Ana Sayfa Blog Sayfa 5127

Gençler bu sefer de İsrail’de sokakta

Önce Kuzey Afrika ve Arap coğrafyasını saran, daha sonra da Avrupa’ya yayılan isyan dalgasının yeni adresi İsrail oldu. İsrail’de gençler “Sosyal Adalet” söylemiyle sokaklara döküldü.

başta Tel Aviv, Kudüs, Hayfa, Ber Şeva, Aşdod, Nasıra olmak üzere 11 değişik kentte eş zamanlı düzenlenen ve yüzbinlerce kişinin katıldığı gösterilerde, yaşam koşullarının iyileştirilmesi talebiyle Başbakan Binyamin Netanyahu ve hükümeti protesto edildi.

Protestoların kaynağının iki hafta kadar önce Dafni Leef adlı bir genç kızın, kiralık evinden çıkarılması olduğu söyleniyor. Leef’in daha sonra Tel Aviv’in bilinen caddelerinden Rothschild üzerinde bir çadır kurmasıyla başlayan protesto hareketi büyüyerek tüm ülkeye yayılmış, daha ucuz iskan talebiyle başlayan protesto gösterilerine anneler, aylardır toplu sözleşme gösterilerinde hükümetle uzlaşamayan doktorlar, öğrenci dernekleri ve en son işçi sendikaları ile ülkenin Arap vatandaşları da daha iyi yaşam koşulları talebiyle katılmıştı.

Eylemciler, Çarşamba günü Knesset’e gelecek olan Ulusal Konut Komiteleri Yasası’nın geri çekilmesini isterken, aynı zamanda barınma, sağlık ve eğitim haklarının da güvence altına alınmasını talep ediyorlar.

Yasa tasarısı geri çekilmediği ve talepleri karşılanmadığı müddetçe Netanyahu hükümetiyle herhangi bir diyaloğa girmeyeceklerini ve gösterilere devam edeceklerini belirten eylemciler, Netanyahu ile tüm halkın izleyeceği bir açık oturuma da katılmak istiyorlar.

Eylemi organize edenler hiçbir siyasi aralarında görmek istemediklerini belirttikleri gösterilerin, Başbakanlığının ikinci döneminde Netanyahu’nun karşılaştığı en önemli kriz olduğu vurgulanıyor.

Yeşil Gazete

Murat Morova British Museum koleksiyonunda

British Museum sanatçı Murat Morova’nın bir eserini koleksiyonuna katmak üzere satın aldı.

Daha önce Erol Akyavaş’ın “Miraçname” adlı litografi süitini koleksiyonuna katan British Museum bu kez de Murat Morova’nın “Kıssadan Hisse” adlı dizisinden “Hz. Eyüp” temalı eseri satın aldı. Eser 2010 yılının Aralık ayında İstanbul Galeri Nev’de sergilenmişti. İşlerini genellikle geleneksel form/felsefe ile temellendiren sanatçı, el yapımı kağıt üzerine gerçekleştirdiği bu dizisinde “kadim hikayeler” ile “bugün” arasındaki mesafede “Tarih”, “Tekerrür”, “Tekamül” kavramları üzerinden bir okuma pratiği yapar.

Daha önce açtığı sergilerine “Remz”, “ Nafile Yazılar”, “ Yalan Dünya”, “ Uryan”, “Dil+Suret” , “Dem Bu Dem”, “Menazir-i Mensiyye” gibi başlıklar koyan sanatçı bu dizide de geleneksel formları çağdaş sanatın tüm öğeleriyle birleştirerek sunmaktadır.

2001 Venedik Bienali’nde “Kokulu Bahçe” adlı sergiye katılan sanatçı, “Minimal/Maximal”, “Ruh ve Beden için Çoğaltmalar” ve “Bellekten Modernliğe” adlı grup sergilerine katılmıştı. II.Buenos Aires Bienali, Paris’de Parc de la Villette’de “Musulmans/Musulmanes” sergisi, Kopenhag’da Roundtower’da “İstanbul” adlı sergi, Almanya/Türkiye/Yunanistan’da tekrarlanan “Türkiye/Yunanistan Buluşma Noktası”, Berlin/Martin-Gropius-Bau’da “Taswir-Islamische Bildwelten und Moderne” sergisi katıldığı önemli sanat etkinlikleri arasında sayılabilir.

Ekümenopolis’e insan hakları ödülü

17. Saraybosna Film Festivali’nde ödül sahipleri belli oldu.

Festivalde Türkiye – Almanya ortak yapımı, yönetmenliğini ise İmre Azem’in yaptığı ”Ekümenopolis-Ucu Olmayan Şehir” adlı film belgesel dalda ”insan hakları ödülü”ne layık görüldü.

Avrupa’nın önemli film festivallerinden biri olarak gösterilen ve 22 Temmuz’da başlayan, 44 ülkeden 220 filmi izleyiciyle buluşturan 17. Saraybosna Film Festivali, Halk Tiyatrosu’nda yarışma sonuçlarının açıklanmasıyla sona erdi.

Törene, Bosna-Hersek Devlet Başkanlığı Üçlü Konseyi’nin Boşnak üyesi Bakir İzzetbegoviç, Hırvatistan Devlet Başkanı Ivo Yosipoviç, Amerikalı ünlü oyuncular Angelina Jolie ve Brad Pitt ile yerli ve yabancı çok sayıda sinemacıyla basın mensubu katıldı.

Türkiye’den ayrıca ”Kırık Midyeler”in de katıldığı uzun metrajlı film yarışmasında ”Saraybosna’nın kalbi” ödülünü Avusturyalı yönetmen Karl Markovics’in ”Atmen” (Nefes Almak) filmi aldı.

Ödüllerin üç farklı kategoride dağıtıldığı festivalde, ”belgesel film” dalında gösterilen 18 film arasında ödülü Bosna Hersekli yönetmen Necat Begoviç’in tamamen cep telefonu ile çekilen ”Mobitel” (Cep telefonu) adlı filmi aldı.

”Kısa metrajlı film” kategorisinde 6 ülkeden yarışan 11 film arasında ödülü, Hırvatistanlı yönetmen Dalibor Mataniç’in ”Mezanin” filmi aldı.

”SARAYBOSNA’NIN KALBİ”Nİ ”ATMEN” FİLMİ ALDI

Yönetmenliğini Seyfettin Tokmak’ın, senaryosunu Kenan Kavut’un yazdığı ”Kırık Midyeler” filminin de yarıştığı “Uzun Metrajlı Film” kategorisinde yer alan 10 sinema yapıtından, en iyi film olarak Avusturyalı yönetmen Karl Markovics’in ”Atmen” filmi ödüle layık görüldü. Bu film, 25 bin avroluk ödül ile festivalin sembolü olan ve anlamlı ödül olarak nitelendirilen ”Saraybosna’nın Kalbi”ni de kazandı.

En iyi kadın oyuncu dalında ise ödülü Romanyalı oyuncu Ada Condeescu, festivalde gösterilen ”Loverboy” filmindeki rölüyle aldı.

Festivalin en iyi erkek oyuncusu ise ”Saraybosna’nın Kalbi”ni kazanan ”Atmen” filminde rol alan Thomas Shubert oldu.

JOLİE’Yİ DUYGULANDIRAN ÖDÜL

Ünlü oyuncu Angelina Jolie’ye de ”Saraybosna’nın Fahri Kalbi” ödülü verildi. Jolie’ye ödül veren festivalin organizatörü Mirsad Purivatra, kendisinin sanat dünyasındaki önemini vurguladı.

Ödülü alan Jolie ise kendisinin ayakta dakikalarca alkışlanması üzerine duygulu anlar yaşayarak, ”Teşekkür ederim, ağlamaya başlayacağım” dedi.

Aldığı ödül nedeniyle onur duyduğunu ifade eden Jolie, yönetmen olarak çalışmaya başladığı ilk filme kadar (geçen yıl çekimini yaptığı ve Bosna’daki savaşı anlatan Kan ve Bal Ülkesinde) Bosna-Hersekli oyuncular kadar yetenekli ve disiplinli sanatçılarla karşılaşmadığını kaydetti.

Yaz, meyvelerin saltanatıdır – Hasan Bülent Kahraman

Refik Halid Karay, bütün yazarların kaderini paylaşıyor. Çok uzun bir uykudan sonra bir yeniden uyanış dönemi yaşıyor. Kitapları yeniden basılıyor. Oldum bittim Türkçesinin zenginliğiyle tanınır. Cemil Meriç de meğer onu okuyarak yetişenlerdenmiş. “Kolay ve sağlam Türkçesi,” diyor. Doğrudur; aynen öyledir. Türkçesi lezzetlidir, ama bir akarsu gibidir. Durmaz, kalmaz, bir şey bırakmaz. Zaten bir fikir yazarı da değildir. Daha önce de onun denemeleri hakkında yazılar yazdım. Bir Avuç Saçma‘nın hayatımdaki yerini, önemini anlattım. Hâlâ zaman zaman kitaplarını elime alır o Türkçenin lezzetine vararak okurum. Ama o kadar. Refik Halit’i, Türkçesinin lezzetiyle tanır ve biliriz ama o esas itibariyle lezzet peşinde bir yazardır. Hatıralarını anlattığı kitabı, bilhassa yakın dönemi dile getirdiği, Bir Ömür Boyunca‘yı okuyanlar görecektir. Kendisinden bahsettiği her yerde durup durup “Biz yaşamasını bilen bir aileydik,” veya “Ben yaşamasını severim,” der. Nitekim sürgüne giden diğerleri mağmum, bikes, menkup, makus bir hayat sürerken o kendi zevkine dalar ve daima “Yiyip içtim,” der, durur. Son yıllarını alatırken de ‘tadı tuzu yerinde yemekler pişen’ evinden dem vurur.

ÜSTAD KIRILA KIRILA KAYMAK YERDİ
Bu hasletlerle ‘mücehhez’ Refik Halit, ‘buzlu ve nefis’ tarafından olursa ‘bir tepsi meyveyi’ dünyanın en büyük makamına, mevkiine değişmeyeceğini dile getirir. Herhalde öyledir. Mesela gene hatıralarında hayatındaki en büyük iştiyakları, imrenmeleri, yutkunmaları anlatırken iki anısından söz açar. İkisi de çikolatalar, pastalar, bonbonlar üstünedir. Bir de parasızlık, sefalet yıllarında dostu Abdülhak Şinasi Hisar‘ın onu şimdi benim de hakkında okuduklarımdan sonra çok merak ettiğim Mulatier pastanesine (İstiklal Caddesiyle Nuru Ziya Sokağı’nın kesiştiği köşedeymiş) davet ettiğini ve orada kaymak ısmarladığını anlatır. Bir tabağa biraz süt, biraz kaymak, biraz pudra şekeri koyarlarmış. Üstad kırıla kırıla yermiş. Bu kaymak meselesi galiba önemli. Ahmet Haşim de sabahın köründe Yusuf Ziya Ortaç‘ın kapısına dayanır, Eyüp’te, Madam bilmem kimin mandırasına, günün o saatinde, o muazzam üslupla yazılmış Portreler kitabı müellifiyle gidip, gene onun anlatımıyla, ‘üstünde çiğ taneleri ışıldayan‘ kaymakları gövdeye indirirlermiş. Ben kaymak yemem ama ne güzel…
Bu ayın henüz gelmiş yemek dergilerini karıştırırken, yaz sebzeleri, yaz meyveleri hakkındaki köşeye bakıyordum. Çoğunun bizde bulunmayışına esef ediyordum. Hele kabuklu ve çiğ deniz mahsülatının olmaması benim için gerçek bir elem. Bir hafta evvel bir kıyıda, bir yandan denizin türlü ışık oyunları içindeki sonsuz kımıltısını izleyip bir kaya üstündeki deniz kestanelerini seyretmiş, bir yandan Fransa’da Bretagne ve Normandie’nin kıyı kasabalarındaki lokantalarda masalara getirilen büyük deniz ürünleri ‘platoları’nı düşünmüş, bir yandan da, “Şu sudaki canlılar neden bizim mutfaklara taşınmaz?” diye kurmuştum. O sırada aklımdan bir cümle geçti, belki çok az kişinin bildiği, duyduğu bir cümle: “Patlıcanlar morara morara kadife rengini aldı.”
Bu cümle bana Türkçenin bütün lezzetini verir. Benim gibi durup durup kendi kendine tekrarlayanlar, şu kısacık cümlenin şiiri, Türkçenin sesini duyacaktır. Ondan daha fazlası ise bir mevsim sebzesinin bu derecede latif bir biçimde anlatılmasıdır. Yazın geldiğini daha müzeyyen bir biçimde nasıl anlatabilir, anlayabilir bir insan: Patlıcanlar morara morara kadife rengini aldı. Üstat Ahmet Rasim, bu cümlesinden sonra patlıcan hakkında yazar da yazar. O zaman insanların yazı bin bir türlü hayalle, eğlenceyle, en fazlası, aşk saçmalıklarıyla falan süslediğini fakat kimsenin yazı bilhassa meyveleriyle anmadığını fark ettim. Uzun uzun onları anlatacak değilim. Ama Refik Halit’inki kadar iddialı bir şey söylemesem de ‘buzlu ve nefis bir tepsi meyve‘nin kamaştırmadığı bir muhayyileye doğrusu şaşarım. Buna bir de dondurmaları, buz tutturulmuş meyve özü olan sorbeleri eklemek gerek. Eskilerde kaldığı için artık kompostolardan söz bile etmiyorum, hele kompostoyla hoşafın farkını bilemeyen insanlar gördükten sonra.
Yaz aslında meyvelerin saltanatı ve mevsimidir. Türkiye’nin bu konuda büyük imkanlarının olduğu bir gerçektir. Bizdeki kadar bol ve lezzetli meyvenin bulunduğu ülke azdır. Fransa örneğin, çok caziptir ama orada satılan o buruşuk, korusun diye, üştü nişasta kaplanmış incirleri görünce gülerim. Onların farkı ise böğürtlen, ahududu türü orman meyvelerinin bolluğudur. Bir de mutfak kültürü. Bizde meyvelerin pişirilmesi çok nadirdir. Onları çiğ yeriz. Oysa Batı mutfakları çok ince açılmış hamurların üstüne döşenerek pişirilmiş meyve tartlarıyla yüklüdür ki, hepsi aklımı başımdan alır. Bizde o işi yapan pastane yok. Deborah Madison‘la, Nichole Ruthier‘nin bu konudaki kitapları okumalara sezadır. Bir eksiğimiz de meyvelerin bolluğu ve lezzetine rağmen cinslerinin kısıtlı oluşu. Yurt dışındayken mesela elma ve armutlara ‘takmıştım’, bir ara. Kaç cins, Allahım, kaç cins elma ve armut bulmuş, almıştım. Hâlâ da her NY’a gittiğimde pazara çıkıp ‘o’ meyveden, hangisiyse artık bulabildiğim kadar çok çeşidi arar bulurum. Nedeni merkantilizm eksikliği, bahçeyle piyasa ilişkisinin kopukluğu. Yaz, meyve demektir; yeter ki, Havva’nın elması olmasın.
 Hasan Bülen Kahraman – Sabah pazar

2014 FIFA Dünya Kupası elemelerinde Türkiye’nin rakipleri

2014 yılında Brezilya’da düzenlencek olan FIFA Dünya Futbol Kupası için Avrupa eleme grupları kurası çekildi.

Kura çekimine 2. torbadan katılan Türkiye, D Grubu’nda Hollanda, Macaristan, Romanya, Estonya ve Andorra ile eşleşti. Hollanda 2010’da Güney Afrika’da düzenlenen turnuvada finalde İspanya’ya 1 – 0 yenilerek 3. kez eşiğine kadar geldiği dünya kupasına uzanamamıştı.

Ev sahibi Brezilya’nın elemelerde mücadele etmeden doğrudan katılacağı 2014 Dünya Kupası’nda maçlar 12 Haziran-13 Temmuz tarihinde oynanacak.

Dünya Kupası’na Avrupa elemelerinden gelen 13 takım katılacak. Takımlar 9 grupta mücadele edecek ve grupların 8’inde 6, birinde 5 takım yer alacak. Takımlar birbirleriyle biri kendi sahasında biri deplasmanda olmak üzere 2 kez karşılaşacak. 9 grubu ilk sırada tamamlayacak takımlar Dünya Kupası’na katılma hakkı kazanacak. Gruplarını 2. sırada tamamlayan takımlardan en iyi 8’i play-off turuna kalacak ve bu 8 takımdan 4’ü de Dünya Kupası bileti alacak.

Gruplarda eleme maçları 7 Eylül 2012 – 15 Ekim 2013 tarihleri arasında oynanacak.

Lüzum üzerine değişim

2 ağustos’ta yapılacak Yüksek Askeri Şura toplantısı öncesi yaşanan gerilim Jandarma Genel komutanı Necdet Özel’in önce Kara Kuvvetleri komutanlığına, ardından vekaleten Genel Kurmay başkanlığına atanması ile son buldu. Böylece Necdet Özel’in 2015 yılına kadar Genel Kurmay başkanlığının önü açılmış oldu.

Y.A.Ş. öncesi yüksek askeri komuta düzeyinde gerçekleşen istifaların toplantıda karara bağlanması gereken tayin ve terfilerle ilgili olduğu sanılıyor. Ergenekon ve Balyoz davalarının ardından internet andıcı soruşturması kapsamında yüksek rütbeli bir çok generalin gözaltında olması ordu kademelerinde rahatsızlık yaratıyordu. Nitekim dün akşam saatlerinde göreve süresinin bitmesine bir yıl bulunan Genel Kurmay Başkanı Işık Koşaner’le birlikte görev süreleri 30 Ağustosta bitecek kara, deniz ve hava kuvvetleri komutanları ani bir kararla emekliliklerini istemişlerdi. Genel Kurmay başkanı Koşaner emeklilik dilekçesini ” görülen lüzum üzerine” diye gerekçelendirdi.

Koşaner ve kuvvet komutanlarının emekliliğini istemesi üzerine Avrupa’dan gelen ilk tepki olumlu oldu. Avrupa Parlamentosu (AP) Türkiye Raportörü Ria Oomen Ruijten, gelişmeyi “Türkiye’nin gittikçe daha demokratikleştiği” şeklinde yorumladı. Oomen-Ruijten, kısa açıklamasında “Türkiye, demokratik kurumların askeri kararlar üzerinde denetim sahibi olduğu daha demokratik bir ülke haline geliyor” dedi.

Yüksek Askeri Şurada davalar kapsamında tutuklu bulunan generallerin emekli edilerek komuta kademelerinin büyük ölçüde yenileneceği tahmin ediliyor.

Yeşil Gazete

Öcalan devreden çıktı

 

ABD büyükelçisi Ricciardone’nin Ankara’nın İmralı ile görüşmelerini olumlu bulduğunu açıkladığı gün Abdullah Öcalan’ın açıklamaları gündeme oturdu. Öcalan’ın bu süreçte rolünün bittiğine dair açıklamaları görüşmelerin devamı için bir hamle mi, yoksa çatışma ortamının yoğunluk kazanabileceğine dair bir tehdit mi olduğu tartışılıyor.

PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın avukatlarıyla 27 Temmuz Çarşamba günü yaptığı görüşmenin ayrıntıları belli oldu. Fırat Haber Ajansı’nın geçtiği habere göre, Öcalan, gündemdeki konuları değerlendirdi.

Öcalan, Devlet ve Kandil’e seslenerek, “Benim yapacaklarım bitti. Bundan sonra benim rolümü sürdürmem için sağlık, güvenlik ve özgür hareket alanının sağlanması gerekiyor.” dedi.

İçinde bulunduğu koşullarda pratik önderlik yapamayacağına dikkat çeken Öcalan, şöyle konuştu: “Ben burada pratik önderlik yapamayacağımı, bu şartlarda bunu sürdüremeyeceğimi söylemiştim. Her iki taraf da bana bir şeyler söylüyorlar. Devletin-AKP’nin zaten ne yaptığı ortada. Her iki taraf da beni idare ediyor. Aslında bu bir şantajdır. Kandil beni taşeron olarak kullanıyor. Devlet de heyeti taşeron olarak kullanıyor. Her iki taraf da beni taşeron olarak kullanıyorlar. Her iki tarafın beni taşeron olarak kullanmasına son veriyorum. Bugün itibariyle buna son veriyorum. Benim yapacaklarım bitti. Bundan sonra benim rolümü sürdürmem için sağlık, güvenlik ve özgür hareket alanının sağlanması gerekiyor. Artık bunlar olmadan hiçbir şey yapmıyorum. Bu şekildeki pozisyonum devlete de, Kürtlere de zarar veriyor. Bazıları da ‘Öcalan bu şartlarda orada yönetemez, yapamaz, içeriden pratik önderlik yapılamaz’ diyordu. Doğru söylüyorlar. Bu koşullarda barış görüşmesi yapılamaz.”

Öcalan, “Benim rol almamı isterlerse üç şartım var” ve üç şartı şöyle sıraladı: “Sağlık, güvenlik ve özgür hareket etme. Bu üç şartı sağlayabiliyorlarsa ben devam ederim. İki taraf da rolüm konusunda anlaşırlarsa, sağlık, güvenlik, özgür hareket alanı yaratırlarsa, rolümü oynarım. Bu şartları sağlayamıyorlarsa ben daha fazla devam etmeyeceğim.” Bir tek annenin dahi gözyaşı dökmesini istemediğini söyleyen Öcalan, “Bir ananın gözyaşının dökülmesi bana acı veriyor. Türkiye kamuoyunun şunu bilmesini istiyorum. Ben Başbakan’a ‘Çözüm için gerillaları bir yerde toplayalım’, ‘Sorunu hemen bir haftada çözelim’ demiştim. Ama Başbakan’dan ses yok. Başbakan’ı itham ediyorum. Barış istemiyor, her türlü kolaylığı sağlamamıza rağmen barışa yanaşmıyor.” dedi

Yüksekova Haber, YG haber merkezi

Festival Habercisi 2011 – Rock’n Coke’ta…

Müzik festivalleri -öteki.” yaşamdır. Başka türlü olmanın, normal toplumsal yasa ve yükümlülüklerden uzak bulunmanın, ciddiyetin çok çok ötesinde ve hatta ciddiyetle ilgisiz; gücünü “o an-orada” bulunan insanların organik iletişiminden alan, eğlencenin, dans etmenin, gülmenin yer aldığı, buna karşılık üretim ve kalkınmanın olmadığı geçici alanlardır. Woodstock’69 afişindeki gibi “3 gün boyunca barış ve müzik”in yer aldığı, devrim yapmak değilde, “devrimin kendisi olma”nın alanlarıdır.

Müzik festivalleri, sıradan ya da rütin hayatlardan uzaklaşılan, üzerimizde baskı oluşturan her türlü iktidardan, kurulu düzenlerden, endüstriyalizmin insana sunduğu çark rolünden ayrı, geçici özgürlüğün kutlandığı alanlardır. Bu alanlarda tüm hiyerarşik rütbeler, ayrıcalıklar, normlar ve yasaklar askıya alınır. Normalde; kast, mülkiyet, meslek ve yaş bariyerleriyle birbirinden ayrılan insanlar arasında, yapılan etkinliğe has olarak özgür ve dostane bir ilişki biçimi egemen olur. “Başka bir dünya mümkün” söyleminden bahsediyorsak, festivallerde bu olgu yaşamaktadır. Bu yazı dizisi bu alanlardaki yaşantılara dikkat çekme kaygısı taşımaktadır. (Festival Habercisi – 2 , 2010)

Festival Habercisi olarak 2010 yılında kamp yapılarak kalınan gençlik müzik festivallerine odaklanıp, bu etkinliklerin hem öncesinden haberlerini verip, hem katılıp, hem de sonra orada yaşananları aktarmaya, işte bu ön sayıltıyla başlamıştım. O günden bu yana birçok etkinliği Yeşil Gazete’ye taşıdım. Bunu yaparken bir amacım da klasik medya aygıtlarının manipulasyonundan uzak, yalnızca sahne üzerine odaklanmayan, festivalin bir yaşam alanı olduğu sayıltısıyla, orada yaşananları bağımsız aktarmak ve farklı festivallerin birbirlerinden ayrılan yanlarını yeşil ilkeler ve ütopya üzerinden tasvir etmekti.

Bugüne kadar katıldığım ve haberini yapıp, yorumladığım festivalleri hep kendi içinde, kendi katılımcıları açısından değerlendirmeye özen gösterdim. Buna karşılık bu durumun extreme bir duruş olduğunun da hep farkındaydım. Etnik ve dini ayrımcılıkların silinmeye yüz tuttuğu (tv’de öyle gösterilmemesine karşın!) çağdaş dünyada, tam tersine özellikle gençler arasında yeni ayrımcılık biçimlerine dönüştüğünden haberdardım. Rock müzik severlerin elektronik müzik dinleyenlere, rapçilerin rockçılara ya da tersi vs vs duruşları her zaman yapay ve değersiz buldum. Katıldığım festivallerde hangi müzik tarzına hitap ederse etsin; eğlenen, dans eden, yaşam coşkusuyla hem bedensel, hem bilişsel sınırlarını zorlayan veya politik-muhalif festivallerde aynı zamanda toplumsal bilincini ve duruşunu geliştiren insanlarla birlikteydim.

Bunlardan uzun uzun bahsediyorum çünkü Türkiye insanının nazarında festival denince akla ilk gelen! (neden acaba?) Rock’n Coke Festivali’ni eleştireceğim. Bu festivali halihazırda kafamıza sokuşturulmuş kavramlarla tartışamam.

Endüstriyalizm kıskacında Türkiye

80 darbesinin toplum üzerinden silindir gibi geçtiği söylenir ya hani; bu söylem daha henüz ağızdan çıkarken “eski” bir ses olarak kulaklarımızda çınlar. Bu söz, 80 sonrası yetişen apolitik gençlik için çoğunlukla anlamsızdır. Bu anlamın içi ancak yeşil düşünce ile dolabilir. Çünkü 80 darbesi esasen Türkiye’nin endüstriyalizmin kıskacına girişidir. Bunu “artık” görebiliyoruz. Eski “sesler”, benimde içinde bulunduğum neslin eğitim sürecini göremedi. Oysa bizler okullarda siyasi tutuklulardık. Bizlere; sanayi, kentleşme ve modernite eğitimi verilirken rahatsız olmamız gereken entelektüel değerleri eski politiklik karşılayamadı. Çünkü bizler artık zorunlu eğitimin önce 8 sonra 11 ve 12 yıla çıkarıldığı, yaz tatillerinde dahi kırsal hayatla hiçbir bağlantısı kalmamış yeni nesildik. Toprak yolların kalktığı, kaldırımların dahi düzenlenip betonlaştırıldığı, doğal orman ve ağaçlar yerine, park ve bahçelerde yeni dikilen fidanlarla büyüyen, buna karşılık aynı park ve bahçelerde çimlere basmanın yasak olduğu, karıncaların evimiz ve eşiğimizden kovalanıp ayıklanması gerektiğine inandırılan yeni insanlardık. 80 öncesi kuşakların doğayla bir şekilde bağlantısı varken, bizler artık doğayı özel kanallar ve belgesellerden izlemeye başladık. Bu nesil, bu sebeple 5 ağacı bir arada görse arasından ayı çıkacak diye korkuyor. Evde köpek veya kediyle yaşamak bizden önceki nesil için “birlikte yaşama” (mutualizm) dengesiyken, bizler için salt biblo-süs eşyası anlamına dönüşmeye başladı. Kimse aradaki farka işaret etmeyi beceremedi.

Endüstriyalizmin kıskacında daha doğuştan toplumun malı olduğumuz ortadayken, otomatik düz bir bantta toplumsal makinenin içine çekiliyorduk. Bu süreçte ise, sağı geçtim; sol aksiyom, aydınlar, şairler dahi hala bize topluma yararlı olmanın mesajını veriyordu. Sanki aksi mümkünmüş gibi!

Oysa bize yeni bir entelektüalite, yeni bir yaşam, yeni bir anlam gerekliydi. Hem sağ ve hem de solcuların yücelttiği çalışma, üretme ve kalkınmaya karşılık birilerinin çıkıp tembelliği veya yeşil düşüncenin en derin ilkesi olan sürdürülebilirliği övmesi gerekiyordu. Bize sol aksiyom “hayatta herşey para değil!” diyordu ama artık bu sözün içini dolduramıyordu. Kentlilik, temizlik ve hijyen kafamıza kazıtılırken; elimize, kafamıza sürdüğümüz sabunun, şampuanın, tabağımızı, giysimizi yıkadığımız deterjanların aslında kimyasal pislik olduğunu anlatacak, öğretecek veya hatırlatacak birileri gerekiyordu. Bizler günde iki dakika dişlerimizi fırçalamamız gerektiğinin aksini düşünemezken, Ayşe Özgün televizyona çıkıp köylüye götünü yıkamasını öğretiyor; bizleri, yani  yeni nesli; eskiyle, kırsalla, köyle olan bağımızdan utandırıyordu.

Endüstriyalizmin bir dili vardı. Bu koca makinede herşey mantığın veya mantıkçılığın dilinden konuşuyordu. Bizler artık mantığın içine doğmuştuk. Mantığın karşıtında duran çılgınlığın, duyguların, irrasyonalitenin, oyunun dilinden de konuşmamız gerekiyordu. Ancak bundan kimse bahsetmiyordu. Solcusu da mantıklı konuşuyordu. Sağcısı da. Kapitalizmi, hem mantıkla yüceltiyor, hem de mantıkla lanetliyorduk. Bizler örneğin Türkiye’de din eğitimiyle büyüyen ilk nesildik. Dindarı, dini, mantıkla yüceltiyor; dinsizi, dini mantıkla eleştiriyordu. Bu koca makinenin dışına çıkmak imkansızdı. Evde, okulda, işte, arabada, otobüste…

Endüstrileşmiş toplumlarda sol içinden yeni iç eleştirilerle yükselen yeşil düşünceyi anlaması için Türkiye aydınlarının oldukça uzun zamanı vardı. Ancak o okumaları yapmaktan aciz kaldığını bugün görüyoruz. Aslında hala aynı sorun devam etmekte. Avrupa birliği düşkünü çağdaşlarımız o ülkelerdeki yeşil muhalefetin bahsettiği otomatikleşmiş yaşamları, devasa yabancılaşmayı hiç duymamış gibidirler. Onlar da makinenin kıskacına düşmüş, akıl ve mantıkla tumturaklı sözler etmektedirler.

Rock’n Coke’u eleştirmeden önce bir “mantık”lı söz de ben ekliyim. Bakalım bu kısa olması gereken yazı için özetleyici olabilecek mi?

1947 yılında, Amerika’da, bebek mamasının anne sütünden daha besleyici olduğu angaryası patladıktan 20 yıl sonra gençlik müzik festivalleri kitleselleşmeye ve hemen ardından 2 yıl sonra Woodstock’la birikte bir ritüele dönüşmeye başladı. 1980 yılında Türkiye’de bebek maması anne sütünün yerini alışından yirmi yıl sonra ise ilk gençlik müzik festivali H2000 gerçekleştirildi. Buradaki esas mesele endüstriyalizme doğan insanın insanlığından yabancılaşması ve bireylerin bu yabancılaşmaya verdiği tepki meselesidir. Nitekim tepkiler de değişebilmektedir. Kimisi beraber şarkı söyleyip, dans etmeye yönelirken, kimisi ise bu yabancılaşmayı kanıksayıp, beton kutulara kapanıp, pimapene, izocama sığınıp, dışarı çıkarken de üstüne perde geçirip endüstriyalizme alet oldu. Bu anlamda dünyada endüstriyalizmle birlikte (artık Türkiye’de de olduğu gibi) İslam’ın desteklenmesi hiç şaşırtıcı değildir.

Rock’n Coke konserleri

Konser diyorum çünkü festival olduğuna dair pek bir işaret bulamadım. Zaten katılımcıları da bu etkinliğe konsere gider gibi gidiyor. Verilen rakamlar 45.000 kişinin katıldığını ancak bunlardan 7.000’inin çadırlı olduğunu gösteriyor. Bu haliyle aslında kamp yapılarak kalınan müzik festivalleri açısından Rock Tatili Foça’nın 40.000 kişilik ve yaklaşık bir hafta süren çadırlı konaklamasının yakınından bile geçmiyor.

Konserle, kamp yapılan festival arasındaki fark oldukça büyüktür. Konsere edilgen biçimde sahneyi görmek için, festivale ise etkin bir şekilde alanda yaşamak üzere gidersiniz. Birinde akşam yatağınıza dönerken, diğerinde yeni güne festival alanında uyanırsınız. Zaten festival ruhunu esasen ikinci gününden itibaren hissetmeye başlarsınız. Üçüncü ve dördüncü gününden sonrasında ise önemli bir deneyime dönüşmeye başlar. Artık aslolan müzik değildir. Bu sebeple bir müzik festivali deneyimi doğada uzun günlerce kalınan kampçılık veya dağcılık deneyimine, konsere katılmaktan daha yakındır. Müzik festivali, doğayla içiçe sessiz-sükun kampçılık deneyiminin kalabalıklarla birarada olunduğu ve eğlencenin önplana çıkarıldığı biçimidir. Buna karşılık Rock’n Coke 2 günlüktür. Yalnızca bir gece konaklanılmaktadır. Bu haliyle festival ruhunu deneyimlemek için çok yetersizdir.

Ben yine festivali katılımcılar açısından sahneye odaklanmadan yapacağım. Ancak bu sahneye odaklanma meselesini biraz açmak gerekir. Sosyal medya veya tv’de Rock’n Coke ile ilgili yazılar veya görseller bir incelensin. En basitinden Rock’n Coke’la tam bir işbirliği içinde olan ntvmsnbc sitesine bir bakılsın. Festival sonrası bir fotogaleri ekleyen haber sitesinde yayımlanan 80 fotoğraftan 74’ü sahnedeki müzisyenlerin fotoğrafı. 5 tanesinde sahneyle birlikte kalabalıklar gösteriliyor. Bir tanesinde minderde oturmuş bir kişi var. Bu durum toplumun görmezden gelinişinin, toplumu salt yığınlar olarak gören endüstriyalizmin perspektifidir. Esas şikayet edilmesi gereken endüstriyel metaya dönüşen insanın bu durumu bu kadar kolay kanıksıyor olması değil midir?

Oysa bir müzik festivalinin en önemli özelliği, bir ağaç gölgesinde çimenler üzerinde keyfince uzanabilmek ya da deniz kenarında yapılan bir etkinlikte denize girerken sahneden gelen müziğe de kulak verebilmek gibi örneklerdir. Rock’n Coke alanında ise tek bir ağaç yoktur. Üstelik 2009 Rock’n Coke, F1 İstanbulpark’ta yapılırken zemin asfalttı.

Bu durum fotodaki gibi görüntüler yaratıyordu. Bu anlamda konserle festival arasındaki belirleyici farklardan diğeri, konserde sanatçılar sabit olup, izleyiciler alana alınıp, konser sonrası dışarı çıkarılırken (-ki bu durum yine insanın endüstriyel metaya dönüştürüldüğünün işaretidir), festivalde katılımcıların yaşam alanına, müzisyenler konuk olurlar. İşte festivalin temelde endüstriyalizme karşıt duruşunun özelliği de buradadır. Festivaldeki insanlar, konsere göre daha değerli ve aktif bir konumdadır. Bu durum ise Rock’n Coke’da yine pek geçerli değildir.

Yalnız kalabalıklar

Kimse kimseyi kandırmasın. Rock’n Coke devasa bir iletişimsizlik alanıdır. Arkadaş grubunuzla gider kakara-kikiri yapar ve geri dönersiniz. Alanda tanıdık birilerini görürseniz beraber biraz zaman geçirirsiniz. Bunun dışında yabancılarla kesinlikle konuşulmamalıdır. Bu kuralı kim koyuyor? Çünkü girişte devasa güvenlik işlemlerinden geçersiniz. Bu güvenlikler gündelik hayatlarımızda sürekli hatırlatıldığı gibi tehlikeli insanların uyarısını yapmaktadır. Nasıl gündelik hayatlarımızda kimseyle konuşmuyorsak aynı şekilde aynı alt metinle şunu söyler: “Güvenlik olması yeterli değildir. Aralardan sıyrılmış olabilirler”. “Dikkat!” demektedir, “siz yine de birbirinize güvenmeyiniz.”

 

Rock’n Coke’tan beridir sosyal medya ve bloglarda karşılaştığım yazılar ise şahane hakkaten. Ne çılgınlar varmış… Ne de çılgınlar gibi eğlenenler varmış… Kimdi onlar ben görmedim. Benim gördüğüm en fazla şarkılara mırın kırın sallanarak eşlik eden insanlardan ibaretti. Ayakta durmaktan beli ağrıyan insanların ritmik sallanmasından öteye geçemeyen. Zaten Rock’n Coke tıpkı normal toplumsal yaşamdaki gibi otomatizasyonun azıcık dışına çıkılması durumunda karşısındakini deli konumuna sokmaya hazır veya “sen ne içtin?” esprisi yapmak için bekleyen insanlarla doludur. Herkes birbirini izler. Seyirlik bir panayır ya da insanat bahçesine benzemektedir. Seyretmek için kendinize sahnelerden sahne beğenebilirsiniz. Nitekim 4 sahne vardır. Ama katılımcı muhakkak edilgendir. Hatta öyle ki en çılgın müzik grubu bile performansının yumuşatılması için kulağı çekilmiş gibidir. Burası sonuçta kokakolanın alanıdır ve birileri coşacak olursa bu hiç iyi olmaz.

 

Peki bunlar neden önemli olsun? Şu sebeple…

Gençlik müzik festivalleri aracılığıyla doğada yaşarken, esasında tıpkı kampçılık veya dağcılık faaliyetlerinde de için için hissedildiği gibi doğada yaşamanın hiç de güç olmadığını öğrenirsiniz. Hele ki yaz aylarında uyku tulumu veya çadıra bile aslında gerek yoktur. Bu alanlarda, dünyaya doğan insanın en temel soru ve sorunları aklınızda canlanır. Size hiç hatırlatılmayan sorular sorar ve yanıtların ne kadar da basit olduğunu görürsünüz. Oysa Rock’n Coke’ta çadır alanında sıkış tepiş konaklamaya zorlanılırsınız. Bu yıl kamp alanı çilesini yaşamadım. Ancak 2009’da kaldığımda geceleri mutlak sessizliği unutamıyorum. Askeri kamp gibi uyutulan insanların çıt çıkarmaması otokontrol aracılığıyla sağlanıyordu. En ufak seste hemen yakınlarda ama nereden geldiği aynı zamanda belli olmayan bir ses (tabi “çağdaşlık”tan da nasibini almış olduğu pek bir belli!) “sessiz olmanızı”, “burada herkesin uyumaya çalıştığını” hatırlatıyordu. Ne de olsa “bireylerin özgürlüğü, diğerinin özgürlük sınırına kadardır” öyle değil mi? Yani hiçbirimizin özgür olmadığını hatırlatan endüstriyalizmin sırtını dayadığı en temel ilke. Bu haliyle yaşadığınız apartman dairelerinin, sesi az da olsa yalıtıyor olmasına duacı olursunuz. “Yaşasın hepsi birbirinin aynısı endüstriyel apartmanlar!” demelisinizdir. Gençlik müzik festivallerine katılıp endüstriyel sistemi dışarıdan gözleyip, zavallı hayatçıklarımızı farkedip, sisteme dair şüpheler geliştirecekken, Rock’n Coke sonrası sisteme duacı olur ya da aksini düşünme fırsatı elinizden alınır.

Uzun oldu, kısa keseyim… Gençlik müzik festivalleri endüstriyel toplumlarda ihtiyaç üzerine doğmuştur. Sosyal hayvan olan insanın görünmez duvarlarla hapsedilmesi, bu etkinliklerle geri tepmiştir. O sebeple bu alanlar, gündelik hayat pratiklerimizin tam karşıtında duran davranışlar için tampon görevi görür. Bunların en başında ise özgürlük nüansı vardır. Bu alanlarda insanın özgürlük sınırı, diğerinin sınırına kadar değildir. O sınırlar neşeli bir kavrayışla aşılır. Burada insanın en temel özgürlük bilinci yaşar. Şöyle fısıldar. “Birbirinin özgürlük sınırına değil de özgürlüğüne saygı duyan nesillere ihtiyacımız var. Bak, işte şimdi mükemmelleşmedi mi dünya?” İşte bu sebeple, bu alanlarda, kitlesel bir şekilde yaşar ve hiç kavgaya denk gelmezsiniz. O zaman da dersiniz ki bize dünyada düşmanlar, tehlikeli insanlar, kötülerin varlığı sürekli olarak anlatılıyor. Peki nerede bunlar? Anlarsınız ki tehlikeli olan insan, mantığın demirden kafesine kapatılmış insandır.

Sonuç olarak bir gençlik müzik festivali insana başka bir dünyanın kapısını açar. Geçici olarak başka bir dünyaya kaçarsınız. Bu yaşam katılımcıyı, okulda, tv’de gösterilmeyen daha esasa ilişkin bilgelikle donatır, dünyaya başka bir perspektiften bakmayı kafanıza kakan bir inisiasyon görevi görür. Normal toplumsal yaşamın kati duvarlarının göreliliğini öğrenir, içinde yaşadığınız toplumu kendinizle birlikte değiştirir, dönüştürürsünüz. Buna karşılık yaşadığımız çağın en büyük sorunu olan “gerçek ile sahte” sorunu Rock’n Coke ile tekrar karşımızdadır. Gündelik hayat pratiklerinden çoğunlukla farksız olan Rock’n Coke ise tam aksine şunu söylemektedir. “Kaçacak yer yok!”

Kültürel pratiklerden ekonomi-politik değerlendirmelere hiç giremedim. Sahne önü bileti, VIP, çalışan ve katılımcı hepsi ayrılmıştır. Herkes her zaman olduğu gibi burada da haddini bilmelidir. Barışmış, özgürlükmüş bunlar LAF! Eğlence istiyorsun, al sana haddince eğlence! Starlar senin için ulaşılamazdır. O sebeple sahnedekileri ancak bariyerlerin arkasından 20 metre uzaktan seyredebilirsin! Haa ama parasını verirsen 10 metreye de düşebilir. Reklamlarımızı kafanıza pompaladık. O kadar salaksınız ki bunun için üstüne para bile veriyorsunuz. Haa, ama unutma, zirvede hala bir kişiye daha yer var. Belki o sen olabilirsin… Wuu hahaha! Hadi şimdi evlerinize dağılın!

Başta İstanbul sonra Türkiye’li şunu sormalı; “neden bu yıl başka hiç bir organizasyon yapılmadı?” ya da bu yazıyla etkinliğin katılımcılarına pesimist bir tablo sunduysam şunu da eklemeliyim. Biliyorum ki birçok etkinliğin olduğu yıllarda zaten kimse Rock’n Coke’a gitmiyordu. Bu yılki Rock’n Coke çaresizliğimizin de resmidir. Yine de gelecek hafta İzmir – Rock-A‘dan bildirmek üzere… Muhabbetle…

Gece fotoğrafları için Deniz Ay’a teşekkürler.. ;)

Japonya artık nükleer değil

Japonya Başbakanı Naoto Kan, 11 Mart depremi ve tsunamisinden sonra iyice tehlikeli hale gelen nükleer enerji santrallarını tedricen bırakma kararı aldı.

Dört ay önce nükleer kriz yaşayan Japonya tarihi bir karar aldı.

Japon Demokrat Parti Genel Başkanı ve Başbakan Nato Kan, 2050’ye kadar nükleer enerji santrallarının tamamen devreden çıkarılarak temiz enerji kaynaklarına, başta güneş ve rüzgar gibi doğaya dost enerji kaynaklarına yönelmeye ilişkin hükümet planını açıkladı.

Başbakan Kan, nükleer enerji karşıtı planını böylece pekiştirme kararı aldı.

Japonya’da, 9 büyüklüğündeki 11 Mart depreminden sonra 54 nükleer elektrik santralından 35’i çalışmayı durdurmuştu.

Depremin vurduğu orta kesimdeki ana ada Honşu’nun doğusunda Büyük Okyanus’a yakın Fukuşima nükleer santralı büyük arıza ve sorun çıkarmıştı. Bölge halkı nükleer sızıntı tehlikesi nedeniyle tahliye edilmişti.

Ntvmsnbc

“NTV kendinden vazgeçti”

Banu Güven’den sonra, geçen sezon NTV’de Canlı Ana Haber’i sunan Can Dündar’ın da NTV ile yolları ayrıldı.

Dündar bu ayrılığı bugün kendine ait internet sitesinden şöyle duyurdu:

Geçen ay sonu yazdığım Günce’de NTV’de yaşananlara biraz değinmiştim. “Bundan sonra ne olur bilemiyorum” diye yazmıştım.
Ancak seçim öncesi Canlı Ana Haber’e –vaktinden önce- veda ederken, olabilecekleri tahmin ederek seyirciye veda etmiştim. Çünkü kanal yönetimi, haberciliğe başka bir çizgide devam etme iradesini daha o zamandan belli etmişti. Bana da kurulacak yeni kanalın (TVEN) ana haberini yapacağım söylenmişti. Bu hafta, “ana haberden vazgeçtiklerini” bildirdiler.

Böylece benim grupla 2006’dan beri (sırasıyla “Neden”, “Canlı Gaste” ve “Canlı Ana Haber”le) sürdürmekte olduğum habercilik ilişkisi son bulmuş oldu. Sezonu kapatırken Mirgün’le (Cabas) geyiğini yapıyorduk. O, “Mirgün Cabas’la Her şey” programını, her gece “Her Şey’in sonuna geldik” diyerek kapatıyordu. Sonunda programlarımız (sırasıyla Çiğdem’in, Mirgün’ün, Nuray’ın, Banu’nun, Ruşen’in, benim) peşpeşe yayından kalkınca, Mirgün’ün kehanetinin gerçekleştiği ve en azından bizler için, “her şeyin sonuna gelindiği” anlaşıldı.

Üzgün müyüm? Doğrusu evet… Çünkü NTV, birçok çalışanı ve izleyicisi gibi beni de kendisine bağlamış bir kanaldı. Yıllar içinde ilmek ilmek inşa edilmiş bir itibarı, ağırlığı, güvenilirliği vardı. İçerde de (sıkıntılar yaşansa da) medyada artık görmeye alışkın olmadığımız, uyumlu bir hava hüküm sürüyordu. Bana zor zamanımda kapılarını açtılar. Her daim el üstünde tuttular. Dış baskılara karşı kolladılar ve meslek hayatımın en huzurlu dönemlerinden birini yaşamamı sağladılar. Onlara yöneticisinden muhabirine, editöründen çaycısına kadar teşekkür borçluyum (ve bunu bizzat yapmak kısmet olmadığı için buradan yapabiliyorum.)

Kenarda el ovuşturan bazı meslektaşlarımızın iddia ettiği gibi kötü bir iş mi yaptık? Kişisel beceriksizliklerimiz yüzünden mi dışlandık? Sanmıyorum. Gelen tepkiler, verilen ödüller, alınan ratingler gösteriyor ki, kanalla yolları ayrılanlar, bu ekranın ilgiyle izlenen yüzleriydi. O yüzden kanalın yeni çizgi arayışının ardında, bizlerin mesleki zaaflarından duyulan bıkkınlık değil, genel basıncın yarattığı yılgınlık yatıyor diye düşünüyorum. Dolayısıyla “NTV bizlerden değil, kendinden vazgeçti” diyebiliyorum.

Aslında uzunca bir süredir medyada geniş bir tasfiye yaşanacağı, “yeni dönem”de bazı gruplara, kanallara, gazetelere, kadrolara, isimlere yer olmayacağı yazılıyor, söyleniyordu. Birçok medya organı da bu tasfiyeyi zamana yayarak yaşamış, yeni döneme sessizce uyum sağlamıştı. Ama NTV öyle prestijliydi ki, en çok tartışılanı o oldu. Şair’in dizelerini uyarlayarak söylersek, “Bütün kanallar aynı hızla değişiyordu; birinciliği NTV’ye verdiler”.

Bu kararı verenleri suçlamak en kolayı olur. Aydın Doğan’a yaşatılanları gördükten sonra kimseden kahramanlık bekleyemeyiz. Bize düşen, patronlardan kahramanlık beklemek değil, patronların kahramanlık göstermesini gerektirmeyecek bir medya düzeni için mücadele etmektir.

Kaygım kişisel değil:
Sadece bir bülteni, işi, kanalı değil, bir mesleği kaybetme noktasında olduğumuzu görüyorum. Son dönem her sorana –ille tahtalara vurarak- NTV’de ve Milliyet’te çok huzurlu çalıştığımı söylüyordum. Nasıl bir rastlantıysa ikisi aynı hafta türbülansa girdi. Her yerin birden karışması tesadüf mü?

Lakin “Olmasaydı sonumuz böyle” şarkısını söyleyerek oturmanın alemi yok. Bir yerde olmazsa başka bir yerde, şimdi değilse ilerde, habercilik tıkanırsa köşelerde, orası da kapanırsa kitapta, senaryoda, filmde, dizide, nette, derste, bildiğimizi, inandığımızı söylemeyi sürdüreceğiz. Başta söylediğim şakaydı yani: Henüz “her şeyin sonuna gelmedik.”

Radikal