Dış Köşe

Yaz, meyvelerin saltanatıdır – Hasan Bülent Kahraman

0

Refik Halid Karay, bütün yazarların kaderini paylaşıyor. Çok uzun bir uykudan sonra bir yeniden uyanış dönemi yaşıyor. Kitapları yeniden basılıyor. Oldum bittim Türkçesinin zenginliğiyle tanınır. Cemil Meriç de meğer onu okuyarak yetişenlerdenmiş. “Kolay ve sağlam Türkçesi,” diyor. Doğrudur; aynen öyledir. Türkçesi lezzetlidir, ama bir akarsu gibidir. Durmaz, kalmaz, bir şey bırakmaz. Zaten bir fikir yazarı da değildir. Daha önce de onun denemeleri hakkında yazılar yazdım. Bir Avuç Saçma‘nın hayatımdaki yerini, önemini anlattım. Hâlâ zaman zaman kitaplarını elime alır o Türkçenin lezzetine vararak okurum. Ama o kadar. Refik Halit’i, Türkçesinin lezzetiyle tanır ve biliriz ama o esas itibariyle lezzet peşinde bir yazardır. Hatıralarını anlattığı kitabı, bilhassa yakın dönemi dile getirdiği, Bir Ömür Boyunca‘yı okuyanlar görecektir. Kendisinden bahsettiği her yerde durup durup “Biz yaşamasını bilen bir aileydik,” veya “Ben yaşamasını severim,” der. Nitekim sürgüne giden diğerleri mağmum, bikes, menkup, makus bir hayat sürerken o kendi zevkine dalar ve daima “Yiyip içtim,” der, durur. Son yıllarını alatırken de ‘tadı tuzu yerinde yemekler pişen’ evinden dem vurur.

ÜSTAD KIRILA KIRILA KAYMAK YERDİ
Bu hasletlerle ‘mücehhez’ Refik Halit, ‘buzlu ve nefis’ tarafından olursa ‘bir tepsi meyveyi’ dünyanın en büyük makamına, mevkiine değişmeyeceğini dile getirir. Herhalde öyledir. Mesela gene hatıralarında hayatındaki en büyük iştiyakları, imrenmeleri, yutkunmaları anlatırken iki anısından söz açar. İkisi de çikolatalar, pastalar, bonbonlar üstünedir. Bir de parasızlık, sefalet yıllarında dostu Abdülhak Şinasi Hisar‘ın onu şimdi benim de hakkında okuduklarımdan sonra çok merak ettiğim Mulatier pastanesine (İstiklal Caddesiyle Nuru Ziya Sokağı’nın kesiştiği köşedeymiş) davet ettiğini ve orada kaymak ısmarladığını anlatır. Bir tabağa biraz süt, biraz kaymak, biraz pudra şekeri koyarlarmış. Üstad kırıla kırıla yermiş. Bu kaymak meselesi galiba önemli. Ahmet Haşim de sabahın köründe Yusuf Ziya Ortaç‘ın kapısına dayanır, Eyüp’te, Madam bilmem kimin mandırasına, günün o saatinde, o muazzam üslupla yazılmış Portreler kitabı müellifiyle gidip, gene onun anlatımıyla, ‘üstünde çiğ taneleri ışıldayan‘ kaymakları gövdeye indirirlermiş. Ben kaymak yemem ama ne güzel…
Bu ayın henüz gelmiş yemek dergilerini karıştırırken, yaz sebzeleri, yaz meyveleri hakkındaki köşeye bakıyordum. Çoğunun bizde bulunmayışına esef ediyordum. Hele kabuklu ve çiğ deniz mahsülatının olmaması benim için gerçek bir elem. Bir hafta evvel bir kıyıda, bir yandan denizin türlü ışık oyunları içindeki sonsuz kımıltısını izleyip bir kaya üstündeki deniz kestanelerini seyretmiş, bir yandan Fransa’da Bretagne ve Normandie’nin kıyı kasabalarındaki lokantalarda masalara getirilen büyük deniz ürünleri ‘platoları’nı düşünmüş, bir yandan da, “Şu sudaki canlılar neden bizim mutfaklara taşınmaz?” diye kurmuştum. O sırada aklımdan bir cümle geçti, belki çok az kişinin bildiği, duyduğu bir cümle: “Patlıcanlar morara morara kadife rengini aldı.”
Bu cümle bana Türkçenin bütün lezzetini verir. Benim gibi durup durup kendi kendine tekrarlayanlar, şu kısacık cümlenin şiiri, Türkçenin sesini duyacaktır. Ondan daha fazlası ise bir mevsim sebzesinin bu derecede latif bir biçimde anlatılmasıdır. Yazın geldiğini daha müzeyyen bir biçimde nasıl anlatabilir, anlayabilir bir insan: Patlıcanlar morara morara kadife rengini aldı. Üstat Ahmet Rasim, bu cümlesinden sonra patlıcan hakkında yazar da yazar. O zaman insanların yazı bin bir türlü hayalle, eğlenceyle, en fazlası, aşk saçmalıklarıyla falan süslediğini fakat kimsenin yazı bilhassa meyveleriyle anmadığını fark ettim. Uzun uzun onları anlatacak değilim. Ama Refik Halit’inki kadar iddialı bir şey söylemesem de ‘buzlu ve nefis bir tepsi meyve‘nin kamaştırmadığı bir muhayyileye doğrusu şaşarım. Buna bir de dondurmaları, buz tutturulmuş meyve özü olan sorbeleri eklemek gerek. Eskilerde kaldığı için artık kompostolardan söz bile etmiyorum, hele kompostoyla hoşafın farkını bilemeyen insanlar gördükten sonra.
Yaz aslında meyvelerin saltanatı ve mevsimidir. Türkiye’nin bu konuda büyük imkanlarının olduğu bir gerçektir. Bizdeki kadar bol ve lezzetli meyvenin bulunduğu ülke azdır. Fransa örneğin, çok caziptir ama orada satılan o buruşuk, korusun diye, üştü nişasta kaplanmış incirleri görünce gülerim. Onların farkı ise böğürtlen, ahududu türü orman meyvelerinin bolluğudur. Bir de mutfak kültürü. Bizde meyvelerin pişirilmesi çok nadirdir. Onları çiğ yeriz. Oysa Batı mutfakları çok ince açılmış hamurların üstüne döşenerek pişirilmiş meyve tartlarıyla yüklüdür ki, hepsi aklımı başımdan alır. Bizde o işi yapan pastane yok. Deborah Madison‘la, Nichole Ruthier‘nin bu konudaki kitapları okumalara sezadır. Bir eksiğimiz de meyvelerin bolluğu ve lezzetine rağmen cinslerinin kısıtlı oluşu. Yurt dışındayken mesela elma ve armutlara ‘takmıştım’, bir ara. Kaç cins, Allahım, kaç cins elma ve armut bulmuş, almıştım. Hâlâ da her NY’a gittiğimde pazara çıkıp ‘o’ meyveden, hangisiyse artık bulabildiğim kadar çok çeşidi arar bulurum. Nedeni merkantilizm eksikliği, bahçeyle piyasa ilişkisinin kopukluğu. Yaz, meyve demektir; yeter ki, Havva’nın elması olmasın.
 Hasan Bülen Kahraman – Sabah pazar

More in Dış Köşe

You may also like

Comments

Comments are closed.