzey Kıbrıs’ta muhalif bir yayıncılık çizgisinde yayın yapan Afrika adlı günlük gazete, Ergenekon operasyonu kapsamında tutuklanan Ahmet Şık’ın henüz basılmadan imha edildiği için kamuoyunda ciddi bir tepkinin oluşmasına yol açan ve en son da internet yoluyla yayılan “İmamın Ordusu” adlı kitabını yayınlamaya başladı.

Gazetenin ilk sayfasından yapılan duyuruda, “Türkiye’de yayınlanmadan toplatılan, bilgisayarlardan silinen ve yayınevlerinde polis baskınlarıyla aranan Ahmet Şık’ın ‘İmamın Ordusu’ isimli kitabını Türkiye ve Kıbrıs’ta ilk kez ‘Afrika’ yayınlıyor” denildi.

İlk bölümü dün yayımlanan kitabın 300 sayfaya yakın olması nedeniyle bir ayı aşkın bir süre ile her gün gazetede yayınlanacağı açıklandı. Gazetede 4 tam sayfa ayrılan kitabın ilk bölümünde, Ahmet Şık’ın önsözüne de yer verildi.

“İşgal altında icazetsiz yazılar” sloganıyla yayınlarını sürdüren gazete, Türkiye’nin Kuzey Kıbrıs’a yönelik dış politikasını da eleştirmesi ve bu yılın Mart ayı başında Kuzey Kıbrıs’ta düzenlenen yoğun katılımlı “Toplumsal Varoluş” mitingini de desteklemesiyle biliniyor. (Sol, Yeşil Gazete)

Tartıştığı karısının boğazını kesti

0

İzmir’de eşiyle tartışan koca, kadının boğazını bıçakla kesip evden kaçtı. Komşular dışarıya çıktıklarında kadını yerde yatarken buldu.

Kadınlara yönelik şiddet ve cinayet haberlerine bir yenisi dün gece İzmir’de eklendi.

Madde bağımlısı olduğu öğrenilen Mesut Unayık, Azeri eşi Gülnara Unayık ile evde tartıştı.

Unayık, tartışmanın büyümesi üzerine evden uzaklaşmaya çalışan eşini bıçakla boğazından yaraladı.

Saldırgan koca evden kaçarken, sesleri duyan komşular dışarıya çıktıklarında Gülnara Unayık’ı yerde kanlar içinde yatarken buldu. Olay yerine çağrılan 112 Acil sağlık ekipleri, genç kadının öldüğünü belirledi.

Biri 3, diğeri 1 yaşında olan ailenin iki küçük çocuğu Çocuk Esirgeme Kurumu’na teslim edilirken, polis olayla ilgili soruşturma başlattı.

Mesut Unayık’ın daha önce Manisa Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde tedavi gördüğü, çiftin son aylarda sık sık tartıştıkları öğrenildi.